Yeri geldi Kürtçe olarak nakledeyim: “Yek ji rêyên xapandina çîna karkeran jî bangeşeya pasîfîzm û dirûşmên razber ên aştîyê ye. Di bin kapîtalîzmê de, bi taybetî di asta wê ya emperyalîst de, çêbûna şeran jênerevîne. Aştîyeke ji alîyê emperyalîstan ve bê biryar dan, dibe ku tenê dema bêhnvedaneke pêşya şerek nû be. Tenê têkoşîna girseyek şoreşger ya li himber şer û emperyalîzma şer dihilberîne dikare aştîya rast pêkbîne. Heta ku çend şoreş çênebe, qaşo aştîyeke demokratîk utopya ya çîna navîn e,” der V. İ. Lenin…
EMPERYALİST YERKÜREDE BARIŞ (YALANI) VE SAVAŞ (GERÇEĞİ)[*]
TEMEL DEMİRER / Diğer yazılar için tıklayınız
“Halka adalet yoksa,
‘Dünya Barış Günü’nü dair anımsatılması gereken ilk şey: Hitler’in faşist Almanya’sının 1939’un 1 Eylül’ünde Polonya’yı işgali; bunun da İkinci emperyalist paylaşım savaşının başlangıcı olmasıdır.
O hâlde barış talebini yükseltirken; sınıflı sömürücü yapıların (ve özellikle de kapitalizmin) savaş gerçeğini devreye soktuğunu bir an dahi unutmamak gerekiyor.
Savaşın bir ekonomi-politiği olduğunun göz ardı edilmesi mümkün değilken; savaşsız bir kapitalizmin hayal (ya da yalan) olduğu “es” geçilmemelidir.
* * * * *
Hepsinden önce, barışı “mutlaklaştıran” mistifikasyonlara da, haksız savaşlara da karşı olduğumun altını özenle çizmeliyim.
Evet, evet “Savaşın iyisi, barışın kötüsü yoktur,” diyen Benjamin Franklin’in ya da Ralph Waldo Emerson’un, “Zafer tanrısının tek kollu olduğu söylenir, oysa barış iki tarafa da zafer getirir,” saçmalığına “Hayır” diyen bir Marksist-Leninist olarak, “Pacem in tenis”tan[2] yanayım ve Pablo Neruda gibi, “Bütün yaşayanlar için;/ Bütün sular, bütün topraklar için/ Barış olsun!” derim…
Ama sormadan da edemem: Kapitalist dünyada en çok kirletilen, anlamsızlaştırılan sözcüğün “barış” olduğunu bilmeyen var mı?
“Barış süreci”, “müzakere”, “diyalog”, “âkil insan”lar gibi zırvaların ardından bunu hâlâ anla(ya)mayan varsa ne yazık; “barış” üzerine düşünürken, V. İ. Lenin’in, “Yalancılar ve ikiyüzlüler, beyinsizler ve körler, burjuvazi ve yandaşları, genellikle özgürlük, genellikle eşitlik ve demokrasi konusundaki boş sözleri ile halkı aldatmak isterler. İnsanlara şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın!” uyarısını anımsamamak mümkün mü?
* * * * *
“Barışçı (burjuva) mutluluk”[3] yalanlarına itibar etmeden; eğri oturup, doğru konuşalım…
Bir Marksist-Leninist olup da, sınıf mücadelesini, haklı savaş(lar)ı savunmamak, bu “olmaz olmaz”lara sırt çevirmek mümkün mü?
Evet Christopher Marlowe gibi, “Savaşı ilk bulup çıkaranın yeddi ceddine lanet!” desem de; Mao Zedoung’un şu saptamalarının da altını çizmeden yapamam:
“Biz savaşın yok edilmesi taraflısıyız. Ama savaş ancak savaşla yok edilebilir. Ortada tüfek kalmaması için tüfeğe sarılmak gerekir.” “Bizim savaşımız, kutsal ve haklı, ilerici ve amacı barış olan bir savaştır. Amaç, yalnız bir ülkede değil, bütün dünyada barış, geçici değil, sürekli barıştır.”
* * * * *
Doğrudur; bir Marksist-Leninist, “barış” deyince, dillerden düşmeyen “barış söylenceleri”nden çok farklı bir şeyden söz eder.
Bizim barışımız ortalamacı genellemelerin “sınıflar üstü” yaygaralarına benzemez, benzeyemez. Çünkü “barış” dediğinizde herkesi kesen bir tanım imkânsızdır. Sınıflı dünyada kimileri için “barış” denilen savaşın ta kendisidir.
V. İ. Lenin’in, “Devrimler olmaksızın sözde demokratik bir barış, dar kafalı bir ütopyadan başka bir şey değildir,” saptamasına sahip çıkan Marksist-Leninistler olarak, “Barış istiyorsan savaşa hazır ol” düsturunun varisiyiz.
Egemenlerin “barış söylenceleri”, sonuna dek ikiyüzlüyken; burjuvazi bize savaştan daha çok bir şey vermezken; Friedrich Engels’in, “Silahı ilk siz çektiniz bay burjuvazi”; Rosa Luxemburg’un, “Çağrınızı aldık” sözlerini terennüm etmemiz gerekmez mi?
* * * * *
“İyi de doğru olan ne” mi?
V. İ. Lenin’in altını ısrarla çizdiği üzere, savaş ile barış aslında o kadar da birbirini dışlamaz. XIX. yüzyılın askeri dehası Carl von Clausewitz, “Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” der ve V. İ. Lenin de bu saptamayı onaylar.[4]
Savaşlar birilerinin art niyetinden doğmaz; belli sınıf çıkarlarını ifade eden belli politikalar güzellikle, diplomasi vb yoluyla hâlledilemediği için başka yollara (“silaha”) başvurulur. Diğer yandan, barışın “barışçıl olduğu” da bir hayli tartışmalıdır. Kapitalizmde “barışçıl” denen dönemlerde, ezilenler ile ezenler arasında kıyasıya bir mücadele (savaş) devam eder ve “barışçıl” denen dönemler de neredeyse savaş dönemleri kadar cana mal olur!
Gündelik hayatta savaş dediğimiz şey bu silahlı barış dönemindeki örtünün kaldırılması ve tamamen hunhar bir şekle bürünmesidir. Bu yüzden V. İ. Lenin şunların alını ısrarla çizer: “Biz savaşların ülke içindeki sınıf mücadelesiyle kaçınılmaz bağa sahip olduğunu görüyoruz; sınıflar kaldırılıp sosyalizm kurulmadığı müddetçe savaşın yok edilemeyeceğini biliyoruz. Keza biz iç savaşları, yani ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı, kölelerin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine ve ücretli işçilerin burjuvaziye karşı yürüttükleri savaşları meşru, ilerici ve zorunlu görmemiz bakımından da onlardan ayrılıyoruz. Biz Marksistler her savaşı tarihsel olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğini düşünmemiz bakımındansa hem pasifistlerden hem de anarşistlerden ayrılıyoruz.”
İş bu nedenle Marksist-Leninistler ne soyut bir şekilde savaş karşıtı, ne de toptancı bir şekilde barış yanlısıdır. Zira konuya ilişkin olarak Carl von Clausewitz söylediklerinde haklıdır: “Fethedenler her zaman barış meftunudur, zira savaş savunmadakilerin saldırganlarına yönelttikleri direnişten doğar.”
Yani kapitalizmde zulmün çeşitli şekillerine direniş eli kolu bağlı oturup durmaktan çok daha barışçıl bir tavırdır. O hâlde ezilenler için direniş meşru ve doğruyken; ezenlerin savaşı ise kirlidir ve tam da bunu için barış talebi şarttır; ama onurlu bir barış.
V. İ. Lenin’e göre, onurlu bir barış ancak neyin ne olduğunu hiç evirip çevirmeden ortaya koymakla mümkündür. Söz konusu savaşın (“direnişin”) nasıl çıktığını, kimin çıkarlarına hizmet edip kimin çıkarlarına taş koyduğunu, daha özele inersek örneğin hangi seçim sonuçlarını hazmedememenin bir ürünü olduğunu vb sarih bir şekilde açıklamak, geniş kesimlere anlatmak gerekiyor. Dolayısıyla V. İ. Lenin barışı mücadeleye, isyana, devrime bağlar.[5]
* * * * *
Burada önemli ve vazgeçilemez olan, “Her şeye karşın barış” yalanına sarılanlara karşı çıkabilmektir.
Tam da bu konuda “Pasifizm ve soyut barış propagandası, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların yanlış yönlendirilmesinin bir biçimidir. Kapitalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır… Geniş yığınların, aynı zamanda, devrimci eylemlere çağrılmadığı barış propagandası, günümüzde sadece hayaller uyandırmaya yarar, proletaryayı, sadece, burjuvazinin insancıllığına inanmasını talep ettiği için ayrıştırır. Proletaryayı, sadece, savaş sürdüren ülkelerin gizli diplomasisinin oyuncağı yapabilir,” diyen V. İ. Lenin ekler:
“Bu emperyalist savaş sırasında, burjuva hükümetlerine barış üzerine tatlı nutuklar atan herkes, bunun bilincinde olsun ya da olmasın, mutlak olarak benzer bir rol oynamaktadırlar… Burjuva hükümetlerine barış üzerine yöneltilen sözler gerçekte sadece halkı aldatmaktır.”[6]
“Kendi emperyalist hükümetine ve kendi emperyalist burjuvazisine karşı kayıtsız şartsız devrimci mücadelenin ilkesi: ‘Baş düşman kendi ülkendedir’, yapmacık sosyal pasifist lafazanlığa karşı (sosyal-pasifist sözde sosyalist, pratikte burjuva pasifistidir; burjuva pasifistleri sermayenin boyunduruğunu ve egemenliğini silkip atmadan ebedi barış düşü görürler) ve bugünkü savaşla bağıntı içinde proletaryanın devrimci mücadelesinin ve proleter, sosyalist devrimin olanağını ya da yerindeliğini ya da zamana uygunluğunu reddetmeye kalkışan tüm bahanelere karşı acımasızca mücadeledir.”[7]
* * * * *
Kimileri bu Leninist yönelimi “sekter” ya da “imkânsız” veya “dogmatik” bulabilir! Ama emperyalist yerkürenin gerçekliği orta yerdedir ve V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzeredir:
“Emperyalizm, tekellerin ve finans kapital hâkimiyetinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının ön planda bir önem kazandığı, uluslararası tekeller arasında dünyanın paylaşılmasının başladığı ve büyük kapitalist ülkeler arasında bütün yeryüzünün paylaşılmasının son bulduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.
Temel gerçek şudur ki sermaye dev boyutlara ulaşmıştır. Küçük bir sayıda büyük kapitalistleri içine alan ortaklıklar (karteller, patron sendikaları, tröstler) milyarları kucaklamakta ve evreni aralarında pay etmektedir. Yer yuvarlağının bütün yüzü paylaşılmıştır.”[8]
“Onlar [kapitalist ülkeler] sömürgelerin paylaşılması uğruna bir kez daha birbirlerinin boğazına sarılmak istiyorlar. Ve yeni bir emperyalist savaş mayalanıyor ve onun çıkması engellemez. Kapitalistler, tek tek kötü insanlar oldukları için değil (birey olarak onlar diğer insanlardan farksızdır); içine düştükleri mail darboğazları başka türlü aşamayacakları için, bütün dünya borç içinde olduğu, boyunduruğa vurulmuş olduğu için, özel mülkiyet her zaman [kaçınılmaz olarak] savaşa yol açmış olduğu ve bundan sonra da yol açacağı için engellenemez.”[9]
* * * * *
İyi de “… ‘Savaşçı veya barışçı yol’ Marksizm’in meselesi değildir. Savaş veya barış ikilemi, Marksistlerin değil, revizyonistlerin meselesidir,” diyen Mahir Çayan’ın yoldaşları olarak tavrımız ne olmalıdır mı?
Bu konuda Almanya’da ve Avrupa’da 1848-1849 Devrimi’nin yenilgisine dair değerlendirmelerinde, “Silah ve örgütlenme, işte kurtuluşun ve yoksulluğu yok etmenin temel kuralı ve kesin yolu! Kılıç kimde ise ekmek de onda! Silahın karşısında herkes diz çöküyor oysa silahsız kalabalığı hemen dağıtıyorlar. Silahlı proleterler için hiçbir şey olanaksız olmayacak, tüm engeller, her karşı koyuş yok olacak. Ama sokaklarda gezinerek, özgürlük ağaçları dikerek, barış güvercinleri uçurarak, ahenkli cümleler kurularak oyalanan proleterlere, başlangıçta kutsal su, sonra hakaret, sonunda da kurşun ve daima yoksulluk…” notunu düşen Karl Marx’ın saptaması eşliğinde, V. İ. Lenin’in 1915 yılında ‘Proletarskaya Revolutsiya’da yayınlanan “Barış Sorunu” başlıklı makalesindeki net yanıt şudur:
“Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrime başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.”
“Birbirine karşıt olan iki sınıfı, iki siyasal çizgiyi, en farklı şeyleri ‘birleştirici’ bir formül yardımıyla uzlaştırma amacını güden değil, ama yığınların, propaganda ve uyarma yoluyla, sosyalizmle kapitalizm (emperyalizm) arasındaki kapatılamaz farklılığı görebilmelerini sağlayacak sloganlar ortaya atılmalıdır.”[10]
* * * * *
“Sonuç” mu?
Emperyalizm var olduğu sürece, barış olmaz; olsa olsa “ateş kes” dönemleri olabilir ki, bu da “barış” değil, savaşa hazırlıktan başka bir şey değildir.
Ha bir şey daha: Refik Durbaş’ın, “Barışı sever bütün çocuklar/ beştaş, saklambaç, elim sende/ Barış sözcüğünün halkların dilinde/ Bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez/ Barış koyun çocukların adını,” dizelerini durmadan terennüm etsem de; “Yankee go home”, “Amerika katil katil” diye haykıran bir kuşağın mirasçısı olarak; emperyalizmle, emperyalistlerle, özellikle de ABD canavarıyla barış yapılmayacağı, barışılamayacağı iddiasından geri adım atmam mümkün değildir.
Yeri geldi Kürtçe olarak nakledeyim: “Yek ji rêyên xapandina çîna karkeran jî bangeşeya pasîfîzm û dirûşmên razber ên aştîyê ye. Di bin kapîtalîzmê de, bi taybetî di asta wê ya emperyalîst de, çêbûna şeran jênerevîne. Aştîyeke ji alîyê emperyalîstan ve bê biryar dan, dibe ku tenê dema bêhnvedaneke pêşya şerek nû be. Tenê têkoşîna girseyek şoreşger ya li himber şer û emperyalîzma şer dihilberîne dikare aştîya rast pêkbîne. Heta ku çend şoreş çênebe, qaşo aştîyeke demokratîk utopya ya çîna navîn e,” der V. İ. Lenin…
Bunun Türkçeye çevirirsek: “İşçi sınıfını aldatma yollarından biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır. Kapitalizm altında, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşların olması kaçınılmazdır. Emperyalistler tarafından kararlaştırılacak bir barış, ancak yeni bir savaştan önceki soluklanma dönemi olabilir. Yalnızca savaşa ve savaşı üreten emperyalizme karşı devrimci bir kitle mücadelesi, gerçek barışı sağlayabilir. Bir dizi devrim olmaksızın, sözde demokratik barış bir orta sınıf ütopyasıdır.”
Bitiriyorum: “Her halkın asıl düşmanı kendi ülkesindedir!” vurgusuyla 1915’de şunları ekleyen Karl Liebknecht’in saptamaları hâlâ güncel ve işlevseldir:
“Alman halkının asıl düşmanı Almanya’dadır. Alman emperyalizmi, Alman savaş partisi, Alman gizli diplomasisi. Alman halkı, kendi emperyalistlerine karşı mücadele eden diğer ülkelerin proletaryasıyla işbirliği içinde, kendi ülkesindeki bu düşmana karşı politik bir savaşım vermelidir. Biz Alman halkıyla birlikteyiz. Alman politik baskı ve sosyal kölelik hükümetiyle ortak hiçbir yanımız yoktur. Onlar için hiçbir şey, her şey Alman halkı için. Her şey uluslararası proletarya için, Alman proletaryası ve ayaklar altında çiğnenen insanlık için!”
Bu çağrı, kapitalizmin akut bir kriz içinde debelendiği koşullarda, dünyayı yeni bir paylaşımın eşiğine getiren emperyalizm gerçekliğinde, güncelliğini olduğu gibi koruyor…
25 Ağustos 2017 11:10:36, İstanbul.
N O T L A R
[*] 26 Ağustos 2017 tarihinde Sarıgazi’de düzenlenen “1 Eylül Dünya Barış Günü” panelinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No: 195, Ekim 2017…
[1] Emiliano Zapata.
[3] “… Ne kitleleri aydınlatmak, ne kitleleri ayaklandırmak için ajitasyon, ne de tutarlı demokratik sloganların açıklanması -sadece korkutulmuş dar kafalıların sırtından yapılan koltuk pazarlığı- işte… Bütün liberal burjuvazi partilerinin seçim kampanyaları böyledir.
İşçilerin partisinin kitlelere karşı tutumu ise bunun tam tersidir. Bizim için önemli olan uzlaşmalar yoluyla Duma’da koltuk kapmak değil; aksine bu koltuklar, kitlelerin politik bilincini geliştirmeye, onları daha yüksek bir politik seviyeye yükseltmeye, örgütlemeye, dar kafalı bir mutluluk uğruna değil, ‘sükûnet’ ‘düzen’ ve ‘barışçı (burjuva) mutluluk’ uğruna değil, fakat mücadele için, emeğin bütün sömürü ve baskılardan kurtularak tamamen özgürleştirilmesi mücadelesine yarayacağı için ve bunları gerçekleştirdiği ölçüde önemlidir. Sadece bu amaç için ve sadece bu amaca ulaşmakta yardımcı olduğu ölçüde. Duma’daki koltuklar ve bütün seçim kampanyası bizim için önemlidir. İşçilerin partisi bütün umudunu kitlelere bağlamıştır; korkmayan, pasif bir şekilde boyun eğmeyen, boyunduruklarını alçakgönüllülükle taşımayan, fakat politik bilince sahip, talepkâr ve militan kitlelere bağlamıştır. İşçilerin partisi Karayüz’ler tehlikesi umacısı ile dar kafalıları korkutma beylik liberal metodunu aşağılamalıdır. Sosyal-Demokratların bütün görevi, kitlelerin gerçek tehlikenin bilincine varmalarını sağlamak, kuvvetleri Duma’da yatmayan ve Rusya’nın geleceği sorununu Duma dışında çözecek olan bu güçlerin Duma müzakerelerinde tam ifadesini bulmayan mücadeledeki gerçek amaçlarının bilincine varmalarını sağlamaktır.” (V. İ. Lenin, “Burjuva Partilerinin ve İşçilerin Partisinin Duma Seçimlerine Karşı Tavırları”, Toplu Eserler, Cilt:11)
[4] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2014.
[5] Ferit Burak Aydar, “… ‘Sosyalizm ve Savaş’ ve Barış”, Birgün Kitap, Yıl:13, No:173, 10 Haziran-7 Temmuz 2017, s.16.
[6] V. İ. Lenin, V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, Çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975, s.69.
[7] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt:10, Çev: Saliha N. Kaya- İsmail Yarkın, İnter Yay., 1995, s.19.
[8] V. İ. Lenin, Uzaktan Mektuplar, Çev: Arif Saygı, Ürün Yay., 1975, s.65-66.
[9] V. İ. Lenin, “Emekçi Kazakların Birinci Tüm-Rusya Kongresinde Yapılan Konuşma”, 1 Mart 1920, Toplu Yapıtlar, Cilt 30.
[10] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.