Artık her sabah hayata gözlerimizi ölüm haberleriyle açıyoruz. Ya bir intihar, ya bir cinayet, ya da bir işçinin ölümü… Ama mutlaka gazetelerde birkaç ölüm haberi… Öyle ki artık ölüm haberlerini kanıksamış durumdayız. Kimseyi ilgilendirmiyor ölüm haberleri… Artık okumuyoruz bile ölüm haberlerini… Herkes kendi yalnızlığını, kendi yabancılaşmasını yaşıyor. Sokakta her bir insanın yüzünde umutsuzluk ve hüzün okunuyor.
Sokakta ki insan için artık hayatın anlamı; karanlık, bayağı, acımasız, kirli, sıradan ve incitici… Ama gerçek. Ve hayat ellerinin arasından, ellerimizin arasından kayıp gidiyor.
Ve hayat hiç olmadığı kadar acımasız dipsiz bir karanlık… Hatırlanmak bile istenmeyen düş kırıklıkları… Rutubetli bir kuyu ve koskoca bir boşluk… Sonrası mı? Herkes için “yalnızlık” kelimesine sığmayacak kadar derin bir yalnızlık.
Yalnızca bu değil kuşkusuz. Hızla topyekûn insanlığını kaybetmiş bir toplum olmaya doğru yol alıyoruz. Ya da bu süreç deyim uygunsa bir tükenmişlik veya uygun deyişle, bir yıkım olarak kendini açığa vuruyor.
Artık toplum olarak her şeyi benimsiyor ve kanıksıyoruz. Her gün okuduğumuz ölüm haberlerini kanıksadığımız gibi.
Bu tablo karşısında diyebiliriz ki; ciddi çapta insan sorunu var. Ya da insan sıkıntısı çekiyor bu coğrafya. Yani çok konuşan, durmadan dert yanan, sadece eleştiren ve küfreden insancıklar enflasyonunun trajedisini yaşıyoruz. Bununla birlikte toplumsal yaşamın üretilmesinde belirleyici fonksiyon olmayan, kendi dışında her şeyin seyirlik nesneleri haline getirilmesi karşısında atom ize olan insan yalnızdır. İş bölümü nedeniyle yalnızdır. Tüketim kölesi olması nedeniyle yalnızdır. Kendini ifade edecek kanalları bulamadığı, sadece sunulanı beklediği ve sunulduğu biçimde tükettiği için yalnızdır. Örgütlü bir güç olmadığı ve örgütlenmiş sosyal ilişkiler içinde yer almadığı, bunun için mücadele etmediği, deyim uygunsa parmağını bile kımıldatmadığı için yalnızdır. İnsana karşı yapılan savaşım nedeniyle yalnızdır. Dışında kalan her şey onun için adeta cehennemdir. Hem doğa hem de insan, atom ize olan bireyin karşıtı haline geldiği için yalnızdır. Bütün bunların sonucunda toplumsal yaşam içinde bulunan tüm insanlarda bu yalnızlık olgusu şu ya da bu biçimde mevcuttur.
Bu koşullarda en zor olanı, sevgiyi ve sevdalı insanı tüketmek değil; sorun üretmek ve yaratmaktır, güzel olanı.
Döneme damgasını vuran ve aslolan çürümüşlük ve egemenlerin/ezenlerin azgın terörüdür. Yozlaşma, çürüme ve bencillik bir virüs gibi toplumun dokusunu kemirmektedir. Endişe, korku ve vazgeçiş egemendir. “kıyamet” işaretleri belirginleşmektedir. Yok oluş ve kişiliksizleşmenin, adamsendeciliğidir özünde döneme damgasını vuran.
Çürümüş ve kokuşmuş yaşam tek tek insanları tüketiyor, umutsuzluğa sürüklüyor. İnsanlar artık makineleşmiş durumda. Medya denilen, oysa özünde egemenlerin/ezenlerin borazanlığını yapan, her geçen gün insanları umutsuzluk cenderesine sokan, yaşamdan umutlarını kesen insancıklar haline getiriyor. Karamsarlığa itiyor.
Salt bunlar değil. Onlarca yıldır yapılan savaş çığırtkanlığı. Ve Kürt ulusuna karşı devam eden savaş. Bu savaşın faturasının işçi ve emekçilere çıkarılması. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek üretim vb. ile işçi ve emekçilerin 19.yy.ı aratmayacak koşularda çalıştırılması. İşsizlik, açlık ve yoksulluğun her geçen gün artarak devam etmesi. Son günlerde Tuzla’da yaşanan işçi ölümlerine karşı haklı olarak eylem yapmaya çalışan işçilerin üzerine devletin bütün gücüyle saldırılması. Özelleştirmeye karşı kendi hak gasplarını engellemek için eylem yapan Tekel işçilerinin üzerine devletin bütün gücüyle saldırması. Hatta “Mehmetçik dağlarda savaşıp ölürken böyle bir eylemin zamanı mı?” diye tepki gösterilmesi, kısaca yeni sloganın “Bırakınız ölsünler” “Bırakınız aç kalsınlar” “Bırakınız işsiz kalsınlar” denildiği bir süreçten geçiyoruz.
Bu öyle bir süreç ki, kimileri Marx’ın ‘kan emiciler’ diye adlandırdığı vahşi kapitalizmi yenilgiye uğratma umudundan vazgeçtiler. Ve kapitalizmin adına küreselleşme denilen süreçle birlikte dünya üzerindeki hegemonyasını kalıcı hale getirdiğini bu nedenle kapitalizmi yıkmanın beyhude çaba olduğunu, onun hegemonyasını kabul ederek onun kuralları çerçevesinde mücadele etmek gerektiğini dillendirir oldular. Oysa bunu teorize edenlerin görmediği “Korku köleleştirir, umut özgürleştirir” insanı. (B. Spinoza) Bugün insanlar korkunun kölesi olmuşlardır. Korkunun kölesi oldukları için umutlarını yitiriyorlar.
Korkunun kölesi olmuşlardır. Çünkü işini kaybedeceği, aç kalacağı korkusu her gün insanların beyinlerine işlenmektedir. Onlarca yıldır haksızlığa karşı direnmenin, mücadele etmenin, başkaldırmanın; işkencelerle, ölümlerle, göz altılarla vb. anıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Çünkü mevcut medya – görsel ve yazınsal basın – her gün, her saniye insanların beyinlerini bombardımana tutuyor. Zaten köle koşullarında çalışan insanların, medya bombardımanıyla düşünmeleri engelleniyor. İnsanlar egemenlerin/ezilenlerin istediği noktaya getiriliyor. İnsanlar canlı birer robot haline getiriliyor. Düşünmeyen, okumayan, başkaldırmayan, direnmeyen, umutsuz, karamsar, vb. insanlar sürüsü oluşturuluyor.
Marx; “Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen gerekir” diyor. İşte bugün insan olmak… İnsan olmanın bilincini yüreğinde hissetmek bedel ödemeyi gerekli kılıyor. Bedel ödemek; gerektiğinde işsiz kalmayı, gerektiğinde aç kalmayı, gerektiğinde işkenceleri, göz altıları, ölümleri göze almayı gerektiriyor. Var olanı değiştirmeyi/dönüştürmeyi gerektiriyor.
Çünkü; “Kapital iktidarda kaldıkça; değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır.” (Lenin)
*Eski Çoban Ateşi Gazetesi, Sayı: 44. 6 Mart 2008