Eren Daldal / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi,
sınıf mücadeleleri tarihidir.”
— Komünist Manifesto, Karl Marx
Yoldaş Marx’ın da ifade ettiği gibi, insanlık tarihi ezenler ve ezilenlerin tarihidir.
Ezen ile ezilenlerin mücadelesi, insanlığın evrim sürecinin başladığı ilk noktalardan itibaren var olmuştur.
Kabile dönemlerinde kaynaklar için, krallıklarda güç ve otorite için, kapitalizmde ise daha fazla kâr için bir ezen ve bir ezilen sınıf daima varlık göstermiştir.
Köylüler vergi yükü altında ezildikleri için, köleler özgürlükleri için, uluslar ise bağımsızlıkları için sürekli olarak mücadele etmektedir. Ancak tarih, çoğu zaman ezenlerin yazdığı bir propaganda aracı olarak karşımıza çıkar.
Bununla birlikte, tarihi birincil kaynaklardan incelediğimizde, bize öğretilen tarihten farklı olarak, sınıfsal bir tarihin var olduğunu açıkça görebiliriz.
Fakat işçi sınıfını diğer ezilenlerden ayıran önemli bir nokta vardır.
Köleler ve köylüler isyan edip arzularını gerçekleştirdikten sonra birleşik mücadeleyi devam ettirip daha iyi bir düzen getirme ve yönetme yetisine sahip değildir.
Ancak Marx’ın Komünist Manifesto’da belirttiği gibi, “Kapitalizm, kendi mezar kazıcısını yaratmıştır.”
İşçi sınıfı, diğer ezilenlerden farklı olarak, kolektif üretimi, yönetimi ve birleşmeyi bilir.
Aynı zamanda işçi sınıfının bir diğer avantajı da düzene karşı direkt bir güç olması ve düzeni yıkabilecek yegane güç olmasıdır
Mülkiyetsiz bırakılan işçiler mülkiyet tabularını yıkabilecek yegane güçtür.
Örneğin, bir köylü başka bir köylü ile tarlasını ya da ahırını ortak mülkiyet şeklinde kullanarak geçinmezken, işçiler kocaman bir fabrikayı, inşaat alanını, mutfağı veya diğer tüm çalışma alanlarını birlikte kullanıp üretim yapmaktadır. Bu durum, işçi sınıfına güçlü bir birliktelik duygusu kazandırır. Kolektif üretime alışkın olan işçi sınıfı, yeterince bilinç kazandığında bir toplumu da kolektif bir şekilde yönetebilir. Çünkü bu yetenek, işçi sınıfının zorunluluktan geliştirdiği doğal bir özelliktir.
Ezilen bir ulus, sınıf bilinci olmaksızın ancak lider kültürüyle özgürleşebilir. Fakat ulus-devletini kurduğunda, halkın sırtındaki sömürü yükünü ortadan kaldıramaz. Aksine, kendi sermayesini yaratıp, ardından yabancı sermayeye açıldığında işçi sınıfına daha fazla yük bindirir. Bu süreç, isyan kültürünü ve başkaldırıyı da ortadan kaldırır. Ayrıca, bu tip ulus-devletlerde kararlar toplum tarafından değil, sermaye tarafından alınır.
Seçimlerde ise, ulusun kişi kültü ile “kurtuluşu” propagandası devam ettiği için yine aynı kişi kültü etrafında oy kullanılır ve medya aracılığıyla pazarlanan fakat aslında halktan kopuk profiller yönetime gelir.
Buna karşın, işçi sınıfının yönetime katıldığı ve birlikte kararların alındığı bir yaşam tarzında, herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu komiteler kurulabilir. Kararlar, yöre halkının katılımıyla alınır.
İşçi sınıfının yönetim kabiliyetine bir diğer örnek, grevler ve işçi direnişleridir.
Grevleri işçiler örgütler ve işçiler yönetir. Sermayeye karşı bir başkaldırı olan işçi direnişlerinde alınan komün dersleri, işçi sınıfının aslında kendi kendini yönetebilen bir sınıf olduğunu göstermektedir. İşçi sınıfı, patronlar ve sermaye sınıfı olmadan yeni bir düzeni inşa edebilirken, sermaye sınıfı işçi sınıfı olmadan barbar bir topluluğa dönüşür.
İşçi sınıfı, kapitalizmi yıkabilecek yegâne güç iken, özellikle ülkemizde ve diğer pek çok ülkede, devrimci sürece ulaşamama ya da tabiri caizse “köylüleşme” sorunu görülmektedir.
İşçiler köylüler gibi sözde bir mülkiyet sahibi olmasalar dahi tıpkı köylüler gibi çok çalışarak zengin olabileceklerinin hayalini kurmaktadırlar.
Buda işçi sınıfının sınıf bilinci yaşamasını engelleyen bir faktördür.
Kapitalizm, her bilinç sıçramasından ders alarak kendini sömürü konusunda geliştirmiştir. Ancak sosyalist oluşumlar, bu sürecin gerisinde kalmış ve kapitalizm karşısında zayıf düşmüştür.
Sosyalist örgütlerin amacı, halk iktidarını inşa etmektir. Ancak sosyalist örgütlerden halk desteği çekildiği takdirde yerinde saymalar, güncelin uzağında kalmalar ve sekterleşmeler başlar. Kapitalizmin Türkiye ve Kürdistan’da 68 devrimci kuşağından bu yana yaptığı şey tam da budur: devrimci örgütlerden halk desteğini çekmek.
İşçilerin bilinçsiz kalmasının en büyük sebebi, halkı devrimci örgütlerden uzak tutma çabasıdır.
İşçileri evlerinden toplayıp işyerinin kapısına kadar götüren servisler, iş yerindeki yemekhaneler, ibadethaneler ve diğer sözde imkânlar, işçi sınıfının fabrika dışına çıkmasını bilinçli olarak engellemektedir. Bu durumun sonucu olarak da sosyalist örgütler ve sendikalar işçi sınıfıyla bağ kuramamakta, işçi sınıfı ise bilinçsiz kalmaktadır.
Halk desteğini alamayan devrimci partilerin kriminalize edilmesi kolaylaşmaktadır. Televizyon programlarında, gazetelerde ve kitaplarda sosyalist düşünceler sürekli itibarsızlaştırılmakta; biz devrimciler, halktan koparılmış, “canavar” tiplemeleriyle hedef gösterilmektedir.
Sürekli iş ve aş ile tehdit edilen işçiler, sarı sendikaları gördükçe devrimci mücadeleye olan inançlarını kaybetmektedir. Bununla mücadele etmenin tek yolu, devrimci örgütlerin işçi sınıfıyla bağ kurabileceği yeni yöntemler geliştirmesidir. Esnek örgütlenme araçlarının (dergi, gazete, dernek vb.) yaygınlaştırılması ve ücretsiz bir şekilde halka ulaştırılması, bu yolda atılacak önemli adımlardır.
Unutmayın ki:
21. yüzyılda devrimci bilinçle güçlendirilmiş bir işçi sınıfı yaratıldığı takdirde, insanlık tarihini sermaye ya da sermayeyi kollayan güçler değil, üreten ve kendi kendini yönetebilen işçiler yazacaktır.