Ana SayfaNIVÎSKARÊNAydın olmanın kriterleri...

Aydın olmanın kriterleri…

Aydın olmanın kriterleri veya kime aydın denir?/ Hüsnü GÜRBEY

“Ben Halkımı Hak bilirim/Dedikleri deli benim”(*1)

Tarihin her döneminde ve her toplumsal formasyonda (oluşumda) belirli bilgiye sahip olanlar ayrıcalıklı bir konumda bulunurlar. Toplumsal işlevleri karşılığında maddi, siyasal ve ideolojik olarak ödüllendirilirler. Burada aydını önemli ve saygın yapan askeri-ekonomik gücü değil, toplumsal ideolojik işlevidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda, devletin ideolojik gücünü elinde tutan ilmiye (ulema) sınıfı, Sultana karşı dokunulmazlığı olan tek ayrıcalıklı sınıftı. Bu sınıfta olanların mülklerine-canlarına dokunulmaz, idam edilmezlerdi, idam edilecekse önce seyfiye denilen idari-askeri sınıfa geçirilir sonra idam edilirlerdi. Dokunulmazlığı olan Şeyhülislam önce vezir ilan edilir ardından kellesi alınırdı.

Halk arasında aydın kavramı ile okumuş diplomalılar çoğunlukla özdeş görülür. Gerçekten de günümüzün diplomalıları ait oldukları toplumsal oluşumun sosyolojik anlamda aydınlarıdırlar. Bu anlamda sosyolojik aydını olmayan toplumlar yoktur. “Aydını olmayan toplum olmadığı gibi, aydınların meşrulaştırıcı toplumsal işlevleri ve siyasal iktidar karşısındaki konumları da bir üretim tarzından diğerine değişir. Bu farklılık meşrulaştırma işlevinin tarihsel süreç içinde aldığı biçimle doğrudan ilgilidir”(*2) Burada göz ardı edilen her okumuş diplomalının toplumsal meşrutiyetçi işlevinden dolayı genel olarak aydın kabullenilmesidir. Oysaki diploma bir insanın bir konuda uzman olduğunun belgesidir. Diploma uzmanlık belgesi olunca, bir terzi ile bir profesörün farkı da kalmamaktadır, diploma aydın olmanın belgesi veya kriteri değildir. Bu konuda yazılı ve sözlü edebiyatımızda çok zengin bir yazım vardır, fakat yer darlığından dolayı bunlara yer veremiyoruz.

Aydın olmanın en belirleyici özelliği, “onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerinden ötürü aydın, siyasal iktidarlarla da iyi geçinmeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlaki) bir eğilimdir ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.” (Bkz. F. Başkaya age.) Bu anlamda aydının ki bunlara entelektüel demek daha doğru olur, misyonu gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir yorumunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin bu işlevle görevlendirdiği sosyolojik aydınını deşifre etmektir ve gerçeğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasını sağlamaktır. Aydın, egemen gücün karşısında, işçilerin, emekçilerin ve ezilen ulusun eleştirel bilincini temsil eder ve bütün baskılara rağmen gerçeği aramaya ve bunu halka taşınmanın kavgasını verir. Bu anlamda aydın/entelektüel sistemle, egemen güçle uzlaşan değil, onunla çatışan, ona karşı muhalif kimliğini koruyan ve bunun da bedelini ödeyen kişidir.

AYDIN GERÇEĞİ ARAYANDIR: Sınıflı toplumlarda iktidardaki sınıf veya sınıflar, sömürüyü gizlemek, sömürü ve baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliği düşüncesini halka kabul ettirmek amacıyla, bir takım yalanlar, efsaneler ve hurafeler üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine ve hurafelerin egemen kılınmasına bağlıdır. Aydın/entelektüelin misyonu bu aşamada devreye girer, egemen sınıf veya sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışır ve gerçeğin saptırılmış yorumunu kabullenmeye razı olmaz. Egemen gücün ezilenlere dikte etmeye çalıştıkları toplumsal değerler sistemine başkaldırır. Egemen ideolojiye, resmi tarihe karşı çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da resmi yorumu arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmaya kendisine iş edinir. Bu anlamda aydın/entelektüel resmi ideoloji ile yani devletle çatışmaktan kaçınmaz.

Türk resmi ideolojisi egemen ideolojidir, egemen sınıfın ideolojisidir. Biçimlenmesinde Kürt sorunu önemli bir unsur olmuştur. Türk devletinin başlangıçtan itibaren militarist, otoriter, baskıcı, antidemokratik bir nitelik kazanmasında başlıca sebep Kürt sorunudur. Milliyetçilik, şovenizm ve ilkel törencilik geleneği resmi ideolojinin önemli bir ayağını oluşturmasının nedeni budur. Kürt sorunu Türk devlet yapısını şekillendirmiştir.

Bu ideoloji sürekli olarak faşizmi üretmiştir ve toplumun tüm kesimlerine zorla benimsetilerek, tüm toplum denetim altına alınmıştır. Bürokraside yükselmek isteyenler resmi ideolojinin isteklerine kayıtsız şartsız boyun eğmek zorunda bırakılmışlardır. Baskıcı rejim, ahlak ve politik bakımdan yetişmesi güç olan aydın/entelektüel bir kesimin yetişmesini ilk baştan engellemiştir. Zaten “azgelişmiş ülkelerde politik ve ahlaki açıdan bağımsız bir entelijansiyanın gelişme şansı yok. Yoksul bir köylülüğü ve azgelişmiş bir sanayisi bulunan bir ülkede, entelijansya doğal olarak kendisini devlet mekanizmasına bağlar. Yönetici oligarşide, bu durumda azami derecede faydalanıyor, aydınlar arasında kendini gösteren herhangi bir bağımsız düşünce veya vicdan hareketini daha filizlenmeden boğar”(*3) Muhalif aydını boğmak, Cumhuriyet yönetiminin en büyük marifeti olmuştur. Cumhuriyet, kendi resmi ideolojisini eleştirenleri, şiddetle cezalandırmaktan hiç tereddüt etmemiştir. N. Hikmet, Sabahattin Ali ve İ. Beşikçi buna örnektirler. Buna karşı, resmi ideoloji verilerini mutlak doğru kabul edenler ve onun gereklerini yerine getirenlere ise her türlü imkân sağlanmıştır, Büyük çoğunluğu “Ebedi Şef” tarafında mebuslukla ödüllendirilmişlerdir. Devlet tarafından ödüllendirme, Cumhuriyet rejimi boyunca aydın/entelektüel değil, dalkavukçu bir aydın zümresinin yetişip gelişmesine yol açmıştır.

Dalkavukçu aydın zümresi, baskıcı totaliter rejimlerin eseridir. “Bütün totaliter-faşist düzenlerde, politik ve toplumsal hiyerarşide yer alan kişiler, genel olarak, kendilerinden yukarıda yer alan kişilere karşı dalkavukturlar. Kendilerinden alttaki basamaklarda yer alan kişilere karşı ise, ezici, baskıcı ve hoşgörüsüzdürler. Her vesile ile politik ve toplumsal hiyerarşide sahip olduğu mevkii, kendinden aşağı basamaktakilere hissettirirler. Böylesi düzenlerde bilimsel basamaklarda ister istemez politikleşirler”(*4) Dalkavukluk, Cumhuriyet aydının en büyük açmazıdır. Cumhuriyet aydını, dışa karşı antiemperyalist, anti sömürgeci görünürken, içerde Kürtlere ve emekçilere karşı aynı tavrı gösterememiştir. Bununda başlıca nedeni Türk aydınının beslendiği Kemalist niteliğinden aramak gerekir. Kemalizm’in Irkçılık, ilhakçılık, ve sömürgeci niteliği tam anlamıyla deşifre edilmedikçe, sağlıklı çözümlere ulaşması, kalıcı, etkili, tutarlı antiemperyalist, antifaşist cepheler meydana getirmesi de mümkün değildir. İki binli yıllarda egemen burjuvazi güç tarafından köşeye sıkıştırılan bazı Türk aydınları “yeterince geri çekildik, bundan böyle geri çekileceğimiz son mevzi Kemalizm’dir” demektedirler. Aslında hiç kopmadıkları ve iki binli yıllarda da geri çekilecekleri son mevzi olan Kemalizm’in özü nedir? Tartışılması gereken önemli bir konudur.

Kemalizm, Türk faşizmin ta kendisidir. İbrahim Kaypakkaya’nın söylemiyle “Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür; Kemalizm faşizmdir.” Kemalizm, Irkçı, sömürgeci ve emperyalist emelleri olan bir düşünce ve eylemdir. Kürt ulusunun ulusal ve demokratik haklarını tanımadığı gibi, Kürt halkını baskı altına almış, dilini ve kültürünü yasaklamış ve zaman zaman bu halka, özellikle Kızılbaş-Kürtlere jenosit(soykırım) uygulatmıştır. Aynı zamanda emekçisini, yoksul köylüsünü ezmiş, işçi sınıfının varlığını reddederek topluma “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” imajını vermeye çalışmıştır, öte yandan ittifak yaptığı ve cılız gördüğü burjuvazisini korumuş, kollamış ve güçlenmesi için her yolla başvurmuştur. Yani bir yandan halkını ezerken bir yandan da halkına yalan söylemiştir. Bu bürokratik baskıcı rejimlerinin temel özelliğidir. “Bürokratik baskıcı rejimlerinin geçerli olduğu ülkelerde bilimsel bilginin (sosyal bilim) göreli bağımsızlığı ortadan kalkmakta, bağımlılık mutlak bir nitelik kazanmaktadır. Böylesi göreli özerklik yokluğu, hem toplumda irrasyonel, bilim dışı, iç tutarlığı olmayan bir toplum ve tarih yorumu ortaya çıkmasına neden olmakta hem de bilimsel entelektüel gelişmeyi engellemektedir.(bkz F. Başkaya age). Kemalizm’in bağrında çıkan Türk aydını kasıtlı olarak yanlış bilgi üretmiştir ve ürettikleri bu yanlış bilgiyi kitlelere gerçekmiş gibi benimsetmeye çalışmışlardır.

CUMHURİYET AYDINI İYİ SINAV VEREMEDİ: Devletin otoriter gücüne yaslanan Cumhuriyet aydını, resmi ideolojinin üreticisi ve yayıncısı oldu. Bu amaçla Kürt kimliği inkâr edilerek, yakın tarih tahrif edildi, Milli Mücadele’nin gerçek dışı bir yorumu geliştirilerek halka benimsetildi. Son tahlilde emperyalizmle bir uzlaşma olan Milli Mücadele, mazlum halklara kurtuluş yolunu gösteren ilk emperyalist hareket olarak gösterilmek istendi. Oysaki Milli Mücadelede, emperyalizmle anlaşarak, Kürt ulusunun parçalanmasına ve yok olmasına çalışılmıştır. Milli Mücadele Kürt halkının baskı altına alınmasının başlangıcıdır.

Milli Mücadele kahramanları yolla çıkarken, işbirliği ve güç birliği yaptığı Kürtler’ in demokratik ulusal haklarını reddettiler, aynı şekilde işgal altında olan Halife-Sultan’ın kurtarılması için ittifak ettikleri dini kesimleri de baskı altına aldılar. Meşrutiyetlerini ilan edince geçmişle tüm bağlarını koparttılar, geçmişi reddettiler. Böylece oluşan hegemonya boşluğunu, yapay-zorlama resmi ideoloji ile gidermeye çalıştılar. Dışarıda ithal edilen ama halkın yaşam koşullarında bir değişiklik yapmayan, düşünce ve kurumları Takrir-i Sükûn terör rejimi altında halka zorla benimsetmeye çalıştılar. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkılapların bekçiliğini yapmakta Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Zora dayanarak yapılan inkılaplar, ancak zora dayanarak korunabilirdi. Cumhuriyet aydınların açmazı da buradaydı, zorla yapılan inkılapların, zora dayanarak korunduğu bir ortamda aydınlar, antidemokratik bir resmi ideolojinin üreticisi, yayıncısı ve sürücüsü olacaklardı.

1930’larda başlayarak, dünya konjonktüründe elverişli olmasından faydalanarak, resmi ideoloji iyice abartılmış tezler üretmeye başladı. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi vasıtasıyla, tüm uygarlıkların Orta-Asya’dan göç eden Türkler tarafından kurulduğu dolayısıyla tüm dünya dillerinde Türk dilinde türediği gibi resmi ideolojinin temel dayanakları oluşturulmaya çalışıldı. Böylece asırlardır, ihmal edildiğine inanılan Türk ulusuna moral vermek ve onun aslında ne kadar da asil, yüksek, eski, köklü bir milletin devamı olduğu ispat edilmeye çalışıldı. Aynı şekilde boyunduruk altına aldıkları halkların özellikle Kürtlerin moral değerlerini bozmak, onların köksüz, ilkel bir halk oldukları, 300 kelimeyi aşamayan dilleriyle Kürtlerin, bu asil millet içinde asimile olmaları çıkarlarına olduğu benimsetilmeye çalışıldı. Resmi ideoloji doğrultusunda üretilen, aslında hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bu tezler, ne yazık ki Cumhuriyet aydını tarafından yeniden ve yeniden üretilmiştir. Cumhuriyet aydını, yalan üretmek, ürettikleri yalanla yaşamak gibi talihsiz bir konumda bulunmuşlardır.

Topluma rasyonel düşünceyi egemen kılmak amacıyla yola çıkan cumhuriyet aydınları, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde hurafe ve yalan üretmişlerdir. Putları yıkmak için yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde put ürettiler. M. Kemal’i putlaştırmayı marifet saydılar. Cumhuriyet aydını put üreticiliği bekçiliğine koşmuştur.

HALKA RAĞMEN HALK İÇİN: Cumhuriyet yönetimi, tarihin hiçbir döneminde halkçılık kavramından halk yararına bir yönetim olmamıştı. Cumhuriyet, emekçi sınıflara bir şey vermediği gibi, baskı ve sömürüyü de yoğunlaştırdı. Halkçılık programını bütünüyle taktik amaçlar için uydurmuş, sömürü gizlenmiş ve yoksul halkın desteği amaçlanmıştır.

En geniş anlamda halkçılık halk dışındaki bir seçkinler grubunun halk adına ve yararına bir şeyler yapmak istemesi olarak tanımlanabilir. Halk kitlelerinin kaderini tayin etmesinin, kendileri tarafından değil de onun yerine geçen bir seçkinler grubu tarafından üstlenmiştir. Seçkinci dünya görüşünün bir yansıması olan halkçılık, halka ve emekçi kesimlere güvensizliğin bir göstergesidir.

Cumhuriyet yönetimi boyunca halkçılık, yönetici kliğin ideolojik bir zorlamasıydı. Halkçılık, halktan yana bir yönetim değil, bütünüyle halktan kopuk ve ona yabancılaşmış baskıcı bir yönetimin uyduruk ideolojisinin bir parçasıydı. Cumhuriyettin elit kesimi Batı burjuvasızı karşısında duyduğu ezikliği, Cumhuriyet baloları düzenlemekle giderirken, çarıklı ve kasketli halk kitlelerini Ankara’ya ve Pera’ya yaklaştırmıyorlardı.

Halka rağmen halk için sloganı, 1960’lı yıllarda yükselen Türk solunun o dönemdeki en etkin kesimi, tarafından da kullanılmıştı. Geleneksel tabanında yani Kemalizm’den kopmayan bu kesim, halka değil, zinde güçler dediğimiz militarist güçlere bel bağlamıştı. Yurtsever subaylardan alacakları güçle iktidarı alacaklar, halkı kendilerine göre yeniden dizayn edeceklerdi. Ve halkı, halk yararına en iyisi kendileri yönetecekti. Bu slogandan da anlaşılabileceği gibi, Türk solunun amacı devrim değildi, 1950’li yıllarda kaybettiği bürokratik iktidarını yeniden geri almak ve iktidarı bu kez hiçbir sınıfla paylaşmadan kullanmaktı. Türk solunun asıl amacı gerçekten sosyalist bir toplum kurmaya yönelik olsaydı, askeri-cunta senaryolarıyla “ilerici subaylarla” iktidarı ele geçirmeye çalışır mıydı? Fikret Başkaya’nın da belirttiği gibi sosyalizmin temel teorik kaynaklarına yönelmek yerine, Stalinist-Kemalist ideolojisinin karışımı bir yoruma bel bağlamazdı ve uydurma tezlere itibar etmezdi. 1960’lı yılların solu Kemalizm’den asla kopamadı, bugünde kopmamıştır.

Halka güvensizlik, 27 Mayıs darbesini yapan ve Türkiye’nin en ilerici anayasası sayılan 1961 anayasasını yapan elitte de görülmektedir. Bu kesimler halka güvenmedikleri için, Anayasaya meclis üstü Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Tabii Senatörlük gibi kurumları oluşturarak, demokrasiye vesayet altına aldılar. Hep iplerin elinde olmasını isteyenler, iplerini kaybedince de yeniden militarist güçlerden medet ummaya başladılar. Ama artık çok geçti, 21. yüzyılın ordusu artık milli ordu değildir, ulusal ve uluslararası sermayenin bekçiliğini üstelenen paramiliter bir güce dönüşmektedir, dolayısıyla bu ordu bürokratın değil, burjuvazinin emrine ve denetimine girmiştir.

Halka rağmen, halk için sloganın sanata yansıması ise, sanat, sanat içindir şeklinde cereyan etmiştir. Sanatı, sanat için yapanlar, farkında olmasalar da aslında bir ideolojiye hizmet etmektedirler, bu ideolojide genellikle burjuva ideolojisidir. “Çünkü sanatçı gerçeğin resmini çekiyor ve işliyorsa, bugünkü çelişkiler yumağı toplumda tarafız, mesajsız sanat üretmesi mümkün değildir”(*5) Sınıflar arası çelişkilerin çatıştığı ve keskinleştiği her yerde sanat, sanat için değil, halk içindir ve halktan yanadır. Yurtsever, devrimci, sosyalist sanat ve sanatçı elbette özgürlükten sosyalizmden yanadır ve taraftır. Türk plastik sanatçısı da bu anlamda Kemalizm’i aşamamıştır. Her yıl düzenlenen devlet sanatçısı payesi bunun en güzel örneğidir. Oysa halkın sanatçısı olunur, devletin sanatçısı olunmaz, olsa olsa devletin dalkavukluğu olunur ki bu da Türk aydın ve sanatçısına yabancı bir kavram değildir.

CUMHURİYET AYDINI KEMALİZM’İ AŞAMIYOR: Türk aydını kıskancına girdiği Kemalizm’i bir türlü aşamıyor, bunun nedeni ise tarihsel geçmişinden yani İttihatçı-Terakki köklerinde gizlidir. Osmanlı-Türk aydını Avrupa’ya açılırken ne Rus-Popülist (Narodronik) hareketten nede Marksist hareketten etkileniyor. Onlar doğrudan Pozitivist felsefeden etkileniyorlar ve bu felsefeden besleniyorlar.

Pozitivist felsefe nedir? A. Comte ve E. Durkheim tarafından geliştirilen bu düşünce akımına göre “toplumsal yaşamda doğal bir uyum vardır. Bunun anlamı, toplumdan gerçekleşen her şeyin doğal ve normal olduğudur. Epistemolojik açıdan da toplum yasaları doğa yasalarına benzerler. Başka bir ifadeyle, toplumda da doğada olduğu gibi değişmez yasalar geçerlidir. Eğer toplumsal yaşamda doğal bir uyum varsa, bunun sonucu olarak toplumsal gelişme insan bilincinden ve bilinçli eyleminden bağımsızdır. İnsanlar bilinçli eylemleriyle toplumsal süreci etkileyemezler. Toplumu dönüştürmeye yönelik çabalar boşunadır ve sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Toplumsal sürece müdahale onun doğal gelişim dengesini bozar. Eğer toplumsal evrim, doğal, değişmez yasalara uyuyorsa insanlarında yapabileceği fazla bir şey yoktur. İnsanlara düşen statükoyu korumaktır.” Bu felsefenin en önemli savunucusu E. Durkheim, toplumda uzlaşmaz sınıfsal çelişkinin varlığını kabul etmez. Ona göre “toplumda ayrıcalıklı konumda olanlar, bu konumları ve işlevlerinin sonucunda oluşmuştur. Canlıdaki organsal işlev nasıl canlı organizma bütünlüğünde zorunluysa, aynı şey toplum içinde geçerlidir. Dolayısıyla toplumsal ayrıcalıklar ve eşitsizlikler yapay bir durum olmadığı gibi, yapay yöntemlerle de değiştirilemez. Toplumun farklı sınıfları arasında çelişki değil, uyum vardır.” Bu fikirlerin Türkiye’de ki temsilcisi ve daha sonra Kemalizm’in fikir babası olacak Ziya Gökalp tarafından savunulacaktır.

Ziya Gökalp’a göre “Türk toplumu uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıflardan değil, birbirine gereksinme duyan ve birbirini tamamlayan meslek gruplardan oluşmuştur” Bu görüş daha sonra Kemalist halkçı ideolojinin temelini oluşturdu. Buna göre Türk toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir kitleden ibarettir. Toplum, sınıfsız olduğundan, farklı siyasi görüşlere ve onlara dayalı siyasi partilere de gerek kalmaz. Halkı halk adına en iyi şekilde seçkinler grubu yönetecektir.

Toplumda uzlaşmaz sınıfsal çelişkilerin varlığını kabul etmeyen Kemalist halkçı hareketten beslenen Türk aydını ve onların temsil ettikleri Türk-solu, hiçbir zaman Marksizm’i içine sindirememiştir. Bu damar günümüzde D. Perinçek şahsında İP ve Ulusalcı solcular tarafından savunulmaktadır. Bu kesim, bugün küreselleşen sermaye karşısında işlevini her gün biraz daha yetiren ulus-devleti savunmak olmuştur. Avrupa Birliği’ne girecek üniter Türk devletinin, merkezileşme ve yerelleşme kıskacında uğrayacağı yetki kaybının adım adım derinleşeceği ve bu süreçte Kürtler başta olmak üzere ezilen diğer azınlıkların ulusal haklarını elde etmelerine yol açabileceği kaygısı yatmaktadır. Çünkü Birliğe girişin koşulları “merkezi ulusal devletlerin, yetkilerinin bir bölümünü AB gibi devletler üstü kuruluşlara, bir bölümünü de ülke içinde yerel yönetimlere devretmeyi” önermesidir. Yetki devrine yanaşmayan Türk Ulusal solcuları AB yerine Rusya ve Çin’inde dâhil olduğu bir Asyai birliği savunmaktadırlar. Çünkü bu birlik AB’nin aksine ulus-devleti aşan değil, koruyan bir birliktir. Bunların tüm dertleri ve korkuları, yıllarca varlığını kabul etmedikleri Kürtlerin AB sürecinde bir statü kazanacaklarında yatmaktadır. Hâlbuki liderler kabul ettikleri M. Kemal Atatürk, ulaşmayı hedefledikleri muasır medeniyetin Batı’da olduğuna işaret etmişti

İçinde yetiştiği resmi ideolojiyi aşamayan ve kurucusunu putlaştıran bir aydın tipi hastalıklıdır, at gözlüğünü takmış ve mutlak doğrulara inanır. Mutlak doğrulara inan ve gerçekleri benimsediği ideolojiye göre yorumlayanlarla tartışma olmaz. Tartışmanın olmadığı yerde eleştiri ve özeleştiri de olmaz, dolayısıyla bu aydın tipi bilimsel gelişmeye kapalıdır ve gelişemez, kısır döngü içinde kendi içinde çırpınıp durur, inandırıcılığını yetirir, hurafeler üretmeye devam eder. Bu hastalık, birlikte yaşadığı halkların aydınlarına da bulaşmıştır. Kürt aydını da, Türk aydınının küçük bir prototipini oluşturur. Put yaratır, hurafeler üretir, eleştiri ve özeleştiriyi reddeder.

AYDIN HALKLA BİRLİKTE HALK OLMALIDIR: Halka rağmen halk için şiarıyla yola çıkan aydın tipi günümüzde genel kabul göremez artık. Bugün aydın olmanın ilk kriteri halkın dışından halkı düşünen değil, halktan bir adım önde ama halkın içinden halkla beraber olandır. Bir tencere çorbaya yoldaşlarıyla birlikte tiksinmeden tek kaşıkla dönüşümlü kullanmasını bilendir. Halktan bir adım önde ama halkın içinde olmak güç bir uğraştır, bu uğraşı kazananlar aydın olmayı hak kazanırlar. Günümüzün uzlaşmaz sınıf çelişkilerinde, emekçilerden, ezilenlerden yana safını belirleyen, onların sorunlarına çözümler üreten, halkın içinde yaşayıp halkına güvenenlerdir gerçek aydınlar. Ve bu aydınlar halkları uğruna bedel ödemekten çekinmezler, yeri gelir İ. Beşikçi gibi ömrünü hapishanelerde çürümekten, yeri gelir Sabahattin Ali gibi sınırlarda öldürülmekten korkmazlar ve yeri gelir, Rojava’yı Kuzeyli Kürt kardeşlerinden ayırmak için örülen utanç duvarına karşı Nusaybin’de tek başına direnen belediye başkanı Ayşe Gökkan gibi halkına örnek, halkına öncü olurlar. Günümüz aydınını Latin Amerikalı yazar Mario Benedetti şöyle anlatır. “Ve aydın… değişim sürecine bizzat katılabilir ve katılmalıdır, bu aynı zamanda kendisini de değiştirmek için gerçekçi ve onurlu bir yoldur. Ancak daha önce aydın fildişi kulesinden inmeli ve sokağa çıkmalı, soydaşına omuz omuza eşlik etmeli ve kimsenin görmediği bir anda kendi beğenmişliğini çöpe atmalıdır. Ve sonra bireysel bilinci kolektif bilince dönüştürebilecek kadar yaşamla dolduğunda, halk sözcüğünden kendi ismini hissetmeye başladığında, işte o zaman aydın gırtlağına kadar değişim sürecine battığını bilecektir” (Aktaran S. Çiftyürek age.)

SONUÇ, günümüz aydını, halkın içinden, halkla beraber olandır. Halka rağmen halk için miadı dolmuş otoriter seçkin zümrenin sloganıdır ve o kimseler aydın değil, resmi ideolojinin sarmalından sıyrılamayan ve artık işlevsizleşen Kemalist aydın artıklarından başka bir şey değildirler. Bunu söylerken, hemen şunu duyar gibiyim. “halkın seviyesine ineceğime, halkı seviyeme çıkarmalıyım” Geçmişte denen bu aydıncılık oyunu sonuç vermediği ortadadır. Halkı aydın seviyesine çıkarmak isteyenler önce halkın içine girmeli halklarıyla bütünleşmelidirler. 21.yüzyılın aydını sadece bilgi üretmekle kalmaz, ürettiği bilgiyi geniş halk kitlelerine, emekçilere de ulaştırır, bilgisini halkın bilincine dönüştürür. Bilginin bilinciyle yoğrulan ve öncü güçler tarafından örgütlenen emekçi halk kitlelerinin istenilen seviye ulaşması güç değildir. Yeter ki halka, emekçilere bu olanak sağlanarak önü açılsın Gerisi aydın avuntusudur. Yazımızı Şiirle başlattık, şiirle bitirelim.” İnançlı yürekleriyle/Kavganın ateşlerinde/Yananlara selam olsun.”

*1-Pir Sultan Abdal

*2-Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası(resmi İdeolojinin eleştirisine giriş)

*3-L. Trocki, Balkan Savaşları, sf.574.

*4-İ. Beşikçi, Tunceli kanunu ve Dersim jenosidi.

*5-S. Çiftyürek, Aydın ve örgüt.

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights