Ana SayfaRESİM “SÜS” YA DA “AKSESUAR” DEĞİLDİR, OLAMAZ!/TEMEL DEMİRER

RESİM “SÜS” YA DA “AKSESUAR” DEĞİLDİR, OLAMAZ!/TEMEL DEMİRER

 

“Yapabilenler yapar,

yapamayanlar yapmayı öğretir.”[1]

Resim sadece resim değildir; içinde müzik, şiir, acı, mücadele ve isyan vardır.

Ve o, bu zenginliğiyle tarih boyunca akar gider.

Böyle olması, resmin önemini ortaya koyarken; bu önem post-modern zamanlarda daha da artmıştır.

Kolay mı? Post-modern milenyum insan(lar)ı yapısökümcü (ve nihai kertede a-politik) özellikleriyle interaktif ile hiperaktif arasında salınan belirsizliktir.

Anı yaşadığını zanneden; ortalamaya uyumuyla betimlenen; fırsatçılığıyla tanınan post-modern milenyum insan(lar)ı, az üretip çok kazanan fast food kültür(süzlüğ)ünün abideleridir.

Direniş, itiraz ve eleştiriye yabancılaş(tırıl)mış bu tipoloji için resim (sanatı) bir “duvar süsü” ya da “aksesuar”dır.

Oysa John Berger’in, “Bir çizim, ad yerine geçebilir mi?”[2] sorusuyla betimlenen resim için “Sadece tek bir hakikât olsaydı, aynı tema üzerine yüz tual yapılamazdı,” notunu düşen Pablo Picasso onun bir “süs” veya “aksesuar” olmadığını anımsatırken; resim sanatında eleştirel üslubuyla bilinen sanatçı Burhan Kum ekler: “Ressamların cevabı olmalıdır. Bir Alman ressamın dediği gibi; resim bir direniş aracıdır, çünkü yeraltında başlamıştır”!

Bunun böyle olduğunu; “Benim açımdan resim bir yaşam biçimi hatta yaşam nedenidir,” sözlerini hep anımsayacağımız 91 yaşında aramızdan ayrılan ressam Naile Akıncı; “Güzel çizgi çizmek bana fazla kolay geliyor, özü gizliyor,” vurgusuyla (“ressamlık, yazarlık, seramik ve heykel sanatçılığı, yapımcılık vasıflarını isminin önüne koymayı başarmış”![3] Abidin Dino ve şunları diyen Fernando Botero kanıtlar:

“Sanatta güzel olan ile doğada güzel olan farklı şeylerdir…

Ben, bir sanatçının sağlam inançları olması gerektiğini düşünen ressamlardanım…

Beni resim veya heykel yapmaktan daha çok heyecanlandıran bir şey bulamadım…”

Evet, ressam hakikâtin, büyük hesaplaşmaların, itirazın sözcüsüdür.

Mesela… XVI. yüzyıl sonu, XVII. yüzyıl başında eserler vermiş, müthiş bir deha; resimde, “modern çağı” başlatan insan Caravaggio gibi…

Caravaggio’nun farkı; kavgacı, kumarbaz, düelloların gaddar savaşçısı, kibirli, öfke ve nefret dolu; hatta katil olması değildi elbet…

Caravaggio’nun Malta’da resmettiği, Vaftizci Yahya’nın ölüm sahnesi tablosu, yine zaman ve mekân ötesinde şeyler söylüyordu: Yahya’nın çevresinde toplanan soğukkanlı katiller… Masum ve güzel yüzlü, ancak Yahya’nın kesilen kafasının konacağı altın tabağı hazırlayan genç kadın… “Devletli gücü” temsil eden, ölüm emrini veren yaşlı adam… Emri, tereddütsüz yerine getiren zindeliğin, gençliğin kuvvetini taşıyan, yaptığının vahametini bir an bile aklına getirmediği belli bir cellât… Olayın korkunçluğunun ayırtında olanlar sadece, çığlık atmak üzere olan zayıf, titrek bir yaşlı kadın… Ve hapishane penceresinden, infazı izleyen, durdurma olanakları olmayan mahkûmlar…

Caravaggio’nun son eserlerinden birinde, canavar Goliath’ı alt eden genç Davut canlandırılırken; Goliath, Caravaggio’dan başkası değil. Davut’un elindeki kılıçtaysa, şu harfler vardı: “H-AS OS”; yani Latince, “Humilitas occidit superbiam/ Alçakgönüllülük, kibiri yener.”

Caravaggio, kendi kusurları, yetersizlikleri ve kısıtlılığının farkında tüm insanlar gibi, en büyük hesaplaşmayı kendiyle yaşıyordu. Ve tabii, çevresiyle, “düzenle” de!

Sanata ve yeteneğe yatırım yaparken aynı zamanda sanatı sömüren ihtişamlı, ikiyüzlü Roma’nın, tarihe yansıtılmak istemeyen yüzünü, ezilen sıradan insanların, zafiyetlerini, acılarını resmediyordu; İncil’den hikâyeleri “canlandırırken”…

Caravaggio’nun derdi, fakirlerin hayal ve umutlarını gücüne güç katmak için uğraşan Katolik din devleti, müthiş bir iktidar kavgası içindeki zengin aileler ve tüm bu düzenin, tutarsızlıkları, adaletsizlikleriyleydi![4]

Tıpkı, 21 Şubat 1944 tarihinde ‘Günlükler’ine, “Her savaş, kendisine cevap verecek başka bir savaşı içinde taşır. Her savaşa yeni bir savaş cevap verir, ta ki her şey paramparça oluncaya dek. İşte bu yüzden bu deliliğin son bulmasını bu kadar candan destekliyorum ve bu yüzden tek umudum dünya sosyalizmi,” notunu düşen Kathe Kollwitz gibi…

Gözde Kazaz’ın, “Yüze yaslanmış, alna dayanmış güçlü ve sert eller. Bir derdi, bir kaybı, bir düşünceyi gizliyor. Bunlar Kathe Kollwitz’in elleri; hem otoportrelerinde, hem de yıllar boyunca anlattığı proletaryanın hikâyelerinde sıkça görürüz bu elleri. Dışarı açılıp bizi Kollwitz’in dünyasına çekerler. Acının, savaşın ve ölümün kol gezdiği bir dünyaya… XX. yüzyılın mihenk taşı olmuş sanatçılarından biri için başka türlü bir dünya nasıl mümkün olur?” diye betimlediği ressam, oymabaskı sanatçısı ve heykeltraş Kathe Schmidt (Kollwitz) 1867’de Doğu Prusya’da, Konigsberg’de doğar. Sosyalist ve Hıristiyan bir aileden gelen sanatçının işçi sınıfına duyduğu ilgi ilk gençlik çağlarında başlar. Önce duvar ustası olan babasının ofisine gelen çiftçileri ve denizcileri, sonra 17 yaşında evlendiği genç doktor Karl Kollwitz’in, Berlin’de işçi sınıfının yaşadığı Prenzlauer Berg’deki muayenehanesine gelen hastaları çizmeye başlar. “İşçilerin yaşamında basit ve samimi bir şekilde bana güzel gelen bir şey var,” vurgusuyla Kollwitz, “Ama vurgulamam gerekir ki proletarya hayatının temsiline beni çeken merhamet ya da şefkat değildi; bu hayatı basitçe güzel bulmuştum,” diyordu…

Kathe Kollwitz’in yoksulluk, isyan ve acıyla örülmüş, artık oymabaskı ve resmin yanına heykelin de eklendiği çalışmalarına Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte savaş ve ölüm de katılır. İkinci oğlu Peter ise 1914’te, gönüllü olarak gittiği savaşta ölür. Aynı isimli torunu Peter 1942’de gittiği İkinci Dünya Savaşı’nda ölecektir.

Hitler’in başa geldiği 1933’te, Kollwitz önce Prusya sanat akademisindeki profesörlük görevini kaybeder, üç sene sonunda sergi açmasına yasak getirilir, müze ve galerilerdeki tüm işleri kaldırılır. Gestapo’nun kendisi ve kocasını toplama kamplarına gönderme tehditlerine rağmen Almanya’dan ayrılmaz. 70. doğum günü şerefine dünyanın pek çok yerinden kendisine telgraf gönderen 150’den fazla sanatçı diktatörlüğe engel olmuştur belki. Yine de 1943’te Berlin’i ve yıllarca kocasıyla yaşadığı evini terk etmek zorunda kalır. Bu ev bir süre sonra bombalanacak ve Kollwitz’in çoğu çalışmasıyla birlikte yerle bir olacaktır.

Kathe Kollwitz, 78 yaşında, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesini göremeden öldü. Ardında yoksulluğun ve savaşın acısını anlatan onlarca resim ve heykel bırakarak…

Amerikalı şair ve aktivist Muriel Rukeyser, 1968’de Kathe Kollwitz’e ithaf ettiği şiirinde şöyle diyordu: “Eğer bir kadın hayatıyla ilgili hakikâti anlatırsa ne olur?/ Gerçek dünya ortaya saçılır”![5]

Gerçek dünya, onun bilgisine vakıf olanlarım mücadelesiyle ortaya saçılıp, anlamlanırken; buna örnek olarak Joan Miro’nun hayat öyküsüne baktığımızda, yaşadığı olayların yarattığı farklı duygulanımların dışa vurumlarını görürüz.

Franko diktatörlüğünü ve Hitler faşizmini yaşamış Joan Miro’nun resimleri yaşadığı toplumdaki grinin tüm tonlarına rağmen umudu, kaçış çizgisini sezdiriyor bize. En karanlık zamanlarda, umudun dibe vurduğu anlarda bile sevincin, neşenin renklerini, çizgilerini, göğe uzanan kaçış merdivenlerine dönüştürmüş; kurşun dehlizlerin içinde fareler gibi koşuşturduğumuz şimdiki zamana rağmen, kırlangıçlar gibi gökyüzünde neşeli çığlıklar atabileceğimiz zamanları ve mekânları yeryüzünde de yaratabileceğimizi biliyoruz.

Gerçekten de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Kemal İskender’in, “Resmin en saf hâli” olarak nitelediği ve “Resimleriyle şiir yazıyor. Onun şiirselliğinde çocuğun saflığı, çocuk ön yargısızlığı vardır,” saptaması; Miro’nun “Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir,” sözlerindeki içtenliğine yaslanıyordu.

Evet, tam da bu hâliyle XX. yüzyılın etkin sanatçılarından Joan Miro “Özgürlüğün dili”ydi.

Çünkü “Sabahları çalışırım. Öğleden sonra çalışırım. Çalışmadığım zaman çalışmayı düşünürüm. Uyurken bile, farkında olmadan işlerimi düşünmeyi sürdürürüm,” diye Miro’nun bütün özellikleri sanki bir cümlede toplanmıştır: “Onun sanatı atalarından kalmadır; İberya Yarımadası’nın tarihöncesi halkıyla bağlantılıdır.”[6]

Ve ‘Miro Vakfı’ müdürü Rosa Maria Malet’nin, Miro’nun kendine ait bir dil oluşturduğu, özgürlüğün dilini ve söylemini yaratmış bir kişilik olduğu vurgusu da boşuna değildi; Canan Mengül, “Miro’nun Penceresi”nin[7] önemini dile getirirken buna vurgu yapmaz mı?

Ve başka bir İberya’lı ya da “Yapabileceğini düşünen yapabilir, yapamayacağını düşünen ise yapamaz. Bu tartışmasız, değişmez kuraldır…”

“Herkes resimleri anlamaya çalışır. Neden kuşların cıvıltısını anlamaya çalışmazlar? Neden bir geceyi, bir çiçeği, kendilerini kuşatan her şeyi, hiç anlamaya çalışmadan severler? Oysa konu bir resim olduğunda anlamak isterler…”

“Başkalarını taklit etmek gereklidir, fakat kendini taklit etmek acınası bir durumdur…”

“Yalnızca tek bir gerçek olsaydı aynı tema üzerine yüzlerce tuvali boyayamazdınız…”

“Her söylediğime inanmamalısınız. Sorular sizi yalan söylemeye kışkırtır, özellikle bir cevap olmadığında…”

“Hayal edebildiğiniz, her şey gerçektir…” diyen Pablo Picasso için “Bir sanatçının ne olduğunu sanıyorsunuz? Yeryüzünde olup biten yürekler acısı, heyecanlı ya da zevkli şeylerin bilincinde olan ve kendini tamamen onların yansımasında şekillendiren bir politik varlıktır. Resim evleri dekore etmek için yapılmaz. O bir savaş aracıdır…”

Evet Mario Virgilio Montanez Arroyo’nun ifadesiyle, “Picasso’nun en çok atıfta bulunulan sözü şudur: ‘Ben aramıyorum, rastlıyorum’… Bu arayış kendini yüzlerce yıllık bir geleneğin içine yerleştiren sanatçının, sanat tarihinde çıktığı üslupsal yolculuğa denk geliyor.”

Bu yolculuk hiç durmayacak. Çünkü Guernica’nın “yaratıcısı” Picasso için resim “bir savaş aracı”dır…

Savaş, göç ve hastalıkların içinde -ana-babasının mesleği sebebiyle- müzikle büyümüş bir sanatçı Paul Klee. Savaştan hemen önce gittiği Tunus’un ışığına âşık oluyor ve buranın aydınlığı yeni tablolarında ‘renk’ ile ortaya çıkıyor. Burada yazdığı bir notta: “Renk bana sahip oldu, bundan sonra onu takip edeceğim. Renk ve ben, bundan sonra biriz” diyor…

Küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi alıp, 16 yaşında resme, 18 yaşında da düzenli olarak günlük tutmaya başlayan Klee böylece kayıt altına almaya başlar yaşamı. İsviçre’den İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye, Tunus’a ve Mısır’a uzanan ömründe yaptığı her resme bir numara verir ve külliyatına katar.

Pastoral İsviçre’de tevazu içinde doğmuş, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Weimar’ı, bir Yahudi olarak Nazi baskısını yaşamış bir adamın, resim ve renk arayışından savaşa, sistematik nefrete ve parçalanışlara geniş bir his skalasında gerçekleştiği aşikâr seyahatlerinde yazdıkları ve resmettiklerini düşünüyoruz. İlhamı, hocalık yaptığı Bauhaus’tan dost kübistlere, ekspresyonistlere ve sürreelistlere etki etti. Formlar, imgeler ve renkler gibi, teknik ve zaman ile ilişkisi de onun ziyadesiyle özgün ve yenilikçi olarak anılmasını sağladı.

Bu özellikleriyle Klee resim yapmak için “Bir çizgiyi yürüyüşe çıkarmak” diyor günlüğünde…

“Çizgiyi yürüyüşe çıkaran” Klee de, Henri Matisse (1869-1954) gibi unutulmayanı/ unutulması mümkün olmayanı yarattı…

İbrahim Balaban da onlardan biriydi…

Bursa Mahpushanesinde yattığı sırada Nâzım Hikmet’i tanıdı, aynı yıl hapisten çıktı. Cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün düğün evini basan hasmını öldürdü ve yeniden cezaevine girdi. 1942 ila 1944 ve 1947 ila 1950 yılları arasını Bursa Cezaevinde geçirdi. Kendisinden 20 yaş büyük Nâzım Usta’ya çırak oldu.

Nâzım Hikmet, aynı dönemde mahpus yatan Orhan Kemal’i hikâyeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istiyordu. Balaban cezaevinde resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi ve politika konularında bilgiler edindi. Onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı. Bu dersler ileride onu çok bilinir bir ressam yapacaktı. Balaban, yedi yıl süren Hikmet’li kesite dair “O günleri Nâzım Hikmet ile mahpushanede kaldığımız sürelerde, çektiğimiz çilelerin ve dertlerin baskısına rağmen: Nâzım ile el ele verip, öğretmen ve öğrenci olgularının becerileriyle, mahpushaneyi “okul” eyledik,” der.

1950 affıyla, Nâzım’la birlikte mapushaneden çıkan İbrahim Balaban’ın, resimlerinde komünizm propagandası yaptığı “gerekçe”siyle sergileri basıldı, davalar açıldı, yasaklandı.

Ve o günün birinde öyle bir isyan etti ki, geçmişten bugüne pek fazla şeyin değişmediğini, bugün bize tekrar öğretti: “Evet ülkede demokrasi var: Benim, güzel sanatlarla uğraşma özgürlüğümün yanında, onların hırsızlık yapma, tuzak kurma, iftira atma özgürlükleri var.”[8]

28 Aralık 2014 14:02:12, Ankara.

N O T L A R

[*] Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, No:2, Nisan-Mayıs 2015…

[1] Bernard Shaw.

[2] John Berger, Bento’nun Eskiz Defteri, Metis Yay., 2012, s.73.

[3] Serpil Güvenç, “Abidin Dino”, Sol, 7 Aralık 2013, s.6.

[4] Sezin Öney, “Caravaggio”, Taraf, 1 Şubat 2014, s.2.

[5] Gözde Kazaz, “Ölümün Kıyısındakilere Selam Eden: Kathe Kollwitz”, Birgün, 27 Kasım 2013, s.20.

[6] Doğan Hızlan, “Bir Şair Olarak Miro”, Hürriyet, 23 Eylül 2014, s.21.

[7] Canan Mengül, “Miro’nun Penceresinden Seyretmek!”, İşçilerin Sesi, No:32, Kasım 2014, s.16.

[8] M. Berat Saymadi, “Mapushane Kapısı”, Evrensel, 11 Şubat 2014, s.12.

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights