Ana SayfaGÖBEKLİTEPE, BİZE NEYİ ANLATIYOR? / SİBEL ÖZBUDUN

GÖBEKLİTEPE, BİZE NEYİ ANLATIYOR? / SİBEL ÖZBUDUN

Göbeklitepe, bu hâliyle insanlığın avcı-toplayıcılıktan kendi besin kaynaklarının üreticiliğine doğru uzanan serüvende bir konak, bir merhale, bir durak, bir geçiş formudur. Yakın başka bölgelerde farklı örneklerine dair deliller bulunan olası ve kararsız geçiş formlarından biri… Örneğin Paris Komünü gibi… Örneğin Rojava gibi…

GÖBEKLİTEPE, BİZE NEYİ ANLATIYOR?[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“Bilgisiz insan,

anlamadığına tapar!”[1]

Alman arkeolog Klaus Schmidt 1994 yılında Urfa’nın 6 mil kadar ötesinde, Göbeklitepe’de günümüzden yaklaşık 11 bin yıl öncesine, yani İ.Ö. 9000’lere tarihlenen anıtsal sütunları ortaya çıkardığında, arkeoloji ve tarihöncesine dair paradigmalarda derin bir sarsıntıya yol açacağının bilincinde olmalıydı. Çünkü anıtsal sütunlar, öyle anlaşılıyordu ki, üst paleolitik sonlarında yaşamış avcı-toplayıcılar tarafından inşa edilmişti: uzman-olmayan söylemde genellikle, üyeleri arasındaki işbölümünün düşük düzeyde, servet farklılaşmasının asgari, özel mülkiyetin kişisel eşyalarla sınırlı olduğu, hiyerarşik-olmayan, göçer, eşitlikçi gruplar, yani takımlar hâlinde yaşadıkları varsayılan avcı-toplayıcılar… Arkeoloji -ve antropoloji- dünyasında yaygın kanıya göre, bunlar, geniş kolektiflerin eşgüdümlü çabasını ve karmaşık bir işbölümünü gerektirecek girişimleri yürütme yetisinden yoksundu: bu yetiyi insanlık ancak geniş ölçekli tarımın (koşum hayvanlarının evcilleştirilmesi ve sabanın kullanıma girmesiyle mümkün olan bir girişim) devreye girmesi ve bunun yol açtığı daha geniş yerleşimlerin ve karmaşık toplumsal örgütlenmelerin biçimlenişiyle edinebilecekti…

Biraz daha açımlayayım: Avustralya kökenli Marksist arkeolog V. Gordon Childe’ın arkeoloji dünyasında uzun süreli geçerliliğini korumuş kuramına göre, daha geniş ölçekli, daha karmaşık yapılı ve hiyerarşikleşmiş toplumlar, ancak onun “Neolitik Devrim” adını verdiği, tarımsal üretime geçişle mümkün olacaktı. Childe’a göre neolitik (ya da tarımsal) “devrim”, “Verimli Hilâl” olarak bilinen Gazze’den Anadolu’nun güneyine dek uzanan ve günümüz Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin, Kıbrıs ve Mısır topraklarını kapsayan bitek bölgede bir yerlerde başlamış, oradan da dünya yüzeyine yayılmıştı.

Kurama göre bitki (ve hayvan) evcilleştirilmesi, insanların yaşamında köklü değişimlere yol açmıştı: tarımla birlikte insanlar yerleşik yaşama geçmişler, tarımın sağladığı besin güvencesi sayesinde nüfus hızla artmış, gelişen işbölümüyle birlikte karmaşık toplumlar biçimlenmiş; tarımın ortaya çıkardığı artı ürünün denetlenmesine ilişkin tasarruflar, servet eşitsizliklerinin, bu da toplumsal-siyasal hiyerarşilerin biçimlenmesinin önünü açmıştır. Böylelikle neolitik devrimi, “kent devrimi” izleyecektir. Yeryüzünde köy boyutunu aşan ilk yerleşimler, ilk kez İ.Ö. 4000’lerde Aşağı Mezopotamya’da ortaya çıkacaktır… Uygarlığa hoşgeldiniz![2]

Bu yaklaşıma göre insanların simgesel yaşamı, bu meyanda din de, bu gelişmelere koşut bir hat izler. Eşitlikçi avcı-toplayıcıların doğacı-animistik inançları, bitkilerin evcilleştirilmesiyle birlikte ürün ve hayvanları denetleyen antropomorfik (insan-biçimli) ilahlara/ ilahelere, ardından da kalabalık, karmaşık ve hiyerarşik kentlerle birlikte tapınak çevresinde örgütlenmiş karmaşık ve hiyerarşik panteonlara dönüşür. Bir başka deyişle, göksel tasavvurlar, yeryüzündeki yaşam modelinde yeniden örgütlenmiştir.[3]

– Göbeklitepe buluntuları, ilk bakışta arkeoloji ve antropoloji çevrelerindeki yaygın kanaatleri derinlemesine sarsmıştır.

Çünkü Göbeklitepe’de ortaya çıkan, içiçe halkalar hâlinde sıralanmış, çoğunun üzerinde tilki, arslan, akbaba, akrep, yaban domuzu, ceylan gibi figürlerin kazındığı T-biçimli kireçtaşı megalitler (ki Schmidt ve ekibi bunların dev insan figürleri olduğunu düşünür), ancak bir avcı-toplayıcı takımın boyutlarını aşan bir işçi grubunun uzun süreli, zorlu ve eşgüdümlü çalışması sonucu dikilebilecektir.[4] Schmidt ve ekibinin bölgede en az 16 megalit halkanın gömülü olduğunu saptaması, bu kanıyı daha da güçlendirmektedir.

Öte yandan, arkeologlar ve diğer uzmanlar, Göbeklitepe’de yerleşim izine rastlamamışlardır. Alanın çevresinde konut, ocak kalıntılarına, çöp yığını, ya da aynı döneme tarihlenen yerleşimlerde bulunan kil (“bereket”?) figürinlerine, yani bölgenin iskan edilmiş olduğuna dair herhangi bir ipucuna rastlanmamıştır. Buna karşılık, alanda bulunan ve incelenen yüzbinlerce yaban hayvanı kemiği (ceylan, yaban domuzu, yabani koyun, kızıl geyik, akbaba, leylek, yaban kazı…) megalitleri inşa eden işçilerin yiyeceklerinin, avlanılarak ötelerden taşındığını göstermektedir.[5]

Bu buluntu ve saptamalardan, tarihsel-maddeci arkeoloji ve antropolojinin uzun süreli kaziyelerinden birinin “yıkıldığı”nın ilanına bir hamle yetecektir: Schmidt ve diğerlerine göre, buluntular yeni bir uygarlık kuramına işaret etmektedir: “Bilimciler uzun süredir insanların ancak çiftçiliği öğrenip yerleşik topluluklar hâlinde yaşamaya başladıktan sonradır ki tapınaklar inşa edip karmaşık toplumsal yapıları destekleyecek zaman, örgütlenme ve kaynaklara kavuştuğuna inanagelmişlerdir. Ancak Schmidt, bunun tersini öne sürmektedir: monolitleri inşa etmeye yönelik yaygın, eşgüdümlü çaba, karmaşık toplumların gelişmesinin temelini atmıştır.”[6] Bir başka deyişle, insanlar önce dev “tapınaklar” inşa etmeye başlamışlar, ardından da yerleşik hayata geçip, tarımı öğrenmişlerdir!

“Tapınak”? Evet, Klaus Schmidt, Göbeklitepe’nin “ölüler kültü”ne adanmış bir “kutsal” mekân olduğu düşüncesindedir. Onun bu savı, Göbeklitepe’nin gerek akademik/profesyonel, gerekse popüler medyada “tapınak” olarak vaftiz edilmesine yol açacaktır.

Bu durum ise, “yeni sağ”ın dört elle sarılacağı bir argümana kapı aralamaktadır: Din(sel düşünce) insanlık tarihinde maddecilerin iddia edegeldiği üzere bir epifenomen, maddî koşullar doğrultusunda biçimlenen bir görüngü değil, tersine bir motor güç işlevi görmüştür. Yani devrim önce insanın simgesel dünyasında yaşanmış, bu, gerçek dünyayı biçimlendirmiştir! ‘Yeni Akit’ gazetesinin Göbeklitepe bulgularını “Darwinist görüş ile yazılmış on binlerce kitap ve yüz binlerce makaleyi çöpe attıracak bir bilgi” olarak selamlaması[7] boşuna değildir…

Ne ki “bu” bakış açısı, iki temel zaafla yüklüdür: Bunlardan ilki, tarihöncesinin, 100 bin yıl kadar sürdüğü düşünülen “üst paleolitik” evresini tekil ve biteviye bir durum olarak algılama yanılsamasıdır. Fena hâlde statik olan bu algıya göre üst paleolitik homo sapiens’leri yüz bin yıl boyunca, belirli bir bölgedeki (yaban) bitki ve hayvanları tükettikten sonra başka bir bölgeye göç eden, az nüfuslu, aralarında cinsiyete dayalı işbölümünden (“avcı-erkek”/ “toplayıcı-kadın”) başka bir işbölümü bulunmayan farklılaşmamış, küçük takımlar hâlinde yaşayagelmişir.

Oysa durumun böyle olmadığını, prehistoryayla (tarih-öncesi) ilgilenen herkes bilir. Üst paleolitiğin (“epipaleolitik” ya da mesolitik olarak da adlandırılan) sonlarına doğru, einkorn ve emmer gibi günümüz tahıllarının atası olan yaban tahıl ile yaban keçisi, yaban koyunu gibi evcilleştirilebilir hayvan türlerinin ortaya çıkmasına yol açan radikal iklim değişikliklerinin yaşandığı Ön Asya’da, “üst paleolitik avcı-toplayıcıları”na değgin klişelerden çok farklı toplum ve yaşam biçimleri şekillenmeye başlamıştır.

En çarpıcı örnekleri İ.Ö. 12 500 – 9 500 yılları arasına tarihlenen ve Ön Asya’nın Levant olarak anılan Doğu Akdeniz havzasında, Suriye’de Tell Abu Hureyra, Mureybet, Filistin’de Jericho (Eriha), Ürdün’de Beidha, Anadolu’da Göbeklitepe ve Nevali Çori gibi yerleşimlerde karşımıza çıkan epipaleolitik (ya da bir başka terimle mesolitik) kültürler, tarım-öncesi yerleşik toplumlardır. “Natufyen” olarak adlandırılan bu epipaleolitik halklar, iklimin ısınıp buzulların geri çekilmesiyle ılımanlaşan coğrafyalarında ceylan, yaban domuzu, yabani koyun vb. gibi hayvan türlerini avlayarak ve bölge faunasında (bitki örtüsü) yeni ortaya çıkan yabanî tahıl türlerini devşirerek (dikkat: henüz bilinen anlamıyla tarım, yani bitkilerin insan eliyle toprağa ekilerek hasat edilmesi sözkonusu değildir) bitki ve hayvanların evcilleştirileceği ve böylelikle “neolitik” olarak adlandırılacak tarihsel evreye doğru yol almaktadır.

Natufyen halklar, yukarıda da belirttiğim gibi, (tarımı bilmeseler de) yerleşik ya da yarı-yerleşik bir yaşam tarzını sürdürmekte, üst paleolitiğin tipik göçer avcı-toplayıcı takımlarından farklı olarak nüfusu yüzlerce kişiyi bulan köyler hâlinde yaşamaktadırlar. Yerleşik ya da yarı-yerleşiktirler, çünkü gündelik menülerinde giderek ağırlıklı bir yer tutmaya başlayan yaban tahıllarına bağlanmaktadırlar yavaş yavaş; bu türlerin tanelerini rastlantısal olarak saçılmış oldukları topraklardan devşirmekte, evlerinin yakınlarındaki katran kaplı depolarda saklamakta, taş dibeklerde ezip suyla karıştırarak evlerinin yakınlarındaki fırınlarda ekmek yapmaktadırlar. Dahası, arkeolojik kayıtlar, Abu Hureyra, Mureybet ve Tell Qaramel’de İ.Ö. 10 000’ler dolayında bazı tahıl türlerinin evcilleştirilmiş olabileceğine işaret etmektedir.[8]

Arkeolojik araştırmalar, tarıma yönelik ilk denemelerin yoğunlaştığı bölge olarak Verimli Hilâl’in kuzeyini, Anadolu[9] Kürdistan’ını işaret etmektedir. Bugün Atatürk barajı gölünün suları altında kalmış olan Nevali Çori ile, Göbeklitepe’nin 60 mil kadar kuzeybatısında yer alan ve modern einkorn buğdayına en yakın yabanıl türlerin bulunduğu Karacadağ’ın olası tarıma geçiş yerleri olduğuna dair kanıyı günümüzde çok sayıda uzman paylaşıyor.[10]

Öte yandan, kireç taşından oyulmuş T biçimli megalitler, sadece Göbeklitepe’ye özgü değildir; benzer anıtsal taş sütunlar ve imgeler Göbeklitepe’yi çevreleyen diğer Natufyen yerleşimlerde de bulunmuştur. Kaldı ki, Klaus Schmidt, kendisinden önce (1960’larda) gerçekleştirilen yüzey çalışmasında ortaçağ Bizans mezarları zannedilerek önemsenmeyen Göbeklitepe kalıntılarının üst paleolitik sonlarına tarihlendiğini fark etmesini, uzunca süre alandan sadece 20 mil kadar uzaklıktaki Nevali Çori’de çalışmış, dolayısıyla da geç paleolitik/ Natufyen megalitik sütunlarına aşina olmasına borçludur…

Ve bir nokta daha: Göbeklitepe’nin bir “tapınak” alanı olarak nitelenmesi, nihayetinde arkeolojik hayalgücü ürünü, giderek spekülasyondan başkaca bir anlam ifade etmemektedir. Nitelemenin fikir babası, Schmidt’ir:

“Bir grup avcı-toplayıcının kitlesel bir tapınağı inşa etmesi, örgütlü dinin tarımın ve uygarlığın diğer veçhelerinden önce ortaya çıkmış olabileceğinin delilidir. Kutsal ayinler için bir araya gelme itiminin insanların kendilerini doğal dünyanın bir parçası olarak görmeyi bırakıp onun üzerinde hâkimiyet kurmaya başladıklarında ortaya çıktığını akla getirmektedir. Avcı-toplayıcılar köylere yerleşmeye başladıklarında, kaçınılmaz olarak insan dünyasıyla -yüzlerce kişinin yaşadığı sabit konut kümeleri- kamp ateşinin ötesinde, öldürücü hayvanlarla dolu tehlikeli topraklar arasında bir ayrım oluşturdular. Fransız arkeolog Jacques Cauvin bilinçteki bu değişimin bir ‘simgeler devrimi’, insanların fizik dünyalarının ötesindeki evrende varolan tanrıları -insanlara benzeyen doğaüstü varlıklar- tahayyül etmelerine olanak sağlayan kavramsal bir kayma olduğuna inanıyordu. Schmidt Göbeklitepe’yi Cauvin’in kuramının kanıtı olarak görmektedir. ‘Hayvanlar ruhlar âleminin bekçileriydi,’ diyor. ‘T-biçimli sütunlar üzerindeki rölyefler, bu öteki dünyayı göstermektedir’.”[11]

Schmidt’e göre Göbeklitepe, yüz millik bir çapta yaşayan avcı-toplayıcıların devrî ayinlerini gerçekleştirmek üzere bir araya geldiği ve olasılıkla rahiplere ve zanaatkârlara armağanlar sunduğu kutsal bir mekândı…

İlginç… Ama sadece zihniyetleri konusunda dizginlerinden boşalmış imgelemimizin üretimleri dışında hiçbir fikir sahibi olmadığımız yazısız halkların inançları, “din”leri ve “simgesel dünyaları”na ilişkin bir başka spekülasyon… Öyle ya, Göbeklitepe’nin neden, diyelim ki farklı epipaleolitik yerleşimlerden avcı-toplayıcı toplulukların ürünlerini trampa etmek, bu arada belki eşlerini seçmek, ittifaklar oluşturmak, ya da ne bileyim dans etmek… vb. için bir araya geldiği seküler bir ticaret ya da “şenlik” merkezi değil de (öyle ya, Schmidt ekibinin kazılarında, bira varilleri de bulunmuştu) bir kutsal mekân olarak nitelenmesi gerektiğine dair somut bir bulgu yok elimizde. Spekülasyona dizgin vurmak imkânsız olduğuna göre, alanın bir “rasathane kompleksi” olduğuna dair, (aynı ölçüde temelsiz) spekülasyonlar dolaşıma girdi bile…[12] Yakında Göbeklitepe’yi uzaylıların inşa ettiği fantezileri suyüzüne çıkarsa, şaşırmayalım.

Her ne hâl ise… “Spekülatif” diyorum, çünkü Schmidt’in kazı ekibinden bir lisans öğrencisinin gazeteci Elif Batuman’a söylediği gibi, “kült amaçlı olduğunu düşünüyoruz. Birşeyin amacını bilmediğimiz zaman böyle deriz. Tabii kült amaçlı olmayabilir de. (…) Her durumda, o zamanlar kutsal ve profan ayırımı yoktu. Bu ayırım çok daha yeni…”[13]

Peki, maddeci tarih kavrayışı yerle bir ettiği, simgeler devrimi, giderek dinin maddi yaşamın üretim biçimini öncelediğini kanıtladığı gibi bir hayli ideolojik (yeni sağ söylemi bağlamına yerleşen, post-seküler) iddiaları bir kenara bırakacak olursak, bugüne değin Göbeklitepe’de bulunanlar bize neyi anlatmaktadır?

Öncelikle, insanlık tarihinin “üst paleolitik” adını verdiğimiz ve 100 bin yılı aşkın bir süre devam edegelmiş kesitinin, hiç de tahayyül edildiği üzere tek-biçimli, yeknesak ve statik bir dönem olmadığını, insanlığın bu dönem boyunca, doğa güçleri üzerinde denetim sağlamasına olanak verecek bilgi ve teknikleri, ekolojik değişikliklerle de bağlantılı olarak tedricen biriktirdiğini… Bu nedenle de, tarıma geçişin eşiğini oluşturan İ.Ö. 10 000 yıllarında yaşayan toplulukların, günümüzden 40-50 000 yıl önce Eski Dünya’ya yayılmakta olan (örneğin Pireneler’in yamaçlarında bulunan mağara resimlerini çizmiş) avcı-toplayıcılardan çok daha farklı yaşam tarzları ve toplumsal örgütlenişler sergilediğini anlamamız gerekecektir.

İkinci olarak, tarıma geçişin popüler bilginin çarpıtmalarından ibaret olan ve hak etmediği bir biçimde Gordon Childe’a mal edilen, “tarım devrimi”nin apansız bir gelişme, deyim yerindeyse “gökten zembille inmiş” bir moment olduğu algısından kaçınmak gerekmektedir. “Tarım devrimi”, yeryüzünde olagelen ekolojik değişimlerin Ön Asya bitki ve hayvan örtüsünde yol açtığı değişiklikler zemininde, insan topluluklarının yeni türlerle binlerce yıl süren deneyimlerinin bir ürünüdür.

Natufyen topluluklar, hiç kuşkusuz ki dördüncü buzul çağının göbeğinde yaşayan Avrupalı atalarından çok daha farklı bir yaşam tarzı geliştirebilecek yeti ve yeteneklere sahiptiler. Popüler imgelemin Buzul devri avcı-toplayıcılarına ilişkin tahayyüllerden çok daha farklı ve karmaşık yaşam biçimlerini örgütleme yetisine sahiptiler. Bu yetilere, madenlerin ve metal işçiliğinin henüz bilinmediği bir dönemde dev kireçtaşı sütunlar yontup üzerlerini yabanıl hayvan figürleriyle bezeme de dahildir.

Bir sonraki adımları, Nevali Çori ve Karacadağ’da şimdiden giriştikleri üzere, bitki ve hayvanları evcilleştirerek besin kaynaklarının üretimini, rastlantılara bırakmaksızın kendileri üstlenmek olacaktır. Tekrar ediyorum, bu bir “moment” değil, bir “süreç”tir, uzun, sancılı, olasıdır ki geri dönüşleri de içeren, kararsızlık ve belirsizliklerle yüklü bir süreç… (Nitekim jeolojik kayıtlar, Verimli Hilâl’de İ.Ö. 10 800 dolaylarında ısının 11 derecelik bir düşüş kaydettiği ve 1200 yıl kadar süren bir “mini buz devri”ni açığa çıkarmaktadır. Arkeolojik bulgular, bu dönemde kuraklaşan bölgede, yaban tahıl devşiriciliğine girişmiş, yerleşik bir yaşam sürdüren pek çok topluluğun göçer avcı-toplayıcılığa döndüğünü ortaya koymaktadır.) Avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarıma, hayvancılığa dayalı bir yaşam biçimine geçiş süreci… Ama nihayetinde, bugün baktığımızda insanlığa getirileri açısından Gordon Childe’ın “devrim” nitelemesini hak eden bir süreç… Bir insanlık devrimi…

Göbeklitepe, bu hâliyle insanlığın avcı-toplayıcılıktan kendi besin kaynaklarının üreticiliğine doğru uzanan serüvende bir konak, bir merhale, bir durak, bir geçiş formudur. Yakın başka bölgelerde farklı örneklerine dair deliller bulunan olası ve kararsız geçiş formlarından biri… Örneğin Paris Komünü gibi… Örneğin Rojava gibi…

Onu “insanlığın ilk tapınağı”, “dinin maddi hayat üzerinde belirleyiciliğini imleyen post-seküler bir anıt” olarak ele alan ideolojik söylemlerin aceleci cazibesine kapılmaksızın, bu hâliyle ele almakta ve avcı-toplayıcı atalarımızın toplumsal ve teknik yeti ve becerilerini küçümseyen, onları ilkel teknikleri ve sınırlı imgelemleriyle doğayı yağmalayarak yeryüzünde dolaşan küçük takımlar olarak görme alışkanlığımızı sorgulamakta sonsuz fayda var…

8 Ekim 2015 17:47:28, Ankara.

N O T L AR

[*] Yeniden Sanat ve Hayat, No:46/01, Sonbahar 2015

[1] Cesare Lombroso.

[2] Nitekim, ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer’in Sümerlerin tarihiyle ilgili klasikleşmiş yapıtı, “Tarih Sümer’de Başlar” başlığını taşımaktadır. (Türkçesi: Kabalcı Yayınları, 2014)

[3] Gordon Childe’ın kuramı için bkz: Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık (6. Baskı-1995) Çev.: Mete Tunçay-Alaaddin Şenel ve, Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan, Varlık Yayınları (4. Basım-1992) Çev.: Filiz Ofluoğlu.

[4] “Bu insanlar avcı-toplayıcılardır,” demekteydi Klaus Schmidt; yabanıl bitkileri toplayıp, yaban hayvanları avlayan insanlar. “Avcı-toplayıcılara ilişkin imgemiz, daima birkaç düzine insandan oluşan küçük, hareketli gruplar olagelmiştir. Sürekli kaynakların peşinde hareket etmek zorunda oldukları için büyük, kalıcı yapılar inşa edemediklerini, kendilerini besleyecek ekstra tedarikleri yanlarında taşıma olanağından yoksun oldukları için ayrı bir ruhban ve zanaatkâr sınıfına sahip olamayacaklarını düşünüyorduk. Oysa Göbeklitepe’de yaptıkları tam da bu…” (Aktaran: Charles C. Mann, “The Birth of Religion”, http://ngm.nationalgeographic.com/2011/06/gobekli-tepe/mann-text/2)

[5] Andrew Curry, “Gobekli Tepe: The World’s Firs Temple?”, Smithsonian Magazine, Kasım 2008. http://www.smithsonianmag.com/history/gobekli-tepe-the-worlds-first-temple-83613665/?no-ist=&fb_locale=zh_TW&page=3

[6] Andrew Curry, a.g.m.

[7] “Evrimcilerin Çözemediği Gizem: Göbekli Tepe” Yeni Akit, 21 Ocak 2015.

[8] Bkz. S. Lev-Yadun, A. Gopher, ve S. Abbo. “The cradle of agriculture”. Science 288(5471):1602-1603.

[9] Anadolu (Anatolia) adı, Grekçe ἀνατολή (anatolḗ)’den gelmektedir ve “Doğu”, ya da “gündoğumu” kavramından türetilmiştir. Terim, Türklerin bölgeye gelmesinden çok önceleri kullanımdadır.

[10] Öyle ki, Göbeklitepe’yi ortaya çıkartan Klaus Schmidt, tarımın buradaki megalitlerin imalinde çalışan taş işçilerinin beslenmesi amacıyla başlamış olabileceğini öne sürmektedir. Bkz. Mann, agm.

[11] Charles C. Mann, “The Birth of Religion”, http://ngm.nationalgeographic.com/2011/06/gobekli-tepe/mann-text/2)

[12] “The Secret of Gobekli Tepe: Cosmic Equinox and Sacred Marriage”, 4 Nisan 2015, http://www.ancient-origins.net/opinion/secret-gobekli-tepe-cosmic-equinox-and-sacred-marriage-part-1-002861

[13] Elif Batuman, “The Sanctuary. The world’s oldest temple and the dawn of civilization”, http://www.newyorker.com/magazine/2011/12/19/the-sanctuary

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights