Ana SayfaÇAND HUNERKARANLIKTAKİ AYDINLIĞA DAİR (AFORİZMALAR)

KARANLIKTAKİ AYDINLIĞA DAİR (AFORİZMALAR)

Evet, evet insan olmak ve kalmak için daha fazla hayale, umuda, eyleme muhtacız…

“Yoksulların hayal gücü geniş olur… Hatta hayal gücünden başka bir şeyleri olmadığı bile söylenebilir,”[12] diyen José Saramago, “Don Kişot’u oynamanın tek bir yolu vardır; insanın ideallerini büyütmesidir,”[13] notuyla hepimize “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” zorunluluğunu anımsatır…

KARANLIKTAKİ AYDINLIĞA DAİR (AFORİZMALAR)[*]

TEMEL DEMİRER / Tüm yazılar için buraya tıklayın

“siz ne derseniz deyiniz

benim bir gizli bildiğim var.”[1]

Heybelerinin bir gözünde umutsuzluk, öteki gözünde korku yükü taşıyanlar yol alamaz. Olsa olsa, yerinde sayan bir kaygıyla hiçleşirler.

“Kuşku duymak uzun yaşamış olanın ayrıcalığı”[2] olsa da; “Ateşin içinden ne denli iyi yürüdüğündür mesele,” -Charles Bukowski’nin altını çizdiği üzere- hiçleşmemek için…

* * * * *

Hiçleşme sarmalının dört yanı kuşattığı durum(umuz)da; dün öldü, bugün can veriyor, yarın ise henüz doğmadı.

Dün ölmüşken; can çekişen bugüne dair; “adını yaşamak koymuşuz ya, kulak asma./ bizimkisi ayak sürümek dünya toprağında,” demek mümkün değil, Murathan Mungan gibi…

Stanislaw Lec’in, “Suç giderek romantikliğini kaybediyor. O, günlük hayatın klasiği olmaya başladı”; Seneca’nın, “Hayatın bize getirdikleri için gözyaşı dökmeye ne hacet? Hayatın kendisine şöyle bir bakmak bizi gözyaşlarına boğmaya yetmez mi?”;[3] Kemal Tahir’in, “Bir memlekette insanlar namuslu olduklarıyla ayrıca övünüyorlarsa, o memleketin hâli dumandır,” saptamalarıyla betimlenen tabloda -hiçleşmemek için- ayak sürümekten öte bizimkisi ya da öyle olmalı!

Başka çare yok. Çünkü bugün, dün beklediğin yarınken; gözlerini kapattığında dünya kaybolmaz. Veya ne ekersen onu biçersin…

Bu kadar da değil! Durgun su solucan yetiştirirken; kullanılmayan maddi kaynaklar muhakkak kaybolmuş sayılmaz, fakat kullanılmayan insani kaynaklar daima yok olmuş demektir…

O hâlde hiçleşmeden hayata karışarak, onu biçimlendirmek için “Her yokuşun bir inişi vardır,” demeliyiz.

Malûm olduğu üzere, hangi dağ vardır ki üzerinden yol geçmesin…

Hem ayağa kalkmadığımız sürece ne kadar yüksek olduğumuzu bilemeyiz…

Bu günlerin geçtiğini görmek için yaşamalı, körler toplumuna karşı dik durup diklenmeli…

“Nasıl” mı?

“Bir körler toplumu yaşamını sürdürebilmek için nasıl bir düzen kurabilir? Örgütlenerek, örgütlenmek bir bakıma görmeye başlamak demektir,” [4] der José Saramago…

* * * * *

Bugün can veriyor, yarın ise henüz doğmamışken; Suat Taşer’in dizelerindeki gibi, “Gölgemizden korkar olduk/ selâm vermekten düş görmekten/ kapımızı çalan postacıdan dilenciden/ kundaktaki çocuğumuzdan/ saksıdaki çiçeğimizden/ aynadaki hayalimizden de korkar olduk”…

Bugünün hâli bu olduğu sürece yarının doğması mümkün değil. Çünkü “Korku insanı kör eder”ken;[5] “Hiçbir şey, korkuya dayanan saygı kadar iğrenç değildir,” notunu düşer Albert Camus…

Bu durumda yarınlar için korktuğunuz biricik şey korkunun kendisi olmalı; çünkü korktukça tutsaklaşır, umut ettikçe özgürleşebiliriz.

Bir şey daha: Kahraman ve korkak tamamen aynı korkuyu duyar, ama yalnızca kahraman korkusuyla yüzleşip onu bir aleve çevirebilir.

Nihayetinde korku da cesarette hayat(ımız)a ilişkin seçimdir.

* * * * *

Paulo Coelho’nun, “Hayatın sırrı, yedi kere düşüp sekiz kere kalkmaktır”; Can Yücel’in, “bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,/ her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer,” notunu düştüğü hayat(ımız) konusunda şöyle uyarır hepimizi Karl Marx: “Eger tu dixwazî bibî ajal helbet tu dikarî. Ji bona vê pişta xwe bidî hêşa mirovahîyê û tenê guh bidî kevlê xwe beşe/ Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeterli.”

Yaşadığın kadar var olabilen hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz, o da size gülümser.

Hayattan korkmadan, başarıya dönüştürülebileceğini görmek, kavramak “olmazsa olmaz”ken; satranç oynamaya benzer o; çok kez şah ama bir kere mat dersin.

Edip Cansever’in, -asla ıskalanmaması gereken!- “Her başlangıçta yeni bir anlam vardır,” uyarısında dile getirdiği hayat ya cesur bir tecrübedir ya da hiçbir şey değildir.

Ve de hiçbir yaşam boşuna harcanmamıştır; elbette gelişimi durmuşlar, hiçleşmişler, vazgeçmişler dışında!

O hâlde her koşulda Nâzım Hikmet’in, “dünyada kiracı gibi değil,/ yazlığa gelmiş gibi de değil,/ yaşa dünyada babanın eviymiş gibi…/ tohuma, toprağa, denize inan./ insana hepsinden önce” dizelerindeki ısrarlı içtenlikle yaşayacağız hayatı…

“En iyi derslerimizi basit insanlardan öğrendiğimize kuşku yok,”[6] diyen yaşam(ımız), tercihlerimizin toplamı olacak; Dante Alighieri’nin, “Cehennemin en azap verici yeri, büyük ahlâki çöküntü dönemlerinde tarafsız kalanlara ayrılmıştır,” sözlerini unutmayan taraflılığımızla!

* * * * *

Bunları gerçekleştirebilmek için, ne pahasına olursa olsun doğruda durabilmek ve “İnsan ancak bir şeyin ne olmadığını anlamak suretiyle onun tam olarak ne olduğu bilgisine yaklaşabilir.”[7] “Gerçek yalan bilinmeyendir,”[8] demek gerekiyor.

Çünkü “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz”; “Aldırma gönül aldırma”; “Smile when it hurts most/ En çok acı çektiğin zaman gülümse”; “Unutma sakın unutma; bağışlama ve susma sakın” diyenler için “Yazgı diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir,” Cesare Pavese’nin altını çizdiği üzere…

Kolay mı? İnsanın kıymetini meydana çıkaran, yüzleşip, göğüslediği zorluklardır.

Başarının sırrı amaca sadakatken; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin…

Suya düştüğünüz için değil, sudan çıkmadığınız için boğulursunuz…

Bu güzergâhta doğru soru sormayanlar doğru cevap bulamazlarken; kendi yanıtları olmayanlar başkalarının soru(n)ları ile yaşarlar.

Ayrıca yanıtlarını doğru sıralamayanlar çözümü bulamazlar. Ya da çözüme ortak olmayanlar soru(n)ların parçası olurlar.

Malûm olduğu üzere, gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince öbürleri de yanlış gider. Yani nereden başlayacağınızı bilmiyorsanız başlayamazsınız. Veya gideceğiniz yeri bilmiyorsanız vardığınız yerin önemi yoktur. Ya da nereye gideceğinizi bilmiyorsanız, her hangi bir yol sizi oraya “götürebilir”!

Bugünümüz şahsında geleceğimizi bilinçli duruşumuz belirlerken; yüzümüzü güneşe döndüğümüzde gölgeler hep arkamızda kalır.

O hâlde güneşin bize ulaşması için gölgeden çıkmalıyız. Çünkü var olmak değişmektir, değişmek olgunlaşmak; olgunlaşmak kendini durmadan cüretkârca yaratmaktır.

* * * * *

Cüretkârca yaşamak; Mevlana Celaleddin Rumi’nin, “Mum olmak kolay değildir./ Işık saçmak için önce yanmak gerekir,” diye tarif ettiği değilse nedir ki?

Unutulmasın: Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğiyken; önemli olan uzaklık değil, cüretkârca ilk adımı atabilmektir. Her yolculuk ilk adımla başlar. Ama gideceğimiz yere ulaşmak için ikinci, üçüncü ve gerekli tüm adımları atmak zorundayız.

Dalın ucuna gitmekten korkmamalı; çünkü meyve orada; göze alınan yerdedir.

Bu güzergâhta yeter ki siz kendinize inanın, başkaları da size inanacaktır.

Malûm ya, “Yaşamıyor olmak hiç de korkunç bir şey değil; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak hiçbir şey yoktur,”[9] der Epikuros…

Suyun gücü yavaştır. Ama zamanla, her seferinde ufak bir parça olmak üzere, toprağı ve kayaları aşındırarak derin vadiler meydana getirir.

Dayanmanın, üstelemenin kıymetini bilmeyen yoktur: İyi ağaç kolay yetişmez; rüzgâr ne kadar kuvvetli eserse ağaçlar o kadar sağlam olur.

William Ernest Henley gibi, “En kötü şartlarda olsam bile/ Ne korktum, ne de ağladım kimselere/ Kaderin pervasız darbelerinde bile/ Kana bulansa da başım, eğilmedi asla,” diyen insan(lar) cüretkârca istemeye görsün(ler), hiçbir şey erişilemeyecek kadar yükseklerde değildir.

Elbette eline diken batmadan gül toplayamazsın; hedefe yaklaştıkça, zorluklar artmasına artar. Ancak okyanusu suya bakarak aşamazsınız. Cesaretle yapmadan olamazsınız.

* * * * *

Cesaretli bir insan(lar) tek başına çoğunluktur. Çünkü Vincent Van Gogh’un, “İnsan gerçekten yaşamak istiyorsa çalışmalı ve cesaret göstermeli”; Virginia Woolf’un, “Ne kızgın güneşten kork artık/ Ne de azgın kışın hışmından”[10] deyişlerindeki üzere cesaret, korkuya rağmen “Ben varım” diyebilmektir…

Malûm kıyıyı gözden kaybetmeye cesareti olmadıkça, yeni okyanuslar keşfedemeyeceğiniz için yaşıyor sayılmazsınız. Güçlüklerin ortasında olanaklar yatarken cesaret hiç korkmamak değil, korkuya rağmen bir şeyler yapabilmektir.

Audrey Hepburn’un ifadesiyle, “İnsanların öldüğünü gördüm. Sevenlerin ayrıldığını. Her gün tekrar eden zulmü ve açlığı. Bütün bunlar bana gösterdi ki, hayatta hiçbir şey acı çeken bir insana duyacağımız empatiden önemli değildir. Hiçbir şey! Ne kariyer, ne servet, ne zekâ, ne mevki. Soylu bir hayat yaşayacaksak, başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız.” Bu durumda cesur olmak için cesurmuş gibi hareket etmek, bütün irademizi bu amaca göre kullanmak gerekirken; dünyanın en cesur yaratıkları insanlardır, öleceklerini bilerek yaşarlar.

* * * * *

“İnsan(lık)” konusunda Umberto Eco ve Jean-Claude Carrière gibi düşünmüyorum![11]

Ne ise, onu reddeden tek varlık olan insan dünyayı değiştirmeye muktedirdir ve soru(n)suz değildir. Soru(n)suz insanlar bulabileceğimiz tek yer vardır: Mezarlıktır!

Kabul ediyorum: “insanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için./ düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için./ konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için./ yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için./ unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için./ ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için,” diyen William Shakespeare haksız değildir…

Ancak bu hâliyle insan sınıflı toplum hegemonyasının mamûlatıdır ve sınıf mücadelesiyle aşılabilir olandır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, “Ya olduğun gibi görün,/ Ya da göründüğün gibi ol” uyarısı ise insana, sınıf mücadelesinde inanarak, bilinçle yapabileceği bir erimi gösterir.

İş bu nedenle dünyayı değiştirmek isteyen insan önce kendinden başlamalıdır. Tam da bunun için “Ew ê ku dilsafîya zarokatîya xwe winda nekiribe mirovekî heja ye/ Çocukluk saflığını kaybetmeyene büyük insan denir,” notunu düşer Mencius…

Hayatınızı bildiğiniz/ seçtiğimiz gibi vazgeçmeden yaşamak insan olmanın ve kalmanın zaruretiyken; insanın ilk işi kendisi olmak ve mazeret bulmaya çalışmadan sorumlu olmaktır.

O hâlde Horace Mann’ın, “Mirov li dinyayê herî zêde hêjayî didin tiştên zû bilind dibin, lê belê tu tişt jî wek toz û mû yê zû bilind nabe/ İnsanlar, dünyada çabuk yükselen şeylere değer verirler. Ama hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselemez,” uyarısını “es” geçmeden; izin vermediğimiz sürece hiç kimse kimseyi aşağı göremez, aşağılayamazsa da; böcek olmayı kabullenenler, ezilince şikâyet etmemelidirler.

* * * * *

Evet, evet insan olmak ve kalmak için daha fazla hayale, umuda, eyleme muhtacız…

“Yoksulların hayal gücü geniş olur… Hatta hayal gücünden başka bir şeyleri olmadığı bile söylenebilir,”[12] diyen José Saramago, “Don Kişot’u oynamanın tek bir yolu vardır; insanın ideallerini büyütmesidir,”[13] notuyla hepimize “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” zorunluluğunu anımsatır…

Ataol Behramoğlu’nun, “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:/ yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına/ çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır/ ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana” bilinciyle imkânsızı isteyen hayallerimiz; “Umutsuzlukta da ‘umut’ var,” dizeleriyle Cemal Süreya’nın tarf ettiğidir.

Kolay mı? Ümidini yitirmiş olanın başka kaybedecek şeyi kalmamıştır; o artık bir hiçtir.

Ne olursa olsun, unutmayın: Umut, sol memenizin altındaki cevahirdedir. Gri ve tonlarından oluşan gökyüzünde, çok uzaktaki bir yırtıktan turuncu ışığın süzülmesi gibidir umut, elinizi uzatmanız yeterlidir.

“Gün doğmadan neler doğar”; “Her şey çok güzel olacak”; “Çıkmadık candan ümit kesilmez,” diye haykıran umut iyi bir şeydir; asla ölmez, yok edilemez.

El özet, her hâlde nefes alıyorsak umut var demektir. Ancak umudun anası eylemdir; eylemsiz ve risk almayan umut olmaz.

Albert Camus’nün, “Düşünce’nin hâline ağlamak boşunadır; onun için çalışın,” sözünü hatırlayın. Umut için Godot’yu beklemek yetmez. “Tam da şimdi,” diyerek başlayan insan(lık)ın harekete ihtiyacı vardır.

Nâzım Hikmet’in, “hava kurşun gibi ağır./ bağır/ bağır/ bağır/ bağırıyorum.// ben yanmasam,/ sen yanmasan,/ biz yanmasak,/ nasıl/ çıkar/ karan-/ -lıklar/ aydınlığa,” dizelerindeki eylem olmadı mı umut bir rüyadır. Eyleme sahip bir umut dünyayı değiştirmek içindir. Bu konuda kaplumbağadan ibret alınmalı: İlerlemek için başını dışarıya çıkarmak, kaldırmak gerekir.

* * * * *

Yani insan(lık)ı var eden tek eksen kararlı mücadelesidir.

300 Spartalı’ya Kral Leonidas’ın, “Bu günü hatırlayın beyler; çünkü sonsuza dek sizin olacak,” diye haykırması bundandı…

Unutmayın: İyi şeylere inandığınızda, daha iyi şeyler için mücadele ettiğinizde, vazgeçmediğinizde olur en iyi şeyler…

Ludwig Wittgenstein’ın, “Eğer insanlar hiç salakça şeyler yapmasaydı, akıllıca işler yapılamazdı,” notunu “es” geçerek inkâr edecek değilim: Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir. Ama unutmayın: Mücadele etmeyen zaten yenilmiştir.

“Yarınlar yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terk edebilen gayretli insanlara aittir,” haykırışında Çicero sonuna kadar haklıyken; çiçekleri yolabilirsiniz ama baharı asla durduramazsınız.

Malûm inançlı bilinç, en iyi eyleme kaldıracıyken; hayatta hiçbir şey mücadelesiz kazanılamaz ve zaferin değeri, mücadelenin zorluğu ile ölçülür.

Bu yolda aşılması gereken mazeretlerle bezeli tembelliktir.

Bir Türk atasözünde, “Tembele ‘Kapıyı ört’, demişler, ‘Yel eser örter’, demiş,” diye tarif edilen tembellik yorulmadan önce dinlenme alışkanlığından başka bir şey değildir.

Hiçbir insan özür bulmakta tembel insan kadar başarılı olamazken; yapabileceğimizin en iyisini yapmak, hiç yapmamaktan ve mazeret üretmekten iyidir.

O hâlde güçlüklerin yenmek için var olduğunu ve her şeyin kolay olana kadar zorlayacağını unutmamalı… Yapabileceklerimizi yapmalı… Hayatın bisiklete binmek gibi olduğunu yani pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmeyeceğimiz asla göz ardı etmeden düşünüp, davranmalıyız…

* * * * *

Yapıcı düşünüp, davranmak; “Papaz giysisi giymekle papaz olunmadığı gibi, eline asa almakla da kral olunmaz”[14] gerçeği yanında; Herakleitos’un, “Tim mijûbî, tu qet guncan nabî, tim bibêjî dema min tune, tu carî dema te çênabe, tim bibêjî ezê sibê çêbikim, sibê qet nayê/ Hep meşgulsen, hiç müsait olamazsın. Hep zamanının olmadığını söylersen, hiç zamanın olamaz. Hep ‘yarın yapacağım’ dersen, yarın hiç gelmez,” uyarısını kulağına küpe eder!

Bilinir: Omlet yapmak için yumurtayı kırmak gerekir…

Yapabileceğimiz şeyleri yapmaya başlarsak, kendimizi hayretler içinde bırakacak sonuçlar alırız. Ancak doğru yönde olsan bile, öyle oturup durursan ezilirsin. Yani denemeden bilemezdin. Denemeden bilemeyeceksin.

Yapmış olduklarının üstünde bir şey yapmadıkça büyüyemezsin. Yapabileceğini düşünüyorsan, yapabilirsin. Yapamayacağını düşünüyorsan, yapılacak hiçbir şey yoktur. Başka birinin elinden gelen, benim de elimden gelir. Bütün umudum kendimde!

İyi yapılmış, iyi söylenmişten daha iyiyken; acı ve fedakârlık olmadan hiçbir şey yapamazsın. Etkili olmak bir şeyi yapmaya girişmek ve onu yapmaktır. Bu kadar basit!

Yani karanlığı aydınlatan her adımı zafer olarak kabul ederken; bir insanın davranışının evrensel ölçüsü, düşündüğü veya inandığı değil, yaptığıdır.

Kolay mı? Anlamak istemeyen değiştirerek anlamaya çalışır. Her değiştirdiği anlamsızlığın anlamı olur.

Unutmamalı: Oturarak başarıya ulaşan tek şey tavuktur ve hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez.

Ve nihayet Vincent Van Gogh’un, “Büyük şeyler, birçok küçük şeyi bir araya getirerek yapılır,” sözleri eşliğinde ayrıntılara önem verin, farklılığınızı o sağlar. Başarı ayrıntılarda gizlidir.

* * * * *

İnsan(lık)ın isyan(lar)ıyla insanlaşarak tarih(ini) yazdığı, herkesin malûmdur…

Jean Baudrillard’ın, “Toplumsal düzen size susmayı öğretir, sessizliği değil,”[15] diye resmettiği tabloda isyan, “Yarın elbet bizim, elbet bizim olacak,” haykırışıyla bir başkaldırma hareketidir.

“Je revolte donc nous sommes/ Başkaldırıyorum, o hâlde varız,” diyen isyan, köle-efendi, ezen-ezilen diyalektiğinin bozulduğu andır; insan olmanın en güzel anıdır.

Mikhail Bakunin’in, “İlk isyan, teolojinin, tanrı’nın hayaletinin o muazzam zorbalığına karşı olmalı. Cennette bir efendimiz olduğu sürece, yeryüzünde köle olacağız,” notunu düştüğü isyan boyun eğmemektir; nisyana itirazdır!

İsyanın doğuşu eskinin ölümüdür. Sadece isyankârlar eskiyle bağını koparabilirken; isyanın temelinde geleceğe ümitle bakmak vardır. Çünkü Martin Luther King’in ifadesiyle, “İsyan işitilmeyenlerin dilidir”.

Ve isyanı isyan yapan şey: “Alayına isyan” çığlığındaki boyun eğmezlik, başkaldırı, itaatsizliktir…

Kapitalizmin zorbalığına, siyasi ve ekonomik iktidara isyan, en doğal haktır…

Öfkedir. Cesarettir. Haktır. Özgürlüktür… Tıpkı 1886’da August Spies’ın mahkemeye, “Bizi asarak işçi hareketini, milyonları, yoksulluk içinde çalışan milyonlarca işçiyi kendisine çeken bir hareketi yok edeceğinize inanıyorsanız durmayın, bizi asın! Burada bir kıvılcımı yok edeceksiniz, ama orada, önünüzde ve arkanızda, her yerde başka kıvılcımlar çakacaktır. Bu, içten içe yanan bir ateş. Bu ateşi söndüremezsiniz. Orada da isyan vardır,” haykırışındaki üzere…

Konuyla ilintili bir şey daha: “İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok itaat adına işlendiğini görürsünüz,” der Charles Percy Snow…

* * * * *

İsyan, “Kaybedecek neyim var?” diyen cüretin ürünüdür.

İçinde bulunulan zulme beklenmedik tepki verme eylemidir; haksızlık karşısında hakkını arama eylemidir.

Her “Evet”, önü alınamayacak olasılıklara davetiye çıkarırken; onu reddeden “Hayır” ise başkaldırıdır.

Ve “Başkaldırı edimi, sözcüğün en güçlü anlamı ile bir hak isteme eyleminden daha fazla bir şeydir.”[16]

Yani Abdi Ağa’lar karşısında hepimize şunları anımsatan İnce Memed’dir:

“İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı, diyordu. İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir…

İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak…

Eeey insan başkaldır, diye bağırıyordu, korkma, içindeki o yüz bin yıllık ağanın, korkunun üstüne yürü, ona başkaldır. Önce içindeki, yüreğindeki zinciri kopar, başkaldır. Sonra dünyanın bütün zincirlerini kır, tekmil kötülüklere başkaldır, iyilik getir. Getirdiğin iyilikler de, belki bir gün insanlar için kötülük olur, kendi iyiliğine de başkaldır…”[17]

* * * * *

Başkaldırı, direnmekle başlarken; “öyle yıkma kendini,/ öyle mahzun, öyle garip…/

nerede olursan ol,/ içerde, dışarda, derste, sırada,/ yürü üstüne – üstüne,/ tükür yüzüne celladın,/ fırsatçının, fesatçının, hayının…

dayan kitap ile/ dayan iş ile./ tırnak ile, diş ile,/ umut ile, sevda ile, düş ile/ dayan rüsva etme beni,” der Ahmed Arif’in dizelerindeki gibi; “Hayata direnmezsen dilenmek zorunda kalırsın” gerçeğini de unutmadan

Direnmek, elbette “Görecek günler var daha”; “Bir gün her şey çok güzel olacak”; “Sakın vazgeçme”; “Ölmeyeceksek yaşayacağız”; “Çocuklar inanın, inanın çocuklar”; “Hangi günü gördün akşamı olmamış”; “Gün doğmadan neler doğar”; “Vurun ulan vurun ben kolay ölmem”; “Ne olursa olsun kışın sonu bahardır”; “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner”; “Su yolunu bulur,” diye haykıran ısrarla mümkündür.

Özetle Nâzım Hikmet’in, “akın var/ güneşe akın!/ güneşi zapt edeceğiz/ güneşin zaptı yakın” dizeleri ve Paulo Coelho’nun, “Ok ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et,” sözüyle karakterize olan ısrar açısından; gecenin en karanlık olduğu an şafaktan hemen önceki andır.

Nihayet “Boş konuşmak için çok geç, kaybetmek için çok erken” diyen ısrarla her daim şöyle diyeceğiz:

Karar(ım): Bir ben kalsam yeryüzünde, yine de şarkımı söyleyeceğim; üstüme üstüme gelip susturmalarına inat… Hep beraber yapacağız, birlikte başaracağız. Birlikte geleceğiz her şeyin üstesinden. Pes etmek yok…

Elde edilecek bir şey olarak gelecek, ancak böylesi bir ısrarla kurulabilir.

Ve gelecek hakkında düşünmezseniz, asla bir geleceğiniz olmayacaktır; geleceğiniz karar anlarınızda biçimlenir.

* * * * *

Diyeceklerimi “son”landırıyorum…

Malûm olduğu üzere, karanlıktaki aydınlığı kavrayarak, gereğini yerine getiremezsek, derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.

Soru(n), kısa olanın ip olduğunu unutmadan, “Toparlanın yola düşüyoruz!” iradesini, Ruhi Su’nun, “Bu meydan kanlı meydan/ Ok fırladı çıktı yaydan/ Kalkın ayağa, kalkın/ Biz şehirden, siz köyden,” dizelerindeki üzere ortaya koyabilmektir.

Bu yolda Mahatma Gandhi’nin, “Dünyada görmek istediğiniz değişiklik ne ise o olun”; Malcolm X’in, “En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.” “Başkalarına çeki düzen vermeye çalışan bir kimse, herkesten önce kendisine bir çeki düzen vermesini öğrenmelidir,”[18] uyarıları eşliğinde Adnan Yücel’in, “sabrın çiçeklerini açtığı yerden/ asla kapanmaz yaşanan defter/ çünkü tarihin en güzel yerinde/ son sözü hep direnenler söyler,” dizelerini telaffuz ederek; “Aslolan hayattır”; “Hayat yeniler kendini”; “Mevsim değişir Akdeniz olur/ Hadi gülümse,” demek gerek karanlığın orta yerinde…

Hem de “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” ve ne olduğuna bakmadan, ne olduğunu bilip/ kavrayarak…

 

3 Mart 2017 13:15:40, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Güney, No:80, Nisan Mayıs Haziran 2017…

[1] Turgut Uyar.

[2] José Saramago, Kabil, Çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, 4. Basım, 2012, s.41.

[3] Seneca, Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yayınevi, 11. Baskı, 2011, s.139.

[4] José Saramago, Körlük, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 25. Basım., 2013, s.325.

[5] yage, s.149.

[6] José Saramago, Filin Yolculuğu, Çev: Pınar Savaş, Turkuvaz Kitap, 3. Basım, 2011, s.113.

[7] Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yayınevi, 11. Baskı, 2011, s.34.

[8] José Saramago, Ressamın Elkitabı, Çev: Şemsa Yeğin, Yayınevi: Can Yay., 3. Baskı, 2014, s.119.

[9] Epikuros, Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yayınevi, 11. Baskı, 2011, s.77.

[10] Virginia Woolf, Mrs. Dalloway, Çev: Tomris Uyar, İletişim Yay., 2004, s.15.

[11] “İnsan, kendine özgü bir şekilde olağandışı bir yaratıktır, ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi, mitolojik imgeler yarattı vs.

Fakat aynı zamanda hemcinslerine savaş açmaktan, yanılgıya düşmekten, çevresini yok etmekten vs. bir türlü vazgeçmedi.

Terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine bayağı salaklığı koyduğunuzda terazi neredeyse dengede kalır.

Dolayısıyla, aptallıktan bahsetmeye karar vermekle, bu yarı dâhi – yarı ahmak yaratığa saygılarımızı sunuyoruz.”

“Hata ile aptallık arasında bir çeşit akrabalık, hatta yüzyıllardır hiçbir şeyin bozacak güçte görünmediği, gizli bir suç ortaklığı olduğu ortaya konabilir.” (Umberto Eco-Jean-Claude Carrière, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, çev: Sosi Dolanoğlu, Can Yay., 2010.)

[12] José Saramago, Kabil, Çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, 4. Basım, 2012, s.114.

[13] José Saramago, Ressamın Elkitabı, Çev: Şemsa Yeğin, Yayınevi: Can Yay., 3. Baskı, 2014, s.133.

[14] José Saramago, Körlük, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 25. Basım., 2013, s.233.

[15] Jean Baudrillard, Cool Anılar III-IV (1990-2000), Çev: Yaşar Avunç, Ayrıntı Yay., 2002.

[16] Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 10. baskı, 2011, s.27.

[17] Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt: 4, YKY., 206, s.348-349.

[18] Aktaran: Alex Haley, Malcolm X., İnsan Yay., 8. baskı., 2016. s.42.

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights