“Ben de Yılmaz Güney’i, ‘Armudun sapı, üzümün çöpü,’ demeden sevenlerdenim,” desem, -kanımca- her şeyi anlatmış/ özetlemiş olurum.
Evet “Bu topraklara bir Yılmaz Güney geldi; ama asla geçmedi; hâlâ, Toroslar gibi yerli yerinde” dedirten O; bir hakikât savaşçısıydı…
“DERİN AŞKLARIN, BAĞLILIKLARIN, HASRETLERİN,
ŞEFKATİN ŞARKILARINI SÖYLEDİ” YILMAZ GÜNEY
TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
DEZENFORMASYONLAR, YALANLAR
ONUN ÖNEMİ
YAŞAMI
PARİS SÜRGÜN(LÜĞ)Ü
ÖZELLİĞİ
SİNEMACILIĞI
YAZARLIĞI
AŞK(LAR)I
DEVRİMCİ KOMÜNİST
DEDİKLERİNDEN
HAKKINDA DENİLENLER
UZAKTAKİ “YAKIN(LAR)I”
‘SÜRÜ’YÜ SARSTI, ‘DUVAR’I AŞTI, İNSAN(LIK)A ‘UMUT’ AŞILADI!
“DERİN AŞKLARIN, BAĞLILIKLARIN, HASRETLERİN,
ŞEFKATİN ŞARKILARINI SÖYLEDİ” YILMAZ GÜNEY[1]
TEMEL DEMİRER
“Yol yukarıya, ışığa doğru çıkar;
ama yüklü yolcu oraya
hiçbir zaman varamayabilir.”[2]
Yüreğiyle, bileğiyle, beyniyle “Büyük” sıfatını -dostun da, düşmanın da indinde- hak etmiş birinden, Yılmaz Güney’den söz etmek zordur.[3]
Hele hele buna bir de, Yılmaz Güney’lerle 1982 Fransa’sında Strasbourg’daki Avrupa Parlamentosu’na yürüyüş… 5. bölge’de (arrondissement) Maubert Mutualite salonundaki “Kazanacağız, Mutlaka Kazanacağız”[4] haykırışıyla müsemma konuşması… Onu Père Lachaise Mezarlığı’na defnedip, üzerine Komünarlar’ın yorganını örttüğümüz gün… Sonra da Anıt Mezarı’nın inşası için – yedi bini aşkın coşkulu bir izleyici kitlesinin hınca hınç doldurduğu- 21 Ocak 1990 tarihinde Paris’te Zénith Salonu’ndaki etkinliğin düzenleme komitesinde yer almam, vd’leri eklenince… konuşmak, anlatmak, paylaşmak daha bir zorlaşıyor…
Ama tüm bunların yerine, “Ben de Yılmaz Güney’i, ‘Armudun sapı, üzümün çöpü,’ demeden sevenlerdenim,” desem, -kanımca- her şeyi anlatmış/ özetlemiş olurum.
Evet “Bu topraklara bir Yılmaz Güney geldi; ama asla geçmedi; hâlâ, Toroslar gibi yerli yerinde” dedirten O; bir hakikât savaşçısıydı…
Kim ne derse desin mutsuz “sonlar”la müsemmadır hayatı.
Hakkında “Quod quisquis norit in hoc se exerceat/ Herkes bildiği konuyla ilgilensin” gerekliliğine sırt dönen dezenformasyonlara, karalamalara karşın, herkese “Errare humanum est/ Yanılmak insanîdir,” gerçeğini hatırlatan O; “Bu dünyanın bir yanlışlıklar komedyası olduğunu söylemekten bıkmayacağız,”[5] diyen José Saramago’nun ve en önemlisi Ursula K. Le Guin’in, “Bizim bilmekten korktuğumuz her şeyi gördün, bildin; sürgün, utanç, acı, dünyanın düşen çatısı ve duvarları, ıstırap içinde ölmüş anne, eğitilmemiş, bağra basılmamış çocuklar,”[6] betimlemeleriyle müsemmadır.
Sinemacılığı devrim niteliği taşır.
Kimsenin Onun oyunculuğunun hakkını vermemek gibi bir lüksü olamaz.
Oyuncu ve yönetmen olarak ikondur.
Cannes’da ödül alan ilk yönetmenimizdir.
Duruşunu kaybetmeyen devrimci insandır.
O etkileyici karizmasını bütünleyen çocuksu yürekliliğiyle vardır.
Sürgün yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Evet devrimcidir ve öyle “ölmüştür”!
Ancak, kim “Öldü” diyebilir ki Ona? Görüntüsü hep taptaze, bıraktığı görsel anı tüm gençliğiyle sürüyor. Hâlâ Adanalı emekçi, sinema tutkunu delikanlı.
‘Umut’un yoksul faytoncusu, ‘Ağıt’ın zoraki eşkıyası, ‘Umutsuzlar’ın kabadayısı, ‘Arkadaş’ın kibar, ama kesin sosyalist aydını.
O, bugün hâlâ tüm gençliğiyle aramızda; hiç yaşlanmadı; yaşlanmayacak da…
Kolay mı?
Yiğit insan, muhteşem sinemacı, iyi yazar, keskin nişancı, tutkulu aşık ve vazgeçmeyen bir komünist; bir de “Çirkin Kral”dı O… (Aslını sorarsanız, kralları sevmem. Krallar, -olsa olsa- masallarda sevimli sadece! Ancak bir tane “Kral” bilirim! ki o da hayatı “masal” olmasa da, kendisi bir “destan kahramanı” olan “Çirkin Kral” Yılmaz Güney’dir…)
Yaşadığı dönemde, filmleriyle söylenemeyeni söyleyen, dokunulamayana dokunan, gösterilemeyeni gösteren Onun anlattığı her şey biziz/ sizsiniz! Malum: “De te fabula narratur/ Anlatılan senin hikâyendir”…
Hatırlar mısınız? Bir filminde “Hâkim: İlk suçunuz neydi? Y.G.: İlk suçumuz yoksul olmaktı”, diyaloguna can verendi O…
Hayatı parmaklıkların ardında, ezilenler için geçti; yaşamını insan(lık)ın kurtuluşuna, sınıfsız toplum mücadelesine adadı.
Bugün, Onun -1 Nisan 1974’de Fatoş Güney’e Selimiye Cezaevi’nden yazdığı bir mektuptaki ifadesiyle-, “Hayatı kendim için yaşamıyorum. Acılara da kendim için katlanmıyorum. Ve korkmuyorum hiçbir şeyden, başıma gelecekleri de biliyorum. Yüzlerce, binlerce yıl yaşayacağız. Yarın bizim çünkü… Biz öleceğiz, ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde… Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları tanımayacaklar… Korkular, acılar… Yenilecektir bir gün… İnsanlığın yıkılmaz inancı ezecektir vahşeti… Mutlaka ezecektir,” umudunun doğum günüdür.
İyi ki doğdun, düşman(ların)ın yüreğine korku salan, dost(lar)ını umutlandıran Yılmaz Güney Yoldaş(ımız)…
DEZENFORMASYONLAR, YALANLAR
“Factum infectum fieri nequit/ Eskiden olan, eskiden olmayanı inkâr eder,” ilkesini kavrayamayanlar, Yılmaz Güney gerçeği karşısında Onun “yakınıymış” kisvesiyle dezenformasyonlara, yalanlara müracaat eden kişiliksizlerdir.
Tam da bunun için “En tehlikeli düşman, bize benzeyip de bizden olmayandır,” demez miydi Hazreti Ali?
Bu vahşi çapsızlıklar için “Homo, homini, lupus/ İnsan, insanın kurdudur,” diye haykırmamış mıydı Plautus?
Bunlardan ötürü Yılmaz Güney’in maruz bırakılmak istendiği komplolar Charles-Louis de Secondat Montesquieu’nin, “Bir ülkede yalakalığın getirisi, dürüstlüğün getirisinden daha fazla işe, o ülke batar”; William Hazlitt’ın, “Zamanımızın kötü anlayışlarından biri de, kurnazlığın zekâ olarak bilinmesidir”; Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin, “Kargalar gülistanı işgal ettiklerinde bülbüller siner ve susar,” saptamalarını anımsatmaz mı hepimize?
Örneğin Nihat Behram’ın ‘Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllar’[7] başlıklı yapıtı veya kızı Elif’in kalem aldıkları[8] -en hafif ifadeyle- yazılmasa da olacak şeylerdir.
Bir de “Sol entelektüel çevrelerin üzerine toz kondurmadıkları Yılmaz Güney aslında katil, lümpen bir bölücüden başka bir şey değildir,”[9] diyen Ümit Özdağ veya Ertuğrul Özkök’giller var!
“Şimdi hepinize sormak istiyorum. Mao’nun, Enver Hoca’nın, Lenin’in veya Stalin’in, bugün artık hiçbir anlamı kalmamış zırvalarını öğrenmeyi reddeden çocuğunu döven birisi, kahraman olmayı hak ediyor mu? Bence etmiyor,”[10] diyen Ertuğrul Özkök’e (bir zamanlar Paris’te TİP/ TKP karışımı bir şey olduğunu unutmadan!), oğul Yılmaz Güney’in şunları dediğini hatırlatalım:
“Ben 6-7 yaşlarında İmralı Kapalı Cezaevi’nde bir hafta babamla kaldım. Bu benim için çok önemliydi. Babam, benim için bir kahramandı, beni hiç dövmedi, bana bir fiske bile vurmadı. Babam devrimci biriydi. İdealleri, ütopyaları vardı. Ülkesinin ve dünyanın tüm çocuklarının yaşayacağı daha güzel bir dünya olduğuna inanırdı. Bu inançları umutla ve sevgiyle bir masal anlatır gibi bana anlatırdı.”[11]
Bunun karşısında, “Yılmaz Güney oğlu, ‘Babam bana hayatımda en küçük bir şamar bile indirmedi. Ayrıca anne ve babalar, çocuklarının kulaklarını çekebilir; ama o buna bile karşı çıkardı’ diyor… Bir kere, Yılmaz Güney’in oğluna Mao’nun konuşmalarını ezberletmeye çalıştığı, ezberleyemeyince kulağını çektiği hakkındaki ’bilgi’ bana ait değil. Bunu anlatan, ünlü sinema yönetmeni Fatih Akın,”[12] yanıtını veriyor Ertuğrul Özkök…
Ama bir dakika; Yılmaz Güney’e ilişkin, “O kahramandı. Biz hepimiz bir şekilde onun çocuklarıyız,”[13] demiyor muydu Fatih Akın?!
Kimse inkâra kalkışmasın: “Yılmaz Güney’in kendisini iyi oyuncu olarak kabul ettirdiği bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi, beyazperdenin büyülü dünyasında hareket eden gerçeklik, artık halkın dışında gelişen bir gerçeklik değil, tam aksine bizzat halkın gerçekliğinin beyazperdede hareket etmesi olarak nitelenebilir. Halkın/ izleyicinin, kendisini film kahramanının yerine koymadığı, artık Yılmaz Güney’in yarattığı karakter ile birlikte, halkın bizzat kendisinin yerine geçmiş bir kahraman olarak Yılmaz Güney ile birlikte var olduğu bu süreçte, sinemanın yeni ve kalıcı jönü, bizzat halkın kendisidir artık.”[14]
Ergun Babahan’a göre O, yani “Yılmaz Güney, Kürt kökenli bir sanatçımız… Yaşamının sonunda açıkça bu davanın adamı oldu. Bölge halkının sıkıntılarını, acılarını anlatan filmlere imza attı. Bu tavrı kimilerini rahatsız etmiş olabilir elbette.
Ben, burada Fatih Akın’la benzer biçimde düşündüğümü, Güney’in sinemamıza müthiş katkısı olduğunu belirtmekle yetineceğim.
Yılmaz Güney’in çocuklara karşı sert tutumunun anlatıldığı gazetenin yine birinci sayfasındaki bir başka köşeden, bir bürokrata övgü yağdırılmıştı.
Bir çocuğun kulağını çeken Güney ile onlarca genç çocuğu işkenceden geçirmekle suçlanan Kemal Yazıcıoğlu’na layık görülen muamele gerçekten çarpıcıydı.
Gençler hatırlamaz. Yazıcıoğlu, 12 Eylül döneminde Ankara’da görevli bir komiserdi. DAL olarak bilinen ‘Derin Araştırma Laboratuvarı’nın grup sorumlusuydu. Burada gözaltına alınan çok sayıda genç hayatını işkence sonucu yitirdi…”[15]
Yılmaz Güney’i itibarsızlaştırmaya kalkışıp; Kemal Yazıcıoğlu’na övgü düzen Ertuğrul Özkök, “son nokta işte bu”; duruyorum!
Yılmaz Güney’i anlamak (ve anmak) demek, Onun bıraktıklarını (mirasını) sahiplenmektir.
Bu konuya ilişkin olarak 1977’de doğum günü vesilesiyle Kayseri Cezaevi’nde yaptığı konuşmada şunları der Yılmaz Güney:
“Şerefli bir miras bırakmanın birinci koşulu, ezilenlerin yanında bilinçli bir biçimde saf tutmak ve kendimizi, ezen sınıfların gerici ideoloji ve kültürel etkilenmelerinden, düşünce biçimlerinden, alışkanlıklarından kurtarmak için sabırlı çaba sarf etmektir…
Bu görev, kendimizi ve çevremizi değiştirmeyi emreder. Bu görev, devrimci fedakârlığı, bilgi edinmeyi, yiğitliği ve alçakgönüllü olmayı emreder. Bu görev, devrim saflarını seçmiş insanların, eleştiri, özeleştiri temelinde birliğini emreder.”[16]
ONUN ÖNEMİ
Ahlâki açıdan “Nullius nulla sunt praedicata/ Var olmayan şeyin belirtisi de olmaz,” derdirten Ertuğrul Özkök’gillerin tüm tezviratlarına inat; Onun önemi çok büyüktür.
Çünkü O kamerasını bir bazuka gibi kullanan bir savaşçıydı.
“Ölmemesi gereken”; “Robin Hood’du”; “Son Mohikan”dı.
Bu ve benzeri özellikleriyle “Yılmaz Güney giderek bir sembole dönüşüyor, burjuvaziye karşı avuç açmayan ve onun düzenine karşı mücadele eden, geldiği yeri hiçbir zaman unutmayan birisi olarak.”[17]
Kolay mı? “Yılmaz Güney halkın içinden geliyor. Çok samimi, aynı zamanda kara kuru bir halk çocuğu. O zamanlarki oyuncular mesela Ayhan Işık, çekik gözlü, hokka gibi burnu var, yakışıklı bir adam, Göksel Arsoy desen kartpostal insanları gibi. Bize uzak yani samimi gelmiyor, sanki kartpostal sineması. Bu ise sineması tamamen halkın içinden çıkmış, bizim mahallemizde de geçebilecek olayları anlatıyor.”[18]
Hatırlayın: ‘Duvar’ filminde tüm anlatılanlar yaşanmıştır. ‘Yol’ filminde anlatılanların yaşanmadığını kim inkâr edebilir? ‘Sürü’, ‘Endişe’, ‘Umut’ ve ‘Ağıt’ filmleri keza öyle…
Coğrafyamızda hiçbir şeyin “değişmediğini” anımsatan filmleriyle Onun yeri dolmamıştır; doldurulamamıştır.
“Evet, Yılmaz Güney’i seyretmek için güçlü olmak gerekir, o acılara katlanacak, duyumsayacak ve kendinizle yüzleşecek kadar güçlü”[19] ve dik durmak gerekir.
Bıçkın, yakışıklı bir Kürt delikanlısı, büyük bir sanatçıydı. Kürtlerin özgürlük taleplerini her fırsatta dile getirmiş cesur bir insandı ve Zeynep Oral’ın ifadesiyle, “Mardin’de bir bakkalda, Diyarbakır’da beyaz eşya dükkânında, Batman’da bir kahvede, Konya’da bir manavda, Hopa’da bir çay ocağında, İzmir’de Kemeraltı’ndaki bir kumaşçıda, İstanbul Sarıyer’de bir tatlıcıda (ve şimdi aklıma gelmeyen daha birçok kent, kasaba ya da köyde) ne çok, ne çok gördüm o fotoğrafı…
Fotoğraf bile değildi. Fotoğrafın, dergi kapağına basılmış hâliydi…
Saman kâğıda basılmış bir fotoğraf. Fon iyice sararmış ama yine de belli belirsiz bir pembelik yayılmış: tam gün batımı sonrası ya da güneşin doğmasına çok az kala, ortalığı saran bir umut anı rengi sanki… O rengin önünde çarpıcı biçimde öne çıkan, siyah gömleği, siyah paltosu, siyah pantolonu ve başında kasketiyle o… Boynu sol omzuna doğru bükülmüş, elleri paltosunun ceplerinde. Boynunun büküklüğüyle, bakışlarının gücü birbiriyle çelişkili. Uzun boynunda bir gerilim, kenetlenmiş dişlerinde çaresizlik hissediliyor. Dudakları sımsıkı kapalı. Bir açsa… O an isyan, o an başkaldırı, o an direnç… Ama açmıyor, susup bize bakıyor… O kapaktan bize bakan Yılmaz Güney’di.”[20]
Tüm dezenformasyonlara, yalanlara müracaat edenlere inat, bizimdi…
Ancak ne yazıktır ki Zahit Atam’ın da işaret ettiği gibi, “Yılmaz Güney’i sosyalistler ve Kürtler sahipsiz bırakınca, karşımıza medyada Yılmaz Güney üzerine konuşacak -ne yapsalar halk onu unutamıyordu- bir asıl-bilici Zübükler Ordusu çıkmaya başladı… Yılmaz Güney’in mirasına sahip çıkmak için, ilk önce değerlerin yenilenmesi ve toplumsal olarak iktidara karşı halkın mirasına ve mücadelesine sahip çıkılması gerekiyor: Onun için de Yılmaz Güney hakkında konuşan bilmez-bilirkişiler olarak Zübükleri susturmak!”[21] “olmazsa olmaz” görevimiz olarak karşımızda duruyor hâlâ…
YAŞAMI
Sinemanın yüz akı; yönetmen, sinema oyuncusu, senarist, öykücüydü…
Asıl adı, Yılmaz Pütün’dü; “Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir,” derdi.
Asıl adı Yılmaz Pütün olan Güney, 1 Nisan 1937’de Adana’nın Yüreğir Ovası’nın Yenice Köyü’nde Vartolu Gûle ile Siverekli Hamo’nun çocuğu olarak dünyaya geldi; 9 Eylül 1984 Paris’inde, mide kanserinden yitirdik Onu.
Babası Zaza anası Kurmanc’dı; Siverekli bir babanın ile Vartolu bir annenin oğluydu.
Bir şiirinde, “Bana kendi dilinden bir şarkı/ söyle/ kimin adına olursa olsun/ yeter ki çığlığın senin olsun/ sesine dökülsün isyanın/ sesin sel olsun bağırsın/ Bana bir şeyler söyle/ ama kendi dilinden olsun/ belki anlamam dediğini/ ama senin dilinden olsun,” diye haykıran Yılmaz Güney “Küçükken bir Kürt olduğunu bilmiyordu, düşünmüyordu ve ulusal bir sorundan hiç haberdar değildi. Kendisini şaşırtan tek örnek annesinin ve babasının başka dillerde ilendikleri, destanlar anlattıkları ve türküler söyledikleriydi.
Gerçekten Yılmaz Güney’in babası sazıyla düğünlere, şenliklere çağrılırdı ve orada Kürtçe türküler söylerdi. Yine annesi bir destan anlatısıydı ve geçimlerini sağlamak için çok yardımı olurdu bunun.”[22]
Babası “Hamit Pütün (Hamit Çavuş)’un Desman (Siverek) köyünden henüz on dört, on beş yaşlarındayken 1920’li yıllarda eşeklerle kağnı arabalarıyla Adana’ya yaptığı bir yolculukla başlamıştı her şey…
O yıllarda bölgeden Adana’ya gelenler, çalışmak için Büyüksaat civarındaki Tuz Han veya Yeni Han’daki simsarları bulurlardı. Ağalar simsarlara komisyonlarını verip Hamit Pütün ve Siverek’ten gelen birkaç kişiyi Yenice köyüne götürür. Hamit Pütün önce burada ardından Oymaklı köyündeki Kısacıklar Çiftliği’nde tarım işlerinde çalışır. Askere gider. Dört yıl boyunca askerlik yapar. Askerden geldiğinde köye döner. Köyde tarım işinde çalışan, aile kökeni Muş’a dayanan Güllü ile evlenir. Bu evlilikten 1937 yılında Yılmaz, bir yıl kadar sonra da Leyla adında iki çocuk dünyaya gelir. Yılmaz, ilkokul üçe kadar köy evini andıran Yenice’deki okulda, üçüncü sınıftan sonra bir süre köye beş, altı kilometre uzaklıktaki Kadıköy’deki okulda okur. Bu okula çoğu zaman yürüyerek gidip gelir. (…)
Güllü Ana, bazı nedenlerden dolayı iki çocuğunu alır Adana’ya gider. Yılmaz, Adana’da okuldan önce sabahları simit, okuldan sonra gazoz satar. Yazları köye gelir, hergelecilik yapar, pamukta çalışır.
‘Ortaokulda çocuklara imrenirdim. Mandolin çalar, futbol, voleybol oynarlardı. Ben, hiçbirini yapamazdım. Çünkü çalışıyordum. Dur, bunu baştan anlatayım. İlkokul dördüncü sınıfta yazın köye geldik. Anamla babam tarlada çalıştılar. Ben ırgatlara suculuk ettim. Sonra yıllar değiştikçe benim işlerim de değişti. Çapa çekiminde atçılık ettim. Pamuk topladım, kazma kazdım. Terfi ettim bağ bekçisi oldum. Bir yaz, traktör sürücülüğüne merak sardım. Ortaokulda okurken de çalıştım. Sabahları simit satardım. Dersten sonra gazoz’…”[23]
Hayatın bütün zorluklarıyla yüzleşir, 13 yaşındayken film bobinleri taşır, Adana’daki sinema salonlarına.
O günlere dair şunlardan da söz eder: “Beni o yetişme çağlarında, ilk gençlik ve çocukluk yıllarında etkileyen belli şeyler var. Gerek ilkokul, gerek ortaokul sınıflarında özellikle Osmanlı İmparatorluğu’na karşı mücadele vermiş, cezaevlerine düşmüş, sürgüne gönderilmiş ki o zaman ‘hürriyet kahramanları’ diyorlardı. Yani saltanata, padişahlığa karşı mücadele vermiş insanlar vardı. Mesela Paris’te en çok ilgi duyduğum insanlar onlardır. Mesela Fatih Sultan İstanbul’u almış. Asya’dan Afrika’ya gidiyor, fetih yapıyor. Bu beni o kadar ilgilendirmiyor ve onlara sempati de duymuyorum. Ama bir Namık Kemal’e, bir Mithat Paşa’ya sempati duyuyorum.
O zaman şunu düşünüyordum. Osmanlı imparatorluğu gitti. Fakat o adamlar canlı bir şekilde yaşıyorlar. Kendime şunu sordum. İnsanlar inandıkları şey için kavga ederlerse, kalıcı olurlar: O zaman benim kafamda ne sosyalizm ne komünizm yoktu tabii. Ama o pratik hayatta yaşadığım olumsuzluklara karşı olma fikrini taşıyordum. İkincisi, gerek köyde, gerek Adana’da kanun dışı olmuş eşkıya, kabadayı tipleri vardı. Onlara da yakınlık duyuyordum. Bu bilinçsizliğe bağlı olarak ele alınmalı tabii. Çünkü onlar benim için kendisine dayatılan hayata tepki gösterip bir başka yol arayan, bu yolu ararken de bir yığın zorluğu göze alan insan tipleri idi.
Genel olarak kendi çevremde, arkadaş ilişkileri içerisinde köyde çalışma içerisinde öne çıkmış diğer insanlar tarafından dinlenen, gerektiği zaman onları yönlendiren halk adamı tipleri vardır. Onlara karşı da büyük hayranlık gösterdim.
Objektif olarak sosyal konumum, Kürdistan’dan göç etmiş bir Kürt babanın çocuğuyum. Yani öyle bir ailenin çocuğuyum. Adana’da Yenice köyünde toprak yok. Topraksız, yoksul bir ailenin çocuğuyum. Fakat gerek annemde, gerek babamda o yoksulluklarına rağmen bir şey vardı. Sanki çok büyük dayanakları varmış gibi onurlu, gururlu, hiç kendilerini yere vurmayan insan tipleri. Kendisini hiçbir zaman dışarı karşı küçük düşürmeyen bir anlayışa sahip bir aileden geliyorum.”[24]
1957’de Ankara’ya gelen O, Hukuk Fakültesi’ne yazılır. Adana’da lise yıllarında ‘Pazar Postası’ ile başladığı öykü yazmayı burada da devam ettirir. ‘Yeni Ufuklar’ ve ‘On Üç’ gibi dergilere yazar, o dönemin edebiyatçılarıyla birlikte olur.
Yine 1957’de Atıf Yılmaz ile tanışması sonucu sinema alanıyla daha ileriden ilgilenme imkânı buldu. Ardından sürekli şekilde tutuklanmalar… Bu süreçten sonra Güney yaşamını şöyle özetliyordu: “Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğretmenlerimden biri zor’dur…”
1958’de sinema sektörüne girer. 1959 yılında senaryosunu Yaşar Kemal ile birlikte yazdığı ‘Bu Vatanın Çocukları’ filminde Atıf Yılmaz’ın yardımcılığını yapar ve bir de rol alır. Bu onun ilk filmidir. Aynı yıl Yaşar Kemal ile ‘Alageyik’i yazar ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği bu filmde ilk kez başrol oynar.
Pütün soyadını terk eder ‘Güney’ adını alır. Güney adını almasının nedeni ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemi’ başlıklı öyküsünde “Ben kendimden utandım, insanlar ayrıntısız olmalıymış… bunu orospu dediğim karım söyledi,” cümlesinden dolayı komünizm propagandasıyla yargılanıyor olmasıdır. Bu yargılama 1.5 yıllık mahkûmiyet ile sonuçlanır.
Mahkûmiyetinin bir bölümünü sürgünde “Konya Günleri” olarak geçirir. Güney, sürgün dönüşü birçok filmde rol alır. Filmlerinin gösterildiği Anadolu’daki sinema salonları dolup taşar. Artık o, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ediz Hun gibi oyuncular arasında ‘Çirkin Kral’ olarak tanınır.
Yılmaz Güney’in ‘Çirkin Kral’ lakabını bir gazeteci takar: Tarık Dursun K… ‘Milliyet’ gazetesinde, Yılmaz Güney ile yaptığı söyleşinin başlığını ‘Çirkin Kral’ olarak atar ve o günden sonra da bu lakapla anılmaya başlar.
Güney, ‘Hudutların Kanunu’, ‘Seyyit Han’, ‘Aç Kurtlar’, ‘Kızılırmak-Karakoyun’ gibi filmlerde hem oynar ve hem de yönetmenlik yapar. 1970’lerin başıyla birlikte “toplumsal gerçekçilik” akımı Güney’in sinemasına yansır. 1970 yılında ‘Umut’ filmini çeker.
Güney, 1971’de ‘Acı’, ‘Ağıt’, ‘Vurguncular’, ‘Umutsuzlar’ gibi filmleri çeker ve oynar. Yine 1971’de Nevşehir Cezaevi’ndeyken yazdığı ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanı yayınlanır ve ertesi yıl ‘Orhan Kemal Roman’ ödülünü alır.
1972’de Mahir Çayan ile yoldaşlarına “yardım ve yataklık” yaptığı gerekçesiyle askeri cezaevine girer. Güney Dergisi’ni bu yıllarda cezaevinde çıkarır. İki yıl sonra tahliye olur ve ‘Arkadaş’ı çeker. Film iki eski arkadaşın, özellikle de Azem’in gözünden yozlaşan toplumsal ilişkileri anlatır.
1974’te ‘Endişe’nin çekimleri sırasında yumurtalık hâkimini öldürdüğü gerekçesiyle bir daha yargılanır. Bu kez 19 yıla mahkûm olur. 1978’de yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı ‘Sürü’ filminin senaryosunu cezaevinde yazar.
1981’de yönetmenliğini Şerif Gören’in yaptığı ‘Yol’u da cezaevinde yazar. Film İmralı cezaevinden izne giden ayrı ayrı sorunları, beklentileri, hayalleri, umutları olan beş mahkûmun öyküsünü anlatmaktadır.
Yol filmi, 1982’de Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın ‘Kayıp/Missing’ filmiyle ortak olarak büyük ödülü, ‘Altın Palmiye’yi alır. Yol filminin aldığı bu ödül Türkiye sineması tarihinde yurtdışında alınan en büyük ödüldü.
Son filmi ‘Duvar’ı 1983’te Paris’te sürgünde çeker. Film, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte hapishaneye dönen Türkiye’yi, çocuk mahkûmların gözüyle anlatılır. 9 Eylül 1984’te Yılmaz Güney Paris’te sürgünde yaşamını yitirir.
Sinemanın ‘Çirkin Kral’ı Yılmaz Güney, 47 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmesine rağmen, filmleri, asi kişiliği ve siyasi görüşleriyle, ardında dopdolu ve unutulmaz bir yaşam öyküsü bıraktı.
104 filmde başrol oynadı. 24 filmi kendi yönetti. 50 filmin senaryosunu yazdı, 6 filmin senaryosuna yardım etti. Tüm bunları topladığımız zaman Yılmaz Güney’in emeği geçtiği 111 film var. Güney’in sinemamıza 1958-1983 yılları arasında, yani çeyrek yüzyıl boyunca, katkıda bulundu.
‘21 Gram’, ‘Paramparça Aşklar’, ‘Köpekler’ ve ‘Babil’le Oscar’a aday olan Meksikalı yönetmen Inarritu sinemacı olmaya, ‘Yol’ filmini izledikten sonra karar verdiğini söyler. Dünyaca ünlü yönetmen Elia Kazan da, ‘Umut’u izledikten sonra Güney’in sinemasına hayran kalır. Fransa’da tanışmadan önce, Güney’in affedilmesi için yazılar kaleme alır.
Fydor Dostoyevski’nin yazdıklarını sinemamıza ilk uyarlayanlardan biridir Güney. Senaryosunu yazdığı, oynadığı, Ferit Ceylan’ın yönettiği ‘Her Gün Ölmektense’, ‘Suç ve Ceza’ romanının serbest uyarlamasıdır. Ama film kayıptır.
1972’de, Yılmaz Güney’in Türkiye’de çıkacak genel aftan yararlanması için 13 ülkeden 170 sinemacının katıldığı bir imza kampanyası başlatıldı. Kampanyaya katılanlar arasında Jean Paul Sartre, Jean-Luc Godard, Peter Brook, Elizabeth Taylor, Tony Richardson gibi isimler vardı.
‘Baba’ filmi Güney’in en çok ilgi çeken filmlerindendi. Çocuklarının geleceği uğruna hayatını mahveden cemal’in hikâyesini anlatır. Filmdeki rolüyle Güney, Adana Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülü’nü kazandı, fakat jüri kararı değiştirerek ödülü Cüneyt Arkın’a verdi. O da ödülü reddetti.
12 Eylül askeri darbesinden sonra Güney’in Türkiye’deki bütün filmleri toplatıldı. Sonraki süreçte 111 filminden, rol aldığı 24’ünün izine hiçbir zaman rastlanamadı. Bildiğimiz Yılmaz Güney filmleri de vakti zamanında yurtdışına çıkarıldığı için kurtarıldı.
Bu kadar çok filmde oynayan, film yöneten Yılmaz Güney’in bir de edebiyatçı şapkası var. Bu hareketli yaşama, cezaevi yaşamına bir de kendi oğlu için tasarladığı ‘Oğluma Masallar’ başlıklı bir çocuk kitabı sığdırmayı bilmiştir.
Sinemasının kırılma noktalarından biri kabul edilen ‘Umut’ filminin başkarakteriydi. Yönetmen Erden Kıral kendi kuşağını kastederek, “Hepimiz Cabbar’ın o faytonunun merdivenlerinden indik sinemaya,” der.
Özetin özeti ‘Umut’, ‘Yol’ (yönetmen: Şerif Gören), ‘Duvar’, ‘Sürü’ (yönetmen: Zeki Ökten) gibi her biri coğrafyamızın bitmek tükenmek bilmeyen acılarını anlatan yürekli filmler yaptı.
Kendi soyadını taşıyan ‘Güney’ dergisinde yayınlanan yazıları nedeniyle, 12 Eylül yönetimince hakkında toplam 100 yıla yakın ceza istendi;[25] O da Ekim 1981’de, hükümlü bulunduğu Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak çıktı ve bir daha da dönmeyip, Paris sürgünü yoluna düştü. (Hapishaneye girmeden önce çektiği ‘Şeytanın Oğlu’ filminde hapisten kaçan bir mahkûmu anlatır. Filmdekine benzer bir şekilde kaçması ise manidar bir olaydır.)
Birçok sanatçı üzerinden yaşandığı gibi Güney de iktidarların hedefi hâline geldi. Nâzım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkarılması gibi, Yılmaz Güney de 1983’te aynı zulme maruz bırakıldı. Ölümünden dokuz yıl sonra tekrar vatandaşlığa alındı.
El kapılarındaki sürgünlüğün gri gökleri altındaki serüveni ardından şimdi Honoré de Balzac, Jean de La Fontaine, Frédéric Chopin, Auguste Comte, Jean-François Lyotard, Yves Montand, Jim Morrison, Edith Piaf, Oscar Wilde, Ahmet Kaya, Andranik Ozanyan Paşa, Maurice Thorez ile Rezistanscılar ve Paris Komünarı’yla aynı yerde Père Lachaise Mezarlığı’nda yatmaktadır.
Yaşam serüveninde Maksim Gorki’nin, ‘Fırtına Kuşunun Türküsü’ndeki, “Ahmak penguenler, kayaların çatlaklarına sığınmış. Yalnız fırtına kuşudur okyanusun üstünde, köpük köpük taşan sulara aldırmaksızın, gururla dolaşan,” deyişindeki cesaret ve zorluklar karşısındaki iradeyle örtüşen O, ilke ve duruşundan ödün vermeden mücadelesini sürdürüp, tarihimizin sayfalarındaki yerini -alnının akıyla- almıştı.
Charles Eguone’in, “Hayat; kimi sevdiğin, kimi incittiğindir. Kendin için neler hissettiğindir. Güven, mutluluk, şefkattir. Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır. Hayat; kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir. İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir. Her şeyden önemlisi hayatı, başkalarının hayatını, olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir. İşte hayat bu seçimlerden ibarettir,” saptamasına sınıfsal seçimleri de ekleyen Yılmaz Güney 47 yıllık genç bir ömre bu kadar çok şey sığdıracak kadar çok yönlü ve yoğun yaşamıştı.
Bir şey daha: Güllü anne oğlu öldüğünde 85 yaşındadır. Yüksek tansiyon ve kalp rahatsızlığı ciddi boyuttadır. Bu sebeple yakınları oğlunun ölüm haberini uzun süre saklarlar kendisinden. O, oğlunu Fransa’da bilmektedir ve oğlunun ağzından yazılmış mektuplarla avunur. Hatta oğlunun sesine benzeyen bir tanıdık sayesinde oğluyla telefonla konuştuğunu düşünür. Ölümüne kadar oğlunun ölümünü bilmeyen bu kadın Yılmaz Güney’in annesidir.
PARİS SÜRGÜN(LÜĞ)Ü
Yılmaz Güney’in sürgünlüğü ile birlikte diğer sürgünleri anlatan, ‘Sürgün Türküleri’ belgeselinin yönetmeni İlker Savaşkurt, “12 Eylül 1980 darbesinden sonra oluşan siyasi baskılar sonucu 9 Ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden Paris’e kaçışı üzerine durdum. Kaçmasına yardım eden yapımcıyla konuştum. Onlar Yılmaz Güney’in ikilemi ve pişmanlığından söz ettiler,”[26] derken; Yılmaz Güney’i yurtdışına çıkaran isim olarak tanınsa da; asla bunu kabul etmeyen -‘Yol’un İsviçreli yapımcısı- Donat Keusch de ekliyordu:
“Yılmaz’ın o zamanlar şiddetli derecede mide ağrıları vardı. 1980’in sonlarından itibaren hapishaneye İsviçre’den ilaçlar göndermeye başlamıştık. Asistanı Canan organize ediyordu bu süreci. Daha sonra ben, ‘Bir şeyler yapmalıyız, eğer yapmazsak hapishanede ölecek’ dedim. Hiç istememesine rağmen ülkeyi terk etmeye karar verdi. Oysa 1979’da, ona ülkeden ayrılması gerektiğini söylemiş ‘Aksi takdirde hapishanede ölürsün’ demiştim. Fakat Yılmaz o zaman beni reddetti, ‘Sadece burada çalışabilirim, burası benim ülkem, benim kültürüm, benim dilim’ dedi.
1980’de zaten hapisten çıkarım diye düşünüyordu ama askeri darbeden sonra her şey değişti. Seçeneği kalmamıştı. Ama onun için ülkeyi terk etmek hakikâten çok zor bir karardı. Türkiye’de büyük bir isimdi, buradaki kültürle güçlü bağları olan birisiydi. 1981’in başında hapishanede öleceğini anladı. Çalışamıyordu hiçbir şey yapamıyordu. Ayrıca arka arkaya davalar açılıyor, hükümler veriliyordu. O zaman ülkeyi terk etmeye karar verdi. Ona birileri yardım etti ve o da ülkeden ayrıldı…
Mide ağrısı vardı ve gerçekten hastaydı. Bayram izni aldı. Aynı filmdeki gibi izin kâğıdını gösterdi görevlilere ve hapishaneden çıktı. Zaten problem hapishaneden değil ülkeden çıkmasıydı.”[27]
Evet Yılmaz Güney’in sorunu, “hapishaneden değil ülkeden çıkmasıydı”!
Her şeyi Metin Demirtaş’ın, “Yürürsek bulur muyuz o havaları/ Alkol almış, az üzgün/ Bir sevdanın ilk günlerinde/ Ürkütülmüş yalnızlığıyla güvercinlerin/ Dağılan bir akşamın serinliğine/ Kararsız nereye dursa şimdi/ Hüzne eğik dallar/ Mutluluktur ya bilinmez şimdi/ Öğretir sana gelen acılar,” dizelerindeki yoğunlukla yaşayan Yılmaz Güney, Paris sürgünlüğüne ilişkin olarak, “Ülkemden ayrılışım, özgür olmak, yaşamak istediğimden ötürü değil, özgürlük ve demokrasi kavgasına daha etkin ve aktif bir biçimde katılabilmek içindir,” notunu düşerken; “Eskiden bilmezdim yalnızlığı/ Bir ağaç nasıl yalnız değilse ormanında/ Bir çiçek kendi dalında/ Eskiden bilmezdim yalnızlığı/ Yalnızlığın içinde/ Şimdi yalnız, yalnız mıyım/ Kopuk muyum dalımdan/ Uzağında mı kaldım ormanımın,” şiirini de kaleme alarak sürgün hâlet-i ruhiyesini net biçimde formüle eder…
Eder etmesine ama asla bu hâlet-i ruhiye teslim olmaz; Paris’in 5. Bölge’sindeki Maubert Mutualite salonundaki dayanışma etkinliğindeki konuşmasındaki üzere:
“Arkadaşlar, dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor.
Biz, bütün ömrümüzü gurbette geçirip, gurbet türküleri söylemek istemiyoruz.
Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz…
Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız, mutlaka kazanacağız.
Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir.”
İsa’dan önce 3’üncü yüzyılda kurulan Paris’e, “Parisii” diyorlardı oturanlar. Tüm kent, Seine Nehri’nin ortasındaki küçük adacığa sığıyordu. Şimdilerde “Ile de la Cité” adını taşıyan bu adanın üstünde, görkemli Notre Dame Katedrali var. “Parisii”lerin kentlerini Paris olarak adlandırmaları epeyce zaman aldı. Lutece ya da Lutetia deniyordu bu minik kente.
Uzun yüzyıllar boyu bir kıyı kenti olarak tüm ulaşımını Seine Nehri yoluyla yapan Paris kentinin simgesi, bugün de bir Latin yelkenlisi. Armanın altında dünyaca ünlenen Latince bir söz yazıyor: “Fluctuat nec mergitur/ Sallanır, ama batmaz.”
Sallansa da batmayan Paris’i romantizmin devi Victor Hugo ile acımasız gerçekçi Emile Zola’nın satırlarından; Paul Cézanne’in, Claude Monet’nin, Édouard Manet’nin ve hepsinden de fazla Henri de Toulouse-Lautrec’in fırça darbelerinden, resimlerinden tanıyabilirsiniz…
Bunlara bir de Yılmaz Güney eklenmiştir. Yani insanların eliyle, yüreğiyle, beyniyle yaratılan bir anıttır Paris. Ve artık Onda, Yılmaz’dan da bir parça vardır…
ÖZELLİĞİ
Abdülkadir Bulut’un, “Dağ başlarında/ Taş olmak güzel bir şey/ Öyle sessiz ve kendi hâlinde/ Ama bundan daha önemlisi/ Her gün biraz daha kayalaşmak/ Halkınla birlikte halk içinde// Kaya gibi olmak da yetmez/ Bütün mesele hayatın karşısında/ Sıkmak dişi, sağlam atmak ayağı/ Kıyımlarda, kıranlarda bile/ Açtırmamak dibindeki toprağı” dizelerindeki tutkulu ısrara benzeyen Yılmaz Güney, kendini sürekli geliştirip, eleştirerek, yenileyen biriydi.
Dünyanın öbür ucundaki insanın acısını yüreğinde hissedebilme felsefesini birçok kişiye aşılamış, bu uğurda çalışmış, yılmamış koca yürekli insandı.
Hem sinemaya, hem de işçi sınıfı mücadelesine katkı vermişti.
Yokluk içinde okumuştu, ırgatlıktan sinema bölge temsilciliğine (sinema salonlarına film getirip götürüyor) birçok iş yapmıştı.
Kovboy filmlerine merak salmıştı; biraz da o dönem Adana’da yaşanan edebiyat dergisi heyecanına…
Hayatının birden çok döneminde hapse girmiş, tutuklanmış, sürgüne gönderilmişti.
Filmlerinin çoğu sansüre uğramış, yasaklanmış, sakıncalı bulunmuştu.
Ona ‘Çirkin Kral’ demeye başlarlar. Çünkü “bizden birisi”dir, halktandı.
Karakterinin en belirgin yönü hırs ve muhalefetti.
Muhaliftir, yasaklar hedefidir. Kızgındır, otoriteye aldırmamaktadır.
“Tek kurtuluş devrim” diyen yönetmen, sanatçıdır.
Fransa’da yitirdiğimiz, çağının çok ilerisindeki bir Kürt sanatçısıydı; fikir insanı ve sinema dahisiydi…
Hasılı “Büyük” sıfatını hak edendi; müthiş bir gözlemciydi; filmlerinden hareketle “sosyolog” olarak anılmayı hak etmişti…
Yaratıcılığıyla nefes alıp verebilen biriydi; aşkları, duruşu, serüveniyle farklıydı.
“Bir gün nereli olduğumu sordular.
– ‘Babam Siverek’lidir dedim.
Siverek adına şaştılar, hiç duymamışlar.
– ‘Nerdedir bu Siverek?’ dediler.
– ‘Siverek Napoli’nin kazasıdır,’ dedim.
Düşündüler bir süre, birbirlerine bakındılar.
– ‘Biz İtalya’yı çok iyi biliriz. Yanlışınız olmasın.’
– ‘Napoli’nin böyle bir kazası yoktur.’
Siverek İtalya’da olsa bileceklerdi…
Siverek Urfa’nın bir kazasıydı.
Urfa da Türkiye’de bir şehirdi.
Bizim memleketin insanları iyidir, akılları çoktur; İtalya’yı bilirler, Fransa’yı bilirler.
Çinistanı, falanistanı bilirler, lakin kendi yurtlarını bilmezler.
Dünyanın öte ucundaki ülkelerin yardımına koşmak için can atarlar.
Onlar için şiirler yazar, onlar için ağıt yakarlar.
Falanistan köylüsünün acısını anlatan kitaplar kapışılır,
Benim memleketimin insanlarına sırtları dönüktür, onları görmezler, göremezler,” diyen Yılmaz Güney’in “Ülkemizi kötü gösteriyor… Halkın sefaletini gösteriyor… Bütün çabası Türkiye’yi kötülemek…” diyenlere verdiği yanıt da şuydu:
“İki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Ben Türkiye’nin aleyhine değilim.
Ben açıkça Türkiye’deki egemen sınıflara, onların dayandıkları emperyalist güçlere karşıyım. Ve her zaman da karşı olacağım.
Halkın içinde bulunduğu yoksulluğu, zorlukları göstermek, halka karşı olmak değil, onlarla beraber olmak, onların kanayan yaralarına parmak basmak ve sergilemektir!”
Ve nihayet Yılmaz Güney, deyince insanların kurduğu şu cümleler de, Onun özelliği açısından çok dikkat çekiciydi:
“Halktan geldiği için halkın ne çektiğini bilirdi…
Yılmaz, fukarayla yaşıyordu. Her insana yardımcı olurdu. Garibanlara çok saygılıydı…
Yılmaz Güney, çocukken oynadığımız oyunlarda hiç ölmezdi…
O, adamın tekiydi, benzeri yoktu…”[28]
SİNEMACILIĞI
Yılmaz Güney’le müsemma sinemacılık, Emil Michel Cioran’ın, “Özgür olmayı deneyin: Açlıktan ölürsünüz,” notunu düştüğü risklere karşın, Bertolt Brecht gibi, “Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için kullanılan çekiçtir,” diyebilendi; öyle yaptı; öyle de kaldı hep![29]
Gerçekten de kızı Elif Güney Pütün’ün ifadesiyle, “Sinema anlayışı sisteme aykırı geliyordu: ‘Sanatın, özellikle sinema sanatının kitlelerin sosyal kurtuluşunda, sosyal-siyasal uyanışında büyük rol oynayacağına inanıyorum’ derdi Yılmaz Güney…”[30]
O; yeni gerçekçilik akımının öncüsü, tek temsilcisidir; coğrafyamızda yeni gerçekçilik akımına örnektir.
Bu yönüyle Yılmaz Güney sineması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan “yeni gerçekçilik” akımını, bir yandan da klasik halk destanlarını andırır.
“Jön” kavramını yıkıp, sinemada sosyalist gerçekçiliği uygulayan yönetmendir Yılmaz Güney.
“Sıradan insan(lar)”ın hayatını işleyip, sosyalist gerçekçi yöntemi ilke edinen sineması, toplumcu gerçeklik akımının en önemli temsilcisidir.
Göründüğü kareyi seyirlik kılan benzersiz oyunculuğu, destansı ve gerçekçi sinemanın en güzel örneklerinden filmleri, usta işi yönetmenliği ve eşsiz senaryolarıyla sinemanın yüz akı olup; Yeşilçam denen sinemanın kapitalist temellerini kökünden sarsmıştır.
Hemen hemen tüm filmlerinde, kamerası ezilenin yanında olmuş, sosyal hayatın acımasızlıklarını gözler önüne sermiştir. Sinemayı devrimci mücadelenin bir imkânı olarak da gören cesaretli bir yönetmendi. Herkesin “es” geçtiği Kürt sorununu filmlerinde cesurca işlemiştir.
Gerçekliği en yalın hâliyle vermeye çalışan O; “Sinemayı hayat mektebinde öğrenen bir kişi olarak bu ödülü kazanmam büyük anlam taşıyor. Ödül bana değil, tüm halkıma verilmiştir,” vurgusuyla, kendine has bir sinema dili oluşturabilmiş nadide bir sanatçıdır.
Sinema dili, çarpıcı, akılda kalıcı, uyarıcıydı. Çünkü Yılmaz Güney’e kadar sinemada yoksulluk, sadece lanetli bir kategori olarak, zenginliğin bir zıddı olarak, ana hikâyedeki zenginliği daha da belirginleştirmek için kullanılırken, Onunla ile birlikte esas mesele olarak ele alınmıştır. Çünkü, yoksulluğun hem sosyolojik bir mesele olarak ne olduğunun farkındaydı ve hem de sinemacı olarak yoksulluğu istismar etmeden nasıl anlatması gerektiğini biliyordu.
Yılmaz Güney’in ilk filmlerinde ezilen, hor görülen bir “Anadolu çocuğunun” otoriteye başkaldırısı varken;[31] yoksulluğa, ayrımcılığa, derebeyliğe dair verileri birinci elden, yaşanmışlıktan toplamıştı. Tek yapması gereken bunları sahici, izlenir, halkın da karşılık vereceği, kendini bulacağı bir sinema diliyle anlatmaktan, gelenekten kaçmadı, Ömer Lütfi Akad’ın peşine düştü. Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Çukurova’nın anonim destanlarının, sözlü edebiyat eserlerinin ardından gitti.
Çoğu filminde yazılı bir senaryo kullanmadan her şeyi kafasında kurup doğaçlama senaryolar ile film yapmış, olayın senaryoda değil duyguda olduğunu bundan yıllarca önce kavramıştı.
1958 ila 1983 yılları arasında gösterime giren 58 filmin senaryosunu yazmıştır. Senaryosunu yazdığı filmlerin 22’sinin yönetmenliğini de yapmıştır. Senaryosunu yazmadığı hâlde yönettiği bir film de vardır.
Yazdığı ve/veya yönettiği 58 filmi vardı.
1950’ler (3 film) | 1960’lar (26 film) | 1970’ler (19 film) | 1980’ler (3 film) |
Ala Geyik (1958) (os)
Karacaoğlan’ın Kara Sevdası (1959) Bu Vatanın Çocukları (1959) |
Yaban Gülü (1961)
Ölüme Yalnız Gidilir (1962) Prangasız Mahkûmlar (1964) (os) Her Gün Ölmektense (1964) Kasımpaşalı (1965) Konyakçı (1965) Gönül Kuşu (1965) Krallar Kralı (1965) (os) Hudutların Kanunu (1966) (os) Eşrefpaşalı (1966) (os) At Avrat Silah (1966) (osy) Aslanların Dönüşü (1966) Yedi Dağın Aslanı (1966) Burçak Tarlası (1966) Tilki Selim (1966) Bana Kurşun İşlemez (1967) Benim Adım Kerim (1967) (os) Çirkin Kral Affetmez (1967) (os) Şeytanın Oğlu (1967) (os) Azrail Benim (1968) (os) Kargacı Halil (1968) (os) Seyyit Han (1968) (osy) Pire Nuri (1968) (oy) Belanın Yedi Türlüsü (1969) (os) Bin Defa Ölürüm (1969) (os) Bir Çirkin Adam (1969) Aç Kurtlar (1969) (osy) |
Canlı hedef (1970)
Umut (1970) Yedi Belalılar (1970) Piyade Osman (1970) İmzam Kanla Yazılır (1970) İbret (1971) Acı (1971) Baba (1971) Umutsuzlar (1971) Endişe (1974) Yarın Son Gündür (1971) (osy) Çirkin ve Cesur (1971) (osy) Vurguncular (1971) (os) Ağıt (1972) (osy) Arkadaş (1975) (osy) İzin (1975) Bir Gün Mutlaka (1975) Zavallılar (1975) (osy) Sürü (1979) (s) |
Düşman (1980) (s)
Yol (1982) (s) Duvar (1983) (sy) |
Yukarıdakilere ek olarak, Yılmaz Güney’in yazmadığı ve yönetmediği, sadece oyuncu olarak yer aldığı 53 film vardır. Bunlardan bazıları:
İkisi de Cesurdu (1963) Kasımpaşalı Recep (1966) Kovboy Ali (1966) Sevgili Muhafızım (1970) Şeytan Kayaları (1970) vd’leridir. |
|||
(o): oyuncu
(s): senarist (ya da senaristlerden biri) (y): yönetmen (ya da yönetmenlerden biri) |
Sadri Alışık’ın, “Bana göre Yılmaz Güney, Türk sinemasında milattır. Nasıl ‘Milattan önce, milattan sonra’ varsa Türk sineması’nda da ‘Yılmaz’dan önce, Yılmaz’dan sonra’ vardı. Tarafsız ve dürüstçe kendime bile aynı soruyu sorarım. Peki Yılmaz’ın yaptıklarını neden biz yapmadık veya yapamadık? Yılmaz bunu bulmuş, bilmiş ve olmasını gerektiği gibi yerine oturtmuş ve sinemamızda bir Yılmaz Güney devri başlatmıştır,”[32] notunu düştüğü toplumcu gerçekçi sinemanın ‘Çirkin Kralı’nın sinemada devrim yaptığından söz edebiliriz…
Kendisinden önceki sinema anlayışını yıktığı gibi, kendisinden sonraki sinema anlayışına biçim verendir. Yılmaz Güney sonrasında birçok yönetmen, Onun yolundan gidip, sosyalist gerçekçilik akımının izini sürmüştür. Asistanlığını yapan Şerif Gören ve Zeki Ökten kendi sinemalarını oluşturana kadar, bir süre bu akımın takipçisi olmuştu. Ali Özgentürk de bu akımın takipçilerindendi.
Ayrıca dünya sinema tarihinde önemli bir yer edinen O; politik sinemanın -bağımsız, özgün yapıtlara imza atan- öncülerindendi…
Alejandro Gonzalez İnarritu yönetmen olmaya ‘Yol’ filmini izledikten sonra karar vermiş. O filmde Yılmaz Güney’in yarattığı karakterler, kesişen hikâyeler ilham olmuş İnarritu’ya. Öyle ki çektiği filmlerin tamamında ‘Yol’dakine benzer bir kurgu tekniği vardır. Kesişen hayatlar, birbiriyle bir şekilde alâkâsı olan insanlar… Bu bile yeterlidir Yılmaz Güney’in sinemamız için neden önemli bir figür olduğunu anlatmaya. ‘Duvar’, ‘Sürü’, ‘Umut’ diye devam eder… En basitinden ‘Umut’un İtalyan yeni gerçekçiliği tarzında bir etki yarattığını söylemek lazım sinemamızda. ‘Duvar’da çoğunluğunun Kuzey Afrikalı çocuklardan oluştuğu amatör bir oyuncu kadrosuyla, hayatında kamera görmemiş çoluk çocukla ne büyük bir toplumsal gerçekçi bir sinema eseri yarattığı ortada. Fransızlar bugün hâlâ ‘Duvar’ı tartışıyor…
Tarık Akan’ın, “Türkiye’de sinema deniliyorsa, Yılmaz Güney zirvesidir. Ne öncesinde ne de sonrasında ona yaklaşan tek bir sinemacı bile yoktur,” saptamasındaki üzere, evet, nihayetinde bir Yılmaz Güney sineması vardır; coğrafyamızın sinema tarihinin en büyük isimdir. Filmlerini toplumsal gerçekçi bir bakış açısıyla oya gibi işlemişti.
YAZARLIĞI
Çok yönlü sanatçı Yılmaz Güney’in sinemacı yanını besleyen hep edebi yanıydı. Çok genç yaşta öyküler kaleme alarak başlamıştı edebiyatla ilişkisi. Sonraki yıllarında da şiirler, romanlar yazdı…
Nâzım Hikmet’in, Melih Cevdet’in, Oktay Rifat’ın romanlarını gölgeleyen şair kimlikleriyse, Yılmaz Güney’in romanlarını unutturan, onu bir efsaneye dönüştüren sinema hayatıdır. Oysa sanat alanına hikâyeleriyle başlamıştı Yılmaz Güney. “50’lerin başlarında ilk hikâyesi ‘Pazar Postası’nda yayımlandığında henüz bir lise öğrencisiydi. Dergiciliği sevmişti; hem yazdı hem kimi dergilerin Adana dağıtımını üstlendi hem de arkadaşlarıyla birlikte dergi çıkardı.
1955 yılında liseyi bitirip Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolduktan sonra siyasete ilgisi artan Yılmaz Güney’in kaderini değiştiren de yazma tutkusudur; On Üç adlı dergide yayımlanan ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ (1956) hikâyesinde “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle hakkında açılan dava sonucunda 1961 yılında 1 buçuk yıl ağır hapis, 6 ay sürgün, ömür boyu amme haklarından yoksunluk cezalarına çarptırıldı.
Kendisini susturmak isteyenlere inat, bu ilk girişinden başlayarak her seferinde, mahpusluk günlerini daha fazla okuyarak, yazarak ve yaratarak geçirecektir Yılmaz Güney. Sinema deneyiminin olmadığı bu ilk hapishane döneminde bütün enerjisini ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanını tamamlamaya verecek ve bu süreci anılarında şu cümlelerle özetleyecektir:
“Boynu Bükük Öldüler Nevşehir Cevaevi’nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım. 63 Haziranı’nda sürgünden döndüğümde, bir gazetede yayımlanması olanaklarını aradım, bulamadım. 66’da, bir arkadaş basmak istedi. O günlerde ünü giderek artan bir sinema oyuncusuydum. Adım ‘Çirkin Kral’dı.”
1971’de yayımlanıp 1972 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan ‘Boynu Bükük Öldüler’, Yılmaz Güney romanları arasında kuşkusuz en başarılısıdır. Toplumsal sorunları, özellikle kırsal kesim insanlarının dramlarını anlatma eğiliminin roman yazımına egemen olduğu, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi yazarların ustalık ürünlerini verdikleri, sosyalist düşüncelerin edebi alana yayıldığı bu yıllarda yazılan ‘Boynu Bükük Öldüler’, Halil ve Emine üzerinden 1950’li yılların Çukurova’sındaki hayatı anlatır.
Yılmaz Güney’in en verimli çağında pek çok devrimci, aydın ve sanatçıyla birlikte 12 Mart darbesine maruz kalması bugün bizim lanetle andığımız bir ‘kader’. Ancak Güney, tutsaklığa yaratarak direnmesini, dışarıdayken ihmal ettiklerini içerde gerçekleştirmesini bilen, kolay kolay mağlup edilemeyen bir sanatçıydı, aydındı ve hepsinden önemlisi sosyalizme içten bağlanmış bir devrimciydi.
O günler Yılmaz Güney’e şunları dedirtir:
“Toplumsal değişimler insanı eğitir, etkiler, bilincini değiştirirdi. Oysa ben kitle mücadelelerinden ne kadar uzaktım. Gerek işçi-köylü hareketleri, gerekse öğrenci hareketleriyle organik bağım yoktu. Bir bakıma hayattan kopuk, giderek burjuva dünyasının pislikleri içinde, subjektivizmin batağında eriyen bir insandım. İmdadıma 12 Mart yetişti. (…) Safım açık ve bellidir. Emekçi yoksul halkımım safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizm acemisi bir sanatçıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım… Bu yüzden başıma gelecek belaları göğüslemeye şimdiden hazırım. (…) Göğsümü gere gere ‘ben sosyalistim’ diyemiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. O yüce sorumluluğu tam anlamıyla, bütün ilişkiler sürecinde taşıyacak güçte, fedakârlık ve yiğitlikte değilim henüz. Fakat şunu belirtmeliyim ki, sağlıklı bir sosyalist olmak en büyük ve tek amacımdır.”[33]
Nihayetinde; “Elbette ekol olmuş bir sinema şahsiyetidir Güney. Ama asıl olarak iyi bir edebiyatçıdır. XX. yüzyılın 50’li yıllarının sonunda daha sinemada ünlenmeden önce yazmıştı ‘Üç bilinmeyenli eşitsizlik sistemleri’ öyküsünü. Komünizm propagandası yapmaktan ceza alıp hapis yatmış ve Konya’da sürgünlük de yaşamıştı.
Yılmaz Güney sinemasını ve Yılmaz Güney’in sanat kurumsallığını şahsında odaklayarak okuduğumda bütünsel manada Yılmaz Güney’i bu denli vazgeçilmez kılan hâ edebiyatındaki gücünden, sinemasındaki edebi dilinden ve edebiyat ısrarından gelir…
Yılmaz Güney’in edebi damarı, bir yanıyla ata dede toprağı Kürt coğrafyasının mağrur ve vakur kişiliği ile kimliğine kattıklarından, diğer yanıyla da Çukurova toprağının emekçi, alınteri döken ırgat kimliğinden alarak şekillenir.
Roman ve öykülerini damıttığı, içine sindirdiği Orhan Kemal, Yaşar Kemal edebi geleneğinden beslenerek yazdığını söylemek mümkün.”[34]
AŞK(LAR)I
Sanatçı duyarlılığı ve devrimci komünist romantizmiyle tutkulu sevdaların insanıydı ve Onun için aşksız kavga, kavgasız aşk mümkün değildi.
Yılmaz Güney’e, “Unutmak, zaman ister demiştim, yanılmışım. Zaman değil yürek istiyormuş. O da sende kaldı,” dedirten tutkulu aşkları, belki de “Sevgi akla boyun eğmez,”[35] diyen Ursula K. Le Guin’in tarifindeki üzereydi…
Kolay mı? “Hadi takas edelim bir şeylerimizi; mesela gülüşünden ver, ömrümden al,” diyen O; bir gülüş için ömürden verenlerdendi…
Bu tutkuyu, “Hasretin yüreğimin sadık bekçisidir sevgili,” vurgusuyla Fatoş Güney’e, “Damla damla birikiyor insan. Damla damla sevgili… Bir gün akıp gideceğiz hayata… Duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin. Benim yüreğim sensin şimdi, seni vurur durur… Ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde,” dediği satırlarında görmek mümkündü.
Türkan Şoray’ın, “Bütün artistler bana hayrandı; ben ise Yılmaz Güney’e. Gözlerine bakamazdım, aşık olacağımdan korkardım,” dediği O bir de, 1964’de evlendiği ve 4.5 yıl evli kaldığı, “Hollywood filmi ‘Benjamin Button’ gibidir. Yaşlandıkça, gençleşiyor,”[36] diye anılan Nebahat Çehre’ye müthiş tutkundur…
“Onu görüp de âşık olmamak mümkün değildi, her kadın da âşık olmuştur. Sosyetik kadınlar da hayrandı ona. Dünyanın en güzel bakan adamıydı. Ela, çekik, çok güzel gözleri vardı. Muhteşem gülen bir adamdı. Ama sert bakardı. Oynadığı karakterle uyum sağlamak içindir o da… Çok yakışıklı bir adamdı, fotoğraflarıyla alâkâsı yoktu…
Sert bir mizacı vardı. Ama benimle yaşadığı aşk çok tutkuluydu…
Ben, pişman olmam gereken şeylere bile pişmanlık duymuyorum. Böyle yapmak beni hayata daha iyi bağlıyor. Yılmaz beni hayata bağladı, olgunlaştırdı ve oyunculuk adına zenginleştirdi,”[37] diye tarif eden Nebahat Çehre’ye kaleme aldığı aşk mektupları okunasıdır!
Örneğin 28 Mart 1966 tarihinde Urfa’dan kaleme aldığı mektup gibi:
“Şu yeryüzünde üç milyarı aşkın insan yaşar yavrum, üç milyarı aşkın yürek atar, durur. Şu üç milyarı aşkın insanların bir kısmı aç, bir kısmı hasta, bir kısmı yaşlı, bir kısmı aşık. Dünyanın neresinde olursa olsun, sevda için yanan binlerce insan vardır. Ve biz, bu üç milyardan yalnız iki kişiyiz.
Her şeyin bir kanunu vardır. Ama sevdanın kanunu, yolu, yordamı yoktur. Akıp giden, aktıkça da büyüyen bir sudur sevda. Irmaklar sonlarını denizde kaybolmuş bulurlar. O denizin içinde kimsenin bilmediği ırmaklar, dereler, çaylar vardır. Ben o denizlerin içinde kaybolan, ne olduğunu hatırlamayan ırmaklardan biri olmak istemiyorum.
Ben, kendi denizimi kendim yaratmak, kendi toprağımı kendim sulamak ve akmak, hep akmak istiyorum. Ama nereye, nasıl? Bütün bir hayatın sonu elleri soğuk bir ölüme bağlanır. O denizlere koşan ırmaklar gibi.
Önümüzde o kadar az zaman var ki… İnsan bunu sevdiği insanla değerlendirmeli diyorum. Hayatımı sevmiyorum, davranışlarımı sevmiyorum. Zaman zaman kafama saplanan kötü düşüncelerimi ve bu düşünceleri yaratan insanları sevmiyorum. Ama azimliyim, bütün karaları sileceğim hayatımdan. Aydınlık, ılık ve güzeli bulacağım.
İnsan hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkûm etmeye hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı, geldiğim yeri. İyi şeylerin yanında, çok kötü huylar edindiğimi, basit birtakım kurgular içinde olduğumu, huzursuzluk kaynaklarımın hepsini biliyorum. Bunları çok kısa bir zamanda düzeltmek mümkün mü? Herkesten çok kendime ediyorum, uykularıma, sinirlerime ediyorum, rahatsız oluyorum…
Paydos, bütün bu kötülüklere paydos artık. Bana en büyük destek sen olacaksın yavrum… Geçmişteki bütün günah ve sevaplarımla kendimi sana veriyorum yavrum. Ne yaparsan yap artık, sana kalmışım ben…
Bugün havada bir şirinlik var. Urfa’nın beyaz damlarında çamaşırlar uçuşuyor. Sonra üç beyaz güvercin göğün mavisinde dolanıp duruyorlar. Ne kadar rahat ve sevinçliler… İmreniyorum. Kendimi atabilsem böylesine gökyüzüne… Canım çektikçe uçsam, gitsem. Belki sana gelirdim, yorgun kanatlarımın altına alırdım seni. Yorgun yüreğim tıp tıp atardı belki, ama iyi atardı, çok iyi atardı.
Duvarları ve katı şeyleri sevmiyorum. Canım alabildiğine boş bir deniz istiyor. Yeşillik, portakal bahçeleri, toprak, bu güzelliğin içinde beyaz boyalı, kırmızı kiremit damlı, şöminesi, bembeyaz taşlarla süslü avlusu olan bir ev istiyor…
Dün konuştuk biraz. Evden bahsettiler. Ben uzak şeyler düşündüm. Yalnızlığı seviyorum ben… İnsan kendine yettikçe yalnız olmalı. Sahteliği sevmiyorum. Gel kaçalım seninle yavrum. Her şeyi bırakıp gidelim, dünyanın bir başka yerinde yaşayalım, insan, yeni bir yerde kendine yeni bir hayat kurar. Ama orada da kötü insanlar vardır. Nereye gidersen git, orada bir kötülük vardır… Bu kaçma duygusu bütün insanlarda vardır. Hani senin kalkıp Amerika’ya gitmek isteyişin gibi… En iyisi, en kötülerin içinde en kuvvetli olmak, yılmadan, yıkılmadan yaşamak. Bizim kaçacağımız yer, o uzaklık, içimizde olacak, istediğimiz an kendimize sığınabileceğiz. Bütün günahın, vebalin ve sevabınla benimsin artık…”
Nebahat Çehre konusunda “1971 yılına kadar Yılmaz Güney’in muhasebecisi, şoförü her şeyiydim. Umumî vekâlet de vermişti” diyen Abdurrahman Keskiner de ekliyor:
“Çok seviyordu aslında Nebahat’i… 1982’de Cannes’da buluştuk biz Yılmaz’la, üç dört saat falan oturduk. Yanımızda Fatoş da vardı. Fatoş bir ara çıkınca ‘Ya Apo Nebahat ne yapıyor, çok iyi kızdır aman ona sahip çık’ dedi. Yıllar geçmiş hâlâ Nebahat aklında…”[38]
DEVRİMCİ KOMÜNİST
Demiştim: Onun için aşksız kavga, kavgasız aşk mümkün değildi!
Bir şey daha: Yılmaz Güney komünistti, yaşamı boyunca emekten yanaydı ve tavizsizce bunun kavgasını verdi…
“En güzel günlerimizi kâbusa çevirenleri mutlaka bir gün; en tatlı uykularından uyandıracağız!”
“Bir köle olarak yaşamaktansa özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir.”
“Safım açık ve bellidir. Emekçi yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizm acemisi bir sanatçıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım… Bu yüzden başıma gelecek belaları göğüslemeye şimdiden hazırım.”
“Sorunun esası şudur: Ya devrim yolunu seçeceğiz… Ya da, bu düzenin baskılarına, haksızlıklarına boğun eğerek, şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir.”
“Devrimin önündeki sosyal güçler, kendi sınıf çıkarlarına uygun sanat hareketleri de yaratırlar. Siyasi ve askeri mücadelelerini sanatsal çalışmalarla güçlendirmek isterler. Biz proletaryanın sanatına, halkın demokratik devrimci sanatına sahip çıkar ve onu geliştirmeye çalışırken, gerici sınıfların sanatına karşı nasıl bir mücadele yöntemi izleyeceğimizi de bilmeliyiz. Halkın sanat alanındaki savaşçısı olmak istiyorsak, burjuvaziyle, revizyonizmle, oportünizmle aramıza berrak sınırlar çizmeye çalışmalı ve devrimin zor yolunun gerektirdiği sabrı, fedakârlığı ve kararlılığı göstermeliyiz.”
“Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız… Mutlaka kazanacağız…” diye haykıran Yılmaz Güney, 1970’li yıllarda birçok devrimci ile işbirliği içersinde olmuş, maddi ve manevi olarak bütün örgütlere yardımlarını esirgememiştir. Hakkında arama emri çıkartılan çoğu devrimciyi saklamış, saklatmış, polisin eline geçmesine mani olmuştur. Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, hapishaneden kaçtıktan sonra yakalanmamak adına sık sık yer değiştirdikleri sırada Ondan yardım istemişler, Yılmaz Güney de onları evinin çatı katında saklamıştı.
Çok sonralarıysa mahkemede hâkimin, “Mahir Çayan’ı evinizde sakladınız mı?” sorusuna, “Evet şimdi gelsinler yine saklarım, evim bütün devrimcilere açıktır,” yanıtını vermişti…
Çok kimsenin gölgeleme çabasında olduğu Onun devrimci komünist olması, hayatının başat ekseniyken; “Yılmaz Güney’in siyasi görüşlerinin devlet, yani egemenler tarafından bilinçli olarak unutturulduğunu düşünüyorum. Fakat bunun ötesinde devrimci gruplar açısından da bir sorun olduğu kanısındayım. Şöyle ki, bu devrimci gruplar da Güney’i anıyor ve yazılar yazıyorlar, ama bu yazılar hep sanatsal yönü ile alâkâlı oluyor. O açıdan Güney’in siyasi bir yanının da olduğu gerçeği devrimci gruplar tarafından da irdelenmiyor,”[39] diyen Çetin Deste sonuna kadar haklıdır.
Kolay mı? “Topraksız bir köylünün çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam Zaza Kürdü, annem Kurmanc Kürdü. Halkım için en iyi yolun bilimsel sosyalizmden geçtiğine inanıyorum. Ama yine de sosyalistim diyemem. Sosyalizm çırağıyım sadece. Öğrenmeye devam edeceğim ama safım belli. Sosyalizm çırağı bir sinemacıyım,” demiştir kendini savunurken hâkim karşısında. Mahir Çayan, Oktay Etiman ile yoldaşlarına yardım yataklıktan 3.5 yıl ceza yediği mahkemede…
Nihayetinde Onun tavrı netti!
21 Aralık 1972’de: “Maddi ve manevi her şeyin kaynağı halktır. Sarayları yapan ve yıkan o… Toprağa eken, biçen, mezarları kazan, gülfidanını budayan, tarihleri yaratan o. Hep o… Sanatın yaratıcısı da odur… Halktır…”
25 Ocak 1973’de: İnsana, hayata bakarken amacımız onu temellendiren, biçimlendiren ‘gerçeği’ kavramaktır. Burada karşımıza çıkan en önemli sorun budur. ‘gerçek’ nedir? Nedir bizi konuşturan, düşündüren, kavga ettiren, iyi olmaya zorlayan, neşelendiren? Nedir bizi hesaplı yapan, korkutan, endişelendiren? Hangi güçtür trenleri saatinde hareket ettirmeyen, suları akıtmayan?.. Binlerce şey sayabiliriz… Nedir bunların sebebi, hareket ettiricisi, durdurucusu?
İşte son aylarda kafamı kurcalayan soru… Gerçek… Sosyal gerçek… Maddenin, insanın ve doğanın gerçeği… Sanatımın hareket ettiricisi, yönlendiricisi de bu olacak işte… Türk toplumunun sosyal gerçeği…”
15 Mart 1973’de: “Uzun, yorucu, düşündürücü günler geçti. Okudukça yeni bir eksik, yeni bir bilinmeyenle karşılaşıyor insan. Dünya, insan, toplum çok bilinmeyenli denklemler gibi… Okumak, düşünmek ve çözmek… İşte hapishanedeki işim…”
25 Haziran 1973’de: “Her şeyi yeniden düşünüyorum… Sevgilerimi, nefretlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı, düşmanlarımı, filmlerimi, iyileri, kötüleri, tarihi, coğrafyayı ve sanat anlayışımı… Her şeyi yeniden düşünüyorum, yeniden kuruyorum değerler dünyamı… Batıyı, doğuyu, cumhuriyeti yeniden düşünüyorum… Yeniden bakıyorum aynadaki yüzüme… Bir hesaplaşma içindeyim kendimle ve hesaplaşma gereği her gün yeniden sarsılıyorum. Sarsılmadan, yıkılmadan değişmenin imkânı yok çünkü. Yıkıp yeniden yapıyorum kendimi…
Halkımızla, kendimizle yabancılaşmamız, yüzlerce, binlerce, onbinlerce yıl gerilere dayanıyor, milyonlarca yıl… Hatta biz üzerimizde yüzyılların pasını, pisliğini, alışkanlıklarını, eğilimlerini taşıyoruz… Bir yerlerde aklımız bazı sırları çözmekle yetersiz kalıyor… Kendime soruyorum; ‘Kimim’, ‘Neyim’ diyorum.. Yüzeyden bakınca cevap kolay… Yılmaz Güney; aktör, yazar vs. İnince derinine bocalıyorum. Bir karmaşa… Yılların birikimi, sakatlıkları, zaafları, acıları, kompleksleri… Neler yapmışım şimdiye kadar?.. Yüzlerce insanı birden yaşamışım. Adamlar bıçaklamış Yılmaz Güney… Kabadayılık yapmış uzun yıllar… Roman yazmış… Ödül almış… Sanatçı… Irgatlık yapmış, zavallı köylü… Asker, sürgün, hovarda, cesur, korkak, memur, işsiz… Açlık günleri, tokluk günleri vs. Bütün bunların kişiliğimin oluşmasında nasıl etkileri olmuş… Hangi evrelerden geçmişim. Şimdiki düşüncelerime nereden vardım? Düşünüyorum, beynimi zorluyorum. Düşünüyorum…
Hapishaneye girmem ne kadar iyi oldu… Yokuş aşağı, yokluğa doğru akan bir suymuşum ben… Aman ne iyi oldu hapislik… Kendimi buldum… İrademi terbiye etmeye, bilincime hâkim olmaya çalışıyorum,” diyen Yılmaz Güney, Atilla Dorsay’ın ifadesiyle, “Tek kurtuluşu solda ve sosyalizmde bulmuş tüm bir kuşağın en has, en inanmış temsilcilerindendi.”[40]
Hayatı Ona öğretmiş, O da “Ama”sız/ “Fakat”sız yüreğini açmıştı hayatın öğrettiklerine…
Yaşamı, filmleri, dedikleri de bunun kanıtıydı…
DEDİKLERİNDEN
Özetin özeti: Dedikleri ve elbette duruşuyla, “Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm; dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım, kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim,” diyen Mahatma Gandhi’nin kararlılığını anımsatan O, “Benim acıya verecek bir şeyim kalmadı, mutluluktan alacağım var,” cümlesiyle yaşamını özetlemişti; tıpkı şunlar (ve benzerleri) gibi…
- “Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için…”
- “Ne kemik uğruna köpek olduk, ne de menfaat uğruna çakal. Biz hayatımız boyunca hep dik durduk…”
- “Hayat bize, mutlu olma şansı vermedi sevgili. Biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık. Çünkü dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı. Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk… Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili… Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım. Yaşamak ne güzeldir be sevgili… Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek… Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın…”
- “Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır. Çiçekler, kuşlar ve rüzgârlar gibi. Ben, bazı yakın arkadaşlarımın aracılığıyla, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım. Her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da. Öyle hissediyorum ki, insanlar yaşadıkça yaşayacaklar. Çünkü hüzün, sevgi ve kederi sadece insan bir arada taşıyabilir…”
- “Her gün kendimizle, geçmişimizle geleceğimizle, yaptıklarımızla, yapacaklarımızla bir hesaplaşmadır…”
- “Ve kendi kendime dedim ki; hayatındaki zaafları, yalanları o zaaflara ve yalanlara tekabül eden bütün ilişkileri, nesnel koşulların elverdiği oranda temizle, yalnız kalmaktan korkma gerçekler seni güçlendirecektir…”
- “Sizin geceleriniz güzeldir, buzlu viskilere limon sıkılır. Bizim geceleri görseniz çıldırırsınız; sessiz duvarlar üstümüze yıkılır…”
- “Onlar bir tavuk çalanı aşağılayarak hırsız diye suçlarken; bir kalem oyunu ile milyonları yutanı ‘Beyefendi’ diye selamlarlar…”
- “Benim oturduğum mahallenin yolları çamurluydu. Boyalı ayakkabı giysem bile, o yollardan geçtikten sonra çamurlanmamaları mümkün değildi. Hayatım da böyle…”
- “İyi bir boks seyircisi olmaktansa, kötü bir boksör olmayı göze almak daha iyidir oğlum…”
- “Ben kimsenin canını yakmadım; onlar benim ateş olduğumu bile bile geldiler…”
- “Arkadaşlar! Dışarı da bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?”
- “Faşizm hangi ülkede olursa olsun, sadece o ülkenin işçisine ve halkına değil, tüm dünya işçilerine ve halkına karşıdır…”
- “Onlar! Zulmün ve vahşetin, inancı ve insan onurunu yok edeceğini sanan onlar, tarihin şaşmaz akışı önünde durabilecekler mi? Duramayacaklar. Bu kan ve zulüm yenilecek bir gün…”
- “Kiminle gülüyorsan ona aitsin…”
- “Güzellik bir bütünün sonucudur. Bunun için kolay görülmez, kolay varılmaz, kolay anlaşılmaz…”
- “Silahı bilmem ama boş insanı şeytan doldurur…”
- “Babam dünyanın en güçlü adamıydı. Bir ekmeği hepimize bölebiliyordu…”
- “Dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı…”
- “Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü. Biz öleceğiz ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde. Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak…”
- “Bütün acılar, zorluklar hayatımızın süsüdür sevgili…”
- “Öfkeyi, bir bulutun üzerine yazmak isterdim; yağmur yağsın bulut yok olsun diye… Nefreti, karların üzerine yazmak isterdim; güneş açsın karlar erisin diye… Ve dostluğu ve sevgiyi, yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim; onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın diye…”
HAKKINDA DENİLENLER
Eşi/ yoldaşı Fatoş Güney, “Yığınların bilinçlerinin sarsılmasında, onları, düşünmeye ve kendilerini değiştirme doğrultusunda istek duyurmaya zorlamanın, sanatçıların kaçınılmaz görevi olduğuna ve sanatçının çağının, ülkesinin sorunlarına kayıtsız kalmaması gerekliliğine inanırdı. Halk için mücadele veren bir sanatçıydı… Çözüm ve yol arayan insanların acı dolu yaşamlarını dile getirdi. Derin aşkların, bağlılıkların, hasretlerin, şefkatin şarkılarını söyledi,”[41] diye anlatırdı Onu…
Ali Özgentürk’ün, “İsyan çığlığı gibiydi”;[42] Nihat Ziyalan’ın, “Devrimci bir yapısı olan Yılmaz’ın içinde için için fokurdayan bir yanardağ vardı”;[43] Erdem Buri’nin, “Yılmaz Güney bir eylem adamıydı. Ezenlerin karşısında olup, hep özgürlük için savaş verdi. Yılmaz’ın silahı ise sinema sanatı oldu,” notunu düştükleri “Derin aşkların, bağlılıkların, hasretlerin, şefkatin şarkılarını söyleyen” Onu yani “Yılmaz Güney’i… memleketini ve çağını içinde hissetmiş yaratıcı bir sanatçının öngörü ve sezgi gücünün de iyi bir örneği”[44] olarak betimleyen Ayşe Emel Mesci’nin; “Sinemada oyunculuk Fikret Hakan ile başlar, Yılmaz Güney ile zirveye ulaşır ve Tarık Akan ile devam eder,”[45] diyen sinema tarihçisi Agâh Özgüç’e uzanan nitelemeler çoğaltılabilir…
Ancak bunlardan başka beni sarsan iki betimlemeden birisi; Cüneyt Cebenoyan’ın, “Güney’in hayat hikâyesi bir trajedi kahramanınınkiyle boy ölçüşecek nitelikte”ydi…[46]
İkincisi de -yine bir Adanalı- Şiar Rişvanoğlu’nun, “Yoksulların ‘Umut’u, burjuvazinin ve onun kültürünün amansız düşmanıydı… Yılmaz Güney’in sineması ve kendisi umuttur, sinemada temsilcisi olduğu Nâzım’ın deyişiyle ‘gelecek güzel günlere’, ‘ekmek, gül ve hürriyet günlerine’, ‘yarin yanağından gayri her şeyde ve her yerde hep beraber diyebilme’ye duyulan umudun kendisidir,”[47] saptamasıdır…
Bunlar, elbette işin bir yanıdır. Ötekine gelince!
UZAKTAKİ “YAKIN(LAR)I”
Yılmaz Güney için kullanılan “Bonum dictum/ Acı sözler” bir hayli çoktur ve yakınından da gelmiştir.
Ancak Fatoş Güney’in, “Hayatı kendimiz için yaşamadık,” dediği Yılmaz Güney’in de, “Hayatı kendim için yaşamıyorum. Ve korkmuyorum hiç bir şeyden. Başıma gelecekleri de biliyorum. Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız,” uyarısına rağmen ulu orta laf edenler Sadi Şirazî’nin ifadesiyle, “Sözünü tartmayan, cevabından incinir,” elbette…
Bunlardan birisi de, “Babam hayatta olsaydı, onunla çatır çatır kavga ederdim. ‘Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!’ derdim. Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: ‘Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti’,”[48] diyen Yılmaz Güney’in kızı Elif Güney Pütün’dür.
Dedikleri, yazdıklarıyla burjuva medyasının müthiş teveccühüne mazhar olan “Psycho-Pédagogie Yüksekokulu” öğrencisi “Elif Güney Pütün, babası Yılmaz Güney’i bambaşka bir pencereden yansıtıyor. Küçük bir kızın acılarını, yalnızlığını ve çaresizliğini anlatırken bir baba, bir eş ve bir insan olarak bilinmeyen yönleriyle yepyeni bir Yılmaz Güney portresi sunuyor okura…” diye pazarlanan, “İşte babam böyle bir aynaydı. Önden parlak, arkadan sırlıydı,”[49] saptamalı satırlarına balıklama atlandı, mal bulmuş Mağribi gibi!
Mesela “Babasıyla meselesi olan herkesin okuması gerekiyor,” diye haykıran Ayşe Arman’ın, “Bu arada babanız sizin sürekli Lenin, Marx okumanızı istiyor,” sorusunu, “Evet. Oysa benim ‘dava’yla filan alâkâm yok. ‘Sosyalizm nedir?’ filan diye soruyor, cevap veremiyorum,”[50] diye yanıtlıyordu Elif…
“Gerekçe”ye bakar mısınız?!
Ya “… ‘Reha Muhtar’a Sevgilerimle’ diye gönderdi kitabını bana Elif Güney Pütün… Yılmaz Güney’in kızı…” ifadesi ardından, “… ‘Geçmişime hapsolmuş, saplanıp kalmıştım… Acı çekmiştim ve kendimi o geçmişi anlamaya adamıştım…’ diyor ve şöyle devam ediyor Elif Güney, “Tutuklu ve sürgün Yılmaz Güney’in kızı olmanın hesaplaşmasında…”[51] “yorumuna” (çıktığı ağza dikkat!) ne demeli?
Veya “Babam çok sevecen ve korkunç perfeksiyonist bir insandı. Her şeyin kusursuz olmasını isterdi. Ben onun perfeksiyonizm olayına uyum sağlayamadım. Çok titiz ve programlıydı. Sabah erken kalkar, yazı yazardı. İyi olduğu günler çok neşeliydi. Böyle ne bileyim, kalkardı lacivert sabahlığıyla, günaydın çocuklarım derdi, pof pof diye yürür, palyaço hareketleri yapardı… Sık sık beni paspal kızım diye çağırırdı. O her zaman çok şık, titiz ve bakımlıydı. En sevdiği koku Aramis’ti. Bana yemek yapmayı öğretirdi, çünkü çok güzel mezeler, köfteler yapardı. Hiç yoktan birbirimize sarılırdık. Ama geçmişteki boşluk ne onun için ne benim için doldu. Zaten öldüğünde bunalıma girdim, 80’den 50 kiloya düştüm. Bugün babamdan aldığım güçle ayakta durduğuma inanıyorum…”[52]
Ya da, “Yılmaz Güney mirası Türkiye halkına ait bir mirastır…”[53] demesine ne demeli kızı Elif’in?
Yeri geldi hatırlatayım “Psycho-Pédagogie Yüksekokulu”ndan Elif, “Babasının ölmesini istemeyen var mıdır?” diyen Fyodor Dostoyevski’nin uyarısını ve “Berbak handiak, ezkurraktxikiak/ Büyük sözlerin ardında küçük şeyler yatar,” diyen Bask atasözündeki saptamanı hatırlatıyor hepimize…
Herkes bilmeli ve unutmamalı: “Karmaşık kimliği gerisindeki öz Yılmaz Güney’i tüm iç çelişkileriyle, doğru yanlış davranışlarıyla, sevgi dolu sertliğiyle, şiddetle kol kola gezen insancıl yumuşaklığıyla”[54] anlamalı ve anlatmalıyız.
“Nasıl” mı? Mesela…
‘Çirkin Kral Efsanesi’ adlı Yılmaz Güney belgeselinin yapımcısı Hüseyin Tabak’ın, “Yılmaz Hoca’nın özel hayatını araştırdıktan sonra, kendisinin gerçekten bir efsane olduğunu anladım. Çünkü özel ilişkileri, annesine, babasına, kız kardeşi Leyla’ya, çocuklarına o kadar insani ki, o kadar sevgi dolu ki,”[55] diye tarif ettiği O; Nebahat Çehre’nin, “Eğer Yılmaz Güney yaşasaydı çok iyi dost olurduk, başım her sıkıştığında yanımda olurdu,” diyen;[56] ve cezaevindeyken diğer mahkûmlarla birlikte yürüdüğünü bile göremediği oğluyla bir şeyler paylaşmak için ‘Heidi’yi izleyendir (çünkü oğlu da o saatte ‘Heidi’ seyretmektedir…)[57]
Onun, Fatoş’tan doğma, 3 Eylül 1971 doğumlu oğlu Yılmaz Güney Pütün[58] de babasını şöyle anlatır:
“Türkiye’de babamla yaşadığım en uzun zaman, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde onunla beraber geçirdiğim 7 gündür. O zaman 8 yaşındaydım. Gündüzleri deniz kenarına gidip kıyıya vuran deterjan kutularını toplayıp kale yapardık. Sonra da beraberce denize girerdik. Bir gece tutturdum bana kum getirsin diye. Yanımda getirdiğim küçük askerlere çölde savaş yaptırmaya karar vermiştim çünkü. Bizim kaldığımız kulübe tepedeydi, sahil bayağı uzaktı. Gitti, bir kova dolusu kum getirdi. Gündüzleri bana çarpım tablolarını çalıştırırdı.
Babam hep hapishanede olduğu için anneme alışıktım, baba otoritesi bilmiyordum. Bunu İmralı’daki ikinci günümde masada otururken daha iyi anladım. Masada ayran dolu koca bir sürahi vardı. Bir ara onu kızdırdım, bana “Bu ayranı kafandan aşağı dökerim” dedi. Ben “Yapamazsın” der demez sürahiyi kafamdan aşağı boşalttı.
İmralı’da çok güzel kiraz ağaçları vardı. Babam beni sırtına alır, ben de kirazları kopartıp yerdim. O kadar çok yemişim ki, ertesi gün ishal oldum. Bana ilaçlar içirdiler, bu sefer de kabız oldum. Babam bana zeytinyağı içmem gerektiğini söyledi. Ben kesinlikle reddettim. Babamın koğuşunda kalan dört kişi daha var, adi suçlardan yatan. Hepimiz yer sofrasına oturduk, beni ikna etmek için babam dahil hepsi üçer kaşık zeytinyağı içtiler. Ben yine de içmedim, çok inatçıyımdır. Ertesi gün baktım, tuvalete taşınan taşınana, hepsi ishal olmuş.
İshal olduğum günlerde başka donum olmadığı için babam bana kendi uzun donunu giydirmişti. Ben altıma edip, onu da kirlettim. Babam alıp güzelce yıkadı, ama yine de bir iz kaldı. Öteki mahkûmlar babamın kurutmak için astığı donuna bakıyorlar. Bakışlarından anlıyorum ki, babamın altına yaptığını sanıyorlar. Babam da bunları gördü ama, kimseye gerçeği söylemedi.
Babam hapishanede de büyük bir disiplin içindeydi. Her sabah tıraşını olup kokusunu sürerdi. Güzel giyinirdi.”[59]
‘SÜRÜ’YÜ SARSIP, ‘DUVAR’I AŞARAK, İNSAN(LIK)A ‘UMUT’ AŞILADI!
Cemal Süreya’nın, “Umutsuzlukta umut vardır” saptamasını doğrulayan; Nâzım Hikmet gibi, “Umudu var büyük insanlığın/ Umutsuz yaşanmıyor,” diyen Yılmaz Güney’i yitirdiğimizden beri, Onun gibisi çıkmamıştır.
Yok artık böyleleri; çoktandır hem de…
Kolay mı? Filmlerinde canlandırdığı karakterler, yarattığı trajediler ve yansıttığı gerçeklerle “paralel” bir hayat yaşamıştı.
Filmleriyle sinemaya damgasını vurmuştu.
Devrimcidir, halkçıdır, sanatçıdır.
Hüzünlü bakışı ve utangaç tavırlarıyla hayran bırakan oyunculuğuyla tok bir sesli, yürekli insandı. İnandıklarını savundu.
Sinemada ezilmiş ve dışlanmışların sesi, sözü, soluğu, temsilcisiydi.
Has sinemacıydı, muhteşem bir gözlemciydi.
Ahâlinin beğenisini kazanmış, dikkatini çelmiş, onlara ruh katmıştı.
Onun filmlerini izleyip de etkilenmemek güçtü.
Ona ‘Çirkin Kral’ derlerdi; lakin o hepsinden güzeldi…
Halkın gözünde kahramandı. 1960’lar ve 1970’lerde doğan çoğu Yılmaz’ın isim babasıydı O.
Vurdulu kırdılı filmlerinde çok adam dövmüştü; ama sosyal içerikli filmlerinde dayak da yemişti. ‘Vizontele Tüba’da “Yılmaz Güney’in dayak yediği film göndermeyin halk isyan ediyor,” göndermesi halkın Yılmaz Güney’e ne gözle baktığının göstergesiydi. Oysa O, kendi efsanesini yıkmak için dayak yiyordu.
Sosyal mesajlarını izleyicinin gözüne gözüne sokardı. O halkın içinden çıkmıştı ve onları nasıl etkileyeceğini o dönem için en iyi kestiren oydu. Sinemasından asla ödün vermişti. İnandığı şeyleri kendi diliyle anlatmıştı.
Onu popüler bir figür olarak sisteme adapte edenler, günah çıkarırcasına “Ahlar vahlar” arasında anısına demeçler verenler, burjuvazi ve oligarşi ne söylerse söylesin, Yılmaz Güney Marksist-Leninist bir devrimciydi. Sineması ve yaptığı sanatı besleyen yönüyle kimliği de buydu.
Cihangir eşrafının entelektüel sohbetlerine meze edilen nostaljik bir figür olarak anılması yerine devrimci kimliği unutturulmamalıdır.
Pratiği teorisinden çok, attığı taş okuduğu kitaptan fazla olan bir insandı.
İşte bu yüzdendir ki Yılmaz Güney, ‘Sürü’yü sarsıp, ‘Duvar’ları aşarak, insan(lık)a ‘Umut’ aşılamıştı her zaman ve her yerde.[60]
17 Mart 2018 12:55:20, İstanbul.
N O T L A R
[1] Doğumunun 81. yılında “İnsani, Sanatsal ve Siyasal Yönleriyle Yılmaz Güney” başlığıyla 1 Nisan 2018’de İstanbul’da, 12 Nisan 2018’de Ankara’da Yılmaz Güney için düzenlenen anma toplantısında yapılan konuşma…
[2] Ursula K. Le Guin, Atuan Mezarları – Yerdeniz Üçlemesi 2, Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay., 2012.
[3] “Yılmaz Güney’i ‘tanımam’. Ya da uzağındaki herkes kadar ‘tanırım’. Onu, topu topu üç kere gördüm. İlki, 70’li yıllarda, Ankara’daki bir film galasında… Film, ‘Umutsuzlar’ mıydı, yoksa ‘Endişe’ miydi? Onu hatırlayamıyorum. Galada unutamadığım, Yılmaz Güney’i ikinci görüşüm, 12 Eylül karanlıklarının yurtdışına yansıyan boğucu karamsarlığı içinde, ülkedeki mücadele ile dayanışmaya yönelik toplantıya denk düştü… Paris’in Mutualite Salonu’nda, ‘iğne atsan yere düşmüyordu’. Yılmaz sahneye çıktı. Kendinden emindi. Herkesi ferahlatan sakin içtenliğiyle, öfkelerimizi dile getirdi. Yine gülümsüyordu… Üçüncü ve sonuncu görüşüm, Paris’in Bastille meydanından başlayan ve Avrupa Parlamentosu’nun bulunduğu Strasbourg’a yönelen ‘uzun yürüyüş’ün güzergâhında… Yıl 82 mi, yoksa 83 müydü? Yine anımsayamıyorum. Yılmaz’ı son gördüğümde, Yılmaz hastaydı. Ama yine de gülümsüyordu…
Pratik bir alışverişim olmayan Yılmaz Güney’le ilgili ‘anılar’ım yok. Bunu ne eksilik ne de fazlalık olarak nitelemedim ve nitelemiyorum. O, benim için, vazgeçmeyen/boyun eğmeyen bir mücadele insanıdır. Halk kahramanıdır. Sosyalisttir, sürgündaşımdır… Yılmaz Güney, gülümseyerek, sol yumruğunu havadan indirmeyen bir mücadele adamı ve halk kahramanıdır,” (Temel Demirer, “Kötü Ettin, N’Oldu Sana Nihat Gardaş? (ya da Bizim Yılmaz İçin)”, www.mehmetozer.net) diye yazmıştım Onun için. Hâlâ da böyle benim için Yılmaz Güney; birçok kez yazdığım satırlarımda. Bkz: i) Temel Demirer, “Kötü Ettin, N’Oldu Sana Nihat Gardaş? (ya da Bizim Yılmaz İçin)”, www.mehmetozer.net… ii) Temel Demirer, “Hayallerindeki Gibiydi; Yılmaz’dı!”, Özgür Düşün, Yıl:5, No:41, Eylül-Ekim 2007… iii) Temel Demirer, “Yılmaz Güney’e Dair”, Fırat’ta Yaşam Gazetesi, Yıl:3, No.104, 14 Mayıs 2001; Fırat’ta Yaşam Gazetesi, Yıl:3, No.105, 21 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:186, 23 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:187, 30 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:188, 6 Haziran 2001… iv) Temel Demirer, “Sokaklıların Kenti”, Güney Dergisi, No:44, Nisan-Mayıs-Haziran 2008… v) Temel Demirer, “Bizim ‘Çirkin Kral’…”, Damar Dergisi, No:174, Eylül 2005… vi) Temel Demirer, “Yüzyılları Dolanan Bir İsyan Şarkısı”, www.mehmetozer.net… vii) Temel Demirer, “Yılmaz Güney (ile Zulmün Yıldıramadıkları) Hakkında…”, Güney, No:61, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012… viii) Temel Demirer, “Anısı Yaşayan, Anısı Savaşan Bir Halk Kahramanı: Yılmaz Güney”, Yeni Demokrasi, No:25, Eylül 1989 (Basında Yılmaz Güney, Birinci Kitap, Dönüşüm Yay., s.263-267… içinde)
[4] https://www.youtube.com/watch?v=VlK924m0qdI
[5] José Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Çev: E. Efe Çakmak, İş Bankası Kültür Yay., 2001.
[6] Ursula K. Le Guin, Dünyaya Orman Denir, Çev: Özlem Dinçkal, Metis Yay., 2010.
[7] Nihat Behram, Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllar, Everest Yay., 11. Baskı., 2016
[8] Elif Güney Pütün, Bir Odadan Bir Odaya, Çev: Nükhet İzet, Doğan Kitap, 2012.
[9] Ümit Özdağ, “Sahte Bir Efsane: Yılmaz Güney”, 11 Mayıs 2012… http://www.yenicaggazetesi.com.tr/sahte-bir-efsane-yilmaz-guney-22685yy.htm
[10] Ertuğrul Özkök, “Mao’yu Ezberleyemeyen Çocuk”, 28 Şubat 2006… http://www.hurriyet.com.tr/maoyu-ezberleyemeyen-cocuk-3999095
[11] Derya Sazak, “Fatoş Güney ile Söyleşi”, Milliyet, 6 Mart 2014
[12] Ertuğrul Özkök, “Niye Bana Dava”, 2 Mart 2006… http://www.hurriyet.com.tr/niye-bana-dava-4009523
[13] Haydar Ergülen, “O Sizden Değil!”, Radikal, 8 Mart 2006… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/haydar-ergulen/o-sizden-degil-773782/
[14] Sadık Battal, Asıl Film Şimdi Başlıyor, Vadi Yay., 2006, s.194.
[15] Ergun Babahan, “Yılmaz Güney ve Kemal Yazıcıoğlu”, Sabah, 25 Eylül 2012… http://www.medyatava.net/haber/yilmaz-guney-kahraman-olmayi-hakediyor-muydu-hurriyetteki-soruya-sabahtan-yanit-geldi_14863
[16] Yılmaz Güney, Siyasal Yazılar, Güney Yay., 2000, s.10-11.
[17] Zahit Atam, “Hamburg’da Yılmaz Güney’i Anmak…”, Birgün, 13 Ekim 2017, s.15.
[18] Ezgi Görgü, “Âba Müslüm Çelik: Yılmaz’ın Bizde Emeği Büyük”, Evrensel, 9 Aralık 2014, s.12.
[19] Zahit Atam, “Yılmaz Güney: Sahip Çıkamadığımız Büyük Miras…”, Birgün, 17 Ağustos 2014, s.9.
[20] Zeynep Oral, O Büyülü İnsanlar, Cumhuriyet Kitap., 2011, s.283.
[21] Zahit Atam, “Yılmaz Güney’i Anmak İçin…”, Birgün, 2 Nisan 2016, s.15.
[22] “Ancak Güney İstanbul’a geldiğinde haberdar oldu Kürtlüğünden ve sektörde Kürt Yılmaz diyorlardı kendisine, o zamanlar bir azınlıktan olduğunu öğrendi ve bunun sonucunda Türkiye’deki tüm azınlıklara yakınlık duydu. Ama Yılmaz Güney için sorun hem dinsel hem de kültürel boyutuyla sınırlı değildi, bu çok önemlidir ve Yılmaz Güney bunu açıkça söyler.” (Zahit Atam, “Yılmaz Güney ve Kürt Sorunu-1”, Birgün, 31 Mart 2013, s.9.)
[23] Hasan Kıyafet, Mahpus Yılmaz Güney, Akyüz Yay., 1989, s.22.
[24] Yılmaz Güney, İnsan, Militan ve Sanatçı, 3. Basım, Güney Filmcilik Yay., 1997, s.21-22.
[25] Tutukluluk hayatına dair kısaca not düşmek gerekirse:
1961’de 18 ay hapis cezasına ve 8 ay Konya’ya sürgün cezasına mahkûm oldu.
1968’de asker kaçağı olarak yakalanarak 2 yıl askerliğe gönderildi.
1971’de gözaltına alınan Güney bir hafta süreyle gözaltında tutulduktan sonra 3 aylığına Nevşehir’e sürgüne gönderildi.
12 Mart 1972’de gerçekleşen darbe sırasında adının siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklanan Güney 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1974 genel affı ile tutukluluğu sona erdi.
1974’te savcı Sefa Mutlu olayı nedeniyle 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu. 1981’de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrıldı ve yurt dışına kaçtı.
[26] Önder Elaldı, “Sürgün Gözüyle Yılmaz Güney”, Gündem, 13 Ocak 2016, s.15.
[27] Oklan Özyurt-Mehmet Bediroğlu, “Donat Keusch: Ya Hapishanede Ölecek ya da Türkiye’yi Terk Edecekti”, Sabah, 7 Ocak 2018, s.8-9.
[28] Güney Özkılınç, “Halkın Çirkin Kralı: Yılmaz Güney”, Evrensel, 10 Eylül 2013, s.12.
[29] Wim Wenders ‘Chambre 666/ 666 Numaralı Oda’ adlı kısa filminde Yılmaz Güney’in de içinde olduğu Jean-Luc Godard, R.W. Fassbinder, Steven Spielberg gibi dünyaca ünlü yönetmenlere şu soruyu sorar: Sinema giderek ölü bir dil, şimdiden düşüşe geçmiş bir sanat hâline mi geliyor? Güney şu cevabı verir: “Genç bir sinemacı, kapitalist yapımcılarla çalışmaya başladığı anda bağımsızlığı elinden alınır. Ona belli parametreler verilir ve umut vaad etmeyi sürdürmek yerine, sinemanın düşüşünün bir parçası hâline gelir. Trajedi işte buradadır; sanatçının ve sinemanın trajedisi.” (Hasan Cömert, “İyi ki Doğdun Çirkin Kral”, 9 Eylül 2009… https://www.ntv.com.tr/turkiye/iyi-ki-dogdun-cirkin-kral,XIte-hua30-Mv-k8NGFw9w?_ref=infinite)
[30] Zahit Atam, “Elif Güney Pütün: Sinemayla Kitleleri Uyandırmak İstiyordu”, Birgün, 9 Eylül 2016, s.15.
[31] “O Şimdi Amed’de, Aramızda…”, Özgürlükçü Demokrasi, 10 Eylül 2016, s.11.
[32] Kahkaha ve Hüzün: Sadri Alışık, Yayına Hazırlayan: Kurtuluş Özyazıcı, Ankara Sinema Derneği, Dost Kitabevi Yay., 2006.
[33] A. Ömer Türkeş, “Yılmaz Güney’in Yazarlığına Bir Bakış”, Birgün, 12 Eylül 2012, s.2.
[34] Şeyhmus Diken, “Bir Edebiyat Adamı Yılmaz Güney”, Birgün, 27 Mayıs 2012, s.9.
[35] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 2013, s.256.
[36] Kubilay Çelik, “Yılmaz Güney’in Kızı 32 Yıl Önce Ortaya Çıktı”, 9 Mayıs 2011… http://www.gunes.com/yazarlar/kubilay-celik/yilmaz-guneyin-kizi-32-yil-once-ortaya-cikti-43231
[37] “Nebahat Çehre: Eşim Elini Bile Süremedi!”, 19 Mart 2011… https://www.gecce.com.tr/haber-nebahat-cehre-esim-elini-bile-suremedi
[38] Müge Akgün, “Abdurrahman Keskiner: Yılmaz Güney Çağırıyor”, Radikal, 9 Nisan 2014, s.28-29.
[39] Zeynep Kuray, “Çetin Deste: Politik Kimliği Unutturulmak İstendi”, Birgün, 5 Nisan 2016, s.15.
[40] Atilla Dorsay, “Bir Roman Karakteri Gibi”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2014, s.18.
[41] “Fatoş Güney ile Röportaj”, Nokta Dergisi, 1986.
[42] Yusuf Baştuğ, “Güney Tarantino’nun 60’lardaki Hâliydi”, Milliyet, 3 Nisan 2015, s.2.
[43] Candan Yıldız, “Nihat Ziyalan: Yılmaz Güney’in Kızına Acıyor ve Hayranlık Duyuyorum”, 26 Şubat 2012… http://t24.com.tr/yazarlar/candan-yildiz/yesilcamin-kotu-adami-sydneyde-bir-sair,4714
[44] Ayşe Emel Mesci, “Çekilen Acıyı Duymak”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2017, s.15.
[45] Kadir İncesu, “Agâh Özgüç: Türk Sinemasında Oyunculuk Yılmaz Güney ile Zirveye Ulaşır”, Birgün, 6 Eylül 2016, s.15.
[46] Cüneyt Cebenoyan, “Çirkin Kral Yaşıyor!”, Birgün, 9 Eylül 2013.
[47] Şiar Rişvanoğlu, “Sınıf Kininin ve Kürt ‘Umut’unun Kamerası, Sinemanın Devrimci Şairi”, Devrimci Marksizm, No:26, İlkbahar 2016, s.88-89.
[48] “Yılmaz Güney’in Kızı Olmak Hayatımı Mahvetti”, Milliyet, 8 Ocak 2012… http://www.milliyet.com.tr/-yilmaz-guney-in-kizi-olmak-hayatimi-mahvetti–gundem-1486070/
[49] Elif Güney Pütün, Bir Odadan Bir Odaya, Çev: Nükhet İzet, Doğan Kitap, 2012.
[50] Ayşe Arman, “Baba, Sen Davanın Bedelini Bize Ödettin”, Hürriyet, 8 Ocak 2012… http://www.hurriyet.com.tr/baba-sen-davanin-bedelini-bize-odettin-19629770
[51] Reha Muhtar, “Yılmaz Güney’in Kızı Elif Güney’in Kaleminden…”, Vatan, 26 Şubat 2012… http://www.gazetevatan.com/reha-muhtar-433242-yazar-yazisi-yilmaz-guney-in-kizi-elif-guney-in-kaleminden—–aci-ceken cocuklar
[52] “İşte Yılmaz Güney’in Kızı”, Hürriyet, 9 Mayıs 2011… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/iste-yilmaz-guneyin-kizi-17696278
[53] Zahit Atam, “Yılmaz Güney’in Kızı Elif: Babam Özsuyundan Kopmuş Ağaç Gibiydi”, 4 Nisan 2015… https://www.birgun.net/haber-detay/yilmaz-guney-in-kizi-elif-babam-ozsuyundan-kopmus-agac-gibiydi-77245.html
[54] Mehmet Basutçu, “Yılmaz Güney’i Anlatmak…”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2017, s.15.
[55] Emrah Kolukısa, “Hüseyin Tabak: Çirkin Kral Efsanesi”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2017, s.15.
[56] “İşte Yılmaz Güney’in Kızı”, Hürriyet, 9 Mayıs 2011… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/iste-yilmaz-guneyin-kizi-17696278
[57] “Newroz kutlamaları için Diyarbakır’a gittim. Milyonu geçen insan kalabalığı içinde geleneksel bir Kürt kadını, boynuna üzerinde senin fotoğrafın olan bir eşarp takmıştı. Öyle duygulandım ki. Geçenlerde bir gün, oğlumuzun biricik sevgili karısı, bizim de gelinimizden öte evladımız Raşe bana şöyle demişti: ‘Yılmaz Güney’in vârisleri onun soy ismini taşıyanlardan ibaret değil. O Kürt ve Türk halklarının göğüslerinde taşıdığı bir kahramanları.’ Gerçek olduğunu orada gördüm sevgili kahramanım.” (Fatoş Güney, “İyi ki Doğdun Yılmaz”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2015, s.14.)
[58] Fatoş Güney, oğlu Yılmaz için, “Ona öyle bir görev yüklemişiz ki, hiç altından kalkabileceği bir şey değil,” der. (“Fatoş Güney Oğlu Yılmaz’ı Anlattı”, 10 Mayıs 2009… http://www.hurhaber.com/fatos-guney-oglu-yilmaz-i-anlatti/haber-194842)
“Yılmaz Güney bir kavga, bir dava adamı, bir özgürlük savaşçısı. Babam gibi bir dehayı harcayan geri zekâlılara kin duyuyorum. Ben babam kadar cesur olmak istemiyorum. Benim medeni cesaretim çok ama, babamın verdiği kavgayı veremem. Ben çok farklı bir kültürde büyüdüm. Onun yaşadıklarını ben de yaşasaydım belki olurdu. Temelde ben de ezilen insanların yanındayım ama, ben Yılmaz Güney 2000’im. (Yener “Yılmaz Güney’in Oğlu Yılmaz Güney: Babam Kadar Cesur Olmak İstemem”, Hürriyet, 30 Ekim 2000… http://www.hurriyet.com.tr/babam-kadar-cesur-olmak-istemem-39194006)
[59] Yener “Yılmaz Güney’in Oğlu Yılmaz Güney: Babam Kadar Cesur Olmak İstemem”, Hürriyet, 30 Ekim 2000… http://www.hurriyet.com.tr/babam-kadar-cesur-olmak-istemem-39194006
[60] “Cüneyt Arkın, 1970’li yılların başında kendisiyle yapılan bir röportajda ‘Bu yıl sinemamızda kim kazanacak, bu yıl kimin yılı olacak?’ sorusuna açıkça, ‘Tabi ki Yılmaz Güney’ yanıtını vermişti… Yılmaz Güney açıkça safını seçmiş ve yaşamını safına göre şekillendirmiş birisiydi, o yıllarda çocuklar Cılocular (Cüneyt Arkın’cılar) ve Yılocular (Yılmaz Güney’ciler) olarak ikiye ayrılıyordu, bugün ise Cılocuların başka kahramanları var, mesela bilgisayar oyunları gibi. Ama şunu unutmamak gerekir, Yılmaz Güney safıyla beraber kendini yetiştirmeyi, kendi meramını anlatmak için halkın içine girmeyi, halkın gerçek öykülerini anlatırken, onlarla dayanışmayı anlattı, bir yerden sonra Güney yaşayan Türkiye’yi anlattı, tarihin içindeki hayali kahramanları ve film hilelerine dayanarak müthiş tek kişilik kahramanlık hikâyelerini değil. Çirkin Kralı hiç çekinmeden Amerikan Askerinden İncirlik’te dayan yiyen Faytoncu Cabbar’a taşıdı, ötekisi ise açıkça her kim gelirse gelsin, iktidardakini tutan Türkiye gazetesi ve onun halkla ilişkileri içinde kendisine verilen rolü. Evet, soru açık, kim halkın yanında saf tuttu, halk kimi nasıl hatırlıyor?” (Zahit Atam, “Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın Arasındaki Fark: Halk Kimin Yanında? 30. Ölüm Yıldönümünde Yılmaz Güney’i Anarken…”, 9 Eylül 2014… http://www.insanokur.org/?p=65193)