SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER / Yazarların diğer makaleleri için tıklayınız
“Unutma ki bu aşağılık dünyadasın.
Çoğu zaman kötülüğü baş tacı edip,
iyiliği çılgınlık sayan dünyada.”[1]
Boris Vian, “Bağışlamanın en iyi yolu, unutmaktır,” demiş olabilir; ama biz Susan Sontag’ın, “Anlamak hatırlamaktan daha önemlidir ama anlamak için önce hatırlamak gerekir,” saptamasına değer verip, asla unutmayanlardanız.
Unutmak mı? Hayır!
Neden unuttu(ruldu)k? Nasıl unutturdular? Neden hatırla(t)mak istemiyorlar?
Tüm bu ve benzeri soru(n)ların yanıtlarına, hatırlayarak başlayabiliriz!
Ancak bunu yaparsak yüzleşip, durumu(muzu) anlayabiliriz…
* * * * *
İş bu nedenle ezilenlerin tarihini bilmek “olmazsa olmaz” oluyor…
Örneğin Türk(iye) milliyetçiliğinin ekonomi politiğinin analizi; “Türk(iye) Nüfus Mühendisliği”ni; Anadolu coğrafyasından Türk-Sünnî İslâm’dan gayrısının tasfiyesini/ asimilasyonunu; yani Koçgiri, Pontos, Trakya, Sasun ve Dersim’in hikâyesini; veya on binlerin katlini/ sürülmesini; milleten Türk ve dinen Sünnî İslâm olmayanın can ve mal güvenliğinin imhasını hatırla(t)mak gerek…
Kısa bir döküm bile çok şeyi özetliyor!
Koçgiri’de hükümete özerklik başvurusuna ve müzakeresine rağmen, 1921 Nisan-Mayıs’ta Merkez Ordusunun harekâtıyla, 1000 kişi öldürüldü, 100 kişi yaralandı, 1623 Kürt hanesiyle 107 köy yakıldı-yıkıldı. Koçgirili Kürt Alevî-Kızılbaşlar öldürüldü ve malı-mülkü yağmalandı.
Pontos Rumları, Koçgiri imhası sonrasındaki hedefti. 1921 Haziran’dan Merkez Ordusu ve milis çetelerinin harekâtıyla, Karadeniz’de on binlerce Rum öldürüldü ve kovalandı/ kaçırtıldı ve bir kısmı canını kurtarmak için Sünnî İslâmlaştı. Böylece 1461’den beri devam eden İslâmlaştırma süreci, 1922’de Türkleştirmeyle tamamlanıyordu.
Trakya’da 1934 Haziran-Temmuz’da Yahudiler, merkezi kararla organize saldırı-yağmanın sonucunda Trakya’yı terk etti. Böylece 1910’larda temellendirilen Trakya’nın Türkleştirilmesi süreci, Rumların ve Ermenilerin ardından Yahudilerin kovalanmasıyla tamamlandı. Oysa, diğer “harekât”lar için öne sürülen gerekçeleri boşa düşürecek şekilde, ortada ne bir “Yahudi isyanı” vardı, ne de “düşmanla işbirliği yapıp ‘biz’i arkadan vurma” niyeti…
Sasun’da 1937-1938’deki harekâtla 834 Sasunlu ile 80 asker-milis öldü ve 4.169 Sasunlu sürüldü. 1935’te 13.149 olan Sasun nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ı, askerî harekâtla imha/tasfiye edildi. Sasun ahâlisi öylesine can derdine düşmüştü ki, kundakta çocuk unutup kaçtığı ve sığındıkları mağarada susuzluktan çocuklarına idrar içirdiği dahi raporlaştırıldı.
Dersim ve Dersimli, 1930’lu yıllarda hem askeri hem Türkçü ideolojik harekâtın hedefindeydi. Dersimlinin “Dilinin Türkçeleştirilmesi ve dinin de Sünnî-İslâmlaştırılması” planı icrasıyla 1 no’lu, 2 no’lu ve 3 no’lu yasak bölgesinde on binlercesi öldürüldü ya da sürüldü. Resmî açıklamalara göre 1935’teki nüfusun yüzde 35’i tasfiye edildi. Kırım harekâtı, 3. Ordu’nun icrasıyla 1938’de yapıldı. Resmen iddia edildiği gibi Dersim’de isyan olsaydı, 1938’de 13.160 Dersimli ve 122 asker-milis ölür müydü?
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut’un 20 Mart 1953 tarihli raporunda “[Dersim’de devletin] harp hükümleri cari”ydi tespiti, resmi gerekçenin kaleme alınmasıdır. Bu, Koçgiri’den Dersim’e devletin dâhili harbiydi.
Dâhili harp mağduru Hozat-Ağzunikli Haydar Kang’ın TC arşivindeki dosyası önemli bilgilenme kaynağıdır; hatta esasta ‘ne için ne yapıldığının’ resmi itiraf belgesidir. Haydar Kang, TBMM Başkanlığına verdiği 26 Eylül 1949 tarihli dilekçesinde ailesinden 12 ve köyünden 170 kişinin öldürüldüğünü, yakıldığını yazdı:
“Anam Gevher ile üç erkek ve bir kız kardeşim ve bunların çocuklarından mürekkep 15 nüfustan ibaret efradı ailem iş ve güçleriyle meşguller iken 938 yılı Ağustos ayında bir yüzbaşı kumandasında köye gelen 60 atlıdan ibaret bir müfreze asker, 40 erkek ve 60 kadın ve 70 çocuktan ibaret köy halkını elleri, kollarını bağlayarak makineli tüfek ateşile öldürmüşler ve cesetlerini de buğday saplarıyla yakmışlardır. Bunlar arasında bulunan 70 yaşında anam Gevher ile kardeşim İbrahim[‘in] karısı Sabriye’yi, 5 yaşında oğlu Hüseyin’i, 12 yaşında oğlu Celal’i, 3 yaşında kızı Fatma’yı, 2 yaşında Şükriye’yi ve henüz askerden terhis edilen ve askeri elbisesi üzerinde bulunan kardeşim Rüstem’i [ve] karısı Kebire’yi, 3 yaşında oğlu Cevad’ı, 5 yaşında oğlu Süleyman’ı, 4 yaşında kızı Elif’i ve diğer kardeşim Veli’nin karısı Meryem’den ibaret bir erkek 4 kadın 3 kız ve 4 erkek çocuk ki cem’an 12 nüfus efradı ailemin de elleri bağlanmıştır. İşin akıbetini anlayan ve başlarına gelecek olan felâketi hisseden masumlar feryat ve figana başlamış ve anam müfreze kumandanına oğlum biz masum ve suçsuz kimseleriz, benim de senin gibi iki asker evlâdım vardır. Yanlış bir iş yapmış olacaksınız dese de sesi makineli tüfek sesiyle susturuluyor ve üzerlerine yapılan ateşle hepsi hazan yaprağı gibi yere seriliyor, kumandan vazifesini tamamen ifa edebilmek için harmanlarda bulunan buğday saplarını askerlere getirterek cesetleri de yakılıyor.”
Haydar Kang, evi-barkı yakılan ve dağı-taşı taranan Dersim’linin can derdine düştüğünü böyle aktardı. Dört dilekçe yazan Haydar Kang’ın çığlığını ne TBMM Başkanı ve Başbakan ne de Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı duydu; ama hiçbiri yazılanlara “yalan” diyemedi.[2]
* * * * *
Bu kadar değil…Öncesi ve sonrası da var!
1894-1896 Ermeni Katliamları… 1909 Kilikya (Adana) Katliamı… 1915 Ermeni, Asuri/ Süryanî Soykırımı… 1919 Pontos Soykırımı… 1921 Koçgiri Katliamı… 1929 Ağrı Katliamı… 1934 Trakya Yahudi Pogromu… 1938 Dersim Soykırımı… 1942,Varlık Vergisi[3] ve Aşkale sürgünleri, toplama kampları…
“Sonrası” mı?
Türkiye’de “azınlıkların asla var ol(a)mayan hakları”…
Lozan Anlaşması azınlık haklarını isim saymadan güvence altına alırken, TC bu azınlıkları sadece Ermeni ve Rumlara ilişkin olarak sınırlandırmış, Yahudi toplumu üçüncü grup olarak kendini kabul ettirene kadar göbeği çatlamıştır. Süryanî/Asurilerin adı bile anılmamış; Alevîler, Kürtler Müslüman/Türk kimliği altına sıkıştırılmıştır. Diğerlerini saymayalım!
Ancak eklemeden de geçmeyelim: 1930’lu yıllarda Doğu Trakya’da Yahudilere yönelik pogromlar, onu izleyen ve Garo Paylan’ın “Hesaplaşılsın” çıkışı ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Varlık Vergisi’nin altında inim inim inleyen azınlıklarla helâlleşeceğiz” söylemi bir kez daha gündeme taşınan 1944 Varlık Vergisi, 1955 Eylül pogromu, binlerce yıllık İstanbul Rum toplumunu sonlandıran Kıbrıs Savaşı sırasındaki şovenist saldırılar… Özellikle RTE iktidarı sırasında yükselen antisemitizm ile Yahudi toplumunun sayısı bugün 15 bine inmiştir. Ermeni toplumunun sayısı 50 bindir.[4]
* * * * *
Sermayenin Türkleştirilmesi ile doğrudan ilintili olan bu süreç, kaçınılmaz biçimde de ırkçılığı devreye sokmuştur. Bu bağlamda coğrafyamızda nefretin hedeflerinden biri olan[5] ve 1934 “Trakya Pogromu”[6] ile doruk noktasına çıkan “Yahudi Kırımı” da tarih(imiz)in kara lekelerinden birisidir.
Bu meseleye dair kimi noktaların altını çizmeden, coğrafyamızdaki 1934’ün Almanya’daki Nazi yükselişinden etkilendiğini vurgulamak gerek.
Hatırlayın: Adolf Hitler’in Yahudilerle ilgili düşünceleri daha 1919’da kendini hissettiriyordu. O dönemlerde Almanya’da yaşayan Yahudilerin ülkeden ‘uzaklaştırılmasından’ bahseden Hitler, 1933’te iktidara geldiğinde planlarını yavaş yavaş uygulamaya koyacaktı.
1 Nisan 1933’te Yahudilere ait tüm işyerlerinin boykot edilmesi ile başlayan Yahudi karşıtı politikalar aynı yıl ‘Ari’ ırkından olmayan tüm devlet memurlarının görevden alınmasıyla devam eder. Yaklaşık 40 bin Yahudi’nin mesleklerinden edildiği 1933’de Dachau’da politik tutuklular için kurulan toplama kampında Yahudilere karşı ilk cinayetler de başlar.
1935’de çıkarılan Nürnberg Yasaları ile “Ari” ırkından olmayanların Almanlar ile evlenmeleri yasaklandı. 1937’de yayınlanan 25 maddeli NSDAP programı ile Yahudiler vatandaşlıktan çıkarılarak, seçme ve seçme hakları ellerinden alındı.
En önemlisi de Hitler’in iktidara geldiği 1933’den Avusturya ve Çekoslovakya’nın işgal edildiği 1938’e dek birçok Yahudi, Nazilerin vahşette varabileceği noktayı kestiremiyordu. O döneme ait tanıklıklar a göre, bir çok Yahudi’nin ülkeyi terk etmek yerine, ülkedeki kaos durumunun düzeleceğini umuyordu.
Söz konusu yıllarda büyük bir silahlanma ve orduyu büyütme yarışına giren Nazi Almanya’sında 1938’e gelindiğine bütçe açığı 2 milyar Reichsmark’ı buluyordu. Aynı yıl Avusturya’nın da Almanya ile birleştirilmesi ile ülkedeki Yahudilerin sayısı 350 binden 540 bine yükseldi. Yahudilerin her iki ülkede sahip oldukları mal varlıklarının toplam değerinin ise 8 milyar Reichsmark olduğu tahmin ediliyordu.
Mali ve ekonomik işlerden sorumlu olan Hermann Göring, 1938’de hazırladığı kanunla Yahudilerin 5 bin Reichsmark’tan fazla olan tüm servetlerini devlete bildirmeleri şartını getirdi. Yahudilerden gasp edilecek mülklerin yurtdışında satışından döviz elde etmeyi amaçlayan Nazi rejimi, emeklilik gibi birçok yükümlülüğünden de kurtularak tasarruf etmeyi planlıyordu.
Yahudilerin Nazi gerçeğini tam olarak anlaması ise Kasım 1938’de oldu. Yahudilere ait işyerlerinin camlarına isimlerini beyaz harfle yazmaları dayatılırken, kimlik belgelerine kırmızı renkte ‘J (Jude-Yahudi)’ damgası vurulmaya başlandı. Böylelikle ileride saldırıya uğrayacak Yahudi işyerleri daha rahat tanınacak ve kimlik kontrolleri sırasında tutuklamalar kolaylaşacaktı.
3 Kasım 1938’de Alman Büyükelçiliği’nde görevli NSDAP üyesi bir diplomat olan Ernst Eduard vom Rath’ın Polonyalı bir Yahudi tarafından öldürülmesi ile Yahudilere karşı kışkırtmalar da arttı.
Vom Rath’ın öldüğü 9 Kasım’da verilen bir emirle ülkede yaşayan ve çoğu varlıklı olan 20 ila 30 bin Yahudi’nin tutuklanması istendi. İzleyen günlerde ülkede yaşayan Yahudilere ait işyerleri ile sinagoglara saldırılar başladı. Kasım Pogromu ve ya Kristal Gece olarak da bilinen ve Nazi polisinin müdahale etmediği olaylarda 400 kadar Yahudi’nin katledildi.
Gözaltına alınan 30 bin kadar Yahudi erkek ise Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen’daki toplama kamplarına gönderildi.
Kasım Pogromu aslında Yahudi Soykırımı için sadece bir başlangıçtı. 30 Ocak 1939’da Reichstag’da (dönemin Alman Meclisi) bir konuşma yapan Hitler, yeni bir dünya savaşının başlaması durumunda ‘Avrupa’da yaşayan Yahudi ırkının yok edileceğini’ söylüyordu.
Sonrası da Yahudilere gettolarda uygulanan “yavaş ve pasif ölüm”; “soruna toptan çözüm”; gaz odalarında “Zyklon B” ile katliamlar ve bu krematoryumlarda yakılan insan etlerinin kokusu, vd’leri ile malum!
* * * * *
Gelelim Karl Marx’ın, “Yahudi sorunu, Yahudilerin yaşadığı her devlete bağlı olarak farklı bir biçim alır,”[7] ifadesini “es” geçmeden coğrafyamızda yaşatılanlara…
Bilindiği üzere “eski Yahudi mahallesi” olarak tarif edilen “Kaleiçi”nde yer alan Edirne Büyük Sinagogu bir padişah fermanı (II. Abdülhamit’in fermanı) ile yaptırılıyor. 1905 yılında şehirde büyük bir yangın çıkıyor, 13 sinagog tahrip oluyor ve büyük bir sinagog yapılması kararı alınıyor. Ferman çıkıyor ve Avrupa’nın en büyük sinagoglarından biri olan Edirne Büyük Sinagogu, Fransız mimar-mühendis France Depré tarafından inşa ediliyor.
Padişah gidiyor ama fermanı hükümsüzleşmiyor. “Millet” yerine “vatandaş”lıktan bahsediliyor fakat Edirne Büyük Sinagogu, Edirneli Yahudilerin hayatının merkezinde kalmaya devam ediyor. 1920’li yıllarda 20 bin civarında nüfusu olan Edirne Yahudilerinin binlerce dini ritüeline ev sahipliği yapıyor. Bu ritüellerdeki kimi dualar, Türkiye’deki sinagog müziğinin; Maftirim’in gelişimi açısından çok belirleyici oluyor. Ciddi bir Tevrat öğretisi burada gelişiyor. Etrafında, Büyük Sinagogu çevreleyen sokaklarda Yahudiler yaşıyordu.
Ancak bir Haziran günü; 14 Haziran 1934’te Meclis’te 2510 Sayılı İskân Kanunu kabul ediliyor. Bugün, bu kanunun “Trakya Olayları” olarak anılan saldırıların meydana gelmesine ortam hazırladığı pek çok araştırmacı tarafından dile getirilir.
Kanunun kabul edilmesinden yaklaşık iki hafta sonra Edirne, Çanakkale, Kırklareli gibi yerlerdeki Yahudi mahalleleri yağmalanıyor. Yahudilerin evlerine, iş yerlerine saldırılıyor. Ve Yahudiler evlerini, işyerlerini terk edip, şehirlerini, ölülerini geride bırakarak kaçıyorlar.[8] Az sayıda kişi kalmak için direniyor. Orada tekrar bir cemaat hayatının olamayacağını bilerek ve anılarına sarılarak…[9]
Tüm bunlara Trakya Umûmî Müfettişliği’nin kurulması ve İbrahim Talî’nin bölgeyi teftişi; Boğazlar ve Trakya’nın askerî mıntıka kabul edilmesi; 2510 sayılı İskân Kanunu’nun kabul edilmesi; Yahudi tüccar ve esnafın Trakya’daki durumu; Nihal Atsız ve Orhun Dergisi’nin anti-semit propagandası; Cevat Rıfat Atilhan’ın Almanya gezisi sonrasındaki Millî İnkılâp Dergisi’ndeki yayınları gibi faktörler de eklenmelidir…
1934 Türkiye’de Irkçı-Turancı ve Nazi sempatizanı kişi ve grupların antisemit propagandalarının zirveye ulaştığı yıldır. Özellikle antisemitizmle birlikte adları başta anılan yazarlardan Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız 1934’te ve yakın yıllarda yayınladıkları Millî İnkılâp, Akbaba ve Orhun gibi dergilerdeki yazılarıyla Nazizmin ve antisemitist fikirlerin Türkiye’deki yankısı hâline gelirler. Bu isimlerden Nihal Atsız söz konusu yıllarda Millî İnkılâp adlı dergide yayınladığı, ‘çıfıt’ adını verdiği Yahudileri hedef alan yazılarından birinde, “Yahudi zilletin, korkaklığın, kötülüğün ve seciyesizliğin örneği olmuştur… Biz kızarsak Almanlar gibi Yahudileri imha etmekle kalmaz, daha ileri gideriz: Onları korkuturuz. Malum ya Yahudiyi öldürmektense korkutmak yeğdir,” sözleri ile Yahudilere nefret kusarken; bir Çanakkale seyahati sonrası kaleme aldığı bir başka yazısında ise “Sinsi, küstah, zelil [alçak], korkak, fakat fırsat düşkünü Yahudi; Çarşıdaki dükkânların tabelalarını okuyoruz. Onda dokuzu bizi sinirlendiren nankör ve kahpe milletin isimlerini taşıyor. Kuvvetli olduğumuz zaman karşımızda köpekçe yaltaklanan, bozgun çağlarımızda küstahlaşıp düşmanlarımızla birleşen tarihin bu hain ve piç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz… Onun mayası Yahudilik, yani kahpeliktir,” demektedir.
Dönemin bir diğer antisemit fikir önderi Cevat Rıfat Atilhan ise Yahudileri konu ettiği yazılarında Nihal Atsız gibi Yahudileri vatana ihanet etmekle suçluyor, Türkçe konuşmadıkları için yeriyor ve daha da ileri giderek Hitler’in Almanya’da Yahudilere karşı sürdürdüğü antisemit siyaseti örnek alınması gereken bir siyaset olarak göstermekten imtina etmiyordu. Atilhan, Yahudi düşmanlığını o kadar benimsemişti ki 1933 yılında -devlet desteği ile- Almanya’ya yaptığı gezi sırasında ziyaret ettiği bir toplama kampını okuyucularına beş yıldızlı bir otel gibi tarif edebiliyordu.
Aynı dönemde Mustafa Nermi, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç yazılarıyla ve Cemal Nadir de Yahudileri konu eden alaycı Cumartesi karikatürleri ile antisemit fikirlerin yayılmasına katkıda bulunmuş diğer isimlerdendir. Tüm bu kişilerin kışkırtıcı, Yahudileri ötekileştiren ve düşmanlaştıran yazıları Trakya Olayları’nın gerçekleşmesinde kullanılacak husumet ortamını filizlendirmişti.
* * * * *
Özetle Trakya’nın Yahudisizleştirilmesi yolunda atılan adımlarla 1934’ün Haziran’ında yaklaşık 15 gün boyunca Trakya’nın çeşitli yerleşim birimlerinde Yahudilere yönelik gerçekleştirilen eş zamanlı saldırılar sonucu binlerce Yahudi Trakya’yı kalıcı olarak terk etti. Özetle 1934 Trakya Olayları, Trakya’da yaşayan Yahudiler için sonun başlangıcıydı.
Ankara hükümetinin bir müfettişlik kadrosu oluşturularak bu kadroya İbrahim Tali Bey’in atanmasına karar verilmiştir. İbrahim Tali Bey alelade bir seçim olmayıp 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte çıkan 18 subaydan biri ve Mustafa Kemal’in son derece güvendiği bir kişidir.
Trakya’da yoğun olarak yaşayan göçmen ve gayri Türklerin nizami olarak yerleşimi, bölgedeki nüfus gruplarının, yerleşim alanlarının, iş kollarının, ekonominin kimlerin elinde olduğunun tespiti ve raporlanması İbrahim Tali Bey’in Trakya’daki görevlerindendir. Tali, raporlarında Trakya’nın ekonomik hayatında Yahudilerin önemli bir yer tutmasından şikâyetçidir, Rıfat Bali’nin aktardığı şekli ile: “Trakya Türkünü canlandırmak ve iktisadi kalkınmaya mazhar kılmak için iktisadi sahada yapılacak ilk teşebbüsün Trakya’nın kazanç ve hayat kaynaklarını sağlam tedbirlerle öz Türk çocuklarına intikal ettirmek ve bütün Trakya piyasalarını Musevi hâkimiyetinden kurtarmaktadır,” demektedir.
İskan Kanununun amacını en açık şekilde gözler önüne seren maddesi “Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmelerinin” yasaklandığı 11. maddesidir. Devletin toprak bütünlüğüne karşı tehdit olarak gördüğü azınlıkları bu kanun yolu ile asimile etmeyi ve Türkleştirmeyi planladığı aşikârdır.
Devlet tarafından ortaya koyulan, açık tehdit niteliğindeki kanun ile yaklaşık 10 gün sonrasında, Trakya’da halk tarafından Yahudilere yönelik şiddet, baskı ve gaspa dayalı saldırılar yaşanmaya başlanır. 1934’ün Haziran ve Temmuz’unda Trakya’nın Edirne, Kırklareli, Çanakkale ve Tekirdağ gibi illerinde ve bunlara bağlı Uzunköprü, Babaeski ve Gelibolu gibi Yahudilerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim birimlerinde ilçe ve köyler dâhil olmak üzere eş zamanlı saldırılar başlar.
Yahudilere ait ev ve işyerlerine saldırılar, hırsızlıklar, gasp, şiddet ve hatta bazı yerlerde tecavüz ve taciz vakaları görülür. Olaylar hemen her yerde tehdit ve saldırı ile korkutarak kaçırmaya yönelik girişimlerden ibarettir. Çoğunlukla evlerin kapısını kırıp giren eli sopalı erkekler evleri yıkıp döker ve akabinde para edecek birtakım eşyayı beraberlerinde götürürken ev ahalisini de tehditten geri durmaz. Çoğu tüccar olan Yahudi erkekler için de çalışma hayatında aynı tehdit baş gösterir. Dükkânları boykot edilirken, camları kırılır, dükkânları yakılmakla tehdit edilir, kendilerine mal satılmaz, kimileri ise fiziksel saldırıya uğrar.
Kırklareli’nde bu saldırıların ölçüsü kaçar bir Haham çırılçıplak soyulmuş bir hâlde bir atın arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklenir, karısı ile kızına ise tecavüz edilir. Başlatılan boykot Yahudi esnafı hedef almakla birlikte Yahudilere ekmek dahi satılmasına engel olmayı da hedeflemekteydi. Canları ve namusları ile tehdit edilen Yahudiler durumun farkına vardıklarında tek çareyi evlerini ve memleketlerini terk etmekte bulacaklardı.
Trakya Olayları sonucunda toplam kaç kişinin evlerini bırakarak İstanbul’a, diğer büyük şehirlere ve hatta Amerika ve İsrail’e göç ettiği kesin olarak bugün dahi bilinmemekle birlikte resmi makamlar tarafından açıklanan, iç ve dış basında ilan edilen ve araştırmacıların iddia ettiği rakamlar arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Rıfat Bali, Türk basınının 1500 ila 1800 kişiden, The New York Times’ın iki ila üç bin kişiden, Avner Levi’nin ise on bin kişiden söz etmekte olduğunu belirtir. Oysa bölgede yaşayan 13 bin Yahudi’den 10 bininin olaylar sırasında bölgeyi terk ettiği de söylenmektedir.
Tüm Trakya’da eş zamanlı olarak Yahudilere karşı gerçekleştirilen olayların kimler tarafından gerçekleştirildiği tespit edilmemekle birlikte, olayların failleri iddia edildiği gibi belli ki birkaç çapulcu değildir. Olayların Trakya’nın farklı bölgelerinde hemen hemen aynı anda başlaması, olaylardan önce tüm şehirlerde Yahudilerin boykot ve tehdit edilmesi, Yahudi aleyhtarı bildirilerin dağıtılması olayların rastlantısal olmadığını ispat etmektedir.[10]
1934 olayları planlı bir eylemdir. Millî İnkılâp ve benzeri antisemit yayınların tahrikçi rolü ve devlet organlarının planlı bir eylemi olarak ortaya çıkan olaylarda belli ki yerel halk ve yönetimler, birkaç gün içinde planlı bir şekilde gerçekleştirilecek şiddetli saldırıların, ekonomik açıdan iyi konumdaki Yahudilerin aceleyle kaçmalarına yol açacağını ve bu yolla onların varlıklarından maddi kazanımlar elde etmeyi ummuşlardı. 1934 Trakya Olayları bölgenin Yahudilerden arındırılmasını hedefliyordu. Hedeflenen amaca ulaşıldı.[11]
Sayıları * * * * *
Özetin özeti: Musevi toplumunun Osmanlı topraklarına girişi 1492’de İspanya’dan zorunlu göçleri sonrasında oluyor. Osmanlı ticaret hayatında dikkat çeken Museviler, matbaa gibi yeniliklerin bu topraklarda ilk kez kullanılmasına öncülük ediyor. XX. Yüzyıl başında 200 bin olan ve Struma Faciası’na[12] tanık olan Musevilerin sayısı, 2002’ye gelindiğinde 22 bine, 2015’de ise 14 bine düşüyor.[13]
Bu bir tesadüf değil elbette: Coğrafyamızda ayrımcılık konusundaki tarihimiz malum ve zanlı.
Yıllarca coğrafyamızın kadim halkları Ermeniler, Rumlar, Süryanîler, Êzîdîler şimdi neredeyse yok oldular ve ırkçı- siyasetlerin hesabı verilmedi hâlâ!
25 Eylül 2022 07:23:44, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] William Shakespeare.
[2] Nevzat Onaran, Devletin Dâhili Harbi (Koçgiri, Pontos, Trakya, Sasun, Dersim), Kor Kitap, 2021.
[3] Yahudi asıllı bir ailenin oğluydu İshak Alaton, hayatındaki en büyük kırılmayı Varlık Vergisi sırasında yaşadı. Güçlü kuvvetli bir adam olan babasının belirlenen vergiyi ödeyemediği için Aşkale’ye gidip, bir yıl sonra saçları ağarmış yaşlı bir adam olarak dönmesini, hayatının en büyük travması olarak anlatır. İkinci büyük travması ise Üzeyir Garih’in bir cinayete kurban gitmesi oldu… (Jale Özgentürk, “İshak Alaton: Hiç Pişmanlığım Yok!”, Hürriyet, 13 Eylül 2016, s.9.) Ayrıca bkz: Artun Dayıoğlu, “Varlık Vergisi Gerçeği”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2021, s.2.
[4] Ragıp Zarakolu, “Türkiye’de Azınlıklar ve Var Olmayan Hakları-II”, Yeni Yaşam, 16 Kasım 2021, s.6.
[5] Laser Mario, “Türkiye’de Nefretin Hedefleri: Yahudi, Ermeni, Hıristiyan, Rum, Kürd”, Bas Haber, No:35, 5-11 Ocak 2015, s.7.
[6] Vahap Biçici, “Tarihin Kayıp Sayfası: 1934 Trakya Olayları”, Atılım, Yıl:3, No:180, 3 Temmuz 2015, s.20-21.
[7] Karl Marx, Yahudi Sorunu, çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 2009, s.13.
[8] Rıfat N. Bali, 1934 Trakya Olayları, Kitapevi Yay., 2008.
[9] Rita Ender, “Türkiye’deki ‘Yahudi Sorunu’ Açıklamaları ve Edirne Büyük Sinagogu”, Evrensel Pazar, 21 Haziran 2015, s.10.
[10] Bkz: Rıfat Bali, 1934 Trakya Olayları, 2008; Avner Levi, “1934 Trakya Yahudileri Olayı: Alınmayan Ders”, Tarih ve Toplum, Temmuz 1996; 2009; Haluk Karabatak, “1934 Trakya Olayları ve Yahudiler”, Tarih ve Toplum, Şubat 1996; Toplumsal Tarih, Ekim 1996; Erol Haker, “Bir Zamanlar Kırklareli’nde Yahudiler Yaşardı”, 2002; Çağatay Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, 2009; Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, 2006.
[11] Işıl Demirel, “81. yılında Trakya Olayları’nı Anlamak”, Evrensel Pazar, 21 Haziran 2015, s.8-9.
[12] “Dünya tarihinin en acılı sayfalarından birisidir Struma: ‘Fare kapanı, sardalya tenekesi, yüzen tabut, ölüm gemisi.’ İnsanoğlunun utancı, insanlığın istemediği ve hatta unuttuğu, ‘karantinalı’ Struma. 769 kişinin umuda yolculuk yaptığını sanıp ölüme gittiği, Karadeniz’in dalgalı soğuk sularına gömülen baştan arızalı, bozuk, yitik Struma. Oysa o güne kadar Balkanlar’da bir nehrin adıydı yalnızca. 24 Şubat 1942’den sonra korkunç bir felaketin adı oldu.” (Nilüfer Türkoğlu, “Dünyanın Orta Yerinde 769 Yalnız İnsan”, Birgün, 4 Nisan 2019, s.14.)
[13] Murat Yaykın, “Zaman ve Mekân İçinde Musevilik”, Birgün, 17 Eylül 2015, s.15.