Cizre direniyor, kan kaybediyor ama kazanıyor/kazanacak. Bu Cizre’nin ilk öz yönetimi değil, geçmişi var.
Birinci Dünya Savaşı’nın galip güçleri; savaşa sebebiyet veren sorunları çözmeden, savaştan birer birer çekildiler. Fransa, Kemalistlerle anlaşmayı çıkarlarına daha uygun gördüğü için 1921 Ekim ayında, Ankara Antlaşmasını imzalayarak, köşesine çekildi. Ankara Antlaşması ile bölge halkına danışılmadan sınırları çizildi, bölgenin kaderi belirlendi. Bugünkü Rojava sınırları da bu antlaşma ile belirlenir, ama sınır hattının nerelerde geçeceği üzerinde bir türlü anlaşma sağlanamaz.
Fransa, sınırın Dicle’den sonra düz bir hat olarak Cizre’nin kuzeyinden geçmesini ve Cizre’nin Suriye’ye katılmasını istiyor. Ankara Hükümeti ise, Dicle Nehri’nin sınır olmasını ve Cizre’nin Türkiye’de kalmasını ister. Bir uzlaşmaya varamayınca, Cizre halkının da isteğinin sorulmasına karar verilir. Bu karardan sonra Kasım 1920’de Cizre Belediye Meclisi, “Özyönetim” ilan eder. Özyönetim ilanı ile birlikte eli güçlenen Cizre Halk Meclisi, hem Kemalistlerle hem de Fransa ile dirsek temasını sürdürür. Taraflardan her birine, “bize baskı yapmayın, aksi takdirde diğer tarafa geçeriz” derler. Fakat ilahlar bir kere kararını vermiştir, Kürdistan parçalanacak, Rojava sınırı serxet-bınxet şeklinde çizilerken, Kürtlerin hassasiyetleri kimin umurunda?
Aralık 1920’de Türk Ordusu hiçbir dirençle karşılaşmadan şehre girer; halk evlerine kapanır, olanı biteni perde arkasından izler. Halkın sosyal yaşamında bir değişiklik olmayacak, sadece işgal güçleri el değiştirmiştir. Giden ağam, gelen paşamdır.
Cizre kendine özgü bir şehirdir. Sadece tarihi ile değil, sosyal ve kültürel yapısı ile kendini ayrıcalıklı görür. 1970’lerin ortalarına kadar, Cizrelilerin dünyanın her yerinde gayrimenkul alma hakları varken, yabancı ve Cizre’de ikamet etmeyen birinin Cizre’de gayrimenkul alması belediye kararı ile yasaklanmıştı.
Bugün Cizre zor günler yaşıyor. Dün perde arkasından işgalci güçlerin el değiştirmesini izleyen Cizreliler, bugün sahaya inmiştir. Ne istiyorlar? Gasp edilen en doğal haklarını, yani kendi anadillerinde çocuklarını eğitmek istiyorlar, özgürce türkülerini okuyup özgürce halay çekmek istiyorlar; bir de yaşadıkları şehirlerini kimsenin müdahalesine gerek duyulmadan kendileri yönetmek istiyorlar. Bu mudur suç? O halde hepimiz suçluyuz.
İnsan hakları evrensel bildirgesinin en temel maddesi yaşam hakkıdır. Cizre’de yaşam hakkı ihlal ediliyor, yaralılara ulaşılamıyor, yaralıların tıbbi tedavi hakları hiçe sayılıyor. Tarihte en vahşi savaşlarda bile ölülere saygı gösterilmiş, gömülmesine izin verilmiştir. Hatta herkesin kendi inancına göre ölüsünü gömmesi için geçici ateşkesler ilan edilmiştir. Cizre’de buda uygulanmıyor, cesetler sokakta çürümeye bırakılmış durumda ya da zırhlı araçlarla sokaklarda sürükleniyor. Ne diriye ne de ölüye, saygı yok. Neden? Çünkü gayrinizami bir savaş yürütülüyor. Haksız bir savaştır, kirlidir. Bu yüzden kural tanınmıyor. Çünkü karşısındaki Kürt’tür, Kürde evrensel ve hukuksal kuralların uygulandığı nerde görülmüştür. Mantık budur. Başbakan bile hak ihlallerini bir pazarlık konusu yapacak kadar vicdan ve ihsandan yoksundur.
Bu direniş yoksul Kürt halkının varlık-yokluk mücadelesidir; mutlaka kazanılacaktır. Sıcak ve konforlu evlerinde ayaklarını uzatıp televizyon karşısında geçirenler elbette ki bu direnişi anlamayacaklardır. Fakat Pandoranın kutusu açılmıştır, geriye dönüş yoktur. Bunu herkes gibi onlarda biliyor. Buna rağmen kan dökülmeye devam ediyor ve çocuklar ölüyor. Üzücü yanı da budur.
29/01/2016