Bazı kavramlar vardır. Bir süre sonra, asıl karşılamasını istediğiniz ya da ona yüklemeye çalıştığınız anlamları artık karşılamaz olur. Ya da kullanılan kavramın içi boşalmıştır/boşaltılmıştır. Sadece kavramı kullanırsınız, ama murat ettiğiniz şeyi karşılamaz. Bir süre sonra ise o kavramı kullananlar bile salt o kavramı günü kurtarmak için kullanırlar.
İşte bu kavramlardan biri de son yıllarda herkesin diline dolanan ve sıkça kullanılan “halkların kardeşliği” kavramıdır. Öyle ki artık, milliyetçisinden-İslamcısına, liberalinden-devrimci sosyalistine kadar herkes bu kavramı kullanıyor. Her ağzını açıp söze başlayan “halkların kardeşliği” diye başlıyor. Ama konuşmanın sonu geldiğinde ne “kardeşlik” ne de “halk” kalıyor. “Hepimiz aynıyız” noktasına geliniyor. Gerçekten hepimiz aynı mıyız? Bu ayrı bir tartışma konusu.
Evet, her ağzını açan, söze “bin yıldır kardeşiz” diye başlıyor. Gerçekten “bin yıldır kardeş” miyiz? Ya da bunu söyleyenlerin kardeşlikten anladığı; birinin diğerini yok sayması, imha, inkâr ve asimilasyona uğratması mı? Eğer anlaşılan kardeşlik buysa nasıl kardeş oluyoruz?
Kardeşlik diyerek, Kürt ulusu ve ülkesi yok sayılmadı mı, hala sayılmıyor mu? İmha, inkâr, şovenizm ve asimilasyon politikaları onlarca yıldır sürdürülmedi mi, hala sürdürülmüyor mu? O zaman neyin kardeşliği? Kuşkusuz, milliyetçiler anlaşılabilir. Politikaları gereği bunu yapıyorlar. İslamcıların kardeşliği ise zaten ümmet kardeşliği, o da anlaşılabilir. Ama Türkiyeli devrimci ve sosyalistleri bu noktada anlamak mümkün değil.
Devrimcilik, sosyalistlik biraz da -hatta daha fazla- eşitlik, özgürlük değil midir? O halde eşit ve özgür olmayan nasıl kardeş olabilir? Ya da Marksizm gönüllü birliktelik temelinde oluşturulan gerçek enternasyonalizm değil midir? Eşit ve özgür olmayan nasıl gönüllü birliktelik oluşturabilir? Nasıl kardeş olabilir? Az çok Marksizm’e öyle ya da böyle bulaşmış herkes bilir ki, bir tarihsel-toplumsal olgunun onu biçimlendiren ya da karakterize eden karmaşık unsurlardan ve ilişki içinde bulunduğu faktörlerin değişkenliğinden kopartılarak, dondurulmuş bir “olgu” olarak ele alınıp tanımlanmaya çalışılması Marksizm’in yöntemi değildir. Doğruya en yakın görünen tanım bile, o olgunun hareketinin bütün yönlerini, farklı tarihsel kesitlerde taşıyabileceği farklı özelliklerini kapsayamama tehlikesiyle yüz yüzedir. Bugün “halkların kardeşliği” denilen kavram da bu durumdadır. Yani gerçeği karşılamamaktadır. Çünkü kardeşlik denilen olgu ortada yoktur. Hem de hiçbir yönüyle.
Bugünkü süreçte dile getirilmesi ve üzerinde durulması gereken “halkların eşit ve özgür birliği” olmalıdır. Biz Kürdistanlı komünistler bunu her dile getirdiğimizde, gerek kimi Kürdistani güçlerden, gerekse Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinden tepki alıyoruz. Kimileri daha da ileri giderek bunu söylediğimiz için bizi “bölücülük” yapmakla suçluyorlar. Biraz tartışmaya başladığımızda ya da ulusal sorun konusundaki görüşlerini sorduğumuzda cevap çok “net” ve “yalın”dır”: “Biz UKKTH’yi koşulsuz destekliyoruz.” Oysa bu cevap bir ezberden öteye gitmemektedir. Hatta indirgemeci ve kolaycılığa kaçan, sorunun kendisiyle yüzleşmeyen bir yaklaşımdır. Eğer böyle olmazsa “halkların eşit ve özgür birliği” yaklaşımımıza tepki göstermezler.
Çünkü:
Birincisi; halkların kardeşliğinin yolu “eşit ve özgür birliği” savunmaktan geçmektedir. Eşit ve özgür olmayan hiçbir koşulda kardeş olamaz. Kardeşlik maskesi altında yapılan aslında bir ulusu ve ülkesini (Kürt ulusu ve Kürdistan’ı) yok saymaktır. Kemalist ideolojinin etkisinden kurtulamayan ve Misak-ı Milli sınırlarını sorgulamayı göze almayan bir yaklaşımdır.
İkincisi; az çok Marksist klasikleri okuyan bilir ki; Marks ve Engels, İrlanda’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşmasının, İngiliz emperyalizmine vurulmuş önemli bir siyasal darbe olacağını ve bu durumun İngiltere’de proletaryayı uykusundan uyandıracak toplumsal devrimin fitilini ateşleyebileceğini düşündüler. Bu nedenle de, esas olarak federasyona karşı olmalarına rağmen, ayrılma hakkının tanınmasından sonra gönüllü birliğe olası bir geçiş biçimi olarak federasyon tarzının kabul edilebileceğini ileri sürdüler. Görüldüğü gibi Marksizm’in kurucuları gönüllü birliğe vurgu yapıyorlar. Ancak gönüllü birlikteliğin halkları bir arada tutacağına inanıyorlar.
Üçüncüsü; UKKTH’nin savunulmasının olmazsa olmaz temeli ayrı devlet kurma hakkıdır. Çünkü ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi siyasal kaderini kendi iradesiyle belirleyebilmesi anlamına gelir. Bu hakkın tanınması, farklı ulusların zorla içinde tutuldukları bir siyasal bütünden ayrılmasının ve kendi bağımsız ulus-devletini kurmasının kabulünü içermelidir. Yoksa kimi Türkiyeli devrimci ve sosyalist hareketlerin dediği gibi “Biz kardeşiz, bizi ezen aynı güç. Önce birlikte mücadele edip onu alt edelim. Sonra biz sizin haklarınızı veririz” biçiminde değil. Kusura bakılmasın ama Türk egemenlik sistemi de 85 yıldır aynı şeyi söylüyor. Biz böyle kardeşlik istemiyoruz.
Dördüncüsü; hem UKKTH’yi savunuyoruz diyeceksiniz, hem kardeşiz diyeceksiniz, hem de ardından kimi Türkiyeli devrimci, sosyalist hareketlerin yaptığı gibi “Tam Bağımsız Türkiye” diyeceksiniz. Bunu dedikten sonra UKKTH savunusu ve kardeşlik söylemi nerede kaldı! Bu tam da yukarıda belirttiğimiz gibi Misak-ı Milli’ye dokunmamak değil mi? Ya da Türk egemenlik sisteminin söyleminin aynısı değil mi?
Sonuçta; bizce bu yaklaşımlardan sonra bugün öne çıkarılması gereken şiar “halkların kardeşliği” değil, “halkların eşit ve özgür birliği” olmalıdır. Çünkü ancak “eşit ve özgür” olabilirsek kardeş olabiliriz. Gerisi boş söylemden başka bir şey değildir.
*Newroz Gazetesi, Sayı: 104, 17 Eylül 2009