Site icon Rojnameya Newroz

“EVET” ÇIKSA DA “HAYIR”!

Sayısız manipülasyon, baskı, dezenformasyon, baskı ve terör ile ya “Evet” çıkarsa? “O zaman ne yapacağız” diyenlerin çoğaldığı bir gidişatta, çok önceden vereceğim yanıt basit ve nettir: Onlara olduğu gibi, “Evet”lerine de “Hayır” diyeceğiz.

 

“EVET” ÇIKSA DA “HAYIR”!

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER / Tüm yazıları için buraya tıklayın

 

DURUM VE GİDİŞAT

OHAL’DE REFERANDUM VE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

DEVLET OLANAKLARI İLE YALANI KULLANMAK!

BİR EK DAHA: TALAN(LARI) + KEYFİLİK

SALDIRI(LAR), BASKI(LAR), TERÖR(İZM)

OTOKRATİK (SİYASAL) REJİM VE 17 NİSAN SABAHI

EVET” ÇIKSA DA “HAYIR”!

“SON” DEĞİL ELBETTE

 

“EVET” ÇIKSA DA “HAYIR”![1]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

“Hakikât olmadan özgürlük olmaz;

özgürlük olmadan barış olmaz.”[2]

Egemenlerin 16 Nisan 2017 referandumunun olası sonuçlarından birisi “Evet”tir…

Sayısız manipülasyon, baskı, dezenformasyon, baskı ve terör ile ya “Evet” çıkarsa? “O zaman ne yapacağız” diyenlerin çoğaldığı bir gidişatta, çok önceden vereceğim yanıt basit ve nettir: Onlara olduğu gibi, “Evet”lerine de “Hayır” diyeceğiz.

Çünkü ne onlar, ne referandumları ne de “Evet”leri meşru olmadığı gibi, sınır tanımaz keyfiliğin terörist zorbalığından başka bir şey değildir, ve olamaz da!

Orhan Bursalı’nın, “… ‘Yaşasın reis’ ve ‘hepiniz gebereceksiniz’ kitlesi ile bir referandum yapılabilir mi?”[3] sorusundaki üzere!

DURUM VE GİDİŞAT

“Demokrasi değil otokrasi”[4] olarak betimlenmesi mümkün olan verili duruma ilişkin olarak, İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim üyesi Murat Paker’in, “Politik gerilimin yol açtığı psikososyal stres ve iç savaş ‘şantajı’ Türkiye’nin ruh sağlığını bozdu”[5] notunu düşerken; “AKP’liler ne kadar itidal içinde davranmaya çalışsalar da 16 Nisan’da ‘Evet’in toplumun yarısına yakınının bu ülkedeki geleceğini karartacağını muştulamaktan geri duramıyorlar.”[6]

Bu “abartı” falan değil; gazetelerde boy gösteren hezeyanlara bakmak yeter: “Faşist AB, bize Yahudi muamelesi yapıyor”dan, Haçlı- Hilalli posterin ardından, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Artık Türkiye’yle nasıl konuşacağınızı öğreneceksiniz… Türkiye hükmeder… çünkü 2 milyar ümmetin de temsilcisidir… bize nasıl davranacağınızı öğreneceksiniz, siz öğrenmezseniz biz size öğreteceğiz”… “Yakında Avrupa’da kutsal din savaşı başlayabilir”. İçişleri Bakanı Soylu: “Her ay 15 bin mültecinin önünü açalım da aklınız bir şaşırsın.”

Akıl hocaları AKP İstanbul Milletvekili ve anayasa profesörü Burhan Kuzu: “3. havalimanı Almanya’yı korkuttu”… “Hollanda’yı da kaygılandırıyor.”

‘Yeni Şafak’ta Hayrettin Kahraman da “Batı’nın engellemesine kulak asmadan bu silahları (nükleer) satın almaya değil, icat etmeye bakmamız gerekiyor” (Kuzey Kore olalım) diyor.

Ülkede ekonomik, demografik (dört gençten biri işsiz; bu toplumsal basınç boşalacak kanal arıyor) göstergelerin, uluslararası ve bölgesel dinamiklerin “kaos” işaretleri verdiği bir dönemdeyiz. Karşımızdaysa, realiteyle tüm bağlarını koparmış, patolojik bir sanrısal bozukluk içinde, “2 milyar ümmetin temsilcisi” olduğuna inanan bir liderlik var.[7]

Malum, siyasal İslâm iktidarda kalabilmek için, ülkenin siyasi, kültürel yapısını ortaçağ karanlığına sürüklemeye, bugüne kadar en önemli başarısı rakiplerini susturmak olan bir şahıs ve ailesi üzerinden sultanlığı geri getirmeye çabalıyor. Biri Almanya’ya Nazi diyor. Bir başkası, ilkinde başına gelenleri unutup, “Merak etmeyin Viyana’yı kuşatma planımız yok” hezeyanı içinde… Bu sırada sonu gelmez bir OHAL, onulmaz bir yıkıma uğratılan seküler – bilimsel eğitim, boş bir sarnıcı anımsatan kültür ve sanat, yaşamı giderek kurutuyor…

Dışarıdaysa, “Sultanlık geri geliyor”, “Sanal Osmanlı İmparatorluğu’na sultan olmaya çalışıyor”; “Ülkeyi Batı’dan koparıyor”, “Türkiye Avrupa’yla tarihinin sonuna geldi”, “… ‘Türkiye sırça sarayda’, ‘El Presidente’ kaygan zemin üzerinde” bir tarafta…

Diğer tarafta Avrupa çıpasını koparıp, bilimi ve aklı bir kenara bırakıp, büyük güçlerin vekâlet savaşlarının bataklığı Ortadoğu’ya, ekonomisi parası yerlerde sürünürken “tahtırevanla” giden bir yönetici sınıf; yazarları, sanatçıları (kültür şûrasında sunulan “tablo” görüldü mü?), bilim insanları ya tutsak, ya açığa alınmış, medyası sirk maymununa dönüşmüş bir toplum…[8]

Nazilerin Almanya’yı kararnamelerle yönettiğini söyleyen Hollandalı Türkolog Prof. Dr. Zürcher’in, AKP sloganlarının Nazilerinkilere benzetilmesine dikkat çektiği[9] tabloda her şey altüst… Bir kaos hâli bu…

“İç ve dış dinamikler bizden yana” iddiasıyla başlayan siyasal İslâmcı AKP rejimi şimdi “içeride dışarıda herkes bize düşman” noktasına geldi; bir süredir de projesini toplumu derinden sarsan “şok”lar üreterek aşabiliyor. Her “şok”tan sonra da toplum biraz daha kutuplaşıyor, dokusu biraz daha çözülüyor. Referandumdan sonra, toplumu yeni bir “şok” bekliyorken;[10] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Avrupa Konseyi ülkeleri arasında hakkında en çok ihlâl kararı verdiği ülkeler arasında Türkiye ikinci sırada yer aldı. 2016 rakamları, Türkiye’deki hak ihlâllerinin arttığını ortaya koydu…

AİHM’in 2016’da verdiği ihlâl kararları sıralamasında Türkiye, Rusya’dan sonra ikinci oldu. 2015’de Türkiye aleyhinde 77 ihlâl kararı verildi. Adalet Bakanlığı’nın yayımladığı 2016 yılı faaliyet raporu, Türkiye’nin AİHM karnesini ortaya koydu. Rapora göre 31 Aralık 2016 tarihi itibariyle AİHM önünde Avrupa Konseyi Üyesi toplam 47 ülke hakkında 79 bin 750 derdest başvuru bulunuyor. Aleyhine en çok başvuru yapılan devlet 18 bin 50 başvuru ile Ukrayna oldu. İkinci sırada yer alan Türkiye’nin aleyhine 12 bin 600 başvuru yapıldı. 2015’te Türkiye aleyhindeki dosya sayısı 8 bin 450’ydi. Türkiye, 2016’da 78 ihlâl kararı nedeniyle toplam 6.884.273 Avro tazminat ödedi.[11]

Bu kadar da değil! Keyfi zorbalığın İslâmizasyon ile iç içe sürdürüldüğü coğrafyamızda dahası var…

“AKP’NİN SİVİL TOPLUMA MÜDAHALELERİ, SUSKUN TÜRKİYE”[12]
TORBA YASA’YLA KAMULAŞTIRMA Sivil toplum kuruluşu olarak yola çıkan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), bir torba kanun ile Ekonomi Bakanlığı’na bağlandı. Kurul, bakanlığın idari ve mali denetiminin altına girdi. Kanun’da bir hüküm olmamasına karşın yönetmelik hükmü kapsamında DEİK Yönetim Kurulu Başkanı, Ekonomi Bakanı tarafından atanıyor.
ODALARA MÜDAHALEDE TAM YETKİ 2013’teki Bakanlar Kurulu kararıyla Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Orman Mühendisleri Odası’nın idari ve mali denetimi konusunda yetkilendirildi. Bir gün sonra yayımlanan kararla birçok oda idari ve mali denetimine açıldı. 1 yıl sonraki kurul kararıyla da Bilgisayar Mühendisleri Odası, Fizik Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası ve Tekstil Mühendisleri Odası, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na, Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası, Gemi Mühendisleri Odası Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na, Maden Mühendisleri Odası, Metalurji Mühendisleri Odası, Petrol Mühendisleri Odası, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na, Meteoroloji Mühendisleri Odası, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na, Gıda Mühendisleri Odası ile Ziraat Mühendisleri Odası Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlandı. Bu çerçevede, bazı odalara müfettiş görevlendirmeleri yapıldığı, bazı odalardan belge istendiği biliniyor.
İKTİDAR GÜCÜ İLE BÜYÜYEN SENDİKALAR AKP’nin iş başına geldiği dönemde, Kamu-Sen 385 bin 425 ile en fazla üyeye sahip sendika olurken, iktidara yakın Memur-Sen 98 bin 146 ile sendikalı memurlar arasında yüzde 12.4’lük paya sahip durumdaydı. Ocak 2017 itibarıyla Memur-Sen, sendikalı memurların yüzde 54.4’ünün örgütlü olduğu sendika hâline geldi. Tüm memurlar içinde ise yüzde 38.9’luk orana ulaştı. Memur-Sen’in üye sayısı 15 yılda yaklaşık 10 kat artarken, her iki sendikalı memurdan biri, Memur- Sen üyesi durumuna geldi. KESK’in ise üye sayısı azaldı. 2013’te Türk-İş 725 bin 912 ile en fazla üyeye sahip sendika olurken, Hak-İş’in üye sayısı 176 bin 696 idi. Hak-İş 2013’te toplam sendikalı işçilerin yüzde 17.1’inin tercihi olurken, bu oran Ocak 2017’de yüzde 31.6’ya çıktı. 2003’te sendikalı işçiler içinde yüzde 9.99 payı olan DİSK, Ocak 2017’de yüzde 9.53’e geriledi.
SÖZ HAKKINA MÜDAHALE Hükümetin meslek örgütlerine yönelik müdahalesinin somut örneklerinden biri de Yargıtay Yasası’nda yapılan düzenleme. Danıştay’ın 146’ncı kuruluş yıldönümü için yapılan törende, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına; dönemin başbakanı Erdoğan müdahalede bulundu ve bir daha Barolar Birliği’ne söz verilmemesini istedi. Bunun üzerine adli yılın açılışıyla ilgili Yargıtay Kanunu’nun, “Her adli yıl Ankara’da törenle açılır. Yargıtay Birinci Başkanı bir konuşma yapar. Açılış konuşmasının metni ve tören gündemi üzerinde daha önceden Başkanlar Kurulu’nun düşüncesi alınır” maddesi, torba kanunla çıkarıldı.
VAKIFLARA VERGİ CEZASI VE BEDELSİZ TAHSİSLER AKP, görüşüne yakın vakıf, dernek ve birliklere kamunun olanaklarını tahsis ederken, yoksul çocukların nitelikli eğitim alması için uğraş veren vakıf ve dernekleri cezalandırma yoluna gitti. ÇYDD’ye 4 milyon TL düzeyinde vergi borcu çıkarıldı. Dernek, konuyu yargıya götürdü ve birçok dosyada haklılığını kanıtladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi; Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nin, dernek binası olarak kullandıkları Yeşilköy’deki taşınmazı tahliye etmelerini istedi, gelen tepkiler üzerine karar durduruldu. CHP’li belediyeler tarafından yapılan öğrenci yurtları; yönetim değişikliğinin ardından TÜRGEV’e tahsis edildi. Antalya Büşükşehir Belediyesi’nin tahsisi bunun en somut örneği. 2017’de Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirleyeceği vakıflara, kamu taşınmazlarının bedelsiz şekilde   49 yıllığına tahsisinin önü açıldı. Bu düzenlemeden öncelikle ENSAR ve TÜRGEV gibi iktidara yakın vakıfların yararlanacağı da açık.

 

Dünyada, özellikle bölgemizde, birçok kriz eğiliminin kesiştiği bir dönemde ülke yönetimini, güvenliğinizi, realiteyle bağları çoktan kopmuş, yalnızca kendi bekasını düşünen bir kadroya teslim etmek istemiyorsanız “Hayır” diyeceksiniz…

AKP ülkeyi, siyasi riskleri artıran bir noktaya getirdi, bu referandumla, daha da öteye götürmeye çalışıyor… AKP rejimi, son yıllardaki dış politika maceralarıyla Ortadoğu pazarını kaybetti şimdi de Avrupa pazarını kaybetmek üzere. Ülke ekonomisi de tüketime ve dış krediye, inşaata bağımlı, sürdürülemez bir yavaş büyüme hattına oturmuş durumda. Suriye macerası ülkeyi IŞİD’in serbestçe örgütlendiği bir yol geçen hanına çevirmişti. Şimdi Batı’da kimi analistler, bu durumun yakın zamanda yaratabileceği riskleri, İncirlik’teki nükleer bombalar bağlamında tartışmaya başladılar.

Siz, bu durumda, devleti, dolayısıyla güvenliğinizi, geleceğinizi “akıtılacak çok kanımız var” diyen bir şahsın eline teslim edecek bir anayasaya “Evet” der misiniz?[20] sorusu karşımızdayken; siyasal İslâmcı yazarlardan (‘Daily Express’e göre, Erdoğan’ın imamı) Hayrettin Kahraman, “Müslümanların Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer din mensuplarına yaşama hakkı tanıdığı gibi ‘Hayır’cılara da bu hakkı tanıyacağını” söylüyor.

Böylece “Hayır”cıları, İslâmın karşısındaki dinlerle aynı kategoride gören (yani “kafir” olarak) Kahraman ne tek örnek, ne de kuralı bozan bir istisna. Daha geçenlerde, “Kinine dinine sahip gençlik” amacıyla çıkılan yol, “Daha akıtılacak çok kanımız var” noktasına gelmemiş miydi? Kinine sahip olanların, kendilerinde birilerine yaşam hakkı tanıma hakkını görenlerin düzeni… Referandumdan “Evet” çıkarsa gidilecek yer işte burası. İdam cezasının geri getirileceğini de düşününce insanın tüyleri ürperiyor.

Nasıl ürpermesin, “bu kin hangi kin, kime yönelik?” sorusu karşımıza, çok geniş bir yelpaze getiriyor. Kemalistler, siyasal İslâmın yaşam tarzını (biyopolitiğini), değerler sistemini (hakikât rejimini) benimsemeyenler, ateistler, sosyalistler LGBTQ+ bireyler, Kürt siyasi hareketine ait olanlar ve en genelde erkeğin mutlak egemenliğini kabul etmeyerek kendi bedenlerine sahip çıkmakta ısrar eden kadınlar. Sık sık duyduğumuz “Kılıçdaroğlu Alevî” vurgulaması, listeye Alevîleri de ekliyor.

Bu “Hayır” diyecek olan, dolayısıyla toplumun en azından yarısını oluşturan bir çokluktur. Kahraman’ın kimliğinde, toplumun yarısının yaşam hakkı üzerine soru işareti koyan, toplumun en azından yarısına kin duyan bir anlayış var karşımızda.

Siyasal İslâmın zirvelerindeki bu ruh hâlini, kolaylıkla ve kibarca, “aklın istikrarsızlığı” olarak tanımlayabiliriz. Bu ne biçim bir kin ve öfke ki, ağızlarından çıkan sözün mantıkta ne anlama geldiği, pratikte nereye gittiği umurunda değil. Ya da aslında niyet bu!

“Evet”, bizi bu öfkenin mutlak iktidarına götürüyor.

“Aklın istikrarsızlığının” ne kadar yaygın bir patoloji olduğunu gösteren o kadar çok örnek var ki: Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, kendi yadsımasını içinde taşıyan bir önerme üretmeyi başardığının ayırdına varmadan döktürmüş: “Başbakanla Cumhurbaşkanının yetkilerini, tek adamlığa son vermek için birleştiriyoruz. Tek adamlığa son veriyoruz.” İnsan, bu gazetenin okuyucularını düşünerek vurgulamaya bile utanıyor ama olsun: Başbakanla cumhurbaşkanının yetkileri nerde birleşiyor? Tek bir adamda… Sakın Kurtulmuş’un kullandığı dilin, akılcılığı kendine ölçüt alan “laikçilere” yabancı, farklı bir anlamlar sistemi olmasın?

“Evet” bizi işte bu anlamlar sisteminin karanlığına götürüyor.[21]

OHAL’DE REFERANDUM VE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

Herkes biliyor, görüyor: 12 Eylül’ün dayatması olarak biçimlenen mevcut anayasa karşısında sivil anayasa beklenirken; AKP/ MHP patentli anayasa değişikliği önerisiyle, 12 Eylül’e de parmak ısırtan partili bir anayasa çıka geldi…[22]

Geçerken hatırlatalım: Erdoğan ve hükümet temsilcilerinin referandum öncesi “Evet” için kullandığı dil, 1982 Anayasası için Evren’in kullandığı dille neredeyse bire bir aynıdır![23]

İKİ KAMPANYA ARASINDAKİ BENZERLİKLER
BİZE DEĞİL ANAYASAYA Kenan Evren 1 Kasım 1982 günü Adana ve Antalya’da halka açık toplantıda yaptığı konuşmalarda “Anayasaya oy verin bize değil” demişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ATO toplantısında yaptığı konuşmada “Anayasaya oy vereceksiniz bana değil” demiş, 19 Şubat günü G. Antep’teki konuşmasında “Biz bu sistemi kendimiz için istemiyoruz” diye konuşmuştu.
VATAN HAİNLERİ Kenan Evren, 30 Ağustos 1982 günü Afyonkarahisar’da yaptığı konuşmada 1982 Anayasası’na “hayır” diyecek olanları “Vatan hainleri ve dış güçlerle işbirliği yapanlar anayasaya ‘Hayır’ kampanyası açtı” diyerek suçlamıştı. Erdoğan ise, “Anayasaya ‘hayır’ oyu vermek vatan haini Kandil ve FETÖ ile yan yana durmaktır” demiş, daha sonra Elazığ mitinginde “Ülkemizi bölmek, parçalamak isteyenler bayrağımıza karşı çıkanlar, bu ülkede milli ve yerli olanlara karşı çıkanlar ‘hayır” diyor” şeklinde konuşmuştu.
İÇ SAVAŞ TEHDİDİ Evren, 31 Ekim 1982 günü Kayseri mitinginde “Yanlış atılacak bir adım bölgeyi kana bulayabilir. Biz diyoruz ki, bu anayasa Türkiye’ye rahat ve huzur getirecektir” diye konuşmuştu. Erdoğan da Adıyaman mitinginde “Mesele şahsımın meselesi değil. Milletimizin daha huzurlu ve güvenli bir geleceğe kavuşması meselesidir” demişti. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ise bire bir Evren’le aynı ağzı konuşmuş, referandumda anayasanın reddedilmesi hâlinde iç savaş çıkacağını söylemişti.

 

SEÇİLMEZSEK GİDERİZ Kenan Evren, Afyon’da “Bu işe beraber başladık hep beraber gideceğiz” diyerek makamda kalıcı olmadığını vurgulamaya çalışmıştı. Aynı şekilde Erdoğan da 11 Şubat’ta SETA toplantısında “Tayyip Erdoğan baki değil fani. Seçimle gelip beş yıl sonra seçilemezse gidecek” dedi.
İTİRAZ EDEN YALANCI Kenan Evren, 1982 Anayasasına “hayır” diyenlerin Anayasa’ya itiraz etme gerekçelerini “kuyruklu yalan” olarak değerlendirmişti. Aynı şekilde Erdoğan da G. Antep konuşmasında “Bu gafiller ha bire yalan yanlış şeyler söylüyorlar hepsi yalan” diye muhalifleri yalancılıkla suçladı.
BİZİ SİZ İSTEDİNİZ Kayseri mitinginde Evren 31 Ekim 1982 günü halka, “Bizim desteğimiz sizlersiniz. Bu millet bizi göreve çağırdı, sizin isteğinize uygun olarak bu hareketi gerçekleştirdik” diye konuşurken Erdoğan da benzer bir konuşmayı hemen hemen her mitinginde “Bu sistemin ilk adımını siz zaten beni cumhurbaşkanı seçerken attınız. Seçimle gelmiş bir cumhurbaşkanını bir kenara atmak istiyorlar. Biz sizin isteğinizle bu makama geldik şimdi sistemin devamını getiriyoruz” diyordu.
BİZE ÖZGÜ SİSTEM Evren’in 30 Ağustos 1982 günü Afyon konuşmasında, “Batılı anayasalara uymak zorunda değiliz. Biz kendi yapımıza, özelliklerimize, şartlarımıza göre ve stratejik konumumuzu düşünerek anayasa yapmak zorundayız” sözlerinin benzerini Erdoğan, SETA toplantısında “Her ülke kendi şartlarına özgü bir yönetim biçimine sahiptir” diyerek söyledi.
KOŞULLAR DA BENZİYOR İki referandum öncesi yürütülen kampanyalardaki benzerlik, Evren ve Erdoğan’ın aynı argümanları kullanmalarıyla sınırlı değil. 1982 referandumu öncesinde ülkenin her yerinde sıkıyönetim vardı. Partili cumhurbaşkanlığına geçişi öngören yeni anayasa değişikliği referandumu öncesinde ise ülkede OHAL koşulları hâkim.

12 Eylül ile benzerlikleri yanında bu değişikliğin adı Türk usulü cumhurbaşkanlığı; dünyada misli menendi bulunmayan, hadi halkımızın ağzıyla söyleyelim; alaturka başkanlık rejimi oluyor.

Doğrusu, söylenenlere hak vermemek zor: Getirilen, başkanlık bile değil; reisliktir.[24]

Güçler ayrılığını askıya alıp, tekçiliği dayatan bu reislik ile İtalya’daki “Duçe”lik, Almanya’daki “Führer”lik arasında müthiş bir paralellik söz konusudur.

Oysa “güçler ayrılığı”nın geçmişi ta 2000 yıl öncesine kadar gidiyor: Antik Yunan’a ve sonra da Roma İmparatorluğu’na… İngiliz krallarının yetkilerinin kısıtlanmasını geçelim, 1700’lerden itibaren Aydınlanma çağında, yönetim erk meselesi, düşünce-siyaset tarihinde vücut buldu.

Montesquieu dedi ki: “Kuvvetin kötüye kullanılmaması için, tabiatı gereği, kuvvet kuvveti durdurmalıdır.”

1789 İnsanlık ve Yurttaş Hakları Bildirgesi: “Hakların güven altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun anayasası yoktur.”[25]

Fransız Komünist Partisi Genel Sekreterlerinden Waldeck Rochet ise şunları der: “ Programımız anayasadaki tek kişinin egemenliğine izin veren maddelerin iptalini ön görür. Hiçbir zaman, hiç kimseye halk ve parlamento tarafından denetlenmeksizin ulus adına tek başına hareket etme izni verilemez. Genel oyla seçilmiş olan ulusal meclis yasaları kabul etmek ve hükümet faaliyetlerini denetlemekle yükümlü olacaktır. Belirli bir görev süresi içinde kendisine yürütme gücü verilmiş olan bu hükümet, etkin iktidara sahip olarak, halkın çoğunluğu tarafından kabul edilen programı yürütecektir.”

Evet, Anayasa Devlet’e karşı yurttaşın haklarını korumalı, gücün tek elde yoğunlaşmasını engellemek üzere oluşturuldukları metinlerdir. Bu durumda, mevcut müsvedde olsa olsa Anayasa’nın “tayir, tebdil, hatta ilgası”dır.

Bu hâlin bir diğer meselesini de OHAL koşullarında referandum(?) oluşturur…

OHAL’DE REFERANDUM[26]
103 bin 850 şüpheli hakkında işlem yapıldı. Gözaltına alınanlardan 41 bin 326 kişi tutuklandı.
Kamudan 97 bin 679 kişi işten çıkarıldı. 135 bin 356 kişi hakkında işlem yapıldı.
TSK, Emniyet Genel Müdürlüğü içinden 10 bini aşan sayıda ihraç oldu. Birçoğu tutuklandı.
l 50 bin civarında akademisyen ve öğretmen ihraç ve iş kaybına uğradı. Çok sayıda öğrencinin eğitim kurumlarıyla ilişkileri kesildi.
50’nin üzerinde belediye başkanının yerine kayyım atandı.
527 şirket TMSF’ye devredildi. Milyarlarca liralık mal varlıkları hazineye gelir kaydedildi.
HDP milletvekilleri eş genel başkanlarıyla birlikte tutuklandı.
Gazete, radyo ve televizyonlar kapatıldı, yüzü aşkın gazeteci tutuklandı. İnternet ve telefon üzerinden haberleşme baskı altına alındı.
Her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşü ve hatta basın açıklamaları yasaklandı. Üniversitelerden ihraçları protesto eden akademisyenler darp edildi, yerlerde sürüklendi, cüppeleri polis postalları altında çiğnendi. Müdahale etmeye çalışan vekillerin boğazı sıkıldı.

Bu korku atmosferinde var olan rejimi dönüştürmeye yönelik, bir anayasa değişikliği için referanduma girmenin meşruiyetinden söz edilebilir mi? Sahi, bu arada, insanlar sokağa çıkamaz ve görüşlerini açıklayamazken, Erdoğan’ın meydanlarda, muhtarlar toplantısında kampanya yürütmesi, referandum sürecine nasıl bir meşruiyet kazandırıyor? Cumhurbaşkanını yetkilendiren bir hukuk kuralı mı var? Tarafsız ve herkesin cumhurbaşkanı olması gereken bir şahsiyetin referandumun taraflarından biri olması demokratik hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle bağdaşır mı?

Cumhurbaşkanın ve Başbakanın referandum için devletin paralarını ve imkânlarını kullanarak yürüttükleri kampanyalar canlı olarak yayınlanır, kampanyada hayır oyu verecekler terörist ilan edilir, iç savaş tehditleri havada uçuşurken, kim böyle bir sürecin meşruluğundan, demokratikliğinden söz edebilir?

Üstelik makam ve mevkiinin verdiği imkânları kullanarak, referandumda hayır oyu vereceklerin vergilerini harcayarak evet propagandası yapmak adil mi, bu silahların eşitliği kuralının çiğnenmesi değil mi, değilse, nedir?

DEVLET OLANAKLARI İLE YALANI KULLANMAK!

Devletin tüm olanaklarının “Evet” kampanyası için nasıl kullanıldığı raporlaştıran İzmir milletvekili Zeynep Altıok Akatlı’nın, 1 Mart – 20 Mart 2017 tarihleri arasındaki 20 günlük dönemde devlet görevlilerinin de dahil olduğu “Evet” kampanyasına ilişkin somut örnekleri şöyle:

Bunlarla birlikte AKP, uçağından makam aracına, resmi/ gayriresmi parti medyasından güvenlik güçlerinin kullanımına kadar devlet imkânlarına yaslanıyor. Bunlar yetmiyor, kısıtlı gücüyle hayır kampanyası yapanlar engelleniyor, eziliyor. Araçlarına el konuluyor. Bireysel kampanyalar soluğu nezarette alırken kurumsal kampanyalarda “Hayır” için ne salon veriliyor ne billboard…. Yani AKP tekçilik rejim tahkimatı için bütçeyi tepe tepe kullanıyor…

Nasıl bir tesadüfse, kaynak dağıtma işlerinin tamamı 2017 Nisan’ının ilk yarısına sıkıştırılıyor![32]

AKP TEKÇİLİK REJİM TAHKİMATI İÇİN BÜTÇEYİ TEPE TEPE KULLANIYOR
1 milyar TL emekli promosyonu öne çekildi Ziraat Bankası’nın Mayıs’ta ödeyeceği emekli promosyonu Nisan’a çekildi. Bankanın Şube Bankacılığı Grup Başkanı Süleyman Türetken açıkladı. 4.7 milyon emekli müşteriden 2.6 milyonuna 1 milyar TL ödenmiş. Mayıs’ta ödenecek promosyon bir ay öne çekilmiş. Devasa banka bu değil mi. Normalde böyle bir operasyonun rasyonel sebebi olması gerekir. Ama açıklanmadı. Nedense?
Çaykur’a 1500 geçici işçi Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik açıkladı. Çaykur’da istihdam edilmek üzere 1500 geçici işçi alınacak. İŞKUR bu alım için 4-13 Nisan’da ilana çıkacak. 1500 işçi, ailelerle en az 6 bin kişi demek.
Genç çiftçiye 30 bin TL tarım hibesi Tarımsal destekleme ödemesine de “genç, yoksul ve küçük yerde yaşayan çiftçi” ayarı geldi. Yine Bakan Çelik açıkladı. Nüfusu 20 binin altındaki yerlerde yaşayan çiftçiye toplam 4.2 milyar TL dağıtılacak. Yaş aralığı 18-41. Ücretli bir işte çalışmaması, eğitim sürdürmemesi gerekiyor. Çiftçi başına 30 bin TL hesaplara yatacak. Genç çiftçilerin 15 büyükbaş veya 50 küçükbaştan fazla hayvanı bulunmayan, 50’den fazla arılı kovanı olmaması lazım. Resmi Gazete’de yayımlandı.
Genç teknogirişimciye 150 bin TL sermaye desteği hibesi Aslında uygulama yeni değil. Her yıl zaten bir kaynak ayrılıyor. İncelik nerede mi? Başvuruların 10 Nisan’da başlaması. 150 bin TL’ye kadar yüzde 100 hibe desteği verilecek. 62 milyon TL’lik bütçenin yaklaşık yarısı bu etapta kullanılacak. Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü açıkladı.
KOBİ desteği Yine Bakan Özlü açıkladı KOSGEB kredilerini günlük olarak takip ettiklerini, kredi süreçlerinin bankalarla koordine edildiğini. Piyasaya 2.2 milyar TL girmiş. 185 bin KOBİ’ye daha bu destek sağlanacakmış. Günde yaklaşık 10 bin KOBİ bu destekten yararlanıyormuş.

Tüm bunlara eklenmesi gereken bir de yalan(ları) ve dolanlar(ı) var!

“Nasıl” mı?

BİR EK DAHA: TALAN(LARI) + KEYFİLİK

Bunların yanında talan(ları) ve keyfiliği atlamak mümkün mü?

Önce talan(ları)…

Sonra da keyfilik…

SALDIRI(LAR), BASKI(LAR), TERÖR(İZM)

Sadece bu kadar da değil! Bir de saldırı(lar), baskı(lar) ve devlet terörü var!

Bilmem biliyor musunuz?

Türkiye’de 15 ayda 264 barışçıl toplantı ve gösteri engellendi, 5 yılda 161 bin kişi hakkında işlem yapıldı. ‘Eşit Haklar İçin İzleme Derneği’nin ‘Toplantı ve Gösteri Hakkı İzleme Raporu’na göre, Ekim 2015-Aralık 2015 tarihleri arasında, müdahale edildiği tespit edilebilen barışçıl gösteri sayısı 37 oldu.

1 Ocak ile 10 Kasım 2016 arasında tespit edilebilen müdahaleye maruz kalan barışçıl gösteri sayısı 227 oldu. Müdahale edilen gösterilerin 160’ı basın açıklaması, oturma eylemi, gösteri yürüyüşü, 28’i kutlama, 16’sı anma, 8’i stant açma, bildiri dağıtma, çadır kurma, 5’i karşıt gösteriler ve 5’i de diğer gösterilerdi. 227 etkinliğin 32’si müdahaleye rağmen gerçekleştirildi, 183’ü ise yapılamadı. İhtara rağmen dağılmamak, yasa dışı slogan atmak gibi müdahale gerekçeleri yanında yapılan basın açıklamasında yer alan ifadeler de müdahale gerekçesi olabildi.

Güvenlik kuvvetleri 97 olayda biber gazı ve tazyikli su, 42 olayda ise darp, coplama gibi zor kullanımına başvurdu. Barikat kurarak gösteri alanına erişimin engellenmesi gibi fiili müdahale biçimleri ise 31 olayda kullanıldı. 9 etkinlikte orantısız güç kullanımı ve diğer engelleyici uygulamalar birlikte yer alırken bir olayda gerçek mermi kullanıldı.

Adalet Bakanlığı yıllık istatistiklerine göre 2011 ile 2015 yılları arasında 116 bin 804 kişi hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten soruşturma yürütüldü ve 67 bin 453 kişi hakkında dava açıldı. 2011 yılında hakkında soruşturma yürütülen kişi sayısı 16 bin 283 iken bu sayı 2012’de 17 bin 137, 2013’te 25 bin 965, 2014’te 26 bin 151 ve 2015’te 31 bin 268 oldu. Mahkemelerce son 5 yılda bu suçtan hakkında dava açılan 82 bin 924 kişiden 27 bin 278’i beraat etti, 7 bin 408 kişi mahkûm oldu. 8 bin 88 kişi hakkında ise hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verildi.[47]

Hızla birkaç şey daha sıralarsak…

OTOKRATİK (SİYASAL) REJİM VE 17 NİSAN SABAHI

Eski MHP’li bakan Kemal Göktaş’ın dahi, “16 Nisan’da otoriterleşmeyi kâğıda dökmek istiyorlar,”[66] dediği; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa ülkelerine, “Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı güvenle, huzurla sokağa adım atamaz,”[67] diye haykırıp “Hayır” diyenleri “terörist” ilan ettiği siyasal rejimi otokrasi dışında nitelemeniz mümkün değilken; 16 Nisan kadar 17 Nisan sabahını düşünmek gerekiyor…

Hatırlatmadan geçmeyelim: Otokrasi, iktidarın sağladığı yetkilerin bir kişide toplandığı rejimdir. İktidar, monarşilerde olduğu gibi, kan bağına dayalı biçimde bir hanedana veya diktatörlüklerde olduğu gibi bir partinin yönetici kliğine, münhasıran bir kişiye veya bir zümreye ait değildir. Düzenli aralıklarla yapılan seçimlerle bir kişiye belli bir süre için bütün yetkiler teslim edilir. Bu kişinin yeniden seçimi de sınırlandırılmıştır. Adı başkan, şef, lider, reis, ne olursa olsun, otokrat olarak seçilen kişinin karşısında, seçim yarışı dışında, karşı güç bulunmaz. Biçimsel demokratik kurumların varlığı devam eder ama bunların otokratın işlemlerini denetleme imkânı ancak kâğıt üzerinde vardır.

Otokrasiler genellikle oybirliği kültürünün hâkim olduğu, dolayısıyla siyasal çatışmaların ve görüş ayrılıklarının düzen bozucu, işleri gereksiz yere zorlaştırıcı olduğuna inanıldığı toplumlarda boy verir. Bunun bir adım ötesi, muhalif azınlıkların milletin bünyesine yabancı, toplumsal uyumu bozan, aykırı veya yabancı unsurlar olarak görülmesidir. Örneğin bugün AKP çevrelerinde halkoylaması öncesinde “Hayır” oyu vereceklerini ilan edenlerin, Sünnî-Türk toplumsal bünyenin dışında kalan, yabancılar olarak nitelendirilmesi bunun anlamlı bir örneğidir. Bu siyasal yaklaşım, kendisini doğal çoğunluk olarak addederek, seçimle milletin kurucu bir meşruiyeti lidere teslim ettiğini iddia eder. Bunun için bütün yetkiler kendisine verilerek başkan seçilen kişinin, kutsal bir davanın sahibi olarak görülmesi gerekir. Seçimli otokrasilerin, otokratın etrafında toplanmayı sağlayacak ve bunu sürekli kılacak bir büyük hikâyeye ihtiyaçları vardır. Taşkın bir etnik/ dinsel milliyetçilikle güçlendirilmiş bir yerlilik övgüsü ve onun tamamlayıcısı iç veya dış düşman figürü, otokrat seçiminin plebisite dönüşmesi için gereklidir.

Diğer taraftan, seçilen başkanın, iyi ve doğru olana millet ya da halk adına karar vermesini ve bunu toplumun bütününe dayatma yetkisini sınırlayan bütün kurumlar en azından gereksiz bir engel, bir ayakbağı olarak görülür. Çoğu zaman gereksiz olmanın ötesinde, ihanet odakları olarak damgalanır, gayri meşru addedilirler.

Bütün bunlara rağmen, seçimli otokrasi totalitarizm demek değildir. Çoğulculuğu dışlayan çoğunlukçuluğu, toplumun baştan ayağa ve en ücra hücrelerine kadar sarıp sarmalayacak katı ve tekçi bir ideolojinin dayatılmasına götürmez. Esas amacı, iktidarı aralıksız elinde tutmak ve bu çerçevede devleti mutlak biçimde kontrol etmektir. Seçim, halkın farklı istemlerinin ifade edilmesi anı değil, bu hegemonik iktidarın süresinin uzatılmasının aracı olarak görülür.[68]

Yeri gelmişken anımsatmadan geçmeyelim: Nazi rejiminin kurulmasında, Reichstag binasının yakılması, bunun ardından, çıkarılan Yetkilendirme Kararnamesi belirleyici bir rol oynadı.

Hitler bu yetkilendirme kararnamesine dayanarak OHAL ilan etti, kararnamelerle yönetmeye başladı. Sivil haklar askıya alındı, muhalefet medyası susturuldu, muhalifler tutuklanmaya başlandı. Hitler’in kanun hükmünde kararnameleriyle, Nazi üyesi ya da sempatizanı olmayanlar, Yahudiler devlet bürokrasisinden, okullardan, üniversiteden, sanat kurumlarından, yargıdan temizlendiler. Hitler, projesini muhafazakâr Merkez Sağ partinin parlamento üyelerinden, sindirerek, kimi tavizler vererek aldığı destekle ilerletti.

Devlet Başkanı Hindenburg ölünce, yerine kimse atanmadı, Hitler (Führer: Reis/ Lider), devletin, hükümetin, yürütmenin zirvesini şahsında birleştirdi. Artık Hitler, devleti bizzat yönetiyor, üst düzey bürokratları, yargının başındakileri, hükümetin üyelerini doğrudan atıyordu. Nihayet milletin geleceğini güvence altına almak için muhalefet partileri de yasaklandı…

Nazi hareketi yükselirken söylemini, milletin tarihsel liderlik misyonunu, ülkenin genişleme, büyüme arzusunu, milletin iradesini zayıflatarak engelleyen “öteki”den (iç ve dış düşmanlardan) kurtulma gereği, bir yeniden doğuş hamlesi üzerine kurdu. Millet tehlike altındaydı, çok uyanık olması gerekiyordu. İtalyan faşizmi de söyleminde sürekli savaştan söz ediyordu. Yukarıdaki süreç tamamlanırken, Yahudi soykırımının yanı sıra, komünistler, sosyalistler, LGBT bireyler, akıl hastaları, bedensel engelliler hedef alınıyordu.

Bugün, AKP liderliğinde siyasal İslâm kendini tüm Müslümanların lideri olarak görüyor. Ancak, bu liderlik misyonunu gerçekleştirecek millet iradesini, içerde “Hayır”cılar (laikler, Kürtler, Alevîler) zayıflatıyor.

Dışarıdaysa, Batı uygarlığı (Hıristiyan uygarlık) çöküyor. “İnsanlığın yaşadığı sosyal bunalımlara çare olabilecek en güçlü potansiyel, din olarak İslâm, tarihi tecrübe olarak da Müslümanlarda var” (tüm dış politika zaferleri de bunu kanıtlıyor). Batı, bu uygarlığı birleştirecek, ona liderlik sunabilecek bir “Yeni Osmanlı” Türkiyesi’nden çok korkuyor.[69]

Böylesine bir paranoyaklık Erdoğan’ın bugününde somutlanıyor!

2014-2017 YILLARINDA KENDİNİ BAŞKAN SANAN ERDOĞAN’IN MALİYETİ![70]
Kişi başına gelir 2014 yılında 12 bin 112 dolar iken, 2015 yılında 11 bin 14 dolara düştü. Yani bin 98 dolar azaldı! Kişi başına yaklaşık 4000 TL daha fakiriz.
2014’te en zengin yüzde 10’un geliri en düşük yüzde 10’dan 12.7 kat daha fazlaydı. 2015’te fark açıldı artık 13.3 kat fazla.
Resmi rakamlara göre işsizlik, 3 milyon 715 bin kişi. Gerçek işsiz sayısı ise: 6 milyon 514 bin kişi; İşsiz kadınlar: 1 milyon 579 bin; İşsiz gençlerin ise: 1 milyon 79 bin kişi oldukları düşünülüyor.
Ağustos 2014’te yüzde 10.1 olan işsizlik, Ekim 2016’da yüzde 11.8’e çıktı. İşsiz sayısı 703 bin kişi arttı. 15 Şubat 2017’de açıklanan raporda işsiz sayısı 590 bin artarak yüzde 12.1 çıktı.
TL 2 yılda, 150 para birimi içerisinde en çok değer kaybeden 12. para birimi oldu.
Yolsuzluk arttı, ahbap-çavuş düzeni derinleşti. Ahbap-çavuş ilişkileri endeksinde 6 basamak daha kötüye gittik. Ahbap-çavuş düzeni en yaygın olan 8. ülkeyiz.
Yolsuzluk algısında 11 ülkenin daha gerisine düşerek, 176 ülke arasında 75. sıraya geldik.
Hukukun üstünlüğün sıralamalarında 40 ülkenin daha gerisine düştük. 113 ülke arasında 99. sıradayız.
Basın özgürlüğü sıralamalarında 9 ülkenin daha gerisine düştük. 199 ülke arasında 71. sıradayız.
Ekonomik özgürlükte 15 ülkenin daha gerisine düştük, 178 ülke arasında 79. sıradayız.
İş yapma kolaylığında 18 ülkenin daha gerisine düştük. 190 ülke arasında 69. sıradayız.
Küresel rekabet gücünde 10 ülkenin daha gerisine düştük. 138 ülke arasında 65. sıradayız.
3 Ekim 2016’da 3.0031 TL olan 1 dolar, 14 Şubat 2017 itibariyle TL’nin yüzde 22 daha değer kaybetmesi sonucu 3.65 TL oldu. Böylece 3 Ekim sonrası TL 150 para birimi içerisinde en çok değer kaybeden para birimi oldu.
TL’nin her 1 kuruşluk değer kaybında Türkiye 3.73 milyar TL daha fakirleşiyor. Yani bugün itibariyle Türkiye 242 milyar TL daha fakirleşen bir ülke oldu..
1 Ocak 2017’den beri hükümet her yere ve her şeye zam yapıyor. Otoyol, köprü geçişlerinden ilaç ve sağlık katılım paylarına, petrolden beyaz eşyaya varıncaya kadar mal ve ürünlerin fiyatlarında artış oldu…
Bu tabloda 2017 Ocak ayı enflasyonu önceki 2016 Aralık ayına göre yüzde 2.46 arttı. Aylık enflasyon 5 senenin en yüksek seviyesine çıktı!.
Yıllık enflasyon ise yüzde 9.22 ile bir yılın zirvesine ulaştı. Sonuçta, emeklinin 2017’nin ilk yarısı için aldığı yüzde 4.73’lük zam, 2017 Ocak’ında aylık enflasyonun yüzde 2.46 çıkmasıyla daha ilk ayda eridi. Asgari ücretlinin ise aldığı 104 TL zam, uçtu gitti!

Bu kadar da değil!

Fiili tek adam yönetiminde geçen 2 yılı aşkın sürede ülkede büyüme yavaşladı, vatandaşın geliri eridi, borçlar tavan yaptı.[71] Bu dönemde işsizlik ve enflasyon yeniden çift haneye çıktı.[72]

Milli gelir fiili tek adam yönetiminde geçilen iki yılda toplamda 78 milyar dolar, yılda 39 milyar dolar geriledi. Böylece 2014’te 12 bin 112 dolar olan kişi başı gelir, 2016’da 10 bin 807 dolara düştü. Fiili tek adam yönetimi her bir vatandaşın cebinden 1305 doları çekip aldı.

Fiili tek adam yönetiminde Türkiye’nin işsizler ordusuna yüz binlerce kişi eklendi. İşsiz sayısı 2014 Ağustos ayından 2016 sonuna kadarki dönemde 763 bin kişi artarak 3.7 milyon sınırını aştı. Fiili tek adam yönetiminden önceki 31 yılda işsiz sayısı yıllık ortalama 50 bin kişi artarken, fiili tek adamlık döneminde işsiz ordusuna her yıl katılanların sayısı neredeyse beşe katlanarak 239 bine çıktı.

Tek adam yönetimi çift haneli işsizliğin yanında, çift haneli enflasyon da getirdi. Nohut, mercimek, zeytinyağı, yumurta gibi gıdalardaki fiyat artışı yurttaşların cebini yaktı. Etin yanına yaklaşılmaz oldu, sofraya konan her 1 kg etin 316 gramı fiili tek adamlık hevesine kaptırıldı. Akaryakıt fiyatlarındaki artış nedeniyle yurttaşlar, otomobillerinin deposunu doldurmak için iki yıl önceye göre yüzde 23 daha fazla para ödedi.

Fiili başkanlık yurttaşın ekonomisiyle birlikte ülkenin ekonomisini de sarstı. Dış borcun milli gelir içindeki payı fiili tek adam yönetiminde 4 puandan fazla artarak yüzde 47.2’ye çıktı. Türkiye’nin toplam borçluluğunu ifade eden ailelerin, şirketlerin ve kamunun borçlarının toplamı ise Türkiye’nin milli gelirini geçti.

Ülkenin ve halkın parası pul olurken ülkeye giren “kaynağı belirsiz para” ise rekor kırdı. 1980 ile 2002 arasında Türkiye’ye kaynağı belirsiz para girişi toplamda 0 (sıfır) idi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin görevde olduğu yıllarda ise kaynağı belirsiz para girişi 41.8 milyar dolara ulaştı. Bu kaynağı belirsiz paranın 21.4 milyar doları fiili tek adam yönetimindeki iki yılda Türkiye’ye girdi.[73]

Bu kapsamda “17 Nisan sabahı” mı? Bir liberal bile bakın ne diyor?

“Nisan sabahı, referandumun sonucu ne olursa olsun siyasal İslâmcı parti ya zafer sarhoşluğu içinde bugünleri aratacak bir dinbazlığa ve demokrasi değerlerinden köklü kopuşa hız verecek; Putin Rusyası gibi bir despotik iktidarla sarmaş dolaş, Suudi ve Katar sermayesi ile kucak kucağa demokrasi dışı bir maceraya yelken açacak ya da yenilginin öfkesi ve iktidarı kaybetme paniği ile hukuksuzluk, zorbalık ve dinbazlık silahını kullanarak tepemize çullanmayı deneyecek. Yani referandum sonrası bizler için çok ama çok çok daha zor ve zorlu günler demek. 17 Nisan sabahına şimdiden hazırlanmamak sadece ve sadece AKP’nin ve onun tepesinin ekmeğine yağ sürmek olacak.”[74]

EVET” ÇIKSA DA “HAYIR”!

Bu tabloda Ergin Yıldızoğlu’nun özenle altını çizdiği gibi, “Referandumdan ‘Evet’ çıksa da ‘Hayır’ demeye devam etmek gerekiyor.” Bu, ilk anda halkın iradesine saygısız, antidemokratik gibi görünen öneri, doğrudan adalet kavramıyla ilgilidir ve en azından üç nedene dayanıyor.

Birincisi: Referandumdan “Evet” çıkmasını isteyen Siyasal İslâmın liderliği, partisi-hareketi, demokrasiyi ortadan kaldırmayı, idam cezasını geri getirmeyi vaat ediyor.

İkincisi: Referanduma, “Evet” isteyen bir iktidarın OHAL yönetimi altında gidiyoruz. Siyasal İslâmın elindeki devlet aygıtları, yerel yönetimler “Hayır” diyenlere fiziki ve simgesel şiddet uyguluyor. “Hayır” kampanyasına saldıran siviller korunuyor, böylece “Hayır” diyenler korkutulmaya, yıldırılmaya çalışılarak, kampanya yapmaları, hatta düşüncelerini açıklamaları engelleniyor. Buna karşılık, devletin tüm maddi ve mali olanakları, uçaklar, otobüsler, meydanlar, salonlar “Evet” kampanyasının hizmetinde. Yerel yönetimler, “Evet” karşılığı seçmene, çeşitli “he” “diye”ler dağıtıyorlar.

Üçüncüsü: Referandumun güvenliğini sağlayacak, sonuçları denetleyecek kurumlar tarafsızlıklarını çoktan kaybettiler, Siyasal İslâmın denetimi ya da etkisi altındalar. Bu koşullarda gidilmekte olan referandumda olası yolsuzlukları, bunlara ilişkin itirazları soruşturacak tarafsız bir kurum yoktur. Bu koşullarda, güçler dengesi ve süreçteki ağır adaletsizlikler göz önüne alındığında, bu referandumdan çıkacak tek güvenilir, meşru, kabul edilebilir sonuç “Hayır” olacaktır.

Bu topraklarda kapitalist demokrasi, Batı’daki örneklerine göre her zaman çok sınırlı oldu. Ancak AKP rejimine gelene kadar, siyasetin egemen söylemi hep bu sınırların tartışılması, genişletilmesi, devletin, toplumun demokratikleştirilmesi, hatta insan hakları bağlamında şekillenmişti. Ülkedeki, emperyalizme bağımlı sermaye birikim modellerinin krizlerini aşma çabaları, demokratik hakların sınırlarına çarptığında, bu sınırları kapitalizmin andaki gereksinimlerine göre yeniden düzenlemek için gündeme gelen askeri darbeler bile “demokrasi” söylemini korumuş, demokrasiyi restore etme amacını daha baştan belirtmek gereksinimi duymuşlardır.

Askeri darbeler hep bu, sermayenin gereksinimleri – demokrasinin sınırları ilişkisini yöneten modele ait rejimlerdi. Askeri darbeleri, laikliği korumak için konmuş, kaynağı, toplumsal desteği belirsiz bir “vesayet” fantezisiyle açıklamaya kalmak, tarihi geriye doğru, darbelerin arkasındaki gerçek gücü (sermaye ilişkisini) gizleyerek yazmaya yönelik sığ bir çabadır. Anımsarsanız, Siyasal İslâm da AKP önderliğinde iktidara yükselirken devleti eline geçirene kadar projesini, demokratikleştirme, “vesayeti kaldırma” söylemi altında ilerletmiştir. Sermayenin, AKP’ye destek verdiği noktada “askeri vesayet” diye bir şeyin aslında olmadığı da ortaya çıkmıştır.

Bu referanduma giderken iktidar partisinin liderliğinin, destekçisi kanaat önderlerinin “demokrasi söylemini”, karanlık bir imparatorluk nostaljisi uğruna tamamen terk etmiş olduğunu görüyoruz.

Güçler ayrılığı yoksa anayasa da fiilen yoktur. Öyleyse artık sınırlı bile olsa demokratik bir rejimden söz edilemez. Referanduma sunulan “anayasa” “Evet” oyu alırsa, tüm yetki tek bir kişinin elinde toplanacaktır. Öyleyse yeni anayasa aslında, onaylandığı anda, dinci-totaliter bir rejimin kurulmasının aracısı olarak fiilen yok olacaktır.

Bu yeni rejime, en azından, anayasal bir bağlayıcılığı (hukuk devletini) ortadan kaldıracağı için “Hayır” demek, eğer “Evet” çıkarsa da bu süreçteki adaletsizliklerden dolayı “Hayır” demeye devam etmek gerekiyor. Evet, referandumda oy verecek bireyler vardır. Ama hakikâtler de vardır. Adalet ise bunların başında gelir. Adalet arzusunu tatmin etmeyen her rejime direnmek insan olmanın gereğidir.[75]

“SON” DEĞİL ELBETTE

“Demokratik otoriter bir dönem kaçınılmaz!” diyen AKP kalemşörlerinden Ömer Atlaş,  “Tarihin acelesi yok. ‘Kutupsuz dünya’ döneminde Türkiye büyüyecek. Kızıldeniz yarılıyor. Sular çekiliyor. Tarih kırılıyor. Kutuplar dağılıyor. Yeni ve büyük bir yürüyüş yolu belirdi… Türkiye devrimi, işte böylesi bıçak sırtı bir sınavdan geçiyor!”[76] vurgusu ile ekliyor:

“Halkların diyalektiği, İslâmlaştıklarında da değişmedi. Bu kez her şey Tevhit-Şirk çaprazına oturtuldu. Ya İman ya Küfür! Keskinlik, sonraki zamanlarda form değiştirdi.

Bu ülke evlatlarının kimi Batıcı, Solcu kimi Laik, Milliyetçi, kimi de İslâmcı ve tarikat ehli oldu… Kesişim alanı yok. Gri bölge yok. Müsamaha sıfır. Üstünlük, sertlikte!… Bu durum, bir miktar celadet, şecaat, gazap, kararlılık ve sertliği gerektiriyor!

Yolun ortasındayız. Türkiye, azgın dalgalarda maharetle yol alıyor. Bu müstevada Devlet, otoriter olmak zorunda. Muvakkat, yaratıcı, demokratik otoriter bir dönem kaçınılmaz. Muvakkat; zira otoriterlik Jakobenizm’e dönüşebilir. Yaratıcı; çünkü bu özellik özgünlüğü, özgürlüğü ve huzuru var edecektir. Demokratik; ülke, ileri demokrasiyle idare edilecektir. Otoriter; zira devlet beka sorunu yaşıyor, tabii olarak güvenlik birincil önceliği olacaktır.”[77]

“15 Temmuz, siyasetin Big Bang’i olarak kodlanmalı. Big Bang Öncesi ve Big Bang Sonrası şeklinde net bir ayrım yapılmalı. Aksi hâlde maya tutmaz. Bing Bang sonrası evrenin koşullarına göre; yeniden örgütlenmeli! O kaos gecesinde yeni bir siyasi evren doğdu. İktidar, muhalefet gibi politik olguların anlamı değişti. Devlet, bir ‘başa’ ivedi ihtiyaç duydu… Bu evrenden geriye dönüş yok! Temel sorun; bu evrenin dilinin henüz tekâmül etmemesi. Bu sıralamanın ifası, 16 Nisan ertesine kalmamalı! Hasat, zamanında yapılmazsa bütün emek, kurda kuşa yem olur.”[78]

Denilenler ya da “murat”ları çok açıkken; referandum süreci eşitsiz ve adil olmayan koşullarda gerçekleşiyor. İktidar devletin tüm olanaklarını kullanarak “Evet” propagandasını sürdürüyor. Haksızlığın, şiddetin, zorbalığın, yalanın en önemli silahları olarak kullanılıyor.

Bunlara karşın, sokaklarda yükselen “Hayır” haykırışının mücadele hattının militanca örülmesinden başka anlamı yoktur.

Buna rağmen “Ya Evet çıkarsa…” mı?

Yanıt çok net: Boyun eğmeyiz. Diz çökmeyiz. Teslim olmayız. Mücadeleye aynı kararlılık ve inatla devam ederiz.

Yok eğer 17 Nisan sabahı “Hayır” çıksa, o zaman da yeni bir saldırı dalgasına hazır olmalıyız.

Nihai kertede “Evet” veya “Hayır” çıkması radikal sosyalistler açısından çok şeyi değiştirmeyecek.

“Devrim” diyenler için tek yol, her imkânı kapitalizme karşı mücadeleye tahvil etmektir ve siyasal mücadelenin dışında başka bir çözüm yoktur.

Bu çerçevede diyeceklerimi: Albert Camus’nün, “İnsan ‘Ne ise o olmayı’ reddeden tek yaratıktır,” sözleri eşliğinde Nâzım Hikmet Ran’ın dizeleriyle noktalıyorum:

“kardeşim

sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana

uçak sağ salim inebilsin meydana

doktor gülerek çıksın ameliyattan

kör çocuğun açılsın gözleri

delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken

birbirine kavuşsun yavuklular

düğün dernek yapılsın hem de

susuzluk da suya kavuşsun

ekmek de hürriyete

kardeşim

sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana

onların dediği çıkacak

eninde de sonunda da…”

6 Mart 2017 16:02:42, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 13 Nisan 2017 tarihinde Pınarbaşı Halk Meclisi’nin Nazilli’de düzenlediği “Hayır” etkinliğinde yapılan konuşma…

[2] Karl Jaspers.

[3] Orhan Bursalı, “… ‘Yaşasın Reis’ ve ‘Hepiniz Gebereceksiniz’ Kitlesi ile Bir Referandum Yapılabilir mi?”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.6.

[4] Orhan Bursalı, “Demokrasi veya Otokrasi Değil: Timokrasi!”, Cumhuriyet, 12 Mart 2017, s.6.

[5] Pınar Öğünç, “Paker: Psikososyal Dengemiz Bozuldu”, Cumhuriyet, 15 Mart 2017, s.11.

[6] Ahmet İnsel, “Hayır Diyenler Terörist Değilse, Zimmî!”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2017, s.11.

[7] Ergin Yıldızoğlu, “Evet = Felaket”, Cumhuriyet, 20 Mart 2017, s.9.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Silivri’ye Mektup”, Cumhuriyet, 13 Mart 2017, s.9.

[9] Pınar Öğünç, “Hitler’li İki Tespit”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.11.

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Yarın Çok Geç Olacak!”, Cumhuriyet, 16 Mart 2017, s.9.

[11] Alican Uludağ, “Türkiye’nin Utanç Rekoru”, Cumhuriyet, 30 Mart 2017, s.10.

[12] İklim Öngel, “Suskun Türkiye”, Cumhuriyet, 21 Mart 2017, s.11.

[13] Hazal Ocak, “Kaşıkla Verip Kepçeyle Almışlar”, Cumhuriyet, 7 Mart 2017, s.3.

[14] Deniz Ülkütekin, “Dindar Nesil Son Hız”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.3.

[15] Burcu Cansu, “MEB, ‘Kur’an’ın Genç Muhafızları’ Yarışması Düzenliyor”, Birgün, 17 Şubat 2017, s.3.

[16] Canan Coşkun, “Avrupa Krizi Duruşma Salonuna Yansıdı…”, Cumhuriyet, 31 Mart 2017, s.10.

[17] Kemal Göktaş, “Kız Öğrenciye Ölü Bebek Fişlemesi”, Cumhuriyet, 14 Mart 2017, s.3.

[18] Ozan Çepni, “Hayat Boyu Fişlemenin Önü Açıldı”, Cumhuriyet, 1 Mart 2017, s.12.

[19] “Denizli’de Suriyeli Sığınmacıların Evine Taşlı Saldırı”, Cumhuriyet, 20 Mart 2017, s.3.

[20] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Evet’ Bir Güvenlik Riskidir”, Cumhuriyet, 27 Mart 2017, s.9.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “ ‘Evet’ ile Nereye?”, Cumhuriyet, 30 Mart 2017, s.9.

[22] Temel hak ve özgürlükler var gibi yapılıyorsa; gerçekte yoktur, biçimsel olarak kâğıt üzerindedir ve gerçek değildir. Referandum sürecinde yapılanlar budur. (Fikret İlkiz, “Anayasa ve Biçimsel Demokrasi”, Bianet, 18 Mart 2017… http://bianet.org/bianet/siyaset/184623-anayasa-ve-bicimsel-demokrasi)

[23] Miyase İlknur, “1982 Anayasası ve Başkanlık Anayasası… ‘Evet’in Dili Bire Bir Aynı”, Cumhuriyet, 21 Mart 2017, s.5.

[24] Enis Coşkun, “Değişimin Görünen ve Görünmeyen Hedefleri”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.7.

[25] Orhan Bursalı, “Güçler Ayrılığı Yoksa Anayasa da Yoktur”, Cumhuriyet, 20 Mart 2017, s.6.

[26] Enis Coşkun, “Yargıya Baskının Sonu Dikta Rejimleri”, Cumhuriyet, 29 Mart 2017, s.6.

[27] İklim Öngel, “Devlette ‘Hayır’ Yok”, Cumhuriyet, 27 Mart 2017, s.5.

[28] Kemal Göktaş, “Kaymakama ‘Evet’ Koruması”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.6.

[29] “CHP’li Engin Altay: Cumhurbaşkanı’na Sesleniyorum, Bu Vicdana ve Ahlâka Sığmaz”, Cumhuriyet, 18 Mart 2017, s.5.

[30] “AKP’li Ebubekir Gizligider’den Kız Yurdunda ‘Evet’ Propagandası”, Cumhuriyet, 22 Mart 2017, s.5.

[31] İklim Öngel, “Muhtar Sadece Saray’da Özgür”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.4.

[32] Çiğdem Toker, “AKP’nin Orantısız Gücü Cebimizden”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2017, s.8.

[33] Kemal Kılıçdaroğlu, 16 Nisan günü yapılacak anayasa değişikliği referandumuna ilişkin “Önümüze gelen anayasa değişikliğine göre, başkan iki dönem seçilebiliyor. Üçüncü dönem seçilemiyor. İkinci dönemin sonunda Meclis’i feshedebilir. Kendisi de seçime gider. Böylece ne olacak? 5 yıllık süreyi doldurmadığı için üçüncü dönem de seçilme ihtimali olacak. Asıl amaç bu,” dedi. (“Kılıçdaroğlu: Üçüncü Dönem de Seçilme İhtimali Olacak”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.4.)

[34] “Erdoğan’ın ‘Yok’ Dediği Madde, AKP’nin Kitapçığında”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.5.

[35] “AKP’den İkinci Kabataş Yalanı: Hayır’cılar Kızlarımızın Başörtüsünü Zorla Çıkarmışlar”, Cumhuriyet, 27 Mart 2017, s.5.

[36] “Tüfenkci: Cumhurbaşkanlığı Sistemi Ticareti 5 Kat Büyütecek”, Star, 28 Mart 2017, s.7.

[37] Barış Ergin, “… ‘Evet’ Piyasayı Rahatlatır ‘Hayır’ Belirsizlik Yaratır”, Sabah, 23 Mart 2017, s.8.

[38] Oya Armutçu, “Frankfurt’taki ‘Uyanık’ Seçmen”, Hürriyet, 1 Nisan 2017… http://www.hurriyet.com.tr/frankfurttaki-uyanik-secmen-40414357

[39] Aykut Küçükkaya, “Bakan Kardeşi Olmak Varmış”, Cumhuriyet, 17 Mart 2017, s.6.

[40] Aykut Küçükkaya, “Baba-Oğul Bağcılar’ı Bağlamış”, Cumhuriyet, 18 Mart 2017, s.3.

[41] Aykut Küçükkaya, “… ‘AKP’li Oğlum’ Sağ Olsun”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.10.

[42] Mahmut Lıcalı, “TRT Yasa Tanımıyor”, Cumhuriyet, 29 Mart 2017, s.4.

[43] “Hâkimler Açığa Alındı”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.12.

[44] Ankara Barosu Yönetim Kurulu’nun kararında Avukatlık Kanunu’nun olağan dönemlere ilişkin düzenlendiği ve OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler söz konusu olduğunda uygulanmayacağı belirtildi. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre olağanüstü hâl sırasında çıkartılacak KHK’ler ile olağanüstü hâlin ilanının amacı ve süresi ile sınırlı idari düzenlemeler yapılabileceği belirtilen kararda, Yiğiter’in ihraç edildiği 679 sayılı KHK’deki “Görevine son verilenler bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemez, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler” denildiği hatırlatıldı. Kararda şöyle denildi: “Bu kapsamda her ne kadar avukatlığa kabulde engelleri düzenleyen Avukatlık Kanunu’nda, kesinleşmiş mahkeme kararı veya disiplin kurulu kararı aranmakta ise de iş bu yasanın olağan dönemlere ilişkin olarak düzenlenmiş olduğu ve ilgilinin kamu görevinden ihracını düzenleyen 679 sayılı KHK’nin iptal edilmediği de dikkate alındığında, OHAL’in sona ermesinden sonra talebi hâlinde yeniden değerlendirilmesi düşüncesi ile oy çokluğu ile talebin reddine karar verildi.” (Kemal Göktaş, “Baro da Hukuku Askıya Aldı”, Cumhuriyet, 14 Mart 2017, s.12.)

[45] Kemal Göktaş, “AYM İhlâle Ortak”, Cumhuriyet, 30 Mart 2017, s.11.

[46] “Kemal Kurkut’un Ölümüne Neden Olduğu İddia Edilen Polisler Hakkında Savcılığın Tutuklama Talebine Ret”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2017, s.11.

[47] Kemal Göktaş, “Dışarıda ‘Demokrat’ İçeride Yasakçı”, Cumhuriyet, 16 Mart 2017, s.11.

[48] “Tek Bir Ölüm Bile Soruşturulmadı”, Cumhuriyet, 11 Mart 2017, s.11.

[49] “Kemal Kurkut Niye Öldürüldü?”, Cumhuriyet, 24 Mart 2017, s.12.

[50] “Bilgi Üniversitesi’nde 8 Mart Standı Açan Kadın Öğrencilere Bıçaklı Tekbirli Saldırı”, Cumhuriyet, 9 Mart 2017, s.10.

[51] “Var mı Burada ‘Hayır’ Verecek?’ Diyerek Ateş Açtı: 1 Ölü”, Cumhuriyet, 30 Mart 2017… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/710432/_Var_mi_burada__Hayir__verecek___diyerek_ates_acti__1_olu.html

[52] “AKP’li Uzlu’dan ‘Hayır’cılara: Cesetlerinizden Köprü Yapmayan Namerd Olsun”, 5 Nisan 2017… http://www.hbr24.net/2017/04/akpli-uzludan-hayircilara-cesetlerinizden-kopru-yapmayan-namerd-olsun/

[53] Tayfun Atay, “Kaç On Yüz Bin Milyon Kişi Geberecek?”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2017, s.3.

[54] “Brüksel’de Referandum Oylamasında HDP’lilere Bıçaklı Saldırı: 3 Yaralı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2017, s.4.

[55] Soner Hasırcıoğlu, “Saadet Partisi’ni İsyan Ettiren Olay”, Hürriyet, 1 Nisan 2017… http://www.hurriyet.com.tr/saadet-partisini-isyan-ettiren-olay-40413610

[56] “HDP’nin Hayır Mitinginde Gerginlik… Polis Havaya Ateş Açtı”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2017, s.5.

[57] Sinan Tartanoğlu, “Diyarbakır’da ‘Hayır’a Sokağa Çıkma Yasağı”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.7.

[58] “Urfa’da HDP’nin Figen Yüksekdağ’lı Afişleri Toplatıldı”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.6.

[59] Zehra Özdilek, “… ‘Hayır’lı Danstan Korktular”, Cumhuriyet, 30 Mart 2017, s.3.

[60] “Sinop’ta ‘Hayır’ Paylaşımı Yapan Hakem Açığa Alındı”, Cumhuriyet, 25 Mart 2017, s.4.

[61] Hakan Dirik, “Akademide Kıyım Kantine Kadar İndi: Atılsam da HAYIR!”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.6.

[62] “… ‘Mücadeleye Devam’ Tweeti Tutuklama Gerekçesi Sayıldı”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2017, s.5.

[63] Canan Coşkun, “Böyle Buyurdular”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2017, s.11.

[64] “Öğrencileri Bilal Erdoğan’ı Dinlemeye Götürenler Hakkında Soruşturma”, Cumhuriyet, 23 Mart 2017, s.5.

[65] “Ülker’in Reklamı AKP’lileri Kızdırdı, Murat Ülker Açıklama Yaptı”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2017, s.6.

[66] Kemal Göktaş, “Gürcan Dağdaş: ‘Hayır’ın Çıkması Engellenemez”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.11.

[67] Hasan Ay, “Maske Takanlara Haydut Muamelesi Yapacağız”, Sabah, 23 Mart 2017, s.28.

[68] Ahmet İnsel, “Günümüzde Otokrasi Üzerine”, Cumhuriyet, 28 Mart 2017, s.11.

[69] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Evet’ ve ‘Uygarlıklar Çatışması’…”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.9.

[70] Fikri Sağlar, “Ulufeler de Kurtaramayacak!”, Birgün, 16 Şubat 2017, s.8.

[71] Elmada üretici ile market fiyatı arasındaki fark yüzde 485. Kilosuna 4 TL ödeniyor ama üretici 67 kuruş kazanabiliyor. (“Tarlada 67 Kuruş Markette 4 Lira”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.8.)

[72] İklim Öngel, “Tek Adamın Yurttaşa Faturası Ağır Oldu”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2017, s.9.

[73] “Başkanlık Hevesi Halkı Cebinden Vurdu”, Birgün, 3 Nisan 2017, s.11.

[74] Aydın Engin, “Referandum Öncesi Zor, Sonrası ‘Çok’ Zor”, Cumhuriyet, 19 Mart 2017, s.10.

[75] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Evet’ Çıksa da ‘Hayır’!”, Cumhuriyet, 23 Mart 2017, s.9.

[76] Ömer Altaş, “Türkiye Modeline Doğru-I: Türkiye Modeli ve Milli Bilinç”, 9 Mart 2017… http://www.haber10.com/yazar/omer_altas/turkiye_modeli_ve_milli_bilinc-692215

[77] Ömer Altaş, “Türkiye Modeline Doğru-III: Demokratik Otoriter Bir Dönem Kaçınılmaz!”, 5 Nisan 2017… http://www.haber10.com/yazar/omer_altas/demokratik_otoriter_bir_donem_kacinilmaz-697319

[78] Ömer Altaş, “Türkiye Modeline Doğru-II: Big Bang Öncesi ve Sonrası”, 23 Mart 2017… http://www.haber10.com/yazar/omer_altas/big_bang_oncesi_ve_sonrasi-694954

Exit mobile version