Emperyalist tekellerin yönlendirme ya da doğrudan müdahaleleriyle tezgâhlanan askeri darbelere, diktatörlüklere sahne olmasına karşın, devrimci geleneklerin sürdürüldüğü bir coğrafyadır Latin Amerika.
LATİN AMERİKA VE EDEBİYAT(I)
TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
“İki şey var ki, yeryüzünde
son insan kalıncaya dek
yok olmayacak:
Biri sanat, öteki isyan!”[1]
Emperyalist tekellerin yönlendirme ya da doğrudan müdahaleleriyle tezgâhlanan askeri darbelere, diktatörlüklere sahne olmasına karşın, devrimci geleneklerin sürdürüldüğü bir coğrafyadır Latin Amerika.
Sanıldığının aksine Meksika’dan değil, ABD’nin güney eyaletlerinden başlayıp, Şili’nin en güneyine kadar uzanan Latin Amerika, Amerika’nın güney yarısını oluşturan bir kıtadır.
Bayraklarında Arjantin’de, “En Unión Y Libertad/ Birlikte ve Özgürlükle”; Bolivya’da, “La Unión Es La Fuerza/ Birlik Güçtür”; Brezilya’da, “Ordem e Progresso/ Düzen ve İlerleme”; Dominik Cumhuriyeti ve Ekvador’da, “Dios, Patria y Libertad/ Tanrı, Vatan ve Özgürlük”; El Salvador’da, “Dios, Unión, Libertad/ Tanrı, Birlik, Özgürlük”; Guatemala’da, “El País De La Eterna Primavera/ Ebedi Bahar Ülkesi”; Honduras’da, “Libre, Soberano y Independiente/ Özgür, Egemen ve Bağımsız”; Kolombiya’da, “Libertad y Orden/ Özgürlük ve Düzen”; Kosta Rika’da, “Vivan Siempre El Trabajo y La Paz/ Emek ve Barış Ebediyen Yaşayacak”; Küba’da, “Socialismo o Muerte/ Ya Sosyalizm ya Ölüm”; Nikaragua’da, “En Dios Confiamos/ Tanrıya İnanıyoruz”; Panama’da, “Por El Beneficio del Mundo/ Dünyanın Yararına”; Paraguay’da, “Paz y Justicia/ Barış ve Adalet”; Peru’da, “Firme y Feliz Por La Unión/ Birlik İçin Mutlu ve Kararlı”; Porto Riko’da, “Juan Es Su Nombre/ Adı Juan”; Şili’de, “Por La Razón o La Fuerza/ Mantıkla ya da Güçle”; Uruguay’da, “Libertad o Muerte/ Ya Özgürlük ya Ölüm”; Venezüella’da, “Dios y Federación/ Tanrı ve Federasyon,” ibarelerinin kayıtlı olduğu Latin Amerika ülkeleri “kalkınma”(!) söylemiyle uluslararası sermayeye ve ABD’ye siyasal, ekonomik ve sosyal bağımlılığı her geçen gün biraz daha artan asi bir kıta; yerkürede isyan bayrağını layıkıyla dalgalandıran coğrafyadır.
“Nasıl” mı? Latin Amerika’da fakirliğin 30 yılın en alt düzeyine gerilediği iddia edilirken BM Latin Amerika ve Karayip Ekonomi Komisyonu’nun raporda, bölgede yaşayan 167 milyon kişinin hâlen fakirlik seviyesinde bulunduğuna işaret edilirken; 167 milyon kişiden 66 milyonunun ise aşırı yoksulluk koşullarında yaşadığına dikkat çekiliyor.
Güney Amerika’daki 18 ülkeden toplanan verilere göre, ortalama bir hesapla, Latin Amerika nüfusunun en zengin yüzde 10’luk kesimi bölgedeki toplam gelirin yüzde 32’sini elde ediyor. Bölgedeki en fakir yüzde 40’lık kesimin toplam gelirden aldığı paysa yüzde 15’te kalıyor.[2]
* * * * *
Kadim tarihi çok ilgi çekici olan Güney Amerika’nın kaderi İspanyol işgaliyle değişmiştir.
İspanyollar merkezi krallığa bağlı “Virreinato del Perú” yani “Peru Kral Vekilliği”ni kurarak geniş bir coğrafyada sömürü imparatorluğu oluşturmuş ve Güney Amerika’yı sadece din ve dil olarak değil, etnik yönden de başkalaştırmıştır.
Portekizlilerin Brezilya’da, Hollandalıların Surinam’da yaptığı gibi İspanyollar da kıtanın yeraltı kaynaklarını çıkartabilmek için gereken insan gücünü Afrika’dan gemilerle getirilen kölelerden sağlamıştır. Bunun neticesinde de bugün özellikle kıtanın kuzeyindeki Kolombiya ve Venezüella gibi ülkelerde ciddi bir siyahî nüfus yoğunluğu oluşmuştur.
Bunun yanında, Afrikalılarla beraber, Avrupa’dan kıtaya göçen beyazlar yerli halkla karışarak “mestizo” adı verilen yeni bir melez grup oluşturmuşlardır.
Farklı kültürlerin ve tezatların coğrafyasındaki çeşitlilik tablosunu Eduardo Galeano’nun ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ yapıtında her yönüyle anlattığı[3] üzere; askeri zorun fetihçiliğiyle ve Katolik Kilisesi’nin aktif katkılarıyla “uygarlaştırıldı”, sömürgeleştirildi Latin Amerika…
Arjantin’de 1976-1983, Bolivya’da 1969-1982, Brezilya’da 1964-1985, Şili’de 1973-1990, Ekvator’da 1972-1979, El Salvador’da 1931-1980, Guatemala’da 1970-1986, Honduras’da 1972-1982, Nikaragua’da 1932-1979, Panama’da 1968-1989, Paraguay’da 1954-1993, Peru’da 1968-1980, Surinam’da 1980-1988, Uruguay’da 1981-1985 yılları arasında askeri diktatörlüklerle geçmiş olsa da; İspanyollar’ın, Aztekler, Mayalar, Aymaralar ve başta olmak üzere yerli halkın büyük bölümünü katlettiği kıtada bir Che’nin, bir Chávez’in, bir Castro’nun çıkmış olması da elbette tesadüf değildir.
Aslı sorulursa sömürgeciliğin onlara dayattığı “gerçeklik” ne Latin’dir ne de Amerika’lı; olsa olsa yerkürenin kayıp coğrafyası; ABD’nin “arka bahçesi”dirler!
Ancak, Hernando Cortes’in Aztek’leri; Francisco Pizarro’nun İnka’ları “yenmesi”ne ve İspanyol ve Portekizlilerin, Latin Amerika’yı işgal etmesine rağmen; sömürgecilerin buraları ele geçirdiğini söylemek zor.
Rüyaların yeşerdiği topraklardaki özgürlük tutkusunu yok edememişlerdir.
Çünkü yerliler sömürgeciliğe boyun eğmedi; kırılmak pahasına direndi; özgürlükleşmenin direniş geleneğini yarattılar; -Amerikan ve Fransız Devrimlerinden derinden etkilenen- Simón Bolívar’a dek…
Latin Amerika’dan Augusto Pinochet ve Somoza Hanedanı gibi, Che Guevara, Emiliano Zapata, Hugo Chávez de çıkarken; orası Gabriel García Márquez’lerin yurdudur.
Denilebilir ki Latin Amerika’daki devrimci politikaların köklerinde tutkulu/ ısrarlı isyancı tarihi yatarken; edebiyat da bu durumdan muaf değildir.
* * * * *
Çünkü “İki şey var ki, yeryüzünde son insan kalıncaya dek yok olmayacak: Biri sanat, öteki isyan!” demesi boşuna değildi Albert Camus’nün…
Veya Bertholt Brecht’in, “Tüm sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşam sanatına katkıda bulunur,” sözündeki üzere…
Ya da Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi, “Hakikât yüzünden ölmeyelim diye vardı sanat.”
Çünkü sanat içinde geleceği barındıran, biçimlendiren bir silahtı ve “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı,” Albert Camus’nün işaret ettiği üzere!
* * * * *
Genelde İspanyolca konuşan ülkeleri ifade etmekle birlikte Brezilya da dahil edildiğinde Portekizce’nin de yazı dili olduğu ve genellikle orta ve Güney Amerika ülkelerini kapsayan Latin Amerika edebiyatı, Octavio Paz’a göre, “bedeli çok ağır ödenmiş bir hazine”dir.
Brezilya, Kolombiya, Bolivya, Arjantin, Küba, Uruguay, Venezüella, Peru, Paraguay, Guatemala, Şili ile ötekilerinin edebiyatı, yalnızlıkların, yoksullukların, insanların ve isyanın tarihidir
İçinde José Martí’nin, Pablo Neruda’nın, José Mauro de Vasconcelos’un, Isabel Allende’nin, Luis Sepulveda’nın, Gabriela Mistral’ın, Paulo Coelho’nun, Ernesto Sabato’nun, Julio Cortazar’ın, Jorge Luis Borges’in, Gabriel García Márquez’in, Carlos Fuentes’in, Mario Vargas Llosa’nın, Zoe Valdes’in, Inca Garcilaso de la Vega’nın, Cesar Vallejo’nun, Nancy Morejon’un, Mauricio Rosencof’un, Octavio Paz’ın, Ruben Dario’nun, Gabriela Mistral’ın, Jorge Luis Borges’in, Juan Perez Rülfo’nun, Graciliano Ramos’un, José Eustasio Rivera’nın, Felisberto Hernandez ve diğerlerinin yer aldığı Latin Amerika edebiyatının referansı, söz konusu topraklarda dökülen kan ve çekilen acılardır.
Bu kan, iç savaşta çarpışanların, feodal sistemin merkezinde ağaya direnemeyen köylünün, siyasi arenada fenersiz yola çıkanların, yola çıkıp yolunu yitirenlerin, Latin Amerika’nın itilmiş kadınının, edebiyatının döl yatağı olmuştur.
Latin Amerika edebiyatı, 1960’lı ve 1970’li yıllarda ciddi bir patlama yapmıştır. Gerçekten de bu yıllar içerisinde birçok eşsiz yazar, eşsiz metinler kaleme almıştır.
Juan Perez Rülfo ve Felisberto Hernandez gibi isimleri, edebiyatçıların öngörülmez yeteneklerine esin kaynağı olma açısından mühimdir.
Bir diğer damar da Jorge Luis Borges’in uçsuz bucaksız öykü dinamiğinden beslenir.
Latin Amerika edebiyatının en değerli öğesi olarak görülen ise, hiç kuşku yok ki Márquez’dir. Onun tamlamaları ve oluşturduğu gerçeküstü kalıplar asla bükülemez bir maden niteliğini taşır.
Latin Amerika edebiyatı sadece büyülü gerçekçilikle sınırlı bir edebi anlayış değildir.
Julio Cortazar adındaki sürgün Arjantinliyi ve Fuentes’i ve Mario Vargas Llosa’yı unutmamak gerek.
Kolay mı? Mario Vargas Llosa’nın dediği gibi, edebiyat, özgür bir dünya serer önümüze
“Evet, iyi ki varsın edebiyat; yalnızca toplumsal gerçeği değil, belki daha da çok insanın en gizli, derinlerdeki ruh dolambaçlarında yatan gerçekliklerini açığa vuran edebiyat… Yazgılarına boyun eğenlere, yaşadıkları hayattan hoşnut olanlara pek bir şey demeyen, ama yaşanılan dünyayla yetinmeyen, asi ruhları besleyen edebiyat…[4]
Edebiyat, özgür bir dünya serer önümüze. İstersen La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle at sürersin, istersen Kaptan Ahab’la bir balinanın sırtında denizlere açılırsın, dilersen Emma Bovary ile arsenik içersin, dilersen Gregor Samsa’yla böceğe dönüşürsün…
Ya edebiyat olmasaydı?
“İyi ki varsın edebiyat” derken, ister istemez tersini düşünüyor insan: Ya edebiyat olmasaydı? Edebiyatsız bir dünyada ortaya nasıl bir insanlık portresi çıkardı?
Llosa’ya sorarsak, uygarlıktan nasibini almamış, barbarlığın baskın çıktığı, duyarlıktan yoksun, söz fukarası, cehaletin kol gezdiği, salt içgüdüleriyle davranan, tutkuyu ve sevmeyi bilmeyen bu “edebiyatsız dünya”nın, bu karabasanın başlıca özelliği, insanlığın güç ve iktidarla uzlaşması, ona boyun eğmesi olurdu.
Böyle bir dünyada ruha yer olmazdı. Dahası, böyle bir dünya, hayatın katlanılmaz tekdüzeliğiyle de kalmaz, insan hayatının başka türlü olamayacağı, hep böyle kalacağı, bunu hiç kimsenin ve hiçbir şeyin değiştiremeyeceği duygusundan kaynaklanan kopkoyu bir karamsarlığın boyunduruğuna girerdi.
Ve soruyor Llosa: Edebiyat olmasa da olur eğlencelik midir, yoksa zihnin en önemli ve gerekli uğraşlarından biri olarak, modern ve demokratik bir toplumun yurttaşlarının, özgür bireylerden meydana gelen bir toplumun oluşumu için onsuz edilemez bir etkinlik midir?[5] (Bu sorunun yanıtını, coğrafyamız siyasetinin çoraklaştığı son 15 yıl yeterince vermiyor mu?)
Tam da bu noktada Mario Vargas Llosa’nın, “Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir, onların arasına ayrımcılık, korku ve sömürü tohumlarını eken yalnızca adaletsizliktir. İnsanları önyargının, ırkçılığın, dinsel ya da siyasal bağnazlığın ve kendi dışındaki her şeyi dışlayan milliyetçiliğin aptallıklarına karşı, tüm büyük edebiyat yapıtlarında karşımıza çıkan bu hakikâtten daha iyi hiçbir şey koruyamaz,” sözlerini anımsamamak mümkün mü?
Gerçekten de bu tabloda Carlos Fuentes’in, “Cervantes, döneminin yozlaşmış toplumuna eleştirel düşgücünün zaferiyle karşılık vermişti; biz de yozlaşmış bir toplumla karşı karşıyayız ve bu yozlaşmış dünya yaşamlarımıza sızıp bizi kuşatırken, bizi sürekli olarak tarihin, geçip gidişine edebiyatın tutkusuyla karşılık vermek durumunda bırakırken, bu dünya üstüne derinliğine düşünmeliyiz,”[6] demesi boşuna değildir.
Tıpkı isyancı Che’nin yaşamında edebiyatın müthiş bir yer kapladığı gibi![7]
Tam da bunun için Latin Amerika edebiyatı; Albert Camus’nün, “Kelimeler torba gibidir, içine konan şeyin şeklini alır,” betimlemesindeki üzere kıta gerçeğiyle biçimlenmiştir.
* * * * *
Toparlarsak sanat ve edebiyatın devrim mücadelesiyle doğrudan ilişkisi söz konusudur.
Devrimci sanatçı ve yazar doğruyu söyleyen, düşündüğünü söyleyen, düşündüğü gibi yaşaması gereken kişilerdir. Haksızlıklara karşı çıkan ve sıradan insandan çok farklı olandır.
Devrimci sanat ve edebiyat yaşamı kolaylaştırmak için, insanlara umut vermek için vardır.
Onlar işlevleri gereği hep uyarıcı ve bir adım önde olmuştur, olmalıdır.
Çünkü devrimci sanat ve edebiyat insani bir özgürleşme faaliyettir. Bu faaliyetin ya da düşüncenin ürünü duyulara, heyecanlara, algılara ve akla hitap eder. Yoktan var olan ve doğada karşılığı bulunmayan bir üründür; anlamı kendisine dönüktür, kendisindedir; “Ars est systema præceptorum universalium, verorum, utilium, consentientium, ad unum eumdemque finem tendentium/ “Sanat; evrensel, gerçek, yararlı, tek ve aynı amaca yönelik bir öğretim sistemidir,” deyişindeki üzere!
Tam da bunun için yazmak direnmektir!
Kolay mı?
İnsana insan olmayı ve insan kalmayı öğretir edebiyat Latin Amerika’daki üzere…
9 Mayıs 2018 14:43:10, İstanbul.
Sosyalist Mezopotamya / Sayı: 2 / Haziran 2018
Derginin PDF formatı için buraya tıklayınız
N O T L A R
[1] Albert Camus
[2] “Latin Amerika Hâlâ Yoksul Var”, Gündem, 29 Kasım 2012, s.13.
[3] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çev: Roza Hamken-Attila Tokatlı, Sel Yay., 2014.
[4] Mario Vargas Llosa’nın ‘Neden Edebiyat?’ yazısı, Mario Vargas Llosa-Carlos Fuentes, Edebiyata Övgü, Çev: Celâl Üster, Notos Yay., 2014… içinde
[5] Celal Üster, “İyi ki Varsın Edebiyat…”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2017, s.16.
[6] Carlos Fuentes-Mario Vargas Llosa, Edebiyata Övgü, çev: Celal Üster, Notos Kitap, 2014, s.45.
[7] Julio M. Lianes, Edebiyat ve Yaşam Arasında Che, Yazılama Yay., 2018.