Yoldaşımızı sonsuzluğa uğurlamamızın ardından tam olarak 1 yıl geçti. O’nu anlatmaya kelimeler, cümleler yeterli olur mu bilemiyorum. Zaten bu konuda da zorlanıyorum, pek de becerikli değilim. O zaman da yazamamıştım şimdi de yazamıyorum. Belki biraz daha zaman gerekli kendi cephemden.
Biraz önce sölediğim gibi onu alatmaya yetecek kelimeleri, cümleleri kuramıyorum. Onu anlatabilmek için az da olsa onun gibi yaşayabilmek gerekir. Neyi yaşayabilmek; tabiki mücadeleyi, sosyalizm ve devrim inancını, örgüt disiplinini, partizanlığı ve herşeyden de ötesi insana olan umudu hiç kaybetmeyişini. Ayrıca O’nda hep ve çok olan ama bugünlerde pek bulunmayan erdemlilik ve mütevaziliği yaşayabilmeliyiz ki Tuncay’ı anlatabilelim, kendimizde O’nu ya da O’nda kendimizi görelim…
Evet Tunca’yı anlatmalıyız, anlatabilmeliyiz… Özellikle de O’nun çok önem verdiği gençlere ve herkese anlatmalıyız. Anlatmalıyız ki O’nun canı pahasına emek harcadığı örgütü, Kürdistan Komünist Hareketini büyütebilelim.
Kürdistan Komünist hareketine yeni TUNCAY ATMACA’lar lazım. Her ne kadar TUNCAY OLABİLMEK!.. çok zor olsa da umudumuzun ayakta durabilmesi için bu zoru başarmaktan başka da çare yoktur.
Sonuç olarak lafı uzatmadan, buradan ilk etapta ulaşabildiğim Tucay Yoldaş’ın özellikle Örgüt-Örgütlenme üzerine olan yazılarını vermek istiyorum… Özellikle bugünlerde buna ihtiyacımız olduğunu ve O’nu daha iyi tanıyabilmemiz için gerekli olduğunu düşünüyorum…
DAİMA BİZİMLESİN!
Tuncay Atmaca’nın buradaki yazıları www.mesop.net sitesinde yayınlanmıştır.
Nasıl bir örgüt ve örgütlenme sorusuna yanıt verecek olan kadrolardır-1
T.Atmaca
Bugün sıkça dile getirildiği gibi kimi ekonomik, politik dönüşümler yapmakla, “yeni kurumlar” oluşturmakla devrim gerçekleşmez.
Modern toplumu diğerlerinden ayıran en önemli özellik örgütlü toplum olmasıdır. Milyonlarca insanın görece dar mekanlarda bir arada bulunduğu büyük kent yaşamı, irili-ufaklı yüzlerce organizasyonun günlük faaliyetleriyle yürütülüyor. Mevcut kapitalist sınıf, egemenliğini, ordusundan basınına, özel timinden reklam şirketlerine, mevcut devletin merkezi idari örgütlenmesinden belediye ve köy muhtarlıklarına, parlamentosundan esnaf derneklerine kadar (bu liste uzatılabilir) özel ve genel, merkezi ve yerel örgütler toplamının varlığı ve işleyişiyle sürdürüyor.
Bütün bunların içerisinde -bilindiği üzere- en gelişkin burjuva organizasyon tekeldir. Tekeller son derece rasyonel, etkin, verimli ve yetkinleştirilmiş işleyiş ve yönetim ilişkilerine göre kurulan örgütlerdir. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, devlet de tekelci dönemde, tekeller düzeninin yönetim kurulu gibi çalışır. Devletin bir üretim biçiminin ve sınıf egemenliğinin sürekliliğini güvence altına alan temel işlevi, ona bir baskı ve zor aracı olma karakteri vermiştir. Ancak, bilinir ki; hiçbir düzen salt çıplak zorla ayakta duramaz. Silahlı da olsa, bir azınlığın çoğunluk üzerinde -kapitalist sistemde- sistematik bir egemenlik kurması daha kapsamlı ve karmaşık bir örgütler sistemiyle mümkündür. (İşte yukarıda bir kısmını saymaya çalıştığımız yapılanmalar bunu sağlar.) Durum böyle olunca, bir düzenin ya da yönetimin değiştirilmesi de, deyim uygunsa yıkılması da eninde sonunda bir örgütlülük sorunudur.
Kuşkusuz, amaçları, işlevleri, toplumsal bileşimleri ve çalışma tarzlarıyla birbirinden çok farklı örgütlerin hepsi için geçerli tek bir tanım yapmak doğru olmaz. Bu mümkün de değildir. Ancak herhangi bir insan topluluğunu örgüt yapan bazı temel ölçütler vardır, varolmak zorundadır. Ortak hedef ve amaçlar için faaliyet gösterme iradesi ve pratiği, bu iradenin zora veya gönüllülüğe dayanması, örgütün varlığı ile değil, karakteriyle ilgili sorundur. Yöneten-yönetilen ilişkisi yaratmak durumunda olan iş bölümü, bütün bunların yazılı veya yazılı olmayan çerçevesini belirleyen işleyiş ve hukuk kuralları dolayısıyla, varolan toplumu değiştirip dönüştürmeyi hedefleyen bir yapılanma, eninde sonunda siyasal bir sınıf örgütüdür. Bu nedenle hareket noktası; varolan düzenin bilimsel, kültürel, estetik vb. eleştirisi ve reddidir. Bu nedenle hiçbir zaman kendisini varolan hukuk kurallarıyla sınırlayamaz. Özgürce hareket eder. Kendi gündemini kendi belirler. Yapacaklarını bu çerçevede yapar. Kendi dışında belirlenmiş gündemlerin peşi sıra sürüklenmez. Hiç kuşku yok ki, böyle bir yapılanma, toplumu değiştirip dönüştürmede en aktif rolü üstlenecek olan işçi sınıfının genel ve uzun erimli çıkarlarını başa almakla, siyaseti sınıfın aktif kesimleriyle birleştirme yeteneğiyle gerçek bir parti olur. Böylesi bir yapılanmanın -partinin- temsil ilişkisi; sınıf savaşımı ve kitlesel hareketle bağı ile dinamik bir karakter taşır. Kabul edilir ki; böylesi bir yapılanmanın ilk hedefi -stratejisi- siyasal iktidarı alarak, toplumu değiştirip dönüştürmede aktif rol üstlenecek işçi sınıfını yönetici sınıf yapmaktır. Salt bu değil. Bir ekonomik dönüşüm, geniş halk kitlelerinin bilincinde radikal bir dönüşüme, köklü bir sıçrayışa eşlik etmiyorsa, orada gerçek bir dönüşümden, devrimden söz etmek mümkün değildir. İşçi sınıfını yönetici sınıf yapmak demek, özünde toplum çoğunluğunun bilincinde bir sıçrama yapmak demektir. Eğer toplum çoğunluğunun bilincinde bir sıçrama söz konusu değilse, kitlenin “devrimci dönüşüm” sürecine katılımı ya da en ileri olan sınıfın (işçi sınıfının) yönetici sınıf olması bir “biçim” olmanın ötesine geçemez. Diyebiliriz ki, kitlelerin bilincinde köklü bir “devrim” olmadan gerçekleşen tüm “dönüşümler”i özünde devrim olarak adlandıramayız. Ya da Trotsky’nin ifade ettiği üzere: “Devrim her şeyden önce kişiliksiz oldukları varsayılan kitlelerde insani olanın uyanmasıdır.”
Bugün sıkça dile getirildiği gibi kimi ekonomik, politik dönüşümler yapmakla, “yeni kurumlar” oluşturmakla devrim gerçekleşmez. Kuşku götürmez ki, devrimin gerçekleşebilmesi için radikal bir sosyal, etik ve kültürel dönüşüm de olmalıdır. Oysa bu coğrafyada bütün bu söylenenleri yapmayı bir kenara bırakıp salt iktidarı almayı, hatta bundan bile vazgeçip, son yıllarda örneklerine bolca rastladığımız gibi “muhalefet” olmayı hedefleyenler kendilerine ne paye biçerlerse biçsinler, parti değildirler. Aslında nasıl bir “muhalefet” oldukları da tartışmalı. Ya da diyebiliriz ki; iktidar hedefi olmayan, özünde muhalefet de olamaz.
Burada kritik sorun; iktidar için savaşımı kendi başına bir amaç ve salt yönetsel bir el koyma işlemi olarak algılayan anlayışlara karşı da bağışıklı olmaktır. Çünkü halk çoğunluğu adına başkaları, “devrimci öncüler” karar vermeye devam ettikçe ya da meseleyi öyle formüle ettikleri sürece, geniş halk kitlelerinin kaderi ve akıbeti “halk yararı”nı bilenlerin insafına tabi olmaya devam eder.
Buraya kadar söylemeye çalıştıklarımız, özünde Leninist parti teorisinin çoğu bilinen ama yanlış yorumlanan yanlarıdır. Yine de yinelemekte yarar var kanısındayım. 21.yy örgüt ve örgütlenmesini tartışırken bu çerçeveyi göz önünde bulundurmak ve buradan bir kalkış yapmak gerekir.
Kapitalist devlet, toplum ve tekel örgütlenmesi ile komünist örgütlenmenin, bunların tümünün örgüt olmasından kaynaklı ortak yanları ve sorunları vardır. Etkin, rasyonel ve verimli çalışmak her örgütün sorunudur. Merkeziyetçilik-yerellik, çeşitlilik, yöneten-yönetilen ilişkisi ve çelişkileri her örgütün karşılaştığı problemlerdir.
Komünist örgütlenmeyi diğerlerinden ayıran en önemli ayraç; komünist örgütlenme varolan düzeni reddeden yeni bir toplumun habercisidir. Bu bağlamda hizmet ve görev kavramlarıyla tanımlanamaz. İşlevlerinden yalnızca birisine indirgenemez. Komünist örgütlenme teknik anlamda örgüt, aygıt olmaktan öte bir toplumsal, siyasal hareketlilik ve öznedir. Kapitalizm insani olan her şeye bir meta gibi bakıyor. Artı-değer ve kâr üreten, altın yumurtlayan bir makine; tüm kapitalist üretim ve toplum yaşamı bu ilke üzerine kurulmuştur. Kapitalizm üretim süreçlerini, çalışan insanı robotlaştıran, kendisine dahi yabacılaştıran bir içerikte örgütler/örgütlüyor. Yalnızca kârın azamileştirilmesi mantığıyla üretilen, ona göre seçilen metalar dünya çapında adaletsizliği körüklüyor. Önü alınamaz bir tüketim çılgınlığı üretiyor, çevreyi kirletip doğal dengeyi bozuyor. İnsanlığı ve fiziksel yaşamı sürdürülemez bir noktaya getiriyor.
Buna karşın yeni toplumda, yani komünist toplumda amaç insandır. Burada bir noktanın altını çizmek gerekir: Birkaç kuşağı feda ederek insanlığı kurtarmak ve sosyalizmi kurmak biçimindeki düşünce, özünde insana araçsal bakan burjuva düşüncesidir. Ve bu düşüncenin sosyalist saflardaki izdüşümünden başka bir şey değildir. Bunun örgüt pratiklerindeki yansıması, kadrolara alet, enstrüman gibi bakmaktır. Bugün özellikle de bizimki gibi ülkelerde devrimci özveri ve ciddi kişisel risklere katlanmadan komünist bir yaşam sürmenin olanağı yoktur. Mümkün de değildir. Bu çok açık, ancak açık olması gereken bir başka nokta da pragmatik, hatta oportünist güdülerle sansasyon yaratmak vb. nedenlerle, komünist bir siyasetin ifadesi olmayan, arkasında ciddi ve sürekliliği belli ölçülerde güvence altına alınmış bir örgütlülük bulunmayan intihar ve benzeri eylemlerin komünizmle hiçbir ilişkisi bulunmadığı gerçeğidir. Komünist bir örgütlenme, koşullar gerektirirse sonucunun yenilgi olacağı belli bir savaşa girebilir. Militan bir komünist ölüme de gidebilir. Bunlar başkadır, ama hiçbir örgüt, toplumsal olarak meşru gerekçeler olmadan insan öğesi üzerinde bu düzeyde tasarrufta bulunamaz. Hiç kimse kadrolar üzerinde kumar oynayamaz. Oysa bu coğrafyada bu çok sık yaşanan bir şeydir.
Komünist örgütlenme ve organlaşmanın da işlevsel ve verimli olması gerekiyor. Ama kapitalizme göre, kapitalizmi izleyerek değil. Komünizme göre ve kendi üstün yanlarını öne çıkararak. Oysa bugün bu adı iddialı kullanan bir çok yapılanmanın özünde burjuva örgütlerinden bir farkı olmadığını yaşayarak görüyoruz. Komünizme göre de şunu anlamak gerekiyor: Örgütlü komünist insanın yaratıcı, özgür katkısını çoğaltmak, kadronun, sempatizanın gizli ve kullanılmayan kapasitesini aktive etmek. Diğer önemli bir nokta da; komünist örgütlenmede kilit nokta yöneticilik değil, ÖNDERLİKTİR. İkisinin arasında sözcüklerin yansıttığından büyük fark vardır.
Birincisi, yöneticilik dendiğinde akla gelen; yaşamın bir alanıyla ve mesai saatleriyle sınırlı bir iş ilişkisidir. Komünist önderlik ise, yaşamın bütün alanlarında ve deyim uygunsa yirmi dört saat bire bir yaşanması gereken bir ilişkidir. Ya da Lenin’in belirttiği gibi; “Devrime sadece boş akşamlarını değil, bütün hayatlarını adayan insanlar…” Lenin’in bu tarifi ise bu coğrafyada “profesyonel kadro” diye özünde yanlış bir şekilde formüle edilmiştir. Hiçbir uğraşı olmayan, mesaiye gider gibi belli kurumlara sabah gidip, akşam evine dönen, kapı komşusuyla dahi insani bir ilişkisi olmayan, arada sırada bir-iki ilişkiyle görüşen, toplumla bütün bağlarını -insani ilişkilerini- koparmış bir avuç insan güruhuna dönüşmüştür, profesyonel kadro denilen bireyler. Giderek bu tip profesyonellik kutsanmıştır. Yaşamla hiçbir bağı olmayan, “bir baltaya sap olamamış” halk deyimindeki gibi bireyler üreten bir süreç haline gelmiştir profesyonel kadro meselesi. Bu tip insanların toplumla, insanlarla bir ilişkisi olmadığından ya da önüne gelen profesyonel kadro olduğundan; herhangi bir bireyle bir-iki kez görüşme sonucunda hemen karar verirler. Karşısındaki bireyin devrimci olup olmayacağına, emek harcamadan, karşısındaki bireyi değiştirip dönüştürmeye çabalamadan kolayca karar verirler. Çünkü onların öyle uzun boylu emek harcamaya zamanları yoktur. Onlar profesyonel devrimciler ya! Bu özünde kendilerine ve düşüncelerine güvenmemenin bilinç altındaki yansımasıdır. Ya da önüne gelen herkesin profesyonel kadro ilan edilmesinden kaynaklanan sonuçtur. Ya da bu örgütsel yaklaşımda ilk akla gelen “demokratik merkeziyetçiliğin” anti demokratik merkeziyetçilik olarak anlaşılması, devrimciliği kimi “profesyoneller”in mesleği haline getiren “profesyonel devrimcilik” kurumunun varlığı ve bu sonucun bir uzantısı olan “dışarıdan bilinç taşıma” yaklaşımının kaba kavranışıdır. Oysa demokratik merkeziyetçilik Lenin tarafından “tartışmada özgürlük, uygulamada birlik” olarak formüle edilmiştir. Gerçekte tüm örgütlenmeler örgütsel işleyiş modeli olarak “demokratik merkeziyetçiliği” benimsediler. Buradaki bütün mesele, her türlü sorunun derinlemesine ve hiçbir sınır konulmaksızın sonuna kadar tartışılması, tartışma sona erip karar ve uygulama aşamasına gelindiğinde ise herkesin (çoğunluk ve azınlığın) alınan kararı kayıtsız-şartsız hayata uygulaması gerektiğidir. Soruna böylesine teorik yaklaşıldığında bu modelin önemli sorunlar çıkarmadan uygulanacağı sonucu çıkar. Tabii ki eğer gerçekten demokratik bir işleyiş geçerliyse… Oysa 20.yy örgütlenmelerinde ve onların bir iz düşümü olan bu coğrafyadaki örgütlenmelerde bu süreç her zaman talihsiz sonuçlar doğuracak biçimde tezahür etti. Ve deyim uygunsa ‘demokratik merkeziyetçilik’ ilkesi tepe-takla edildi. Öyle ki ‘demokrasi’ giderek bütünüyle unutuldu. Öylesi bir noktaya gelindi ki, artık ‘demokratik olmayan bir merkeziyetçilik’ söz konusu oldu. Yapılanmaların alt kademeleri için demokratik merkeziyetçilik; disiplin, baskı, zorlama, kayıtsız-şartsız itaat olarak uygulandı.
Sonuçta ‘demokrasi’ yok sayılınca ya da bu denklemin dışına atılınca, sağlıklı unsurlar yapılanmada barınamaz hale geliyor. Ve artık ilke adamı olmayanlar, yukarıdan gelen emirlere kayıtsız-şartsız bir şekilde itaati içine sindirebilen, çıkarcı, bencil ve deyim uygunsa memur kafalı unsurlar yapılanmanın omurgasını oluşturur duruma geliyorlar. Dolayısıyla böylesi yapılanmalar kapitalist siyasal yapılanmalardan daha da katı işleyişe sahip oluyorlar. Bunun sonucu olarak yapılanmanın ya da hiyerarşinin üst kademelerinde alınan kararlar, yukarıdan aşağı ve kademe kademe en alt birimlere indiği sürece, çoğunluğun ne düşündüğü, ne istediği vb. sorunların hiçbir önemi kalmıyor. Artık mevcut yöneticilerin kararları ve görüşleri tartışılmaksızın kabullenilmesi gereken emirler olarak algılanıyor. Kabul edilir ki, böylesi bir işleyiş geçerliyken, genel kurullar, seçimler vb. her şey aslında “kitabına uydurma” biçiminden başka bir şey değildir.
Devam edecek olursak… Özünde profesyonel devrimcilik yaklaşımı kitlelerin bilinçlenmesinin bir “dış faktör” sayesinde mümkün olabileceği ön kabulüne dayanıyordu. Lenin’in bir dönemin Çarlık Rusyası’nın “ özel koşulları” için ortaya attığı profesyonel devrimcilik her dönem için kutsandı. Üstelik yukarıda da kimi yönlerine değinmeye çalıştığımız gibi kaba, hoyratça bir uygulama alanı buldu kendisine. Bu uygulama giderek kitle-parti yancılaşmasını daha da kaçınılmaz hale getirdi. Kuşkusuz Çarlık otokratik devlet yapısı veri iken, geçici olarak böylesi bir uygulama anlaşılır bir şeydir. Ama asıl anlaşılması güç olan, buradan hareketle her yerde ve her zaman bunun geçerli olduğunu ileri sürmek ve bunu uygulamaktır. Bu uygulama giderek devrimi artık “profesyoneller”in özel alanı haline getiriyordu/getirmiştir. Zaten sözde bir demokratik merkeziyetçilikle de devrimci dönüşümün dışına itilmiş çoğunluğun kaderi profesyonellerin insafına terk ediliyordu/edilmiştir.
Diğer bir handikap ise; profesyonel demek, özünde bir ücret karşılığı işini yapan demektir. Yani maaşlı “memur”lar. Bu da son tahlilde kendilerine maaş ödeyen örgüte tabi unsurlar demektir. Kuşku götürmez ki, maaşlı unsurlar memur olabilirler, ama bizce devrimcilikleri tartışmalıdır. Çünkü profesyoneller daha çok maaşlarıyla ilgilenirler. Oysa ki ‘maaşlı devrimci’ sosyalist etikle de bağdaşmaz. Daha da ötesi bunlar ayrıcalıklı kesim içinde daha dar bir ‘ayrıcalıklı’ katmanı oluştururlar.
Buraya kadar söylemeye çalıştıklarımızı aslında bu coğrafyada birçoğumuz yaşayarak gördük. Hala da bir çok yapılanmada bunları görmek mümkün. Çünkü bu coğrafyada hala bir çok yapılanma profesyonel devrimciliği kutsamaya devam ediyor.
İkincisi, burjuva tipi örgütte işi yürüten görevli ya da yönetici, düzen içindeki işlevi belli hazır bir mekanizmanın düzenli çalışmasını sağlamakla yükümlüdür. Ama yöntemi, çalışanın işini kaybetme korkusuna dayanan açık disiplindir.
Komünist önderlik ise, varolan toplumun içinde savaşarak ona yeniyi, yarını bugünden kurmaya çalışan bir sürekli yeniden üretim işidir. Temel yöntemi ise ikna ve gönüllülüktür.
Üçüncüsü, komünist örgütlenmenin temellerinden biri de, komünistlerin yalnızca merkezleriyle değil, bütün yerel birim ve örgütleriyle, bütün kadrolarıyla önder olmasıdır. Bu global önderlik görevinin küçük bir yönetici çekirdek ölçeğinde daraltılması komünist örgütlenmenin özüyle çelişir. Tam da bizim bugün üzerinde sürekli vurgu yaptığımız “yerelin merkezileşmesi” perspektifi burada daha da önemli hale geliyor. Bu, merkezi yok saymak değildir. Aksine gövdede güçlü bir örgütün yaratılmasının ön koşuludur. Gövdede güçlü bir örgüt ise yaşamın her alanına müdahale demektir.
Bugün gelinen noktada varolan örgütlenmelere baktığımızda, görevli memur, bürokrat tipi kadrolara sıkça rastlarız. Ellerinde birer çanta, toplantıya veya panellere geldiklerinde kimseyle konuşmaz, sadece sorumlu insanlarla irtibat kurar, diğer kadrolara ve başka örgütün insanlarına hiç selam vermez, sohbet dahi etmez, görevli bürokrat gibi çıkar giderler. Tam bir robot misali. Evet, komünistler daha üstün olmak zorunda, fakat kendi yoldaşlarına ya da diğer sosyalistlere karşı değil. Burjuvaziye karşı üstün olmak gerekir, kendi yoldaşlarına ve diğer sosyalistlere saygı duyulmalıdır.
Komünist önder kendisine verilen iş listesini uygulamaya koyan bir memur değildir. Aksine işe talip olan, yoktan var eden, devraldığını çoğaltan, yoldaşlarını geliştiren, her türlü zorluğu yaratıcı bir iradeyle aşan, gerektiğinde tek başına karar verip uygulayabilen insandır. Bilinir ki insanın kapasitesi sınırsıza yakındır ve komünizm yolunu seçmiş insanın gizil gücünü açığa çıkarmak adına layık bir komünist örgütlenme ve kadro tipi yaratmanın ana halkasıdır.
Buraya kadar genel anlamda bir şeyleri dile getirmeye çalıştım. Bilindiği gibi bugün dünya ve onun bir parçası olan ülkemizde konjonktür sürekli değişmektedir. Değişen bu koşullarda eski örgüt ve örgütlenme yöntemleriyle sonuç elde edilemez. Bugün bir çok noktada olduğu gibi örgüt ve örgütlenme sorununda da yeniyi üretmek zorundayız. Bu, eskiyi yok saymak, her şeye sıfırdan başlamak değildir. Komünistler tarihten ders çıkarmasını becerebilen insanlardır. Tarihten ders çıkararak, günümüze yanıt verebilecek 21.yy Bolşevik örgütünü yaratmalıyız. Deyim uygunsa taş üstüne taş koymalıyız. Daha önceki yazılarımda da belirttim. Üzerinde en fazla durmamız gereken nokta budur: Nasıl bir örgüt ve örgütlenme? Kuşkusuz nasıl bir örgüt ve nasıl bir örgütlenme sorununun “Nasıl bir kadro?”yla bağlantısını yok sayamayız. Buradan hareketle, yazının bundan sonraki bölümünde nasıl bir kadro sorusuna kendi cephemden yanıtlar vermeye çalışacağım.
***
Nasıl bir örgüt ve örgütlenme sorusuna yanıt verecek olan kadrolardır -2-
T.Atmaca
Dünyayı açıklamakla yetinilmeseydi, onu değiştirmeye kalkmak kimsenin aklına gelmeyecekti. Ama dünyayı değiştirmek, onu açıklamayı reddetmekle varolmuştur.
Sosyalist Mezopotamya’nın 11. sayısındaki aynı başlıklı yazıyı sonlarken, yazının devamında kendi cephemden nasıl bir kadro sorununda kimi belirlemeler yaparak, yanıtlar vermeye çalışacağımı belirtmiştim. Yazının bu bölümünde bu belirlemeleri yaparak, kimi yanıtlar vermeye çalışacağım. Ancak öncelikle bir noktaya değinmek istiyorum. Derginin aynı sayısındaki yazısının sonuna bir not düşen Hamit yoldaş, “neredeyse tüm yoldaşlar ağız birliği etmiş gibi geçmiş örgütlenme ve örgüt modellerinde arıza bulma yarışındalar” diyerek, bu konudaki yazılara hem bir eleştiri, hem de bir sitemi dile getiriyor.
Kendi cephemden, yoldaşın düşmüş olduğu nota kısaca cevap verme gereği duyuyorum. Öncelikle yoldaşın da belirttiği gibi “bir-iki sayfa yazıyla” örgütlenme sorunu çözüme kavuşturulamaz. Sanırım yoldaş kadar herkes bunun farkında. En azından bu konuda Sosyalist Mezopotamya sayfalarında yazanlar bunun farkındalar diye düşünüyorum. Kanımca, Sosyalist Mezopotamya sayfalarında bu konuda yazanlar, kimi tespitler yaparak sorunu tartışmaya çalışıyorlar. Ve bu tartışmaların devam etmesi gerektiği kanısındayım.
İkincisi; 20.yy örgütlenmesini kendi adıma yok sayma diye bir derdim yok. Çünkü henüz 20.yy örgüt ve örgütlenme modelini aşabilecek bir örgüt modeli yaratılmamıştır. Önümüzde duran asıl sorun bu. Ama şunu hepimiz kabul ederiz ki 20.yy örgüt ve örgütlenme modeli 21.yy’a yanıt verememektedir. Ve tıkanmıştır. Bugün yapmamız gereken, 20.yy örgüt modelini yok saymadan, ama onu kutsamadan da, deyim uygunsa taş üstüne taş koymak, 21.yy’ın Bolşevik partisini yaratmaktır. Kuşkusuz 20.yy örgüt modelinden öğreneceğimiz ve bugün de uygulayacağımız yanlar vardır. Buna karşın 20.yy örgüt modelinde eleştireceğimiz yanlar da olacaktır. Örneğin, hafızam beni yanıltmıyorsa 1994 veya 1995 yıllarında Kuzey Kore Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı hasta yatağında sosyalizm adına, kendi ölümünden sonra hem parti genel sekreterliğine, hem de devlet başkanlığına oğlunun geçmesi vasiyetinde bulunmuştu. Salt bu değil, biliyoruz ki 20.yy’ın örgütlerinin tümünde genel sekreter ya da merkez komite üyeleri ölmeden bulundukları yerleri terk etmiyorlardı. Küba, hala buna bir örnektir. O zaman buradan çıkaracağımız dersler var demektir. Artık bu yöntemlerle 21.yy’a yanıt veremeyiz.
Bu kısa belirlemelerden sonra, yoldaşa önerim var; eğer bu konudaki düşüncelerini yazarsa, birbirimizi daha iyi anlar ve daha iyi bir tartışma yürütürüz kanısındayım. Şimdi yazının aslına dönelim…
Nasıl bir kadro?
Bu bölümde kendi cephemden kimi belirlemeler yapmaya çalışacağım.
Bilindiği gibi, kapitalizmin ortaya çıkışından, bugün içerisinde bulunduğu noktaya kadar hep kapitalizmin başarısından söz edilir. Peki nedir kapitalizmin başarısı olarak lanse edilen? Kapitalizmin başarısı, kendi zıddını da üreterek kendisine entegre edebilmeyi sağlamasıdır. Dahası böyle bir esnekliğe sahip olması/olabilmesidir. Oysa ki, uygulanan sosyalizm pratiğinin böyle bir özelliği olmadı/olamadı. Kuşkusuz bunun çeşitli nedenleri sıralanabilir. Bütün bu nedenlere burada değinmeyeceğiz. Kanımca bunlar başka bir yazının konusu. Burada belirtmek istediğim, her şeye yeniden başlarken böylesi bir üreticiliğin de göz önünde bulundurulması gerektiğidir. Her şeye yeniden başlamak derken, bu her şeye sıfırdan başlayalım anlamına gelmemeli/gelmiyor. Kuşku götürmez ki, komünistler tarihten ders çıkarmasını becerebilenlerdir. Bu anlamıyla tarihten ders çıkarmalıyız. Evet, her şeye yeniden başlamaktan, varolan bir kültürden çıkıp doğaya dönüşü ve oradan tekrar kültüre geçişi kastediyorum. Tabii ki düşüncenin böyle bir cesareti vardır ve olacaktır. Burada asıl nokta felsefede düğümleniyor. Diyebiliriz ki, söz yeniden felsefenin olmalı. O ünlü 11. tezi hatırlarsak, bugün dünkünden daha fazla, aslolan dünyayı değiştirmektir. Gelinen nokta itibariyle, eski argüman ve söylemlerle dünyayı açıklamak artık yeterli ve mümkün değildir. Yeni bir bakış açısıyla bunu yapmalıyız. Bilinir; Marksizm bir bilimdir. Ve herkesin kabul ettiği ve Marksist bilimi oluşturan bileşenler vardır. Herhalde tarihin hiçbir döneminde bu bileşenler bu kadar farklı farklı kulvarlarda yol almamıştır. Bugün bu farklı kulvarların birleştirilmesi gerekmektedir. Yani Marksist bilimin bir bütün olarak kavranması ve hayata geçirilmesi gerekmektedir.
İşe özgürlük kavramını tanımlamakla başlamalıyız. Özgürlük denildiğinde herkes bir dış sınırlamadan bahseder. Ve bu dış sınırlama kalktığında özgür olunacağı hayal edilir. Oysa ki, özgürlük dış sınırlamalardan kurtulmakla elde edilemez. Tersi, dış sınırlamalardan kurtulmak asla büyük bir özgürlük kazanımı olarak anlaşılmamalı. Çünkü “bir şeyden” kurtulmak gerçek anlamda özgürlük sağlamaz. Bizim dışımızda birileri var olarak gördüğümüz dış sınırlamaları ortadan kaldırabilir. Buna karşın, bu durumda insan olma durumunu eylemle ortaya koymaya yönelik kesin istek yok olmuştur. Bu noktada öyle kolayca kazanılan “özgürlük” içeriksiz kalır. Hatta bu durum hiçbir şeydir, yanılsamadır. Yanılsamadır, çünkü, insan olmanın gerektirdiği ve eylemde anlamını bulan yaratıcı bildirim olmadan elde edilen “özgürlük”, özünde bir yanılsamadır.
Dünyayı açıklamakla yetinilmeseydi, onu değiştirmeye kalkmak kimsenin aklına gelmeyecekti. Ama dünyayı değiştirmek, onu açıklamayı reddetmekle varolmuştur. Bu durumda diyebiliriz ki; pratik teorinin hem sonucu ve hem de inkarı olmaktadır. Tersinden teori de pratiğin hem sonucu ve hem de inkarıdır.
Gelinen nokta itibariyle, dünyanın bugün içerisinden geçmekte olduğu koşullar nedeniyle sosyalizmi yeniden yegane ve somut ütopya düzeyine çıkarmakla yüzyüzeyiz.
Buradan tekrar dış sınırlama sorunsalına dönecek olursak; bir bireyin şu ya da bu dış sınırlamadan kurtuluşundan söz ettiğimizde, kaçınılmaz olarak iki momentle karşılaşırız. Bunlardan ilki, özgürlüğe ulaşma çabası içerisindeki bireydir. İkincisi ise, bireyin kendisini kurtardığı (ya da kurtarması gerektiği) o dışsal sınırlamalardır. Çünkü bilinmektedir ki; insanın özgürlüğünü “engelleyebilen” her şey, onun özü ile doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılıdır.
Kabul edileceği üzere, özgürlüğün “dışsal sınırlamaları” insan faaliyetine göre büyük ölçüde “içsel”dir. İşte, insan, kendisini çevreleyen gerçeğin şu ya da bu görüngüleri ile ne kadar çok bağlantılı ise, onlar onun yaşam faaliyeti alanına ne kadar çok sokulmuş ve bu faaliyetin gerçekleşmesi için koşul oluşturmuş ise, o kadar büyük ölçüde birer “set” durumuna gelir. Ancak bu, özgürlüğün önündeki “set”in “dışsal” bir engel olduğu anlamına asla gelmez. En azından bu durum, “içsel”in çok ötesinde “dışsal” bir engel değildir.
Sonuçta insanın özgürlüğünün boyutları, onun kendi insan doğasının, kendi özünün zorunluluklarına bağlıdır. Ya da Marx’ın belirttiği üzere; “İnsanların ‘doğa ile madde değişimini ayarladıkları’ koşullar, ‘onların insan doğasına en yaraşır ve en uygun koşullar’ .” (Marx, Kapital, Cilt 3)
Buradan çıkaracağımız sonuç: Özgürlük sorununun bütün görünümleri bir noktada yoğunlaşmaktadır. Bu da insanın özünün, yani onun “doğa”sının nasıl kavranacağıdır. Sorunun öteki bütün yansımalarının araştırılması, insanın özünün materyalist ya da idealist açıdan açıklanmasına bağlıdır. Marx ve Engels, ‘Lüdwing Fouerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’ adlı çalışmada şöyle bir belirleme yapmaktadırlar: “İnsanı harekete getiren her şeyin onun kafasından geçmek zorunda olması… kaçınılmazdır.”
Peki buradan nereye varmak gerekiyor? Nesnel toplumsal içerik çözümlemesine gidilirken, insanın özü, “doğa”sı araştırılmalıdır. Çünkü toplumsal insanın, toplumsalın dışında hiçbir içeriği yoktur. İşte “nedenlerin nedeni” insan eyleminin gerçek kaynağı, yani insanı etkin olmaya yönelten şeyin nedeni burada aranmalıdır.
Kabul edilir ki; “dünyayı görüşler yönetmektedir” bu bağlamda “katıksız ben” ve “kendi bilincine varmış özne” olarak insan, bütün tarihsel değişimlerin nedenidir. Ve böyle görülmelidir. Oysa bugün dört bir yandan bireyi kuşatan bir “ideal” özgürlükten söz edilmektedir. Ama “ideal” özgürlük denilen şey özünde, nitelik bakımından, insanın maddi köleliğinin düşünsel yansımasından başka bir şey değildir. Lenin’in idealist Hegel’e karşı öne sürdüğü “insanın miyarlarca kez yinelenmiş pratiği, onun bilincinde mantık figürleri olarak kalır” (Lenin, Felsefe Defterleri) tezini kabul edecek olursak, sonuç olarak diyebiliriz ki; insanal pratik hayli uzun bir döneme sahiptir.
İnsanın ilk karakteristiği maddi-üretici çalışmasıdır. Bu anlamıyla henüz insan pratiğinin nesnesi olmamış doğayı, insan faaliyetinin sonucu olarak değişmiş doğanın karşısına koymak biz Marksistlerin işi olamaz.
Buradan kalkış yaparak diyebiliriz ki, insan yaşamının kaynağının, yani toplumsal varlığın gelişmesinin sınırları yoktur ve bu anlamda özgür olduğu kadar evrenseldir. Çünkü, bir bireyin özgürlüğünün ötekininkiyle olan ilişkisi sorununu somut-tarihsel açıdan ortaya koyduğumuzda görürüz ki, tarihte insanlar hiçbir zaman birbirinden ayrı, izole durumda toplumsal “atomlar” olarak görünmemektedir. İnsanlığın gerçek ampirik (görgüsel) tarihinde insanlar, her zaman belli toplumsal sınıf ve tabakaların vb. temsilcisi olarak yer almışlardır. Bu bakımdan bir bireyin özgürlüğü ile ötekinin özgürlüğü arasındaki ilişki sorunu, bir başka sorunun çözümünü öngörür. Bu sorun söz konusu bireylerin ait oldukları toplumsal tabakaların, yer aldıkları toplumsal grupların, temsilcisi oldukları toplumsal sınıfların özgürlüğü sorunudur. O zaman bireysel “ideal” özgürlük mümkün değildir. Bireysel ve toplumsal özgürlüğün elde edilebilmesi için bireyin eylemsel faaliyetlerde bulunması gerekmektedir. Eylemlerin belalı sonuçlarından korkması, bireyi her faaliyete sırt çevirmeye götürebilir. Hatta özgürlüğünden bile vazgeçmesine kadar.
Özgürlük sorunsalına devam etmeye çalışırsak, aslında özgürlük sorununun “yabancılaşma” sorunuyla ele alınması gerektiğini görebiliriz. Marx, “yabancılaşma”yı “emeğin yabancılaşmasının (elden çıkmasının)” salt “ulusal-ekonomik olgusu” olarak saptamaktadır. Emeğin yabancılaşması sorunu, giderek çalışmanın toplumsal biçiminin çözümlenmesi sorunu olarak somutlaşmaktadır. Söz konusu biçim içinde insanın faaliyeti “yabancılaşmış” bir karakter kazanır ve bundan doğan bütün sonuçları da kapsar.
Evet, toplumsal özgürlüğün ifadesi biçiminde beliren çalışmanın evrenselliği giderek daha çok, tek tek (birbirinden ayrı) çalışan her bireyin evrensel bağımlılığı ve köleliği olarak belirir. Bunun sonucu olarak “insanın emeğinin ürününe, yaşam faaliyetine, tür varlığına yabancılaşmasının doğrudan sonucu, insanın insana yabancılaşmasıdır.” (Marx) Bugün gelinen noktada “insanın insana yabancılaşması” hat safhadadır. Çünkü Marx’a göre kapitalist iş bölümünün ilerlemesi, özgürlüğün maddi üretim alanından tamamen uzaklaşmasına neden olmuştur.
Yukarıda “ideal” özgürlüğün mümkün olmadığına, bunun toplumsal bağının olduğuna vurgu yapmıştık. Buradan devam edecek olursak, “her bir kişi özgür olmadığı sürece, toplum kendini… özgür kılmış değildir.” (Engels) Ya da yine Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere; “herkesin özgürce gelişmesinin önkoşulu, her bir kişinin özgürce gelişebilmesidir.” (Marx-Engels, Komünist Manifesto) Bugün varolan özel mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkması; “özel mülkiyet, ancak bireylerin bütün yanlarıyla geliştiği bir ortamda” (Marx, Alman İdeolojisi) mümkündür. Buradan kalkış yaparak diyebiliriz ki; Marksizm’in ışığında geleceğin toplum düzeni, bir kerelik devrim olayıyla sonsuza kadar geçerli olarak hareketsiz bir “durum” değildir. O çok uzun bir gelişme sürecidir. Bu sürecin akışı içerisinde yeni insan oluşumu ve giderek artan biçimde tüm yanlı ve evrensel bireye dönüşümü tamamlanır. İşte yeni insanın oluşumu ya da bugünden kadro denilen bireylerin bu bakış açısına sahip olmaları gerekmektedir.
Bilindiği üzere, sosyalizmin kazandığı zafer günlük bilinci kökünden değiştirmiştir. Mevcut kapitalist ülkelerde bile kitle bilinci büyük ölçüde değişmiştir. Önemli bir Katolik felsefeci olan Jacgue Maritain şöyle diyor: “Ne Asya’da, ne Afrika’da, ne de Amerika’da artık hiç kimse kapitalizm uğruna ölmek istemiyor.” Marksizm karşısında at koşturan birinin yaptığı bu itiraf göstermektedir ki, sömürülen kitleler arasında, kendilerinin toplumsal kurtuluşunu sağlayacak olan şeyin kapitalizmin çöküşü olduğu gerçeği giderek daha çok benimseniyor. Burada asıl sorun, kadroların yapması gereken, sosyalizmin tek alternatif olduğunun kitlelere gösterilmesi. Yaşam şekli ve felsefi olarak.
Bunun böyle olduğunun bilincinde olan kapitalizm, özellikle günümüzde kitlelerin bilincini biçimlendirmek için yeni güçlü araçlar geliştirmekte ve devreye sokmaktadır. Kitle iletişim araçları diye adlandırılan bu araçlar, özünde kitlelerin, egemen ideoloji ve ahlak tarafından düşünsel olarak boyunduruk altına alınmasının araçlarıdırlar. Bu araçlarla kapitalizm salt yoksulluğu değil, “yabancılaşma”yı da küreselleştirmiştir/küreselleştiriyor.
Marx’ta yabancılaşma, insana ait olanın, insanın yarattıklarının, öznenin üzerinde yer alarak onun üzerinde belirleyicilik kazanması halidir. Yabancılaşmanın giderilmesi, insanların, onu biçimlendiren maddi koşulları bilinçli pratik faaliyetle dönüştürmelerinin sonucunda gerçekleşebilecektir. Dolayısıyla emek ideali toplumsal üretim sürecindeki etkin, bilinçli-iradi, kendini gerçekleştiren insan tarafından temsil edilmektedir, buna ek olarak faaliyetin kendisinin kendi içerisinde bir hedefi olmalıdır. Bunun dışında kalan her türlü emek yabancılaşmış faaliyettir. Bugün yabancılaşmanın gündelik yaşamdaki anahtarı “Benim elimden bir şey gelmez ki…” cümlesinde yatmaktadır. Gelinen nokta itibariyle kendisine kadro misyonu yükleyen bir çok birey de bunu sık sık kullanmaktadır. Bunun sonucu bir çok kadro topluma, sınıfa, halka, hatta giderek kendisine bile yabancılaşmıştır. Kadrolar topluma, halka yabancılaştıkları için, zaman zaman toplumu, halkı, sınıfı küçümsemekte, yok saymaktadırlar. Oysa kadrolar, yok saymak yerine önce değişime kendilerinden başlamalıdırlar. Çünkü; “vermediğiniz şeyi alamazsınız. Kendinizi vermelisiniz. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir.” (Ursula K.Le Guin, Mülksüzler, Metis Yay.)
Diğer bir sakat bakış ise iktidarla ilgilidir. Bu coğrafyada kendisine kadro misyonu veren bir çok birey, iktidarı salt devlet aygıtıyla sınırlı görmekte. Oysa “İktidarın devlet aygıtıyla sınırlı olmadığını kavramak gerekir.” (M.Foucault, Dostluğa Dair-Söyleşiler, Hil Yay.) İktidar yaşamın her alanına sirayet etmiştir. Özellikle bilimsel-teknolojik süreçle birlikte, gelişen endüstriyel ve toplumsal ilişkilerin artan işlemlerinin etkisi altında bireyin ruhsal dünyasında ortaya çıkan değişimler dikkate alınmalıdır. Bu yapılmadan kadrolar toplumu, halkı, sınıfı ve hatta tek tek bireyleri sosyalist mücadele konusunda ikna edemezler.
Yukarıda kadroların yok saymak yerine önce değişime kendilerinden başlamaları gerektiğini belirtmiştik. Sosyalist bireyler, kadrolar değişime/değiştirmek istediklerine önce kendilerinden başlamalıdırlar. Ya da Tolstoy’un çok haklı olarak yaptığı vurguyu hep akılda tutmak gerekir. Tolstoy, “Dünyayı değiştirmek isteyenler hep nedense kendilerini değiştirmeyi beceremezler.” belirlemesini yapıyor. Bugün bu coğrafyada buna benzer örnekleri çokça görmek mümkün. Kendini dahi “değiştirmeyi beceremeyen” onlarca kadro, tek tek bireyleri, toplumu değiştirmeye soyunuyor. Umduğunu bulamayınca da(!) -ne umduğu ayrı bir tartışma konusu- toplumu, tek tek bireyleri günah keçisi ilan edip işin içinden çıkıyorlar. Oysa bir sosyalistin, bir kadronun yapması gereken, mümkün olduğunca geniş kesimlere seslenmektir. Çünkü onun asıl muhatabı geniş halk kesimleridir. Ama bunu yaparken kesinlikle halkı küçümsememelidir. Toplumu tanımalı, ondaki değişimleri görmelidir. Kültürel, sosyal ilişkileri iyi gözlemlemelidir. Öncelikle kendisi zihinsel değişim ve dönüşüme açık olmalıdır. Komünist kadronun asla insanların çektiği acılar ve yaşadıkları baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerekir. Her zaman toplum karşısında, halk ve sınıf karşısında nabza göre şerbet vermemeli, konuşulması gereken yerde susmamalı, şovenist kabadayılıklara, tantanalı günah çıkarma törenlerine rağbet etmemelidir. Her şeyi doğru ve yanlışlarıyla ortaya koymalıdır. Hiçbir zaman abartılı anlatımları yeğlememelidir.
Bir kadronun faaliyetinin asıl amacı insanın özgürlüğünü ve bilgisini arttırmak olmalıdır. Bir kadronun yapması gereken, yaşamı her yönüyle kavramak. Çok yönlü olmaktır. Çünkü siyaset her yerdedir. Saf sanat ve düşünce alanlarına ya da tarafsız nesnellik veya aşkın teori alanına kaçmak mümkün değildir. Bu bağlamda yaşamın bütün yönleriyle kavranması gerekir.
Değindik, kadro kendisini toplumdan, içerisinde yaşadığı sınıftan soyutlayamaz. Çünkü nihayetinde kadro da insandır. Bu anlamıyla insan bilinci yalnızca genel olarak yaşam tarafından değil, özel olarak toplum yaşamı ile de belirlenir. İşte bu nedenle, kadro içerisinde yaşadığı sınıfı, toplumu iyi gözlemlemeli ve tanımalı. Bu ise kadronun topluma, halka titiz bir sabır ve özenle yaklaşmasını gündeme getirir. Kadronun ana özelliklerinden bir tanesinin de halkla çalışabilme yeteneğinde olması, bireysel ortaklaşmacı ve toplumsal ruhbilimin temellerini bilmesi gerektiği kanısındayım.
Kadro, kendi halkını, halkının tarihini bilen, yorumlayan kişidir. Oysa günümüzde, bu coğrafyada kendisine bu misyonu biçen onlarcasının, -ana başlıklarıyla bile olsa- kendi tarihini bileni çok azdır. Yaşanılan bölgenin, Ortadoğu halklarının tarihi ise hemen hemen hiç bilinmemektedir. Kendi halkının, içerisinde yaşadığı bölgenin tarihini bilmeyenler, dünya tarihi hakkında ahkam kesmektedirler. Oysa yapılması gereken; kendisine sosyalistim diyenlerin ilk olarak yaşadıkları ülke ve bölgeye geri dönmeleridir. “Dünyayı bilen ama kendini bilmeyen” gariplik ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü, dünyayı devrimci tarzda dönüştürmek iddiasında olanların geçmişini, içerisinde yaşadığı toplumun tarihini öğrenmeden bunu yapamayacakları inancındayım.
Kadrolar, kendi halkının kültürel değerlerine, halkın ulusal özgürlük ve sosyalizm kavgasına inançla bakmalıdırlar. İnançtan yoksun, şüpheci, kaypak ve güvensizlikle bakmak asla kadroların-sosyalistlerin işi değildir/olamaz. Çünkü kendi halkının değerlerine inkarcı bakan, kendi topraklarının derinliklerine kök salmayan birisi, başka halkların kültürel değerlerini de kavrayamaz. Daha da önemlisi kendi halkının tarihsel birikimlerini kavrayamayan ve sahiplenemeyen birisi, halkın ileriye götürülmesine en ufak bir katkıda bulunamaz. Unutulmamalı ki, bir halk ya da halklar ancak ve ancak kültürel birikimlerinin ilerici dinamiği yakalandığı ölçüde ileriye taşınabilir/götürülebilir.
Oysa bugün sosyalist hareket buna yeterince önem vermediğinden ya da halkının kültürel değerlerini bilmediğinden/sahiplenmediğinden, devrimci davranışın ne olması gerektiği konusunda tam bir belirsizlik yaşamaktadır. Her sosyalist küme, kendine ait, kendi iç ilişkilerini ve yaşamını düzenleyen ve kesin olarak varlık gerekçesi olan politikalara doğrudan bağlı davranış normlarına sahiptir. Sosyalist hareketin genelini bağlayıcı ve tüm kümelerin hemfikir olduğu tek bir ilke var; grup ve örgüt çıkarını her şeyin üzerinde tutmak. Bu ilke, sosyalist grup ve kümelerin ortak genel davranış normlarına sahip olmalarını ve yığınlarla sağlam ve sıkı bağlar kurmalarını da engelliyor.
Sosyalist grup ve kümeler içerisinde ortak ve genel davranış normları olmadığından, örneğin ortaklaşa yaşam konusunda her grup ve her birey kendine ait “özel” bir ilkeye sahiptir. Nesnel koşulların ve insanlığın birikiminin derinlemesine analizi üzerinde oluşturulan ve dolayısıyla genel olan davranış ilkeleri belirlenemiyor. Kuşkusuz toplumsal grupların, dolayısıyla örgütlerin ahlâki davranış normlarında farklılıklar olması kaçınılmazdır. Bu farklılıklar o grubun toplumsal duruşunu belirleyen sınıfsal ilişkiler üzerine oturtulur. Tabii ki, tüm zamanlar için geçerli ve tüm sınıfları bağlayıcı genel davranış normları olamaz; ancak belli bir sınıfa ait dönemsel davranış normları vardır. Kabul edilir ki, kurallar sınıfın ve bireyin yaşamını kolaylaştırdığı ölçüde geçerlidir ve kurallar oluşmasına neden olan dönemsel koşullar ortadan kalktığı anda geçerliliğini yitirir. Oysa günümüzde ve bu coğrafyada sosyalist, devrimci gruplar, tek tek bireyler için kurallar hiç değişmez birer tabu düzeyine çıkartılmıştır. Bu kadrolar için de böyledir. Kadrolar yeniliğe açık olması gerekirken, tutuculuğa saplanıp kalmaktadırlar.
Kadrolar, halkın önünde yürüyerek, ama halktan kopmadan hareket etmelidir. Halkın önünde yürüyebilmek kuşku götürmez ki, en başta halkı derinlemesine tanımakla mümkündür. Kadrolar her şart altında ve halkta görülen bütün olumsuzluklara rağmen ona inançla bakabilmelidir. Çünkü halka güven ve inanç, mücadelenin başarıya ulaştırılmasında ilk ve önemli şarttır.
Bizler çoğu zaman şeyleri, olayları ve insanları sadece bir yandan, denilebilir ki yukarıdan görürüz, bunun sonucunda görüş alanımız az çok sınırlıdır. Tersinden yığınlar ise, şeyleri, olayları ve insanları diğer yandan, denilebilir ki aşağıdan görürler; bunun sonucunda onların görüş alanları da belli bir ölçüde sınırlıdır. Soruna çözüm bulmak için bu iki deneyim birleştirilmelidir. İşte hem yığınlara öğretme, hem onlardan öğrenme budur. Bu noktaya ileride tekrar döneceğim.
Burada tekrar da olsa bir noktanın altı önemle çizilmelidir. Geniş halk yığınlarıyla bağlantılar sürdürüldükçe yenilmez olunacağı bir yasa olarak kabul edilmelidir. Tersi ise, gücün yitirilmesi, bir hiç haline gelinmesi, yığınlardan bağların koparılması ve bürokratikleşme demektir. Türkiye ve K.Kürdistan’da varolan bir çok yapılanma bugün bu noktadadır.
Sanırım yığınlarla ve halkla olan bağın önemini eski Yunan mitolojisindeki bir öykü kadar hiçbir şey daha iyi anlatamaz. Eski Yunan mitolojisinde deniz tanrısı Poseidon ile toprak tanrıçası Gaea’nın oğlu Anteus adlı meşhur bir kahraman vardır. Anteus kendisini doğuran, besleyen ve büyüten annesine özellikle bağlıdır. Anteus’un yenmediği kahraman yoktur. Anteus yenilmez bir kahraman sayılır. Peki Anteus’un gücü nerededir? Bir düşmanla her kavgaya girdiğinde toprağa, kendisini doğuran ve besleyen anasına dokunur ve yeni bir güç kazanır. İşte Anteus’un gücünün kaynağı. Ama gene de bir zayıf noktası vardır. Topraktan herhangi bir biçimde ayrılma tehlikesi. Düşmanları Anteus’un bu zayıflığını hesaba katıp onu kollamaya başlarlar. Ve bu zayıflığından yararlanıp Anteus’u yenen bir düşman bulunur. Bu Herkül’dür. Peki ama Herkül, Anteus’u nasıl yener? Herkül Anteus’u toraktan koparıp havaya kaldırır. Anteus’un toprağa dokunma olanağını ortadan kaldırıp boğar.
Bu kısa öyküden çıkarılması gereken ders; tıpkı Anteus gibi, bizi doğuran, besleyen ve eğiten analarımızla, yığınlarla güçlü bağları sürdürmek. Onları küçümsememek. Çünkü kısa öyküden de anlaşılacağı üzere halkla, yığınlarla bağlarımızı sürdürdüğümüz ölçüde yenilmez olarak kalabiliriz. Belki de Bolşeviklerin uzunca bir süre yenilmezliğinin anahtarı buradadır. Yığınlarla, halkla bağların koparılması/kopması giderek beraberinde bürokratlaşmayı vb. şeyleri de gündeme getirmektedir.
Yığınlara öğretme ve yığınlardan öğrenme
Yukarıda değindiğimiz noktaya tekrar dönecek olursak, sosyalistler, sosyalist/komünist kadrolar yığınlara öğretme ve yığınlardan öğrenmeyi her zaman becerebilen bireylerdir.
Kanımca dünyanın sahip olduğu bütün değerli sermayenin en değerli ve en belirleyici olanının insan olduğunun kavranması gerekir. İnsanın bütün yönleriyle kavranması büyük önem arz etmektedir. Yalnızca zorluklardan korkmayan, zorluklardan kaçmayan, tersine yenmek ve ortadan kaldırmak amacıyla zorlukların karşısına çıkan birey (kadro) bir işe yarar. Unutulmamalı ki, ancak zorluklara karşı mücadelede gerçek kadrolar, deyim uygunsa demir gibi işlenir.
Doğru bir siyasal çizgi, doğru bir hat hiçbir zaman bir bildiri olarak değil, uygulanacak bir şey olarak gereklidir. Ama unutulmamalı; doğru bir siyasal çizgiyi uygulamak için, partinin siyasal çizgisini anlayan, bunu kendi çizgisi olarak benimseyen, bu çizgiyi uygulamaya hazır, bunu bütün yönleriyle pratiğe geçirebilecek, bu çizgiden sorumlu olup onu tavizsiz savunabilecek ve onun için mücadele edebilecek bireyler, kadrolar gereklidir. Eğer böyle kadrolar yoksa, ne kadar doğru bir siyasi çizgi olursa olsun tamamen sözde kalır.
Bunun için kadrolar eskiye takılıp kalmamalı. Bugün bu coğrafyada yeni adına söylenen ve yapılanların tamamı aslında eskinin bir tekrarından başka bir şey değildir. Bu, kendine, halka, yığınlara güvensizliğin sonucudur. Kendine güvenmeyen, halkını, yığınları tanımayan, onun kültürel birikimlerini yok sayan yeniyi üretemez. Yeniyi üretmek, eskiyi yok saymak değildir. Çünkü geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Bu bağlamda geçmişinden ders çıkaran, çıkardığı dersler ışığında içerisinden geçilmekte olan süreci değerlendiren, bunun sonucunda yeniyi üreten kadrolara ihtiyaç vardır bugün. Yeniyi kabullenmemek adına eskiye sarılmak, özünde tutuculuktur. Bundan kurtulmak gerekmektedir. Yaşamın her alanında her şey birbirinden soyutlanmış, kopartılmış ve içi boşaltılmıştır. Yeniden bir uyum gereklidir. Bu en başta ekonomik ve siyasal çalışmanın uyumunu gerektirmektedir. Salt bu değil, en önemlisi komünistlerin yeniden halkla ilişkilerini, bağlarını sıkılaştırması gerekmektedir. Bunun salt doğruyu söylemekle mümkün olmadığını düşünüyorum. Ne kadar doğru politikalar üretirseniz üretin, yeterli değildir. Bu coğrafyada bir süreç yaşanmıştır. Bu süreç sonucunda halkla, yığınlarla komünistler arasına bir mesafe girmiştir. Bu mesafe her geçen gün büyümüştür. Gelinen noktada toplum komünistlere güvenmemektedir. Dahası bu durum karşılıklı birbirine güvensizliği gündeme getirmiştir. Bu güvenin yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Güvensizliğin nedeni tek tarafa yüklenemez. Yani bu işin bütün suçlusu halk, yığınlar değildir. “Hırsızın hiç mi suçu yok!” örneğinde olduğu gibi. Komünistlerin de dönüp kendilerine bakmaları gerekmektedir. Kanımca bu güvensizliği aşmanın yolu biraz komünistlerden geçiyor. Önce eleştirmeye kendimizden başlamalıyız. Bunun en önemli yolu kendi hatalarımızı açığa çıkarmaktan işe başlamaktır. Bu hatalara yol açan nedenleri incelemek ve bu hataların üstesinden gelmek için gerekli olan yol ve yöntemleri belirlemeliyiz.
Lenin; “Siyasal bir parti’nin kendi yanlışlarına karşı tutumu, Parti’nin ciddiyetinin ve sınıfına ve çalışan halk yığınlarına karşı yükümlülüğünü pratikte yerine getirmesinin en önemli ve en kesin ölçülerinden biridir. Açıkça yanlışı kabul etmek, nedenlerini açıklamak, bu yanlışı doğuran durumu tahlil etmek ve yanlışı dikkatle düzeltme yollarını tartışmak – işte bu, ciddi bir Parti’nin işaretidir, bu Parti’nin yükümlülüklerini yerine getirmesidir.” der. Bu; komünistlerin, sosyalistlerin bizde (bu coğrafyada) sık sık olduğu gibi, yanlışları göz ardı etmek, kendi yanlışları sorunundan kaçmak değildir. Tam tersine kendi yanlışlarını göz ardı etmemek, onların üzerine gitmek demektir. Dürüstçe ve açıkça, yapılan yanlışları kabul etmek, dürüstçe ve açıkça bu yanlışları düzeltme yolunu belirtmek, dürüstçe ve açıkça bu yanlışları düzeltmek demektir. Bu komünistlerin, komünist olmak istiyorlarsa, kendilerinde açıkça yanlışlarını kabul etme, yanlışlarının nedenlerini açıklama, bu yanlışları düzeltme yollarını belirleme yürekliliğini göstermeleri gerekir demektir. Kimileri, düşman tarafından zayıflık olarak yorumlanabileceği ve yine düşman tarafından kullanılabileceği kaygısıyla yanlışlardan açıkça söz etmenin doğru olmayacağını söylerler. Kanımca bu bir kaçıştır. Tam tersine, yanlışların açıkça kabul edilmesi ve bu yanlışların dürüstçe düzeltilmesi komünistleri, komünist bir yapılanmayı güçlendirir. Halkın, yığınların, sınıfın gözünde yapılanmanın (partinin) otoritesini yükseltir.
Buraya kadar söylenenler ışığında diyebiliriz ki, bu coğrafyada hiçbir yapılanma, hiçbir komünist kadro kendine dönük böylesine ciddi bir özeleştiri yapmamıştır. Her şeyin müsebbibi halk, yığınlar gösterilmiştir. Bunun sonucunda da karşılıklı güvensizlik gelişmiştir.
Evet, Lenin bize sadece yığınlara öğretmeyi değil, aynı zamanda onlardan öğrenmeyi öğretir. Oysa üzerinde yaşadığımız topraklarda bunun tam tersi bir süreç yaşanmıştır. Komünistler, sosyalistler kendilerini hep öğretmen yerine koymuşlardır. Her şeyin doğrusunu kendilerinin bildiği gibi bir hisse kapılmışlar, hatta bunu içselleştirmişlerdir. Oysa ki, bir komünist, bir komünist kadro hem öğretmen, hem de öğrenci olmayı becerebilendir. Öğretmendir; kitlelere bir şeyler öğretir. Öğrencidir; aynı zamanda onlardan bir şeyler öğrenir. Bu ikili bir süreçtir. Ve karşılıklı birbirini etkiler. Bir kadro hiçbir zaman kibirli olmamalıdır. Çünkü salt kadroların deneyi doğru önderlik yapmak için yeterli değildir. Kişinin deneyi, yığınların deneyiyle, halkın deneyiyle tamamlanmadığı sürece bir hiçtir. Bu nedenle tekrar tekrar vurgu yapmak gerekse de, yığınlarla bağlar önemlidir. Yığınlarla bağlar zayıflatılmamalı/ koparılmamalı.
Kadro, yığınların, işçilerin, halkın, “küçük insanlar”, “ötekiler” denilenlerin sesine kulak vermelidir. Bu ancak halkla, yığınlarla güçlü bağların kurulmasıyla mümkündür.
Her şeyi kadrolar belirler
Türkiye ve K. Kürdistan devrimci, yurtsever, sosyalist hareketlerinde yanlış bir bakış acısının hakim olduğunu düşünüyorum. Dikkat edilirse, bugüne kadar hep, varolan yapılanmalar ön plana çıkarılmıştır. Sosyalist birey ve kadrolar hep yok sayılmıştır. Oysa akılda tutulması gereken; ne kadar iyi programa sahip olunursa olunsun, onu örgütleyen kadrolar yoksa o program hiçbir işe yaramaz. Ona içerik katacak olan asıl kadrolardır. Kadrolar, onu örgütleyen kadrolar olmadan ne kadar iyi bir programa sahip olunursa olunsun, bu hiçbir işe yaramaz. Ancak bunun tersini düşünenler özünde “bürokratlar ve kırtasiyeciler”dir.
Bilinir; zafer asla kendiliğinden gelmez. Çoğunlukla onun elde edilmesi gerekir. Bir yapılanmanın (partinin) genel çizgisinin lehindeki iyi kararlar yalnızca bir başlangıçtır. Bu yalnızca zafere duyulan bir arzuyu ifade eder, asla zaferin kendisini değil. Aslolan doğru bir çizgi ortaya konduktan sonra, başarı, işin nasıl örgütlendiğine bağlıdır. Yani kadrolara… Ortaya konulan bir çizginin ya da programın doğruluğu, başarısı veya başarısızlığı bizzatihi onu örgütleyen kadrolara bağlıdır. Eğer iyi bir kadro yapısı ve önderlik varsa, partinin (yapılanmanın) şiar ve kararlarının gerçekleştirilmesi teminat altına alınmış demektir. Tersi bir felakettir. İnsanın bir metaya dönüştürüldüğü günümüzde, insanın, özel olarak kadronun önemi büyüktür. Parti ve onun kadroları, bütün ile parçalar gibi kopmaz bağ içerisindedir. Biri olmadan diğeri var olamaz. Nasıl ki, doğada parçalar olmadan bütün düşünülemez ise, bütün olmadan parçalar da tek başına bir anlam ifade etmezler. Buradan kalkış yaparak diyebiliriz ki; kadrolar olmadan parti düşünülemez, tersinden parti olmadan da tek tek kadrolar bir anlam ifade etmezler. Bu demektir ki, güçlü bir partinin yaratılmasının yolu güçlü kadroların yaratılmasından geçer. Tabii ki tersi de doğrudur. Güçlü parti güçlü kadrolar yaratır. Bu birbirini tamamlayan bir süreçtir.
Evet, biri olmadan diğeri, diğeri olmadan öbürü olmaz dedik. Bu ikisinin karşılıklı birbirini beslemesi önemlidir. Ama belirttik; bu coğrafyada giderek kadrolar yok sayılmış ve her şey yapılanmaya, onunda ötesinde tek kişiye, yapılanmanın önderine endekslenmiştir. Oysa ki, her yapılanmanın “bir bahçıvanın en sevdiği meyve ağacını yetiştirdiği gibi” kadrolarına değer vermesi gerekmektedir. İnsanlara değer vermeyi, kadrolara değer vermeyi, ortak yürüyüşe yararlı olabilecek her bireye değer vermeyi ilke edinmeyen bir yapılanma, belirtildiği gibi ne kadar doğru şeyler söylerse söylesin hiçbir önemi yoktur. Çünkü her şeyi insanlar, kadrolar belirler.
Genelde sosyalist, devrimci bireyler, özelde kadrolar okumuyor. Oysa sosyalist, devrimci bireyler, özelde kadrolar, Marksizm-Leninizm’in işçi sınıfına bakışını, diğer ülkelerdeki işçi sınıfının yaşadıkları deneyleri ve esas olarak da kendi ülkesi işçi sınıfının geçmişini ve içinden geçtiği süreci derinlemesine kavramalıdırlar. Sınıflar arası mücadelenin çok yönlü pratiğiyle yüzyüze gelen kadrolar, öncelikle sınıflar arası savaşımın teorik yanına ilişkin kendilerini sürekli yenilemelidirler. Çünkü teorisiz her hareket kör bir davranıştır ve başarısı tesadüflere bağlıdır. Bunun böyle olmaması için kadrolar okumalıdır. Kadrolar her yönden kendilerini geliştirmelidirler. Okumak salt Marx’ın, Lenin’in eserlerini okumakla sınırlanmamalıdır. Genelde sosyalist bireyler, özelde kadrolar her konuda okumalıdırlar. Kendi halkını, dünya halklarını tanımak, gelişmeleri yorumlamak için öncelikle kadrolar iyi birer okur olmalıdır. Oysa bugün bırakalım genel anlamda okumayı, günlük bir gazete bile okumayan kadrolar mevcut. Marksizm’in ortaya çıkış dönemini az çok inceleyen biri görecektir ki, o dönemin komünistleri içerisinde yaşadıkları toplumu ilgilendiren, salt bununla kalmayıp tüm dünya halklarını ilgilendiren her şeyi incelemekte, araştırmaktadırlar. Şiir, edebiyat, resim, sinema, tiyatro, vs. her şeyle çok yakından ilgilenmektedirler. Oysa günümüzde bir çok kadro salt kuru söylem ve ajitasyonla işi kotaracaklarını düşünmektedirler. Bu durum ise kadroları, ucuz politika yapmaya, bilimden, politik içerikten yoksun, salt konuşmuş olmak için konuşmak, ağzına geleni söylemek, sadece boşalma sağlama noktasına getirmiştir. Unutulmamalı; kendini sürekli yenilemeyen bir kadro değişime öncülük edemez. Ya da yığınları ikna edici, sürükleyici, yönlendirici ve yığınlara güven verici bir pratik davranış sergileyemez. Kendini yenilemeyen, bırakalım değişime öncülük etmesini, ona ayak bağı olur. Bu bağlamda hızla değişen toplumu, değişim rotasına inandığı hedefe yöneltebilmesi, kadronun en başta kendini yenilemesi ile mümkündür. Kendi tarihini bilmeyen, kendi toplumunu tanımayan kadro değişime öncülük edemez.
Bugün dünyada yaşanan değişimler dünkünden daha hızlı bir süreç yaşamaktadır. Bilimsel-teknolojik süreç gittikçe bu hızı arttırmaktadır. Sosyalist bireyler, özelde kadrolar bu gelişmeden kendilerini muaf tutamazlar. Bilgisayarla birlikte iletişim teknolojisindeki son gelişmeler her gün yaşamımıza girmeye devam ederken; en ücra köşedeki birey bile bugün artık cep telefonu ve bilgisayarla dünyadaki gelişmeleri çok yakından izlerken, kendisine sosyalistim/komünistim diyen bireylerin, hele hele kadroların bu gelişmeleri görmemezlik etmeleri mümkün değildir. Çiftyürek yoldaşın bir çok sohbette vermiş olduğu örnek önemlidir: “Lenin, radyo ilk çıktığında, bunun için bir kitap yazmak gerekir demiştir.” Oysa günümüzde yukarıda da değindiğimiz gibi bir çok kadro bilimsel, teknolojik değişimleri görmemekte, yok saymaktadır.
Kadro çok yönlü olmalıdır. Bununla birlikte düşünce ve davranış birliğinin tutarlı savunucusu olmalıdır. Evet, kadro çok yönlü olmalıdır. Bu kadronun uzmanlaşması demektir. Yalnızca bir alanda değil, birden fazla alanda uzmanlaşmak kadroların hedefi olmalıdır. Ama planlama kadrolar ve parti için vazgeçilmez bir çalışma olmalıdır. Çünkü herkes çok mükemmel planlar hazırlayabilir. Sorun bunu hazırlamak değildir. Asıl sorun bunu yaşamda kullanmaktır. Bilinir; bir çok kadro bırakalım bir bütün olarak yaşamı örgütlemeyi, planlamayı, kendi yaşamını bile örgütlemekten, planlamaktan aciz durumdadır.
Hep şikayet konusudur; zaman yok diye. Oysa zamandan bol bir şey yoktur. Asıl problem zamanı kullanma becerisini gösterememektir. Yani zamanı planlama becerisini gösterememektir.
Kadrolar, siyasi yaşamlarında ikna etmeye hazır ve ikna olmaya açık olmalıdırlar. Bu ne demektir? Bilinir; insanın gelişimi binlerce yılın birikimi üzerine şekillenmiştir. Bir bireyi ele alırken tarihsel geçmişi yok sayamayız. Bu aynı zamanda, tek tek bireyler içerisinden çıkıp geliştikleri toplumun olumlu olumsuz birikimlerini de üzerlerinde taşırlar demektir. Bu, komünist kadrolar için de geçerlidir. Kuşkusuz komünist kadrolar konumları gereği toplumun önündedirler. Ama bu onların toplumu, halkı, yukarıda belirttiğimiz gibi yok saymalarını, küçümsemelerini gündeme getirmez. Ama şöyle bir durum her zaman mümkündür. Ezilenler, yılların birikimini, olumsuzluklarını bilinçlerinde taşırlar. Bu şu demektir: Ezilenler kendileri onlarca yıl ezilip hor görüldükleri için, ellerine geçen ilk fırsatta aynı şeyi kendileri yaparlar. Yani bu kez kendileri başkalarını ezmeye, horlamaya başlarlar. Bu tamamen bilinçle ilintilidir. Kendini yenilemeyen, deyim uygunsa önce kendi içinde devrimi gerçekleştiremeyen birey ya da kadro bunu yapmaya devam eder. Aslında bunun örneklerini bugün devrimci, yurtsever, sosyalist hareketlerde görmek mümkündür. Kendini belli bir yere koyma ve başkalarını küçümseme, onlara direktifler verme durumu bunun yansımasıdır.
Kadrolar toplumdan, yığınlardan öğrenme ve onlara öğretme becerisini kazanmalıdırlar. En verimli öğrenme; savunma ile sorgulama becerisini birleştirmektir. Diğer bir deyişle karşılıklı sorgulamadır. Bu bağlamda kadro, yığınları, halkı dinleme ve onlardan öğrenme becerisini gösterebilmelidir. Kuşku götürmez ki, çoğu kez dinlemek konuşmaktan daha zordur. Bu yüzden olsa gerek devrimci, sosyalist birey ve kadrolar pek dinleme/anlama zahmetinde bulunmazlar. Deyim uygunsa makineli tüfek gibi konuşur, anlatmak istediklerini anlatır. Karşısındakinin dinleyip dinlemediğini dahi düşünmeden, görevini yapmanın(!) verdiği rahatlıkla çekip giderler. Oysa bir sosyalist birey, kadro öncelikle iyi bir dinleyici olmayı becerebilmelidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; kadro her konuda yeterli bilgi birikimine sahip olmalıdır. Salt bu yeterli değil, kadro inandırıcı ve yeterince zorlayıcı kanıtlara sahip olmalıdır. Eğer bunlara sahip değilse ikna edici ve inandırıcı olamaz. Kadrolar bilmeli ki; insanları rasyonel olarak uzun dönemli bir bakışa sahip olmaya inandırmak mümkün olmayabilir. Kuşkusuz insanlar uzun dönem üzerinde odaklaşamıyorlar, ama buna mecbur oldukları için değil, aslında böyle istedikleri için. Kadro bunu bilmeli. Dahası kadro gerektiğinde iyi bir sosyolog, gerektiğinde iyi bir psikolog olmayı başarabilmelidir. Çünkü bilmelidir ki, insanları ikna etmenin en iyi yöntemi onları çok iyi tanımaktan geçmektedir. Çünkü öğrenme, geçmiş bilgi ve deneyimlerin üzerine, yani belleğe eklenir. Yani insanlar ihtiyaç duyduklarını öğrenir, başkasının öğrenmeleri gerektiğini düşündükleri şeyleri değil. Bu bağlamda kadrolar insanlarla ilişkilerinde işe önce onları tanımaktan başlamalıdırlar. Ama her yönüyle tanımak.
Yazının başlangıcında da belirttiğim gibi, dağınık da olsa kendi cephemden kadro sorununda kimi belirlemeler yapmaya çalıştım. Bugün yeniyi üretmekten bahsederken, bir çok noktada olduğu gibi kadro sorununda da daha tartışacağımız bir hayli sorunun var olduğuna inanıyorum. Bu anlamıyla her yoldaşın kendi cephesinden bu konudaki düşüncelerini açmaları ve tartışmayı yoğunlaştırmaları gerekiyor. Böylece önümüze koyduğumuz girişim evresinin de gerçek işlevini yerine getireceğini düşünüyorum.
****
İddialarımızın gerçekliğine inanalım / T.Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
Kendimize ve iddialarımıza güvenmeliyiz. Başkalarının ne söylediği, ne düşündüğü değil, bizim ne yaptığımız önemli olmalı. Çünkü örgütlerin gücü, üye sayısı ile değil, tersine yığın üzerindeki etkisiyle belirlenir.
Eğer iyi bir gözlemciyseniz, bugün gençlikle ilgili yeni bir politikleşme dalgasının başladığını, ciddi anlamda bir muhalefet cephesinin giderek örüldüğünü görebilirsiniz. Son eylemliliklerde, özellikle 1 Mayıs’ta bu daha net görülmüştür. Daha önce de yazdık; 1 Mayıs’ta çok ciddi bir genç katılımı söz konusuydu. Bu katılım örgütlü olmasa da, gençliğin bir arayış içerisinde olduğunu, genel anlamda gençliğin uzun yıllar sonra politikleşmeye başladığının göstergesiydi. Gençlikte yaşanan bu gelişmeleri iyi görmek/gözlemlemek ve ona göre adım atmak gerekiyor.
Evet, bir bütün olarak gençlik giderek sisteme karşı tepkisini açığa vurmaya başlıyor. Kuşkusuz bugüne kadar da kimi cılız çıkışlarla bunu gerçekleştirdi. Zaman zaman bu çıkışlar yükseliş de gösterdi. Sonuçta bir durgunluk ve geriye düşüş yaşandı. Eğer bugünkü süreç de iyi değerlendirilmezse bir süre sonra bu da bir durgunluk ve geriye düşüşü getirebilir.
Özellikle 1 Mayıs sonrası birçok üniversitede yaşananları böyle değerlendirmek gerekiyor. 1 Mayıs sonrası birçok üniversitede özellikle Kürt/Kürdistani gençliği hedef alan saldırılar yaşandı/yaşanıyor. Hatta bu saldırılar Muğla’da Kürt öğrenci Şerzan Kurt’un ölümüyle sonuçlandı.
12 Eylül askeri faşist darbesinin en önemli hedeflerinden biri gençlikti. Ve gençliği bir bütün olarak apolitize etmekti. Bunu yapabilmesinin koşulları olarak 70’li yılların genç kuşaklarını bir bütün olarak cezalandırması, politikaya ve toplumsal olaylara ilginin faturasının ne denli ağır olduğunu göstermesi gerekiyordu. 12 Eylül tam da bunu yaptı. Öyle ki, bir bütün olarak gençlik baskı, şiddet, işkence, tutuklama, hapis ve idam gibi cezalarla adeta ezildi. Binlerce genç işkencelerden geçirildi, tutuklandı, onlarcası idam edildi, işkencelerde öldürüldü.
Kürt/Kürdistan gençliği ise başta Diyarbekir Cezaevi uygulamaları olmak üzere onlarca cezaevinde, işkencehanelerde aynı uygulamalara maruz kaldı. Baskı, işkence, tutuklama ve teslim alma hedeflerini polisiye yöntemlerle gerçekleştirmek belli kısa sürede sonuç verebilirdi. Ancak uzun süreli bir apolitizasyon uygulaması, bunun kurumsallaştırılması sonuç alabilirdi. Böylece gençliğin devrimci, sosyalist politikaya ilgisi en alt düzeye indirilebilirdi. Hatta tümden ortadan kaldırılabilirdi. Bunu uygulayacak, geliştirecek bir kuruma ihtiyaç vardı. İşte, Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) bu ihtiyacın ürünü olarak bizzat 12 Eylül generalleri tarafından kuruldu. YÖK’le birlikte baskı, cezalandırma, yılgınlığı içselleştirme politikalarına her düzeyde ideolojik ve psikolojik saldırı kampanyaları eşlik etmiştir. Görsel ve yazılı basın, okullar hatta sokak, sürdürülen bu kampanyanın etkin araçları ve alanları haline getirilmiştir. Her düzeyde sürdürülen bu ideolojik ve psikolojik saldırı hareketi sonuç vermiş, gençlik özellikle de öğrenci gençlik içerisinde politikaya, özellikle sosyalist, devrimci politikaya karşı ilgisizlik, bireysellik ve bireyci yaşam ilişkileri gelişmeye ve egemen olmaya başlamıştır. Bu ideolojik ve psikolojik saldırı hareketinin çok önemli bir boyutu da kültürel alanda izlenen politikalar olmuştur. Mevcut sistem kendine göre yarattığı tipleri ve yaşam tarzını gençliğin önüne örnek alınması gereken modeller olarak sunmuştur.
12 Eylül faşizmi bu alanda önemli bir başarı elde etmiştir. Yukarıda da değindik: 70’li yılların gençliği nezdinde devrimci, sosyalist, komünist politika ve bunun en önemli politik ve ahlaki özellikleri, kavramları mahkûm edilmiş, cezalandırılmıştır. Bütün bunların üzerine ise bireyci yaşamın en geri, en çürümüş biçimleri monte edilmiştir. Kısaca diyebiliriz ki, gençlik her yönüyle cendere içine alınmıştır. Topyekûn bu saldırılar karşısında korkuyu içselleştiren aileler de bu süreçte olumsuz bir rol oynamışlardır. Sistemin uyguladığı bu politikaların -bilerek veya bilmeyerek- etkin unsurları olmuşlardır. Hatta geçtiğimiz yıllarda Yeni Aktüel dergisinin gençlerle gerçekleştirdiği söyleşilere bakılırsa, 12 Eylül öncesi bir biçimde devrimci, sosyalist hareketle ilişkisi olanların büyük çoğunluğu çocuklarını sosyalist, devrimci politikadan uzak tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Bugün de yapıyorlar. Gençlik üzerindeki baskılar bugün de devam ediyor. Bugün de gençliği politikanın dışında tutmak için her yönteme başvuruluyor. Bütün bunlar Kürt/Kürdistani gençliğin ulusal mücadelede yer almasını engellememiştir. Bugün de engelleyemiyor. Ve gençlik bir bütün olarak bu ablukayı yıkmaya çalışıyor. Tam da bu nedenle 1 Mayıs sonrası özellikle Kürt/Kürdistani gençlik üzerinden yeni bir baskı ve sindirme operasyonu başlatıldı. Burada Kürt/Kürdistani gençliğin hedef seçilmesi de önemli. Çünkü böylece hem bir bütün olarak gençlik politikadan uzak tutulacak, hem de Kürt/Kürdistani gençlik üzerinden milliyetçilik körüklenecek. İşte 1 Mayıs sonrası üniversitelerde yaşananları biraz böyle okumak gerekiyor. Yoksa YÖK Başkanı ve benzerlerinin açıkladığı gibi kimi üniversitelerde yaşanan olayların başlama sebebi “kız meselesi” değil. Özet olarak, sistem gençliğin politikleşmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Bunu da toplumun ahlaki duygularını istismar ederek yapmaya çalışıyor.
***
Tam da böylesi bir süreçte biz Kürdistanlı Genç Komünistler olarak bir gençlik örgütünün yaratılmasını tartışıyor, bunun için yol almaya çalışıyoruz. Bu zorlu ve zahmetli bir iş. Bugün bizim dışımızda Türkiye ve Kürdistan’da başka gençlik örgütleri mevcut. Bunları yok sayamayız. Ama “görünen köy kılavuz istemez”. Bunların hiçbiri bir bütün olarak gençliği kucaklayamıyor, onun sorunlarına yanıt oluşturamıyor. Bizim üzerinde en fazla kafa yormamız gereken nokta burası.
İddiamız 21.yy’ın komünist gençlik örgütünü yaratmak. Belirttik; bu zor ve zahmetli bir iş. Bugün var olan dar ilişkilerimiz nedeniyle genç yoldaşlarımızın birçok bölgede tek başına bu işin üstesinden gelmesi gerekiyor. Bu durum ise genç yoldaşlarımızda bir umutsuzluk, moral bozukluğu ve karamsarlık yaratıyor. Bunun başlıca nedeni, bulundukları alanda kendilerinin yalnız olması. Var olan kimi gençlik örgütlerinin nicel olarak daha güçlü olması, bunu artı bir puan olarak kullanmaları. Maalesef üzerinde yaşadığımız coğrafyada her zaman bir güce tapma söz konusu olmuştur. Dün de, bugün de bu böyledir. Oysa güçlü olan her zaman haklı değildir. Bu durum genç yoldaşlarımızda bir karamsarlık, umutsuzluk ve moral bozukluğu yaratmamalı.
Var olan gençlik örgütlenmeleri hala 20.yy örgüt ve örgütlenme perspektifleriyle hareket ediyorlar. Ve bunların bir geleceği yok. Bizim ise hedefimiz 21.yy örgüt/örgütlenmesini yaratmaktır. Bizim iddialarımız var. Biz iddialarımızı bulunduğumuz her ortamda savunmaktan imtina etmemeliyiz. Bir kişi olabiliriz. Önemli olan sayı değil. Kimin geleceğe yönelik belirlemelerinin daha gerçekçi olduğudur. Yalnızlık ve güçsüzlük psikolojisine düşmemeliyiz. Kendimize ve iddialarımıza güvenmeliyiz. Başkalarının ne söylediği, ne düşündüğü değil, bizim ne yaptığımız önemli olmalı. Çünkü örgütlerin gücü, üye sayısı ile değil, tersine yığın üzerindeki etkisiyle belirlenir. Eğer biz, ideolojik-teorik donanımımızla, söylediğini yapan, yaptığını savunan bir duruş sergileyebilir ve bununla yığınları etkileyebilirsek asıl başarıyı o zaman kazanırız. Bulunduğumuz alanda tek başımıza da olsak bunu başarabiliriz. Yeter ki iddialarımızın gerçekliğine inanalım. Tarihimizde bunun örnekleri vardır. Yoksa kimi örgütlerin sorunu salt sayısal güce indirmesi ve bunun için deyim uygunsa her şeyi mubah görmesi bizim işimiz olamaz, olmamalı.
***
Örgütlü mücadelede yerimizi almalıyız / T.Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
“Geçmiş geleceğe ışık tutmuyorsa,
akıl karanlıklar içinde yürümeye başlamış
demektir.” (Tocgueville)
Her dönemin devrimci kuşakları kendi dönemlerinin toplumsal-siyasal ortamı içerisinde şekillenirler. İşte bugün de geleceğin mücadele önderleri gençlerin ve mevcut kapitalist sistemden hoşnutsuz olan genç insanların, yerküredeki gelişmeleri göz önünde bulundurduğumuzda daha fazla Marksist öğretiye ihtiyaçları vardır. Çünkü mevcut emperyalist-kapitalist sistem yaratmış olduğu toplumsal sorunları artık katlanılmaz boyutlara tırmandırarak, emekçilerin yaşamını her geçen gün biraz daha karartıyor ve çekilmez hale getiriyor. Bilimsel-teknolojik yeniliklerin her yanımızı donattığı bir dünyada, bu gelişmelere tam tezat teşkil edercesine, endişe, korku ve gelecek kaygısı ile yüklü bir yaşam sunuyor.
Herkesin sıkça -mevcut düzenin sözcülerinin bile- tekrarlayıp durduğu gibi “gelecek gençliğe” aittir. Oysa bugün milyonlarca genç için mevcut kapitalist sistem altında mutlu bir gelecek yoktur.
Nasıl olsun ki? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 2009 raporuna göre dünyada 925 milyon kişi kronik açlık sınırının altında yaşarken ve her gün aç yatarken, 1 milyar 23 milyon kişi yetersiz beslenirken… Yani açlığın, işsizliğin, yoksulluk ve yoksunluğun, geleceksizliğin at başı gittiği bir dünyada mutlu olmak mümkün mü?
Ama bu mevcut gerçekliğe son vermek mümkün. Hatta yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen. Bunun için gereken nesnel koşullar düne göre fazlasıyla olgunlaşmış durumda. Ve giderek dünyanın her yerinde olgunlaşmaya devam ediyor. Yani insanın insanı sömürmediği, sınıf ve sınıf farklılıklarından kaynaklanan her türlü eşitsizliğin, baskı ve kötülüklerin ortadan kaldırıldığı bir dünyayı yaratma olanağı düne göre bugün daha yakın. Bunu gerçekliğe dönüştürmek için yapmamız gereken tek şey, yaşananların bilincine varmak, bunun için örgütlenmek ve mücadeleye girişmektir. Ne var ki, gerek bir bütün olarak dünyada ve gerekse onun bir parçası olan üzerinde yaşadığımız coğrafyada mevcut sistem, özellikle tarihsel bir deney olan sosyalist sistemin çözülüşünden sonra ideolojik saldırı başlatmıştır. Gerek sosyalizm hedefine ve gerekse bu hedefe ulaşabilmenin bilimsel yöntemlerini sağlayan Marksizm’e karşı bir saldırı başlatmışlardır ve bu saldırılar devam etmektedir. Başlatılan bu saldırıların sonucu olarak, özünde mücadele içerisinde yer alması gereken gençliğin büyükçe bir bölümü, mevcut kapitalist sistemi yıkmak üzere örgütlendikleri takdirde sahip olacakları muazzam gücün farkında olmaksızın, bireyci yaşam, ‘bana ne’ci tavır içerisinde yaşıyor ve gün geçiriyorlar. Ve artık çoktandır zamanı dolmuş, çürümüş, “tarihsel ve fiziksel sınırlarına dayanmış” bir toplumsal düzenin bataklığı içerisinde -deyim uygunsa- debelenip duruyorlar ve bunun adına da ‘yaşam’, ‘özgür yaşam’ diyorlar!
Kuşkusuz salt mevcut sistemin saldırıları gençliği bu noktaya getirmiş değil. Bilerek ya da bilmeyerek, mevcut sistemin bu saldırı furyasına sözüm ona eski ‘devrimci’ler de hizmet etmiştir/ediyorlar. Has bel kader geçmişte bir biçimde devrimci mücadelenin o yoğunluğu içerisinde ‘devrimciliğe’ bulaşmış ve otuz-kırk yıldır örgütlü devrimci mücadele adına hiçbir şey yapmayan, tek yaptıkları “biz eskiden…” diye başlayan sözlerle o dönemde yaşananları ve yapılanları anlatan, kendini geliştirip değiştirmeyen insanlar da mevcut sistem kadar gençlerin örgütlü devrimci mücadeleden uzak durmalarına zemin hazırlamıştır, hazırlamaya devam ediyorlar. Bu insanların tek yaptıkları, geçmişte yapılan ve yaşananlar üzerinden kendilerine bir paye biçmek ve bununla gençleri etkilemek. Ve gençlerin örgütlü mücadeleden uzak durmasını sağlamak. Burada gençlerin yapması gereken, bu tür insanları hiçbir şekilde ciddiye almamaktır. Ya da onlara ilk sorulacak soru, “bugün ne yapıyorsun” olmalıdır. Çünkü örgütsüz devrimci, sosyalist, hele de komünist hiç olmaz. Hele ki böyle iddiaları varsa. Bu tür insanların ileri sürdüğü şu yaklaşım doyurucu bir yanıt değildir: “Mevcut hiçbir yapılanmayı beğenmiyorum. Bunlardan bir şey çıkmaz.” Bu söylem aslında örgütlü mücadeleden uzak durmaktır. O yüzden gençler bu söylemleri ciddiye almamalı ve bu tür insanlarla bütün ilişkilerini kesmelidir. Çünkü bu tür insanların var olduğunu iddia ettikleri deneyimleri gençlere hiçbir şey kazandırmayacaktır. “Bağ dua değil, çapa ister” Bulgar atasözünde olduğu üzere, eski yaşananları tekrarlayıp durmak yerine örgütlü mücadelede yer almak ve örgütlü mücadeleye bir nebze de olsa omuz vermek gerekiyor. Bunun dışında -tüm iyi niyet söylemlerine rağmen- yapılanlar gençliğin örgütlü mücadeleden uzak durmasını sağlayacaktır. Oysa gençliğin kaderi bu tür insanlar gibi uyumak ve düş kurmak değil, mücadelededir… Mücadele etmektedir.
Bunun içinde yapılması gereken bol bol okumak, kendini geliştirmek ve örgütlü mücadele içerisinde yer almaktır.
Bilinir; mitolojide tanrılardan ateşi çalan ve insan(lığ)ı karanlık, soğuk ve açlıktan kurtaran Prometheus’tur. Marksizm ise insanlığı kurtarmak, dünyayı değiştirmek için gereken bilimsel metottur. Nasıl ki Prometheus’un tanrılardan ateşi çalması insan(lığ)ın yaratıcı dehasının ve özgürlük uğrundaki soylu mücadelesinin bir simgesi ise, Marksizm de tüm emekçi insanların kendilerini mevcut kapitalist toplumun dayanılmaz baskı ve sömürü koşullarından kurtararak, özgürlük ve toplumsal refahla yeni bir düzene kavuşmaları için gereken ateştir. İşte bu yüzden mevcut sistem ve onun sözcülerinin boy hedefi her zaman Marksizm olmuştur.
Mevcut düzen Marksizm’e saldırarak varlığını sorunsuz sürdürmeye çalışmıştır/çalışıyor. Bu ve benzeri saldırılarla dünya üzerindeki tüm ezilenler ve gençlik, özellikle ülkemizde uygulanan baskı, imha, inkâr, asimilasyon ve savaşla birlikte neredeyse daha güzel bir gelecek umudunu hepten yitirme karamsarlığıyla bir karanlığın içine sürüklenmiştir. Ve bunun sonucunda son 15-20 yıldır gençler “kayıp kuşak” ilan edilmiştir. Çünkü özellikle 1980’lerde başlayan toplumsal yozlaşma, gençliğin dejenerasyonu, olumlu değer yargılarının yitirilmesi, bencillik ve bireyselliğin ayyuka çıkması, toplumsal dayanışma ve paylaşım duygusunun esemesinin okunmaması, politik mücadeleden uzaklaşma vb. olumsuzluklar aslında karanlık bir dönemin tezahürleri idi. Bu belirtiler nedeniyle kimileri insanlığın geleceğinden ebediyen umudunu kesse de, toplumsal yozlaşmanın faturasını geçliğe çıkarmaya çalışsa da, özünde durum bu değildir. Bunu yapanlar, bilerek ya da bilmeyerek kötümser bir yaklaşımın, ideolojik bir saldırının ürünüdür.
***
Çok yazıldı, çizildi. Sermayenin dünya ölçeğinde 1980’lerde başlattığı neo-liberal saldırı dönemi aynı zamanda toplumsal kurtuluş düşüncesinin içinin boşaltıldığı, demode olduğu, onun yerine bireyin kendi kurtuluşu için bencil bir mücadeleye teşvik edildiği, kimi pohpohlanan örneklerin piyasaya sunulduğu, egemen kılındığı/kılınmaya çalışıldığı bir dönem oldu. Bununla birlikte özellikle gençliğin mevcut kapitalizmi değiştirip dönüştürecek bir dünya görüşüyle donanmalarının ve bunun için mücadeleye girişmelerinin önümü kesmek amacıyla ve her türlü saldırılarla gençliğin idealleri berhava edildi, edilmeye çalışılıyor. Öyle ki son 20-30 yıldır mevcut sistemin tüm kitle iletişim araçları, kelimenin olumlu anlamında ideallere sahip bir genç olmayı neredeyse bir akıl hastalığına yakalanmış olmak biçiminde lanse etmekte/etmeye çalışmaktadır. Ve son 30 yıldır gençliğe öğütlenen yalnızca kendini kurtarma, günübirlik yaşama ve bunun dışında hiçbir şeyle ilgilenmemedir… Yani öyle bir kuşak yaratıldı ki artık en insani duygular bile -sevgi, aşk vb.- saniyelik yaşanıyor, tüketilip atılıyor. Yani diyebiliriz ki özellikle gençlik, sermayenin ideolojik bombardımanı nedeniyle geçici bir akıl tutulması ve korkutucu bir bilinç kayması yaşadı. Kimi cılız örnekleri saymazsak yaşamaya devam ediyor.
***
Yukarıda da değinmeye çalıştık. Özünde içerisinden geçmekte olduğumuz dönemin -dünyada yaşananları değerlendirdiğimizde- sosyalizm mücadelesinden umudu kesme ve kapitalizmin parlak bir yükseliş dönemi olarak algılanmasının (liberallerin bolca dile getirdiklerinin aksine) -hele de yaşanan son ekonomik krizden sonra- hiçbir nesnel temeli yoktur. İyi bir gözlemciysek, tarihsel ve diyalektik değişimleri, tarihi iyi okuyabiliyorsak, bugün emperyalist-kapitalist sistemin gerçek yüzünü bütün çıplaklığıyla görüyoruz demektir. Bu ise bize tersinden umudun daha gerçekçi olduğunu gösteriyor. Tüm çıplaklığıyla bir kez daha ve daha güçlü olarak “Ya sosyalizm ya barbalık!” sloganı tüm dünyada yeniden yükselmeye başlıyor. Bu aynı zamanda yeni bir devrimci kabarışı da gösteriyor. Kürdistan’da zaten son yıllarda mücadelede yerini alan gençlik, dünyadaki yeni gelişmelerle daha fazla mücadele saflarında yerini almaya devam ediyor.
İşte tam da dünyada bu gelişmelerin yaşandığı süreçte, genç kuşakların, deyim uygunsa “ununu eleyip eleğini asan” eski ‘devrimci’lerden öğrenecekleri hiçbir şey yok. Ama Marksizm’in kurucularının ve onların devamcılarının yaşam ve mücadele kesitlerinden öğrenecekleri çok şey var. Marksizm’in kurucuları Marx ve Engels, yaşamlarını ezilenlerin, sömürülenlerin devrimci mücadelesine teorik bir temel sağlamaya ve bunu bilimsel bir ideolojiyle donatmaya adamışlardır. Eğer isteseydi Marx, zengin ve rahat bir hayat sürdürebilirdi. Ama o, bütün bunları elinin tersiyle iterek kendisini devrimci mücadeleye adamış, çetin bir yaşamı onurla ve büyük bir mücadele azmiyle sürdürmüştür. Marx’ın, yaşamı boyunca onlarca acıya katlanmasına rağmen düşüncelerinden ve mücadelesinden hiç ödün vermediğini en iyi onun yaşamını konu alan “Ateşi Çalmak” romanından öğrenebiliriz.
Aynı şey Bolşevik devriminin önderi Lenin için de geçerlidir. Lenin’in ölümünden sonra anılarını aktaran eşi Krupskaya, hayatını işçi ve emekçilerin kurtuluşuna adayan Lenin’in ruhunun tüm derinliğiyle devrimci bir Marksist ve kolektivist olduğunu belirtir. Lenin’in duygu ve düşüncelerine sosyalizmin zaferi için mücadele azmi damgasını vurmuştur. Her türlü bireycilik, dar kafalılık, kıskançlık, kendini üstün görme vb. her şey ona yabancıdır. Lenin yaşamı boyunca yalnızca ezilenleri örgütlemek değil, kendisini de gerçek bir komünist olarak eğitme çabasında olmuştur. Ve diğer Marksistler de yaşamları boyunca böyle davranmışlardır. Che, Dimitrov, Roza ve diğerleri…
Marksist dünya görüşüyle donanan ve örgütlü mücadele içerisinde çelikleşen her bir genç devrimci, mücadeleye bütün enerjisiyle katılmasının yanı sıra bundan büyük bir zevk alacak ve onur duyacaktır. Marksizm’in kurucularının ve onların devamcılarının yaşam ve mücadele kesitlerinden öğrenecekleriyle, gerçek bir komünist olabilme tutkusuyla, mevcut kapitalist toplumun bulaştırdığı her türlü bireycilik, çapsızlık, kıskançlık ve benzeri olumsuzluklardan da arınmayı başaracaktır. Sistem ve onun sözcüleri de bunu bildikleri için her türlü yola başvurarak Marksizm’e savaş açmakta, onun bu düzeni tehdit eden isyan bayrağını geçersiz kılmaya çalışmaktadırlar.
Marksizm’in mücadele bayrağı ve silahından yoksun bırakılmış gençlik, bireysel kurtuluş ne kelime, aslında mevcut sermayenin emri altında birer ücretli köleden başka hiçbir şey değildir. Ve bu bugün tüm yaşananlarla gözler önündedir. Bugün bolca dillendirilen ‘bireysel kurtuluş’ ya da ‘bireyselleşme’, ancak bir avuç burjuva unsurun ve onların çocuklarının dünyasında çarpık da olsa bir anlam ifade eder. Bunun dışında mevcut sistemin milyonlarca gence sunacağı yegane ‘bireysel kurtuluş’ ancak zar zor bir iş bularak sermayenin emri altında çalışma ‘mutluluğu’dur. Oysa ücretli kölelik sistemi altında çalışma, kendi bireyselliğini ispat değil, aksine inkar demektir. Çünkü içerisinde bulunduğu çalışma koşulları hoşnutluk değil mutsuzluk üretir. Gençler mevcut kapitalist sistem altında manevi ve fiziki niteliklerini geliştiremezler. Çünkü bu düzen onlara bunun koşullarını değil, tam tersine ruhlarını ve vücutlarını yıpratıp mahvedecekleri koşulları sunar. Birey kendisine sunulan koşullarda çalıştığı sürece sermayenin bir uzantısıdır ve asla bireyselliğini yaşayamaz. Yalnızca çalışmadığı zaman kendi olabilme ve kendi varlığını hissedebilme şansına sahiptir. Ama özellikle günümüzde tüm yaşam alanlarının, boş zamanları da içine alabilecek şekilde sermaye tarafından örgütlenmesiyle birlikte artık böyle bir şans da kalmamıştır. Ve giderek mevcut kapitalist sistemin dayattığı yaşam tarzına karşı muhalif tutum alamayan birey, hayatının tüm saatleri itibariyle adeta sistemin kuklası haline getirilmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Marksizm’in demode olduğu yalanına karşı, bugün kapitalizmle çelişkisi olan tüm gençlerin öncelikle kendileri olabilmeleri için, onlara dayatılan ‘bireyselleşme’ palavrasına değil, Marksizm’in toplumcu devrimci düşüncelerine dört elle sarılmaları gerekmektedir.
Sonuç olarak, tüm ideolojik çarpıtmaların aksine, birey toplumsal bir varlıktır. Kimi eylemlerinin başka bireylerle işbirliği halinde gerçekleşmediği ve toplumsal bir görünüş arz etmediği durumlarda bile bireyin varoluşu özünde toplumsal hayatın bir yansımasıdır. İnsanla insan ve insanla doğa arasındaki uyumu bozan sınıflı toplumsal sistemlerde ve bunu doruğa çıkaran kapitalizm altında, sanki bireyin kurtuluşunun toplumsal kurtuluşla çatıştığı yolunda çarpık bir bilinç oluşturulmuştur. Oysa tüm çarpıtmalara karşın Marksizm, geleceğin sınıfsız toplumu, insanla doğa ve insanla insan arasındaki uzlaşmaz çatışmaları ortadan kaldıran, insanın duygularını kelimenin gerçek anlamında insanlaştırıp varlığının toplumsal ve doğal özüne uygun hale getiren bir sistemdir. Bugün mevcut kapitalist sistemin sömürü ve baskısı altında yaşamı sürdürmeye çalışan kitleler, ancak mevcut kapitalist sistemi yıkıp sınıfsız toplum düzenine ilerlemeye koyulduklarında kişiliklerinin serpilip geliştiğini, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin edebildiklerini göreceklerdir. Sınıfsız-sömürüsüz toplum düzeni, bireysel ve toplumsal çıkarların uyumunu sağlayan, en soylu insani ilkelerin benimsendiği ve bu değerlerin yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna dönüştüğü bir toplumsal aşama olacaktır. İşte emekçi kitlelerin ve özellikle günümüz gençliğinin sahip olması gereken gelecek budur. Ve gençliğin bugünkü görevi eski ‘devrimci’lerden anılar dinlemek değil. Marksist klasikleri okumak, bunların ışığında geleceği örgütlemek, örgütlü mücadelede yerini almak olmalıdır.
****
BEDEL ÖDEMEYİ GÖZE ALMAK
Tuncay ATMACA
T.Atmaca
ÇOBAN ATEŞİ
Çürümüş ve kokuşmuş yaşam tek tek insanları tüketiyor, umutsuzluğa sürüklüyor. İnsanlar artık makineleşmiş durumda.
Artık her sabah hayata gözlerimizi ölüm haberleriyle açıyoruz. Ya bir intihar, ya bir cinayet, yada bir işçinin ölümü… Ama mutlaka gazetelerde birkaç ölüm haberi… Öyle ki artık ölüm haberlerini kanıksamış durumdayız. Kimseyi ilgilendirmiyor ölüm haberleri… Artık okumuyoruz bile ölüm haberlerini… Herkes kendi yalnızlığını, kendi yabancılaşmasını yaşıyor. Sokakta her bir insanın yüzünde umutsuzluk ve hüzün okunuyor.
Sokakta ki insan için artık hayatın anlamı ; karanlık, bayağı, acımasız, kirli, sıradan ve incitici… Ama gerçek. Ve hayat ellerinin arasından, ellerimizin arasından kayıp gidiyor.
Ve hayat hiç olmadığı kadar acımasız dipsiz bir karanlık… hatırlamak bile istenmeyen düş kırıklıkları… Rutubetli bir kuyu ve koskoca bir boşluk… Sonrası mı ? Herkes için “yalnızlık” kelimesine sığmayacak kadar derin bir yalnızlık.
Yalnızca bu değil kuşkusuz. hızla top yekun insanlığını kaybetmiş bir toplum olmaya doğru yol alıyoruz. Ya da bu süreç deyim uygunsa bir tükenmişlik veya uygun deyişle, bir yıkım olarak kendini açığa vuruyor.
Artık toplum olarak her şeyi benimsiyor ve kanıksıyoruz. Her gün okuduğumuz ölüm haberlerini kanıksadığımız gibi.
Bu tablo karşısında diyebiliriz ki; ciddi çapta insan sorunu var. Yada insan sıkıntısı çekiyor bu coğrafya. Yani çok konuşan ,durmadan dert yanan , sadece eleştiren ve küfreden insancıklar enflasyonunun trajedisini yaşıyoruz. Bununla birlikte toplumsal yaşamın üretilmesinde belirleyici fonksiyon olmayan, kendi dışında her şeyin seyirlik nesneleri haline getirilmesi karşısında atom ize olan insan yalnızdır. İş bölümü nedeniyle yalnızdır. Tüketim kölesi olması nedeniyle yalnızdır. Kendini ifade edecek kanalları bulamadığı, sadece sunulanı beklediği ve sunulduğu biçimde tükettiği için yalnızdır. Örgütlü bir güç olmadığı ve örgütlenmiş sosyal ilişkiler içinde yer almadığı, bunun için mücadele etmediği, deyim uygunsa parmağını bile kımıldatmadığı için yalnızdır. İnsana karşı yapılan savaşım nedeniyle yalnızdır. Dışında kalan her şey onun için adeta cehennemdir. Hem doğa hem de insan, atom ize olan bireyin karşıtı haline geldiği için yalnızdır. Bütün bunların sonucunda toplumsal yaşam içinde bulunan tüm insanlarda bu yalnızlık olgusu şu ya da bu biçimde mevcuttur.
Bu koşullarda en zor olanı, sevgiyi ve sevdalı insanı tüketmek değil; sorun üretmek ve yaratmaktır, güzel olanı.
Döneme damgasını vuran ve aslolan çürümüşlük ve egemenlerin/ ezenlerin azgın terörüdür. Yozlaşma, çürüme ve bencillik bir virüs gibi toplumun dokusunu kemirmektedir. Endişe, korku ve vazgeçiş egemendir. “kıyamet” işaretleri belirginleşmektedir. Yok oluş ve kişiliksizleşmenin, adamsendeciliğidir özünde döneme damgasını vuran.
Çürümüş ve kokuşmuş yaşam tek tek insanları tüketiyor, umutsuzluğa sürüklüyor. İnsanlar artık makineleşmiş durumda. Medya denilen, oysa özünde egemenlerin/ezenlerin borazanlığını yapan, her geçen gün insanları umutsuzluk cenderesine sokan, yaşamdan umutlarını kesen insancıklar haline getiriyor. Karamsarlığa itiyor.
Salt bunlar değil. Onlarca yıldır yapılan savaş çığırtkanlığı. Ve Kürt ulusuna karşı devam eden savaş. Bu savaşın faturasının işçi ve emekçilere çıkarılması. Özelleştirme , taşeronlaştırma, esnek üretim vb. ile işçi ve emekçilerin 19.yy. aratmayacak koşularda çalıştırılması. İşsizlik, açlık ve yoksulluğun her geçen gün artarak devam etmesi. Son günlerde Tuzla’da yaşanan işçi ölümlerine karşı haklı olarak eylem yapmaya çalışan işçilerin üzerine devletin bütün güçüyle saldırılması. Özelleştirmeye karşı kendi hak gasplarını engellemek için eylem yapan Tekel işçilerinin üzerine devletin bütün güçüyle saldırması. Hatta “Mehmetçik dağlarda savaşıp ölürken böyle bir eylemin zamanı mı? “ diye tepki gösterilmesi, kısaca yeni sloganın “Bırakınız ölsünler” “Bırakınız aç kalsınlar” “Bırakınız işsiz kalsınlar “denildiği bir süreçten geçiyoruz.
Bu öyle bir süreç ki, kimileri Marx’ın ‘kan emiciler’ diye adlandırdığı vahşi kapitalizmi yenilgiye uğratma umudundan vazgeçtiler. Ve kapitalizmin adına küreselleşme denilen süreçle birlikte dünya üzerindeki hegemonyasını kalıcı hale getirdiğini bu nedenle kapitalizmi yıkmanın beyhude çaba olduğunu, onun hegemonyasını kabul ederek onun kuralları çerçevesinde mücadele etmek gerektiğini dillendirir oldular. Oysa bunu teorize edenlerin görmediği “Korku köleleştirir, umut özgürleştirir” insanı. (B.Spinoza) Bugün insanlar korkunun kölesi olmuşlardır. Korkunun kölesi oldukları için umutlarını yitiriyorlar.
Korkunun kölesi olmuşlardır. Çünkü, işini kaybedeceği, aç kalacağı korkusu her gün insanların beyinlerine işlenmektedir. Onlarca yıldır haksızlığa karşı direnmenin , mücadele etmenin, başkaldırmanın; işkencelerle, ölümlerle, göz altılarla vb. anıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Çünkü, mevcut medya – görsel ve yazınsal basın – her gün, her saniye insanların beyinlerini bombardımana tutuyor. Zaten köle koşullarında çalışan insanların, medya bombardımanıyla düşünmeleri engelleniyor. İnsanlar egemenlerin/ ezilenlerin istediği noktaya getiriliyor. İnsanlar canlı birer robot haline getiriliyor. Düşünmeyen, okumayan, başkaldırmayan, direnmeyen, umutsuz, karamsar, vb. insanlar sürüsü oluşturuluyor.
Marx; “Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen gerekir” diyor. İşte bugün insan olmak… insan olmanın bilincini yüreğinde hissetmek… bedel ödemeyi gerekli kılıyor. Bedel ödemek; gerektiğinde işsiz kalmayı, gerektiğinde aç kalmayı, gerektiğinde işkenceleri, göz altıları, ölümleri göze almayı gerektiriyor. Var olanı değiştirmeyi/ dönüştürmeyi gerektiriyor.
Çünkü ; “Kapital iktidarda kaldıkça; değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır.” (Lenin)
***
‘Yeni insan’ sorununa nasıl yaklaşmalıyız?
T.Atmaca
Özgürlük fethedilir, armağan olarak alınmaz. Özgürlüğün izini, sürekli ve sorumlulukla sürmek gerekir. Özgürlük insanın dışında bir ideal değildir; mit haline gelen bir fikir de değildir.
Soru sormanın giderek çok daha fazla önem kazandığı bir süreçte yaşıyoruz. İnsanlığın moralinin bilinçli olarak ve organize bir biçimde bozulmaya çalışıldığı, kafasının sürekli karıştırıldığı ve bilincinin bulanıklaştırılması için özel olarak çaba sarfedildiği bir ortamda, her zamankinden daha bir önem kazanıyor soru sormak. Çünkü her soru, neyin arandığına bağlı olarak yanıtını da kendi içerisinde taşır. Ama asıl önemli olan, hareketlilik ve arayış içerisinde neyin arandığının yeterince açık seçik, belirgin ve net bir biçimde tanımlanmasıdır.
İnsanlık, “duvar”ın herkesin üzerine yıkılmasıyla yeni bir arayışa yöneldi. İlk süreçte, doğal olarak kafası karışan, zihni bulanıklaşan ve bilinçli olarak morali bozulmaya çalışılan insanlık, kısa bir bocalamadan sonra hızla toparlanmaya ve yeniden kendine gelmeye başladı. Yanıtlanmak üzere insanlığın gündeminde bulunan sorular daha da önem kazandı. Kuşku götürmez ki soru sormak önemlidir. Ama sorulan soruları yanıtlamak daha bir önemlidir. O zaman insanın insanlaşma mücadelesinde, insanlık hangi durakta ve neyin arayışındadır? Sanırım yanıtlanması gereken en önemli soru bu?
“Duvar”ın yıkılması, kanımca bir simge olarak ele alınabilir. Çünkü “duvar”ın yıkılmasının akabinde emperyalist-kapitalist sistem, insanlığa karşı topyekün bir saldırı ve savaş başlatmakta gecikmedi. Emperyalist-kapitalist sistemin tarihin bir hatası olarak gördüğü süreci telafi etmek diye bir derdi vardı. Bunun için, insanlığa yönelik pek çok araç-gereç ve psiko-teknolojik silahlarla, Marcos’un deyişiyle “Dördüncü Dünya Savaşı”nı başlattı. Abartısız denilebilir ki, tarihin hiçbir evresinde, insanlık böylesine düşürülmek, yıkılmak ve yok edilmek amacıyla topyekün bir saldırıya maruz kalmamıştı.
İçerisinden geçilmekte olan süreçte, hedefte insan ve insanlığın bulunduğu çok açık ve netti. Aslında amaçlanan; tarihsel bir özne olan toplumsal birey ve politik kimliğinden yalıtılmış, atomize birey olarak insanın devingen, değişen ve değiştiren asli özne olmaktan çıkartılıp bütünüyle edilgenleştirilerek “etkisiz eleman” kılınmasıdır. Oysa insan, hiçbir zaman, yer ve koşulda tarihsel, toplumsal ve politik özne kimliğinden soyutlanarak doğru biçimde ele alınıp anlaşılamaz ve tam olarak kavranamaz. Bu bağlamda her toplum kendi insanını yaratır. Her sistem, kendi insan tipini karakterize eder. Hal böyle olunca insanı içerisinde yaşadığı koşullardan soyutlayarak ele alamayız.
Evet, “duvar”ın herkesin üzerine yıkılması ve emperyalist-kapitalist sistemin insana/insanlığa karşı topyekün bir savaş başlatmasıyla birlikte her cephede “yeni insan” tartışması bir kez daha olanca çekiciliğiyle gündeme oturdu. Emperyalist-kapitalist sistem için “yeni insan”, ezen, sömüren konumuna gelmiş kendileridir. Onlar için “yeni insan”ın en büyük özelliği bireyselliğidir. Kendi cephelerinden “yeni insan”ı öz olarak bu tarif içerisinde oturtmaktadırlar. Asıl sorunlu olan, bizim cephemizden “yeni insan”ı tarif etmekte. Ve problem de burada. Çünkü herkesin kendine göre bir “yeni insan” tanımı var. Her konuda olduğu gibi.
90’ların ilk yarısında tutuklanıp cezaevine gönderilmiştim. Cezaevinde kaldığım koğuşta dört-beş siyasi hareketin kadrolarıyla birlikte kalıyorduk. (Aslında bu kadro konusunu da tartışmak gerekiyor. Kimin kadrodan ne anladığı da kanımca problemli.) Doğal olarak “yeni insan” tartışması burada da yaşanıyordu. Tabii ki herkes kendi bakış acısına göre sorunu tarif ediyor ve kendi tanımının ne kadar doğru olduğunu kanıtlama cabası içerisine giriyordu. Ama yaşananlar birey olarak beni düşündürüyordu. Çünkü yaşananların “yeni insan”la hiçbir ilgisi yoktu. Aksine alternatif olunduğu söylenilen sistemin kendi içerisinde daha bir üst düzeyde üretilmesiydi.
Ne demek istediğimi bir örnekle açıklamaya çalışacağım. Bu örnekten dolayı tepkiler alacağımın bilincindeyim. Yine de bunların tartışılması gerektiği kanısındayım. Kuşkusuz burada şu hareket – bu hareket diye örnek vermeyeceğim. Çünkü bir bütün olarak devrimci, sosyalist hareketlerin aslında anlatacağım örneklere benzer şeyler yaptığını ve bugün de bir çoğunun aynı mantıkla hareket ettiğini biliyorum.
Cezaevinde yatan herkes bilir. Zaten cezaevinde olmak demek her şeyden kısıtlanmak demekle eş değerdir. Sistemin sizi toplumdan soyutlaması, izole etmesidir. Bir de bu kendi içerisinde yaşanıyorsa daha da vahim hal alıyor demektir. Bu durumu yaşayan ve tahliye olan bir çok insan sosyalist hareketle ilişkisini kesmekte, deyim uygunsa sosyalist harekete küfür etmektedir. Örneğe gelecek olursak; birlikte kaldığımız siyasi hareketlerden bir tanesi kaldığımız koğuşun en kalabalık grubuydu. Kendi içlerinde bir hiyerarşi vardı. Kendi kuralları vardı. Bunlara doğal denilebilir. Ama doğal olmayan şeyler vardı. Doğal olarak günlük gazete alınıyordu. Alınan günlük gazeteleri önce sorumlu kişi okuyordu. Eğer okunmasını istemediği haberler varsa bunları bir biçimde, deyim uygunsa sansürlüyordu. Kimin neyi okuyacağına bu sorumlu karar veriyordu. Kimin saat kaçta yatıp kalkacağına, kimin televizyonda hangi programı ya da varsa filmi izleyip izlemeyeceğine, kısaca her şeye bu sorumlu karar veriyordu. Daha vahim olan şeyler de vardı. Diyelim tutsaklardan biri sevdiklerine, ailesine mektup yazdı. Mektup gönderilmeden önce sorumlu tarafından okunuyor veya mektuba ne yazılacağına sorumlu karar veriyordu. Ya da dışarıdan gelen mektup vb. şeyler önce sorumlu tarafından denetleniyor, sonra sahibine veriliyordu. Kimin görüşe çıkacağına ve görüşte ne konuşacağına, kısaca bireyi ilgilendiren her şeye bu sorumlular karar veriyordu. Tüm bunlar ve daha onlarcası “yeni insan” yaratmak adına yapılıyordu. Oysa bütün bunlar ezenlerin, sömürenlerin bireyi kişiliksizleştirmek için uyguladığı ve bireyi yok sayma mantığıdır. Bu nedenle bu ve benzeri yaklaşımlar “özgürlük, eşitlik”ten vb. söz eden bir devrimci, sosyalist ya da yurtsever hareketin tarzı olamaz. Hele “özgür insan” adına yapılamaz. Bu durum tam da sistemin kendini var edebilmek için yaptığı uygulamaların bir tezahürüdür. Ya da diyebiliriz ki, bireyi kendi özünde içselleştirmesidir. Çünkü ezilenler ellerine geçen ilk fırsatta, yıllarca yaşadıkları ezilme psikolojisiyle başkalarını ezmeye, yok saymaya başlarlar. Bu tam da Franz Fanon’un belirttiği ”Sömürgeleştirilmiş insan, kemiklerinde birikmiş olan bu saldırganlığı, ilk olarak kendi insanlarına karşı dışa vuracaktır.” (Yeryüzünün Lanetlileri) durumda kendini göstermektedir. Bunu yapan insanın, yani başka insanlar üzerinde böylesine tahakküm kurma çabasında olan insanın “yeni insan”, “özgür insan” sorunu olmadığını düşünüyorum.
Çünkü birilerinin başkaları üzerinde tahakküm kurması ezen ve ezilen arasındaki ilişkidir. Ya da efendilerin bilinci ile ezilenlerin bilinci arasındaki diyalektik ilişkiyi analiz eden Hegel’in, “Birincisi bağımsızdır ve temel doğası kendi için olmaktır; öteki bağımlıdır ve özü başkası için yaşamak veya varolmaktır. İlki efendidir, ikincisi ise kul” dediğidir. İşte bir biçimde yukarıda vermeye çalıştığım örnek ya da bu coğrafyada çokça duyduğumuz “Yaşasın önderimiz!” vb. sloganlarda ifadesini bulan, tam da Hegel’in tarif ettiği şeydir.
Bütün bunların altında yatan şey, özünde yabancılaşmadır. Kuşkusuz yabancılaşma kavramının tarihsel kökenlerini sınıflı toplum tarihinin şafağına dek götürebilmek mümkündür. Ama burada bunu yapmayacağız. Asıl tartışmak istediğimiz “yeni insan” ya da “özgür insan” sorunudur. Kabul edilir ki, tüm “yabancılaşma”nın kökenlerinde, insanın emeğinin ürününe bir başkası tarafından el konulması, yani “özel mülkiyet” yatmaktadır. Gelinen süreçte ise sermaye ve yoksulluk gibi “yabancılaşma” da küreselleşiyor. Ve bugün “yabancılaşma”nın gündelik yaşamdaki anahtarı “Benim elimden bir şey gelmez ki” kritik cümlesinde yatmaktadır. Bu nedenle aslolan yabancılaşmaya karşı mücadele etmektir. Çünkü “İnsanları yabancılaştırarak özgürleştirmek mümkün değildir. Gerçek özgürleşme -insanlaşma süreci- insanlara bir başka mevduatın yatırılması değildir. Özgürleşme bir praksistir; insanların üzerinde yaşadıkları dünyayı dönüştürmek için düşünmesi ve eyleme geçmesidir. Özgürleşme davasına gerçekten bağlananlar bilinçli, ne dolduracak boş bir kap olarak gören mekanik bilinç anlayışını kabul edebilirler ne de özgürleşme adına egemenliğin yöntemlerini … kullanmasını.” (P. Freire, Ezilenlerin Pedagojisi)
Devam etmek gerekirse, insan değişen toplumsal ilişkilerin etkisi altında değişir. Ama buna karşılık, toplumsal ilişkiler, toplumsal etkileşimin toplumsal biçimleri de insanın eylemleriyle değişirler. Burada diyebiliriz ki, insan önce kendinden başlamalı. Kendisini değiştirip dönüştüremeyen, kendisindeki yabancılaşmayı ortadan kaldıramayan birey, başkaları konusunda bir şey yapamaz. Kuşkusuz yabancılaşmayı bir çırpıda ortadan kaldıramayız. Çünkü yabancılaşmaya son vermenin ana koşulu; düşmanca iş bölümüne ve bunun temelleri üzerinde yükselen ürünlerdeki “özel mülkiyet”e son vermektir. Bu bir süreç sorunudur. Ama bugün geldiğimiz aşamada insanların toplumsal ilişkileri insanlara yabancılaşmakta ve vurdumduymaz, yabancı bir güç olarak kendilerine karşıt haline gelmektedir. Dahası artık insan kendisine bile yabancılaşmıştır. Evet, insanlık tarihi, ataerkilliğin ve özel mülkiyetin gelişmesinden beri, baskının tarihidir. Adına küreselleşme denilen süreç de bu tarihin şimdiki aşaması oluyor. Bugün baskı çok daha farklı bir çehreye sahiptir. Yani bugün yeni tip bir köle ruhu üretmiştir. Kişiliği, kanaati ve baş kaldıracak cesareti olmayan, uyum sağlatılmış insan!.. Bu baskı, duyarlılığın ve sevginin peşinde boş yere dolaşan ve bu sırada kendisine uzatılan yedek tatminlere sarılan, soyutlanmış insanlar yaratır. “Tüketiyorum, öyleyse varım” adı altında, müthiş bir tüketim arzı maskesi altında ölüm kültürü, insanın maddi olmayan ve tamamen hayati ihtiyaçlarının bastırılmasını dev ölçütlerle örgütlemiştir. Kuşkusuz insanların özgürlüğü, yalnızca ihtiyaçlarının tatmin edilip edilmemesine göre değerlendirilemez. Böyle değerlendirmek özgürlüğün sadece nicelik yanıdır. Sorunun nitelik yanı, insanların ihtiyaçlarından gönüllü olarak ve kendi çıkarları gereği mi, yoksa dış zorlamalar altında mı vazgeçmiş olduklarıdır.
Yukarıda vurguladık; gündelik hayatta yabancılaşmanın en belirgin yanı “Benim elimden bir şey gelmez ki” kritik cümlesinde yatmaktadır. Bununla birlikte insanlar açlığa, işkenceye ve ölüme karşı duydukları korkudan dolayı kapitalist egemenlik ilişkileriyle uyum sağlamışlardır. Sorun tek tek bireylerin bu uyuma baş kaldırmasından geçiyor. Ya da Mülksüzler’in yazarının belirttiği gibi “Vermediğiniz şeyi alamazsınız,/ kendinizi vermeniz gerekir./ Devrimi satın alamazsınız./ Devrimi yapamazsınız./ Devrim olabilirsiniz ancak…” O zaman önce kendimizden başlamalıyız.
Neden önce kendimizden? Bugün tek tek bireyler ya da kendisine belli payeler biçen bireylerin insanlarla, toplumla hiçbir bağları yok. Yabancılaşma dediğimiz süreç sosyalist birey ve kadrolarda da hat safhadadır. Sosyalist bireyler ya da sosyalist gruplar deyim uygunsa tam bir cemaat ilişkisi içerisindedirler. Kendileri dışında toplumun diğer bireyleriyle doğru dürüst bir ilişkileri yoktur. Ya da kendisine sosyalistim diyen bireyler kendilerini toplumun diğer bireylerinden üstün görmekte, onları yok saymaktadır. Buradaki mantık ben/biz her şeyi biliriz mantığıdır. Bu nedenle toplumdan kopmuşlar ve topluma yabancılaşmışlardır. Bu öylesi bir noktaya gelmiştir ki; kendilerine belli payeler verenlere sorduğunuzda her şeyi kendileri bilir(!) Kitleler cahildir, onlar bilmezler(!) Kendileri onlar adına karar verebilirler(!) Oysa asıl problem böyle düşünmekte, çünkü kitlelerden, halktan öğreneceğimiz çok şey var. Ya da sorunu şöyle koymak daha doğru: Her insan ötekilerle diyalog içinde yüzleşerek, dünyasına eleştirel bakma yeteneğinde olur. Mücadele, insanların başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleriyle başlar. Propaganda, yönetim, manipülasyon hepsi de egemenliğin sloganlarıdır. Bu nedenle bunlar yeniden insanlaşmanın araçları olamazlar. Tek etkin araç; kitlelerle devrimci sosyalist kadroların kalıcı bir diyalog kurduğu, insanlaştırıcı bir pedagojidir. İnsanlaştırıcı pedagojide yöntem kitlelerin manüple edildiği bir araç olmaktan çıkar. Çünkü burada sorun karşılıklı birbirini anlama ve geliştirme sürecidir. Ve bu süreç tek tek bireylerin kendilerini ifade etmelerini sağlar. Oysa bugün bu coğrafyada özgürleşme süreci önderlerin, liderlerin, şeflerin, serokların insafına bırakılmış ya da onlara endekslenmiştir. Sosyalizm adına, devrimcilik adına tek tek bireyler düşüncelerini ifade edemezler. Mevcut kimi örgütlenmelerde önder, lider, şef, serok ne demişse o olur. Kimse onu eleştirmeye cesaret edemez. Onu eleştirmek demek o yapılanmanın dışında kalmak ya da hain damgası yemek demektir. Onlar birer tabudur. Böylesi bir ortamda “özgür insan”dan, “yeni insan”dan bahsedilemez. Ama böylesi yapılanmaların anladığı “özgür insan”, “yeni insan” tıpkı kapitalizmdeki gibi biat eden insandır. Oysa, kendileri araştırmadan, praksis olmaksızın, insanlar hakikaten insani olamazlar. Bilgi ancak ve ancak buluş ve yeniden buluş yoluyla, dünyayla ve birbirleriyle ilişkili olan insanların sabırsız, durmak bilmeyen, sürekli umut dolu araştırmaların peşinden koşmalarıyla meydana gelir. Yani tek tek bireyler adına birilerinin karar vermesiyle değil. Ya da haklı olarak belirtildiği gibi; “Kuramsal bilgi partinin bir avuç ‘akademisyen’inin ayrıcalığı olarak kaldıkça, parti her zaman için, yanlış yollara sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya olacaktır.” (Rosa Luxemburg, Reform mu Devrim mi?)
Çünkü insan özgürlüğünün boyutları onun kendi insan doğasının, kendi özünün zorunluluklarına bağlıdır. Yani “Sadece kişinin içinde yaşadığı dünyayı ve kendini sayesinde değiştirdiği eylem, özgür eylem olabilir… Özgürlüğün olumlu bir koşulu, gerekliliğin sınırlarının yaratıcı insani yeteneklerinin idrak edilmesidir… Özgür bir toplum mücadelesi, sürekli artan ölçüde bireysel özgürlük yaratmadıkça özgür bir toplum mücadelesi değildir.” (Gaje Petroviç)
Bugün özgürlük adına mücadele ettiğini söyleyenler, yukarıda da belirtildiği gibi önce kendilerinden başlamalılar değiştirmeye ve dönüştürmeye. İçerisinde yaşadığımız kapitalist sistem, insan özgürlüğünden daha ziyade özel mülkiyet özgürlüğünü güvence altına alır. İnsan yalnızca bir mülkiyet insanı olarak ve ancak mülkiyeti ölçüsünde özgürdür. Bu nedenle yabancılaşmanın kaynağı olan özel mülkiyet gerçek özgürlüğün kaynağı olamaz. Ve özgürlük fethedilir, armağan olarak alınmaz. Özgürlüğün izini, sürekli ve sorumlulukla sürmek gerekir. Özgürlük insanın dışında bir ideal değildir; mit haline gelen bir fikir de değildir. İnsanın yetkinleşme arayışının olmazsa olmaz bir koşuludur. İşte tam da bu nedenle önce kendi ayak bağlarımızdan kurtulmak zorundayız. Hem mevcut sistemi eleştireceğiz, hem de onun bütün olumsuzluklarını üzerimizde taşıyacağız! Hem özel mülkiyete karşı çıkacağız, hem kendimiz özel mülkiyet edineceğiz! Bıkmadan, usanmadan insanların değişip dönüşmesinden dem vuracağız, ama kendi yakın çevremizi bundan uzak tutacağız! Hak, hukuk diyeceğiz, en yakınımızın bunları elde etmesini çeşitli gerekçelerle engelleyeceğiz! Ve bütün bunları “özgür insan” adına, “yeni insan” adına yapacağız!.. Bu ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Evet, “Tarihsel materyalistin görevi, tarihi tersinden okumak” (Walter Benjamin) ve tarihi tersten okumanın yöntemi de eleştiridir. Çünkü, “Eleştirel tutum, işbirliği, ileriye yöneliş ve yaşam demektir.” (Bertolt Brecht)
Ve bitirirken, “Eğer insanlar kendilerini üreticiden çok tüketici olarak görmeye yatkınsalar ve haz, çalışmak, yapmak ve üretmekte değil; tüketmekle birlikte düşünülüyorsa, bunun yabancılaşmış bir toplum olduğunu düşünmemiz gerek” (Susan Willis, Gündelik Hayat Kılavuzu) cümlesinde denildiği gibi, bu “vahşet kesiti”nde insan olmak ve insan kalmak, her zamankinden daha fazla aykırı, anti-otoriter ve özgürlükçü olmakla özdeştir.
****
Ezberimizi bozmalıyız – Tuncay Atmaca
T.Atmaca
Ne Marx ne de Lenin asla partiyi (örgütü) fetiş haline getirmemişler, onu amaç olarak değil, araç olarak değerlendirmişlerdir. Bu nedenle de koşullar değiştikçe tutumları da değişmiştir.
Sosyalist Mezopotamya’nın Kasım 2004 sayısındaki “Ayrım noktaları bugünden öne çıkarılmalı” başlıklı yazıda, bugün MESOP’un önünde tartışılması gereken en önemli sorunun nasıl bir örgüt ve örgütlenme sorunu olduğunu belirtmiş, kimi saptamalarda bulunmuştum. Yine aynı yazıda sorunu bir tek yazı çerçevesinde değerlendirmenin yeterli olamayacağına vurgu yapmıştım. Bu çerçevede sorun üzerinde kimi saptamalar yapmaya devam edeceğim. Öyle görünüyor ki, bu birkaç yazı daha devam edecek.
Bilindiği üzere yegane çıkış yolu işçi sınıfının kitle mücadelesinden geçmektedir. Ama sınıf mücadelesinin bütün tarihi bize göstermiştir ki, işçi sınıfı iktidarı saf anlamda kendiliğinden kitle hareketi ile kazanamaz ve bu mümkün de değildir. Bunun ön koşulu örgüt ve örgütlü olmasıdır. Ne var ki örgüt ve nasıl bir örgütlenme bir gün içerisinde oluşturulamaz. Bu, sabırla inşa edilmesi gereken bir süreçtir. Tabii ki sözü edilen işçi sınıfını iktidara taşıyacak devrimci partidir.
Kuşku götürmez ki, partinin (örgütün) inşa edilmesi için belirli bir teorik açıklık gerekmektedir. Bugün yanıt verilmesi gereken sorular: Parti (örgüt) neden gereklidir? Yapısı ve işleyişi nasıl olmalıdır? Sınıf ve kitlelerle ilişkisi ve devrimci süreç içerisindeki rolü nedir? Tabii ki bu ve benzeri sorular yeni değildir. Marx’tan başlayarak, günümüze kadar bu sorular sorulmuş ve içerisinden geçilmekte olan koşullara göre yanıtlanmışlardır. Bugün önümüzde yeni bir süreç olduğunu söylüyor ve buna yanıt verebilecek bir örgüt ve örgütlenmeden bahsediyorsak, öncelikle yapmamız gereken, bugüne kadar birikmiş bilgileri geniş çapta özümlemektir. Bu tek başına yeterli değil. Bununla birlikte yapılması gereken, içerisinden geçmekte olduğumuz süreci değerlendirip durumun somut analizini yapmak; birbirinden iyice kopmuş olan, yani devrimcileri ve devrimci fikirleri sınıfın gerçek hareketine bağlayacak strateji ve taktikleri geliştirmektir. Tabii ki, geçmiş derslerin öğrenilmesi, günümüzdeki sorunların üstesinden gelinmesi için temel bir gerekliliktir.
Kabul edilir ki; “Siyasal partilerin analizine bütün Marksist yaklaşımların temeli Marx’ın sınıf mücadelesi teorisidir.” Marksistler için, farklı ve birbiriyle yarışan siyasal tüm partilerin varoluşunun temel açıklaması toplumun ekonomik yapısındadır. Tüm siyasal partiler asıl olarak sınıf çıkarının temsilcileri olarak ortaya çıkar, bu çerçevede faaliyet gösterir ve destek görürler. Ama Marx’ın parti teorisinden söz edildiğinde konu genelde siyasal partiler değil, amacı varolanı yani kapitalizmi yıkmak olan devrimci partidir. Özellikle Marx’ın proleter siyasal parti anlayışıdır. Çünkü Marx’a göre “Tek başına proletarya gerçekte devrimci bir sınıftır. “ ve bu gerçekten devrimci sınıf ancak kendisini örgütlü olarak ifade edebilirse bir güç olabilir. Ama bu bir günde olacak bir şey değildir. “Kendinde” bir sınıf olarak proletarya ile “kendisi için” bir sınıf olarak proletarya arasında uzun bir mücadele dönemi vardır. Bunun yanı sıra mevcut sistemin işçi sınıfının örgütlenmesi ve birliği üzerinde yarattığı zayıflatıcı etkiler de mevcuttur.
Marx: “Rekabet bireyleri, sadece burjuvaziyi değil, bir arada olmaları gerçeğine rağmen daha çok işçileri birbirinden ayırır. Dolayısıyla bu bireylerin birleşmesi uzun zaman alır…Dolayısıyla, bu tecrit edilmiş ve her gün bu tecridi yeniden üreten ilişkiler içinde yaşayan bireylerin üzerinde ve karşısında yer alan her örgütlü güç, ancak uzun mücadelelerden sonra galip gelebilir.” (Alman İdeolojisi)
Marx aynı eserde başka bir noktanın daha altını çiziyor: “Emrindeki maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf aynı zamanda zihinsel üretim araçları üzerinde denetime sahiptir; böylelikle, genel olarak söylemek gerekirse zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların fikirleri bu denetime boyun eğer.”
Buradan çıkarılacak sonuç; bölmeye yönelik bu güçlü eğilimlerle savaşmak ve proletaryanın bir sınıf olarak bağımsızlığını sağlamak için bir siyasal partinin oluşturulmasının zorunlu olduğudur. Aslında Marx, kendi ayrı partilerini yaratmadıkça işçilerin sözcüğün tam anlamıyla bir sınıf olarak görülemeyeceklerini sıklıkla vurgular. Ve bunu Komünist Manifesto’da dile getirir.
Marx’ın tüm yazdıklarına ve söylediklerine dönüp baktığımızda, Marx’ın belirli bir örgütlenme biçimini veya belirli bir partiyi (örgütü) asla fetiş haline getirmediğini görürüz. Koşullar değiştikçe tutumu da değişir.
Kabul edilir ki; Marx’a göre tarihin itici gücü sınıf mücadelesi, amacı ise işçi sınıfının kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesidir. Bu bağlamda partinin (örgütün) işlevi proletaryaya, vereceği savaşlarda önderlik ve hizmet etmektir. Ama bugün kendisine partiyim (örgütüm) diyenlerin yaptığı gibi “kendilerine ait sekter ilkeleri, proletarya hareketini biçimlendirmek ve kalıba dökmek için dayatmak “ değildi. Yani parti (örgüt) amaç değil, araçtı. Oysa günümüzde özellikle bu coğrafyada örgütler (partiler) araç olmaktan çıkarılımış, tam bir amaç haline getirilmiş ve fetişleştirilmişlerdir.
Devam etmek gerekirse; Gramsci’nin belirttiği gibi, Marksizm, bir “eylem felsefesi”dir. Tam da bu nedenle kaderciliğe düşmandır. Ama ağır basan koşullar ve sekterlikten kaçınma kararlılığı yüzünden kaderci bir politik örgütlenme anlayışından kurtulamamıştır. İşte tam da bu kaderci anlayıştan kesin bir kopuşu sağlayan ve ileri doğru atılım yapmasını oluşturan Bolşevizm’in pratiği ve Lenin’in örgütlenme fikirleridir. Kuşkusuz, Bolşevizm Lenin’in örgütsel dehasının bir ürünü olarak görülemez. O iç ve dış bir çok mücadeleden geçerek gelişmiş ve olgunlaşmıştır. Aynı zamanda kendisinden önceki süreci özümseyerek, oradan dersler çıkararak oluşmuştur. Çünkü Leninizm, “somut bir duruma kalıcı ve gelişen bir devrimci karşılık vermenin; somut durum içinde bu karşılığı mümkün kılan unsurları incelemenin gerektiğini kavramanın ürünüdür.”
Marksist harekette bir tartışmanın gerçek anlamını kavramak için daima tartışmayı bağlamı içerisinde ele almak gerekir. Yani Lenin’in deyimiyle “Gerçek somuttur.” Oysa Marksist harekette bu böyle olmamıştır. Şimdi bunun böyle olmadığını kimi noktalarla açıklamaya çalışacağım.
Bilindiği gibi, Marksist harekette, Bolşevizm ya da Leninist parti denilince akla ilk gelen Lenin’in ‘Ne Yapılmalı’ adlı eseridir. Ve bu konudaki bütün tartışmalar bu eser çerçevesinde dönüp dolaşır. Oysa ‘Ne Yapılmalı’, “ekonomistler”e karşı mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamıyla haklı olarak Marksist teori ve pratik üzerinde dünya çapında ciddi ve büyük bir etki yaratmıştır. Fakat aynı eser hatalı bir biçimde parti teorisi üzerine standart Marksist eser olarak görülmüştür. Bugün bu coğrafyada da hala böyle algılanmaya devam etmektedir. Kanımca bu yanlış bir algılamadır. Çünkü ‘Ne Yapılmalı’da öz olarak Lenin’in “ekonomizm”e karşı bütün argümanlarını ve bir ‘profesyonel devrimciler’ kadrosu ile bütün Rusya’yı kapsayan bir yayın organı temelinde ülke çapında bir devrimci örgütlenmenin gerçekleştirilmesiyle ilgili görüşleri özetlenir. ‘Ne Yapılmalı’da Lenin, “ekonomistler”in “kendiliğindenci” tavırlarını eleştirerek asıl vurguyu bilince ve örgüte yapar. Bunu yaparken Lenin politik sınıf bilincinin işçilere “ancak dışarıdan” yani ekonomik mücadelenin dışından verilebileceğinin altını çizer. Ne yazık ki bu vurgunun Lenin’in ardılları olduklarını söyleyenler tarafından yanlış anlaşıldığını ve yorumlandığını düşünüyorum. Çünkü bu algılama öylesi bir noktaya vardırılmıştır ki, adeta varolan partiler içerisinde kafa ve kol emeği ayrımı yapılarak bu durum kutsallaştırılmıştır.
Diğer bir nokta ise; ‘Ne Yapılmalı’ Bolşevizm’in kuruluş dökümanı olarak görülür. Bu bir anlamda doğrudur. Ama altı çizilmesi gereken nokta: RSDİP’nin Bolşevik ve Menşevik olarak bölünmesine doğrudan sebep olan ‘Ne Yapılmalı’ değildir. Tam tersine bu “tüm Rusya’daki militanları bir araya getiren, Marksizm’in önde giden entelektüellerinin görünüşte desteğini kazanan ikinci kongrede bir birleşme noktasıdır.” Bölünmeye asıl yol açan ‘Ne Yapılmalı’ programını uygulamaya koyma girişimidir. Ne yazık ki, Lenin’in ardılları sorunu salt ‘Ne Yapılmalı’ etrafında değerlendirmişlerdir. Hala da böyle devam etmektedir. Oysa Lenin’in teorisini bir-iki anahtar metinden yola çıkarak değerlendiremeyiz. Ancak bir bütün olarak Lenin’in pratiğinin incelenmesi gerekmektedir. Her konuda olduğu gibi parti (örgüt) konusunda da bu böyle olmak zorundadır.
Çünkü, Lenin’in bütün eserleri incelendiğinde görülüyor ki, örgüt (parti) konusunda söyledikleri ‘Ne Yapılmalı’ ile sınırlı değil. Zaten Lenin’in kendisi de 1907’de şöyle yazar: “Ne Yapılmalı ‘ekonomist’ çarpıtmaların tartışmalı olarak düzeltilmesidir ve bu broşüre bir başka açıdan bakmak hatalı olacaktır.” Aslında bunun öncesinde Lenin ihtiyatlı davranmaktadır. Bu ihtiyatlı davranmasındaki en büyük etki 1905 devriminin etkisidir. Çünkü 1905 devriminde Lenin’in parti ve sınıf ilişkileri anlayışında vurgu değişikliği meydana gelmiştir. ‘Ne Yapılmalı’da Lenin parti anlayışı, sosyalizmin işçi sınıfına ‘dışarıdan’ getirilmesi gerektiği ve işçi sınıfının kendiliğinden sendikacılık düzeyini aşamayacağı argümanına dayanırken, 1905 devriminden sonra Lenin’in yazdıklarında bir ton değişikliği göze çarpmaktadır.
Lenin: “En ufak bir kuşku duyulmaz ki devrim Rusya’daki işçi kitlesine sosyal demokratizmi öğretecektir… Böyle bir zamanda işçi sınıfı açık devrimci eylem için içgüdüsel bir dürtü hisseder.”
“İşçi sınıfı içgüdüsel olarak, kendiliğinden sosyal demokrattır.”
Lenin bu ton değişikliklerini giderek ‘İki Taktik’te formüllendirmeye başlamıştır. İki Taktik’te,“Kuşku yok, devrim bize öğretecek ve halk kitlelerine öğretecek. Fakat militan bir siyasal partinin şu anda yüzyüze geldiği sorun şudur: ‘Devrime herhangi bir şey öğretebilecek miyiz?”
Bu teorik değişikliğin sonucunda Lenin bir ya da iki yıl kadar önce önemle vurgu yaptığı “profesyonel devrimciler”in etkisine karşı verdiği bir mücadele gündeme gelmiştir. Çünkü, “profesyonel devrimciler” “işçi sınıfına sosyalizmi dışarıdan getirme” teorisinin özünde cisimlenmiş haliydiler ve bu yüzden işçilere biraz tepeden bakma eğilimi gösteriyorlardı. Bu nedenle oluşturulan Bolşevik komitelerde hiç işçi yoktu. Ancak 1905 Nisan’ında Bolşeviklerin üçüncü kongresinde bu sorun ele alınmıştır. Krupskaya anılarında bunu şöyle dile getirmektedir:
“Viladimir İlyiç, işçilerin kapsanması fikrini hararetle savundu… dışarıdakiler Boğdanov ve yazarlar da buna taraftardılar. Komitetcikler (profesyonel devrimciler) karşıydı. Her iki taraf da oldukça hararetli idi…”
“Bu tartışma sırasında yaptığı konuşmada Viladimir İlyiç şöyle diyordu: ‘Sorunu daha geniş kapsamda ele almamız gerektiğini düşünüyorum. İşçileri komitelere almak sadece eğitsel değil aynı zamanda politik bir görevdir. İşçiler bir sınıf içgüdüsüne sahiptirler ve politik deneyimleri az olsa bile çabucak sağlam sosyal demokratlar haline gelirler. Komitelerimizde her iki entelektüele sekiz işçi görmek beni çok memnun edecek…”
1905 Nisan’ında bunu dile getiren Lenin, 1905 Kasım’ında, “Partinin üçüncü kongresinde parti komitelerinde her iki entelektüele karşılık sekiz işçi olmasını önerdim. Bu öneri bugün ne kadar da eskimiş görünüyor! Şimdi, bir sosyal demokrat entelektüele karşı birkaç yüz sosyal demokrat işçiye sahip yeni parti örgütleri istemeliyiz.” (Seçme Eserler)
Bütün bu süreçler sonucunda Lenin’in geldiği nokta: “Parti ileri işçilerin partisi, sosyalizmi ‘dışarıdan’ getiren sınıfsız entelijansiyanın partisi değil, sınıfın bir parçasıdır.”
Bu belirlemeler ışığında bugüne ve bu coğrafyaya baktığımızda, kendisine örgütüm (partiyim) diyen onca yapılanma hala Lenin’in ‘ekonomistler’e karşı mücadelede kaleme almış olduğu ‘Ne Yapılmalı’ ya atıfta bulunuyor ve örgütün (partinin) ‘profesyonel devrimciler’in örgütü olduğunu dillendiriyor, sosyalist bilincin ancak ‘dışarıdan’ verilebileceğini ifade ediyorlar.
Diğer bir handikap ise kanımca demokratik merkeziyetçilik ilkesidir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu örgütsel formül olarak kesinlikle, özel olarak Leninist değildir. Aslında gerek Menşevikler ve gerekse diğer bir çok sosyal demokrat parti tarafından teoride kabul görmüştür. Önemli olan ona pratikte verilen yorumdur. Lenin bunu sade bir şekilde, “eylemde birlik, tartışma ve eleştiride özgürlük” olarak betimlemiştir. Lenin bununla parti programının sınırları içinde ve kesin karara varılana kadar eleştiri özgürlüğünü kastediyordu. Ve parti, alınan ya da varılan kararı bir bütün olarak uygulamalıydı. Sonuçta demokratik merkeziyetçilik ilkesi öz olarak bunu kapsıyordu. Oysa gelinen noktada, özel olarak bu coğrafyada kendisine Leninist partiyim diyen tüm örgütlerde bu ilkenin uygulamada ayakları havada kalmıştır. Çünkü, herhangi bir konuda düşüncelerinizi açıklamak ya da tartışmak istediğinizde çeşitli gerekçelerle mevcut yapılanmanın dışında kalırsınız. Ve bu da o bolca sözü edilen ve yanlış anlaşılıp-yorumlanan demokratik merkeziyetçilik adına yapılmıştır. Diğer bir handikap ise yine bu coğrafyada meseleyi kavramayanlar Leninist örgütlenmeyi topa tutmuşlar, deyim uygunsa demokratik merkeziyetçilik ilkesini -asıl vurguyu eylemde birliğe yaptığı halde- ‘tu kaka’ ilan etmişlerdir.
Yukarıda da belirttik; Marksistler olarak eğer bir şeyi tartışıyorsak onu o koşullarda ve o bağlamda ele almak gerekir. Kesinlikle fetişleştirmek değil. Lenin, bir dönemin Rusya’sında (Çarlık Rusyası) örgütü ‘profesyonel devrimciler’in örgütü olarak ele almıştır. Ama bunun kesinlikle sürgit böyle olması gerektiğini söylememiştir. Ya da her sorunun önüne bunu çıkarmamıştır. Oysa onun ardılları olduklarını söyleyenler her sorunun önüne bunu koymuşlar ve örgüt deyince ‘Ne Yapılmalı’ya atıfta bulunarak, ‘profesyonel devrimciler’in örgütünü her koşul altında gündeme getirmişlerdir.
Evet, ne Marx ne de Lenin hiçbir dönem asla partiyi (örgütü) fetiş haline getirmemişler, onu amaç olarak değil, araç olarak değerlendirmişlerdir. Bu nedenle de koşullar değiştikçe tutumları da değişmiştir.
Sonuçta MESOP olarak; a) felsefe, b) ekonomi (kapitalizmin bugün geldiği nokta itibariyle), c) politika (devlet), bunların her birinin parti teorisi üzerinde önemli ağırlığa sahip olduğunu unutmadan, Marksizmin tarihinde söylenen ve yapılanları kendi dönemi ve koşulları çerçevesinde değerlendirerek dersler çıkarıp, çağımızın Bolşevik yapılanmasının nasıl bir örgüt ve örgütlenme üzerinde yükselmesi gerektiğini tartışmaya devam etmeliyiz.
***
PARTİYİ SOKAKTA ÖRGÜTLEMEK/T.Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
Birkaç yıldır ideolojik-teorik ciddi bir birikim yaptık.İlk etabı büyük oranda aştığımızı söyleyebiliriz. Şimdi önümüzde duran sorun, elde edilen bu birikimin kitlelerle buluşması, onların yaşamlarını değiştirip dönüştürmesidir.
Bir süredir Kürdistan’da komünist bir parti kurma çalışmalarına hız vermiş bulunuyoruz. Bu çerçevede bir taraftan çeşitli görüşmeler gerçekleştirirken, diğer yandan kuracağımız partinin program ve tüzük taslağını tartışıyoruz.
Son birkaç yıldır ideolojik-teorik ciddi bir birikim yaptık. Bu ilk adımdı. Kuşkusuz bu çabalarımız sonlanmadı, sonlanması da mümkün değil. Çünkü ideolojik-teorik birikim sürekli kendini yenileyen bir süreçtir. Bu süreç eğer kendisini yenilemiyorsa donuklaşır, kalıplaşır ve işlevsiz hale gelir. İlk etabı büyük oranda aştığımızı söyleyebiliriz. Yani ideolojik-politik olarak önemli bir birikim sağladık. Şimdi önümüzde duran sorun, üretilenlerin, elde edilen bu birikimin kitlelerle buluşması, onların yaşamlarını değiştirip dönüştürmesinde bir kaldıraç işlevi görmesidir. İşte tam da parti girişimiyle önümüzdeki süreç böyle bir süreçtir.
Kabul edilir ki, bir siyasal çevrenin kimliğini oluşturacak teorik temeller atılmadan, bu temellere sahip olunmadan sağlıklı bir propaganda ve örgütleme çalışması yürütülemez. Bu önemli. Biz bunun temellerini uzun bir süredir tartışıyorduk ve bu temelleri attık. Uzunca süredir tartıştığımız ve temellerini oluşturduğumuz bu birikimleri, yayınladığımız “21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu” belgesinde somutlaştırdık. Şimdi önümüzde duran görev -yukarıda da vurguladığımız gibi- bunları kitlelerle buluşturmak, ete-kemiğe büründürmektir. İşte parti girişimiyle yapmaya çalıştığımız tam da budur.
Hemen belirtmek gerekir ki, ne kadar iyi program yazarsak yazalım, programımızda ne kadar iyi tahliller bulunursa bulunsun, eğer en geniş anlamda kitlelerle buluşmuyorsa bunun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Evet, en iyi programı yazabilir, en iddialı partiyi kurabiliriz. Ama bu parti, emek hareketiyle, kadınlarla, gençlerle, en geniş anlamda kitlelerle buluşmuyorsa, onların yaşamında değişim/dönüşüm anlamında bir nebze de olsa değişiklik yaratmıyorsa hiçbir anlamı yoktur. Tabii ki bir ‘avuç aydının’ partisi olmayacaksa… İşte tam da bu anlamda önümüzdeki en önemli görev, kuracağımız partiyi sokakta örgütlemek ve bu örgütlülük üzerinden kurmaktır. Burada vurgu yaptığımız sokak, kimilerinin anladığı anlamda her gün eylem vb. yapalım anlamında sokak değildir. Kuşkusuz gerektiğinde her gün eylem de yapabiliriz, ama burada vurgu yapılan sokak, kitlelerin yaşam alanlarında olmak ve bu anlamda ısrarcı olmaktır. Yani her gün yapılan çeşitli ev ziyaretlerini de sokak anlamında değerlendirmek gerektiğine inanıyorum.
Kitlelerle buluşmanın yolu
Bu makalenin yazarı da dahil, gazetemizin sayfalarında kimi yoldaşlar yazdı. Hareket olarak bizler uzunca bir süre sokaktan uzak durduk. Bunun nedeni, arkaladığımız birikimle 21.yy’ı anlayacak, kavrayacak yeni bir birikim oluşturmaktı. Bu anlamıyla da sokağın baskısını üzerimizde hissetmeden bunu tartıştık ve bu birikimi yukarıda vurguladığım gibi oluşturduk. Tabii ki uzunca bir süre bunu yaparken belki de hesaplayamadığımız bir sorunla bugün karşı karşıya geldik. Evet, bu süreçte bizler kimi örgütsel reflekslerimizi kaybettik. Şimdi tam da bunun sancısını yaşıyoruz. Yeniden bu refleksleri kazanmaya çalışıyoruz. Ve deyim uygunsa bocalıyoruz. Oysa bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada sosyalistlere/komünistlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Düne göre bugün sosyalistlerin/komünistlerin örgütlenmelerinin önünde çok daha avantajlı koşullar mevcut. Bu coğrafyada yaşananlar ve son süreçte Ortadoğu ülkelerinde yaşanan halk ayaklanmaları bize bunun ipuçlarını fazlasıyla veriyor. Tam da bu koşullarda sosyalistler/komünistler olarak yüzümüzü sokağa dönmeliyiz. Çünkü kitlelerle buluşmanın yolu sokaktan geçiyor.
Bunun için hepimizin birer propagandacı ve ajitatör gibi davranması gerekiyor. Kuşkusuz bu sabır isteyen bir iştir. Her ne kadar koşullar bizden yana olsa da bu hiç de kolay bir süreç değil. O nedenle sabırlı ve ısrarcı olmalıyız. Başkalarının düştüğü yanlışlara düşmemeliyiz. Evet, hiç mütevazi olmaya gerek yok. İdeolojik-teorik olarak doğru şeyler söylüyoruz. Ama bu yeterli değil. Çünkü doğru fikirler ancak başarılı bir propagandacının elinde canlı, yaşayan, ilgi uyandıran ve hedef kitleyi değiştirip/dönüştüren, görüş ufkunu açan bir araca dönüşebilir. İnsan kazanmada bire bir ilişki, sözlü iletişim dün olduğu gibi bugün de belirleyici yere sahiptir. Bu nedenle insanlarla bire bir ilişki kurmak ve bu ilişkiyi ısrarlı sürdürmek önemlidir. Bire bir ilişkide ya da propagandacının yapması gereken en önemli şey öncelikle karşısındakini dinlemek ve onu anlamaya çalışmaktır. Yani empati yapmayı becerebilmektir. Bu coğrafyada sıkça yapıldığı gibi karşısındakini dinlemeden sadece propaganda malzemesini mekanik biçimde karşısındaki insana aktarmak sonuç vermez, aksine hüsrana yol açar. Yine bu coğrafyada sıkça karşılaştığımız örneklerde olduğu üzere, dünyanın merkezine kendisini koyan ve daima kendisiyle ve kendi söyledikleriyle meşgul olan insanlar kendilerine bir sürü misyon biçseler bile sonuçta ne örgütçü ne de propagandacı olabilirler. Oysa bize örgütçü ve propagandacılar gerekli. Eğer partiyi sokakta örgütleyeceğiz diyorsak…
Tabii ki iyi bir örgütçü ve propagandacı doğrular konusunda karşısındakileri ikna edebilecek bilgi donanımına, onların sempati ve güvenini kazanacak içten ve dürüst bir tutuma sahip olabilmelidir. Yoksa büyük büyük laflar etmek, karşısındakine tepeden bakmak, her şeyi bilir havasında davranmak yarardan çok zarar verebilmektedir.
Örgütçülüğü ve propagandacılığı ya da devrimci bilgi ve deneyimi hiç kimse doğuştan edinmez. Bu gibi özellikler, mücadeleye yürekten inanan, tembellikten nefret eden, disiplini elden bırakmayan, kendini dönüştürmek için sürekli çaba sarf eden, bunun için emek sarf etmeyi, ter akıtmayı göze alan unsurlar tarafından edinilebilir ancak.
Örgütçü ve propagandacı, yaptığı işi ve karşısındaki insanı ciddiye alan kişidir. Bu nedenle her zaman önceden titizlikle hazırlanır. Bu ise sürekli araştırması ve okuması anlamına gelir. İyi bir örgütçü ve propagandacı için kulaktan dolma bilgiler yeterli değildir. Bu anlamıyla sürekli kendini yenilemelidir. Salt bunlar da değil; propaganda ve örgütlenme planlı ilişki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşımı gerektirir. Günübirlik ilişkilerle kotarılacak bir şey değildir. Yani planlanmış bir faaliyet temelinde ilişkide bulunulan insanların değişip dönüşmesine zaman tanımak ve bu konuda sabırlı davranmak gerekiyor. Çünkü hiç kimseyi bir günde değiştirip dönüştüremezsiniz. En doğru, en haklı ve en çarpıcı şeyleri söyleseniz bile, bunlar sabırlı ve uzun soluklu bir örgütsel yaklaşımla birleşmediği sürece hiçbir doğru fikir kendi başına mucizeler yaratamaz.
Mücadeleye kazanacağımız insanlar, örgütlenme ve propaganda çalışması yürütenlerin ağzından her çıkanı bir çırpıda kabullenecek ya da kavrayacak değiller. Zaten bu mümkün de değil. İnsanın doğası da bu değil. Unutmamak gerekir ki, daha işin başında en ufak bir dirençle ve karşı koyuşla karşılaşınca -kimilerinin bolca yaptığı gibi- hedef kitleye sırtını dönen bir kimse asla iyi bir örgütçü ve propagandacı olamaz. Karşısındakine zaman tanıyan, sabırla hareket eden, iletişimi koparmayan ve en önemlisi karşısındakine güven verenler partiye/örgütlü yapıya ciddi katkılarda bulunabilirler.
Sonuç olarak, bana göre ikinci ve önemli aşamada bulunuyoruz. Bu aşama hedeflediğimiz partinin kurulması aşaması. Ama bunu yaparken eğer gerçekten partiyi sokakta kurmak istiyorsak -ki bana göre yapmamız gereken şey tam da bu-, o zaman her birimizin iyi birer örgütçü ve propagandacı olmamız ve yüzümüzü sokağa dönmemiz gerekiyor. Makalenin girişinde de belirttim: Eğer partiyi sokakta kurmayacaksak bunun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur, benim açımdan.
***
“Devrimci örgüt yaşamsaldır”/T. Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
Uzunca bir süre sürdürdüğümüz tartışmalarla ideolojik-teorik zeminimizi oluşturan ve “biz”im olan “21. yy. da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu”nu ortaya çıkardık. Buradan kalkış yaparak Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’nin (ÖSP) programını hazırladık. Bir süredir de program ve tüzük tartışmalarımız devam ediyor. Şimdi 6 – 7 Ağustos toplantısıyla program ve tüzüğe son şeklini vereceğiz. Ve önümüzdeki günlerde partinin resmen kuruluşunu ilan edeceğiz.
Partinin resmen kuruluşunun ilanıyla ÖSP olarak; kendi bakışımızı, stratejik yönelimlerimizi, tercihlerimizi ve önceliklerimizi kitleler nezdinde ortaya koymuş olacağız. Kuşkusuz bu önemli. Ama bu süreçte biz kendi sorunlarımızı ve önceliklerimizi biliyoruz. Kendi önceliklerimizi ve sorunlarımızı biliyorsak, güç ve enerjimizi de buna göre dizayn etmeliyiz. Evet, şu an bizim için öncelikli ve tayin edici olan sosyalist/komünist bir örgüt/parti yaratma sorunudur. Daha anlaşılır şekilde ifade etmek gerekirse, bugün bizim için en öncelikli sorun var olan örgütsel yapımızı güçlendirmek, pekiştirmek, geliştirmek ve politik çalışmalarımızın birleştirici ve sürükleyici ekseni haline getirmektir. Dikkatimizi ve enerjimizi burada yoğunlaştırmaktır. Bunu öncelikli görevimiz olarak algılamalıyız. Bunu öncelikli görev olarak algılamak, genel politik çalışmalarımızı zayıflatan değil, tam tersine bu alandaki her başarı daha başarılı bir politik çalışmanın güvencesidir.
Evet, önümüzdeki toplantıyla program ve tüzüğümüz bir netlik kazanacaktır. Böylece bakış acımız, stratejik yönelimlerimiz belirlenecektir. Bu belirlemeler aynı zamanda geçmiş deneyimlerden gereken dersleri çıkarmış ve o derslerin öğretici sonuçları olarak kendi yönelimimizin bir parçası haline getirmiş olacağız. Bu güne kadar gerçekleştirdiğimiz ideolojik-teorik tartışmalar ve bunun sonucunda çıkardığımız tarihsel dersler bize göstermiştir ki; ideolojik tutarlılığın sürdürüldüğü, devrimci irade ve ısrar korunduğu müddetçe, pratikte karşımıza çıkan her sorun er ya da geç çözüme ulaşır. Bunun en somut örneği yine tarihsel olarak Bolşevik deneyimidir. Ve bu deneyim bize yol göstermeye devam ediyor. Tabii ki somut tarihsel deneylerin yol göstericiliğinin yanı sıra bir de yaşanan süreç var. Uzunca bir süredir gerek üzerinde yaşadığımız coğrafya da gerekse bir bütün olarak dünyada, ideolojik olarak savrulma, bunun doğal sonucu olarak moral çözülmesi yaşanıyor. Ama son yıllarda ki kimi gelişmelerle bu durumda bir toparlanma görmek mümkün. Yine de örgütsel sorunda hala bir bütün olarak kimi problemlerle yüz yüzeyiz. Toplumsal ve bireysel yabancılaşma salt tek tek bireyleri değil, onların oluşturduğu örgütsel yapıları da dumura uğratmıştır. Bunun sonucu olarak da uzunca bir süredir, örgütsel yapılardan kaçış, var olan örgütsel yapıları küçümseme, bunun alternatifi olarak bireyselleşmeyi yüceltme vb. sorunlar yaşanmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, yönelimlerimiz, stratejik hedeflerimiz mevcut. Ama hem içerisinde yaşadığımız toplum, hem de tek tek bireyler daha tanımlı ve pratik başarılar görmek istiyorlar. Eğer böylesi bir durum söz konusu değilse, bırakın tek tek bireylerin, kitlelerin sizinle ilişkiye geçmesini, var olan ilişkilerinizde bile bir kopma ve uzaklaşma gündeme geliyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ben kendi adıma kısa vade de kimi politik kazanımları kendi içinde çok anlamlı bulmuyorum. Çünkü bir örgüt/parti olarak ideolojik bakış acınızla, tutarlı ve net kimliğinizle bunu ulusal/sınıfsal bir çalışma ekseninde ete-kemiğe büründürmemişseniz hiçbir anlamı yoktur. Ancak böyle yapabilirseniz siyasal mücadelede iddialı bir konum elde edebilirsiniz. Bunun dışında yapacağınız her şey kendi içinde ve kısa vadeli olarak aldatıcı, yanıltıcı ve yalnızca görüntüdür. Bu hem bireyler hem de örgütsel yapılar için geçerlidir. Ve tam da böylesi bir durum bize Bernstein’ın “Hareket her şeydir, nihai hedef hiçbir şey” sözünü hatırlatır ki, bu da problemli bir durumdur.
Gerek devrimci, sosyalist/komünist hareket içerisinde gerekse kendi çevremizde de bu anlayışta olan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu tür insanlar, gündelik olarak bir yerlere koşuşturur, her yerde varmış bir şeyler yapıyormuş gibi görünürler, bolca teorik lafazanlık yaparlar. Ama gerçekte sonuç hiçbir şeydir. Çünkü bu tür insanların stratejik doğrultuları yoktur. Planlı ve programlı çalışmazlar. İdeolojik – teorik bir şeyler ezberlemişlerdir ve bütün malzemeleri odur. Bunların kendilerini yenileme, geliştirme diye dertleri yoktur. Kavranması gereken halkayı kavramamışlardır. Halkımızın sıkça kullandığı “Nerede hareket orada bereket” sözü tam da bu tür insanları tarif ediyor. Oysa ki bir sosyalist/komünist hareket acısından bu tür insanlarla varılacak, elle tutulacak hiçbir yer ve sonuç yoktur.
Sosyalist/komünist mücadele özellikle üzerinde yaşadığımız coğrafyada büyük bir sabır, özveri ve uzun soluk gerektirir. Bazen yıllarca emek sarf edeceksiniz, çalışacaksınız ve buna rağmen belki de bunun elle tutulur somut bir maddi karşılığı olmayacak. Buna rağmen bir devrimci, sosyalist/komünist olarak siz çalışma iradesi göstereceksiniz. Tabii ki bu herkesin yapabileceği bir şey değil. Eğer iyi gözlemlersek bu konuda kendi çevremizde de örnekler görebiliriz. Bu tür insanlar şu veya bu şekilde bazen heyecanlı “çıkış”lar yapıyorlar ve bir süre sonra geri çekiliyorlar. Aslında bu soluksuzluğun tipik bir yansımasıdır. Bu tür insanlar kendi iddiasızlıklarını, soluksuzluklarını, ısrarsızlıklarını örtbas etmek için ise onlarca neden sıralarlar. Ya başka insanları günah keçisi ilan edip kendini onun üzerinden haklı göstermeye çalışırlar. Ya alınan karar doğrultusunda yapılacak eyleme katılmayarak, eylemin ne kadar cılız katılımlı olduğu üzerinden kendilerini haklı gösterirler. Ya da ne çıkarılan yayını okurlar, ne yayın dağıtımını yaparlar, ama birileri üzerinden kendilerini haklı çıkarmanın teorisini çok iyi yaparlar.
Aslında soluk doğru çizgide ısrar anlamına gelir. Stratejik hedeflerini, tercihlerini gözetme anlamına gelir. Elbette bu koşullarda işimiz kolay değil. Örgüt/parti yaratma anlamında ciddi biçimde zorlanıyoruz/zorlanacağız. Ve zaten bizzat yaşayarak sosyalist/komünist bir örgütü yaratmanın, büyütmenin ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Örgütsel aidiyet, örgütsel bilinç dumura uğramış ve zayıflamış durumda. Bunu her yerde görmek mümkün. Diğer taraftan içerisinden geçtiğimiz süreç sosyalist/komünistler açısından önemli veriler sunuyor. Bunu görmek ve ona göre konumlanmak düne göre daha fazla önem arz ediyor. Sürecin sunduğu veriler karşısında ciddi anlamda örgütsel savrulmalar yaşanıyor. Ama sürece ve onun sunduklarına yanıt vermenin yolu ise örgütlenmekten yani örgütten/partiden geçiyor. Bu nedenle de bugün için en önemli sorun örgüt sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bir bütün olarak ideolojik – teorik olarak kendini yenilemeyenler örgütsel olarak da zaaf yaşıyorlar. Biz iddialarımız doğrultusunda ideolojik – teorik yenilenmeyi gerçekleştirdiğimizi, 21. yy’ın örgüt/partisini yaratmaya talip olduğumuzu söylüyoruz. Ama pratikte hala 20. yy. örgüt ve örgütlenme yöntemleriyle yol almaya çalışıyoruz. Öncelikle bundan kurtulmalıyız. Ahbap-çavuş ilişkileriyle 21. yy’ın örgütünü yaratamayız. Örgütsel olarak hiçbir şey yapmayan, işi gücü başka insanlar üzerinden kendini var etme çabası taşıyor, bireylerle uğraşmak yerine yeni insanlara gitmeliyiz. Yeni halkalar yaratmalıyız. Bugüne kadar olan pratik göstermiştir ki, hiçbir iş yapmayan ama bol bol laf üreten kendisini iş yapıyormuş gibi lanse eden, kendine bunun üzerinden bir prim sağlamaya çalışan ve bunu başkalarını eleştirerek yapan insanlardan ‘ne köy ne de kasaba’ olur. Tabii ki burada bir diğer sorun kimi kadroların bu tür insanları ciddiye alması ve onların bu davranışlarına deyim uygunsa çanak tutmasıdır. Bu tür kadroların şöylesin bir kaygısı olabilir. Zaten yeterince örgütlü değiliz. Çevremizde bir avuç insan var. Onları da kaybetmeyelim. İşte tam da problem burada başlıyor. Çünkü bu tür insanlar yaratılan/yaratılmak istenen örgüt/partiye yarardan çok zarar veriyorlar. Bunlara harcanacak zaman bence boşa harcanmış zamandır. Bu tür insanlarla uğraşmak yerine yeni ilişkilere gitmek, yeni ilişkiler çıkarmak örgüt/parti açısından daha elzemdir. Bu böyle sürdüğü sürece de biz iddialarımız doğrultusunda 21. yy’ın örgüt/partisini yaratamayız.
Toparlayacak olursak; yukarıda da belirttiğimiz gibi 6 – 7 Ağustos toplantısında program ve tüzüğümüzü netleştireceğiz. Şimdi önümüzdeki evre örgüt ve devrimci pratik üzerine yoğunlaşmaktır. Çünkü mevcut stratejimizi hayata geçirmek örgüt/parti aracılığıyla ete-kemiğe bürünmekle ilintilidir. Coğrafyamızda devrimci, sosyalist/komünist kimliğin hızla tavsiye olduğu bu süreçte “Devrimci örgüt yaşamsaldır.” Çünkü devrimci kimliğin zemini devrimci örgüttür. Devrimci, sosyalist/komünist kimliği; devrimci, sosyalist/komünist bir ideolojinin ürünü olarak ancak böylesi bir örgüt koruyabilir. Bu anlamıyla da sorun bizim için çok daha önemli ve önceliklidir.
***
Sokağın yaratıcı ve öğretici gücü/T. Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
Sokak denince akla hep binler, milyonlar geliyor. Kuşkusuz bu önemli ama daha da önemlisi bunun bireyden başlaması. Yani, direnen kişinin durduğu, yaşadığı, eylediği ve düşündüğü zemini işgal edip denetlemesinden başlar.
Kürdistanlı komünistler olarak önümüzdeki günlerde program ve tüzüğümüze son şeklini vererek, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’ni kuracağız.
Uzunca bir süredir ideolojik ve teorik tartışmalarımızla oluşturduğumuz birikimimizi böylece somutlamış olacağız. Kuşku götürmez ki tartışmalarımız devam edecektir. Çünkü ideolojik – teorik tartışmalar bitirilmiş sonlandırılmış meseleler değildir. Tabii ki ideolojik – teorik birikim önemli. Ama bundan daha önemlisi bu birikim üzerine kuracağımız partiyi örgütleme sorunudur. Yani teşkilatlanma diye bir sorunumuz hala önümüzde duruyor. Bu sorun üzerine yoldaşlarımız gazete sayfalarında yazdı. Elimizde ki bu sayıda da S.Çiftyürek yoldaş bu konuda düşüncelerini yazdı. Ve görünen o ki daha yazılıp – çizilmeye devam edilecek. Kuşkusuz teşkilatlanma sorunu önemli. Ama sorun bununla bitmiyor. Biz artık kitleler nezdinde siyaset yapacağız. Hem de yerleşik siyasal yapıların uzunca bir süredir aşındığı, halkların haleti ruhi yelerinin sürekli bir saldırı tehdidiyle yönlendirilen bir korku siyaseti tarafından dumura uğratıldığı, denetlendiği günümüzde toplumu değiştirip – dönüştürmek adına siyaset yapacağız.
Öncelikle bir belirleme yapmak gerekirse; siyaset belli bir durumda, devletle kitleler arasında çatlak kabilinde bir mesafe yaratan ve evrensel bir iddiası olan yeni siyasal öznelerin ortaya çıkmasını sağlayan bir praksistir. Bu bağlamda, siyaset belli bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Hele günümüzde sorun Marksizm’in siyasal boyutunun – siyasal yaratıcılık ve hayal gücü yeteneğimizi tamamıyla seferber etmemizi gerektiren bir boyutunu – “yeniden aktive etme” meselesi iken. Çünkü uzunca bir süredir böyle bir siyasal hayal gücünü seferber etme konusunda bir bütün olarak devrimci, sosyalist ve komünist hareket başarısız bir konumda. Hatta tersinden muhafazakâr, sağ hareket bu konuda daha başarılı…
Evet, yukarıda da belirttik, siyaset devlete mesafe almaktan ibarettir. Çünkü devlet, özellikle de sözde sivil toplumla kaynaşmış olan ve adına demokratik devlet denilen toplumsal hayatın gittikçe daha fazla alanına nüfuz etmektedir. O nedenle siyaset devletle toplum arasında bir mesafe yaratılması gereken şeydir. Üstelik bu mesafenin yukarıda belirttiğimiz gibi devletin çatlakları içerisinde yaratılması gerekir. Bu da ancak devletten ayrı duran ve onun üzerinde baskı uygulayabilecek kolektiviteler oluşturmaktan geçer. Bunun yolu ise ancak sokaktan ve sokağın canlılığından geçiyor. Yani sokakta örgütlenecek eylemliliklerden ve bu yolla oluşturulacak çatlak kabilinde mesafeyi yaratmaktan geçiyor.
Oysa sokak denince akla hep binler, milyonlar geliyor. Kuşkusuz bu önemli ama daha da önemlisi bunun bireyden başlaması. Yani, direnen kişinin durduğu, yaşadığı, eylediği ve düşündüğü zemini işgal edip denetlemesinden başlar. Bunun için illaki milyonlarca insan gerekmez. Hatta binlerce insan bile gerekmeyebilir. Başlangıçta sadece birkaç insanda yeterli olabilir. Hatta sokakta kimi zaman direniş küçük gruplarla başlayabilir. Tamda sorun burada. Çünkü siyaset sanatı, bu tür direniş hücrelerini bir arada dokuyup ortak bir öznellik oluşturmaktan ibarettir. Bu ise ancak bireylerin, kitlelerin kendisiyle yüzleşmesi ve kendi müthiş gücünün farkına varmasıyla mümkündür. Bireyin, kitlelerin kendi gücünün farkına varmasının yolu ise sokaktan geçmektedir.
Çünkü sokak insanı özgürleştirir. İnsanı ve kitleleri isyana ve asiliğe teşvik eder. Onun kışkırtıcılığını ortaya koyar. Bugüne kadar yerkürenin her yerinde, baskı, otorite ve şiddetin olduğu her yerde sokak direnişin ve özgürlüğün simgesi olmuştur. Bundan sonra da öyle olacaktır.
Çünkü sokak umuttur. Kitlelerin umutlarının tükendiği anda hayallerin yeniden filizlendiği ayaklandığı yerdir. Duyarsızlığın, tepkisizliğin hatta suskunluğun aşıldığı aydınlık ve ışığın ortaya çıktığı, özcesi başkaldırıdır sokak. Yani bireyin, kitlelerin artık bende – bizde varız dediği yerdir sokak.
Sokak değişimdir. Çünkü her türlü statükoya, egemenlik ilişkisine karşı sessiz yığınların yıkıcı gücünün ortaya çıktığı ve reddetmenin adıdır sokak. Her şey bitti dendiği anda sokak yeni bir başlangıçtır. Çünkü sokak bireylerin, kitlelerin ruhlarının silahlandığı yerdir.
Sokak kaostur. Standard ve tekdüze olan her şeyi reddeder. Tıpkı hayat gibi… Yani kaosun yaratıcı zenginliğiyle hayatın gökkuşağını oluşturur. Var olan canlılığıyla hayatı yeniden anlamlandırır.
Hayatın, değişimin manifestosu sokakta yazılır. Başkaldırı ve isyan sokakta örülür. Bu bağlamda sokak başkaldırı ve isyandır.
İşte bu ve benzeri meziyetlerinden dolayı egemenler tarihin her döneminde sokaktan ve onun gücünden korkmuşlardır/korkuyorlar. Ve bu yüzden yine egemenler tarih boyunca sokağı kontrol etmek, sokakta tahakküm ve hâkimiyet kurmak için her yönteme başvurmuşlardır/vuruyorlar. Bir biçimde sokağı işgal edip, sokaktaki yaşamı terörize ediyorlar. Hatta uzunca bir süredir kentsel mekân dokusunu tümüyle değiştirerek (dikkat edilirse artık kentlerde daracık sokaklar yerine daha geniş ve düz bulvarlar oluşturuluyor) sokağın bu isyankâr ruhunu öldürmeye çalışıyorlar. Bütün bu uğraşlara rağmen egemenlerin onca çabaları sonuç vermemiştir/vermez de. Dün olduğu gibi bugünde sokaklar barikatlarla o derin kardeşliğini sürdürmeye devam ediyor/edecektir. Çünkü dün olduğu gibi bugünde sokaklar egemen olanların değil, muktedir olanların dans ettiği yerler olmaya devam ediyor. Çünkü sokak hala o yaratıcı gücüyle öğretiyor, öğretmeye devam ediyor.
İşte tam da bu süreçte, biz Kürdistanlı komünistler olarak Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’ni kurma çalışmalarını sürdürürken sokağın bu yaratıcı, öğretici gücünü sürekli hafızalarımızda tazeleyerek, siyasi kampanyalar, etkinlikler ve eylemliliklerle partiyi sokakta örgütlemeli ve kurmalıyız.
***
Aslolan komünist bir hareket yaratmaktır
T.Atmaca
Bir komünist hareket yaratmasında olan bizler öncelikle unutmamamız gereken; bizler halkın önce öğrencisi, sonra öğretmenleriyiz.
Mezopotamya Sosyalist Parti Girişimi olarak yola çıkarken;
“ * Bu coğrafyada bir kez daha yeniden dağıtmak/çürütmek üzere toparlanmayı hedeflemiyor.
* İşçi-emekçi halkta ve kadrolarda; siyasal, toplumsal, kültürel yaşamda az çok karşılığı yani kazanımları olmayan yeni yorgunluklara, enerji boşalımına neden olacak bir yürüyüşe kalkmak istemiyor.
* Organik birlikte sonuçlanmayacak bir hareket/partiye enerji taşımayı hedeflemiyor.
* İşçilerin, emekçilerin, gençliğin ve halkların sosyal, kültürel, siyasal yaşamlarını devrimci hedeflere bağlı olarak değiştiren, dönüştüren bir hareket/parti olmada iddiası ve hedefi olmayan; sadece düşünen, araştıran, tartışan bir partiyi hiç mi hiç kurmayı hedeflemiyor.
* Tıkanacak, bürokratikleşecek ve kendini tekrarlayarak işlevsizleşecek olan bir örgüte, partiye bugünden zihin haritasında yer vermeyi düşünmüyor. “ vb. noktalardan hareketle Kürdistanlı komünistler olarak ilk adımda parti değil yeni bir hareketin yaratılmasını görev olarak belirledik. Ve ancak yeni bir hareket üzerinden yeni bir partinin yaratılabileceği tespitini yaptık. Bu ve benzeri tespitlerle yeni bir hareket yaratma yolunda birçok sorunu tartıştık ve Kürdistanlı Komünistlerin Manifestosu diyebileceğimiz politik bildirgeyi kaleme alarak tartışıp sonuçlandırdık. Politik bildirgenin sonuçlanmasıyla denilebilir ki hareket aşamasına adım attık.
Politik bildirgeyle birlikte 21.yy. örgüt ve örgütlenme pratiğinin hiç kuşkusuz 20.yy.’dan farklı gelişeceğini öngördük. Tabii ki bunları ön görürken 20.yy.’a damgasını vuran Bolşevik örgütlenmeyi yok saymadık. Tam tersine “tarihten ders çıkarmak” gerektiğini bilerek, onu yok saymadan taş üstüne taş koymak gerektiği tespitini yaptık. “Lenin, Marx’a nasıl yaklaşmışsa biz de Lenin’e öyle yaklaşacağız” diyerek, “ileriye doğru atılan pratik adım, her gerçek ilerleme bir düzine programdan daha önemlidir” vurgusunun politik hareket olma mücadelesinde kılavuzumuz olacağını belirttik.
Kuşkusuz tüm dünya komünist hareketinin olduğu gibi Kürdistanlı komünistler olarak bizim de en önemli sorunlarımızın başında gelen örgüt ve örgütlenme meselesidir. Adeta büyük yenilgi yıllarının içinden geçiyoruz. Bütün dünyada ve üzerinde yaşadığımız coğrafyada olumsuz bir süreçten geçiyoruz. Tabii ki bu süreçte ne kadar az zayiat verirsek geleceği kurma konusunda o kadar avantajlı oluruz. Yaşanılan örgütsel kriz ve açmazlar sadece bize, Kürdistanlı komünistlere özgü bir durum değil. Yukarda belirttiğimiz gibi dünya komünist hareketinin yüz yüze olduğu bir durum ve biz de o bütünün bir parçasıyız. Yaşanılan örgütsel kriz ve gerilemenin teorik arka planının kavranması gerekiyor. Biz bunu kavrama çabası göstererek bir politik bildirge kaleme aldık ve sonuçlandırdık. Çünkü bu yapılmadan öznel ve nesnel nedenleri anlamak ve sonuçlar çıkarmak oldukça zordu. Zordur; çünkü değişen, dönüşen dünyanın sorunlarını anlayıp kavramak ve bu doğrultuda devrimci çözümler üretmek, devrimcilik ve geleceği kurmak açısından önemlidir.
Bugün artık, kuru ajitasyon ve propagandayla, ahbap-çavuş, kafa-kol ilişkisiyle büyüyüp gelişmek değil, yaşamı bir bütün olarak düşünüp, bilimsel çıkarsamalarla politika yapmak gerekiyor. Bu doğrultuda öğretmenlerden öğrenmeye ihtiyacımız var, yaklaşımı esas alınarak bol bol okumalıyız. Yeni bir hareket ve mücadelenin niteliğini geliştirmek buna bağlı. Halkın öğretmeni olan örgüt mühendislerinin de, halktan öğreneceği şeyler var, bilinciyle davranmamız gerekiyor. Toplumun öncülüğüne soyunmuş devrimci kadroların toplum içerisindeki tutum ve davranışları oldukça önemlidir. Bu konuda Kürdistan’da sosyalizm mücadelesine gönül veren devrimci kadrolar büyük bir görev ve hassasiyetle yüz yüzedirler.
MESOP girişimi olarak uzun zamandır pratik-politik faaliyetlerden koptuk. Daha çok ideolojik teorik sorunlarla uğraştık. Ve bu uğraşımızı politik bildirgeyle sonlandırdık. Ama bu süreçte kabul edilir ki kimi örgütsel reflekslerimizi de kaybettik. Oysa, politik bildirgenin sonlanmasıyla yeni bir hareket yaratmaya soyunduk. O zaman örgütsel reflekslerimizi yeniden kazanmalıyız. Tabii ki bu o kadar kolay olmayacak. Ama hiç zaman kaybetmeden önümüzdeki süreçte ağırlıklı olarak pratik faaliyetlere yönümüzü dönmek, gelişmelere karşı tutum almak, Newroz, 1 Mayıs, 6 Mayıs, 13 Mart, Halepçe… vb özel günlerde pratik aktiviteyi tırmandırarak, hareketimizin temel şiarlarını amblem ve sembollerimizi öne çıkarmalıyız.
Kapitalizm bugün gelmiş olduğu aşama itibarı ile bir dünya sistemi durumunda. Kapitalist sistemin gelmiş olduğu bu aşama, kendi tarihsel fiziksel sınırlarına dayandığı gibi, aynı zamanda kendisiyle birlikte tüm toplumsal yapıyı da tepeden tırnağa bir bütün olarak kurumlarıyla, tek tek bireyleriyle krize sürükleyip toplumsal çözülmeyi ve dejenerasyonu tırmandırıyor. Ulus devletten siyasal partilere, sendikalardan sivil toplum kuruluşlarına, çekirdek aileden bireye kadar bir çözülme ve etkisizleşme söz konusudur. Bu denli büyük ve kapsamlı sorunlarla yüz yüzeyiz. Bu ve benzeri çaplı sorunların üstesinden gelmek her yönüyle güçlü bir Komünist hareket yaratmaktan geçiyor. Bugün önümüzdeki görev bu.
Evet, insanlık, bugün yeryüzünü bir bolluk toplumuna dönüştürecek olanaklara sahip. Bizce gerçek insanlık tarihinin başlayacağı eşitlikçi ve özgür bir dünyaya adım atmanın maddi teknik temeli, bu temel ve araçların kapitalist karakterine rağmen gelişiyor. Bu “rağmen” notu bir parantez açmamızı gerekli kılıyor.
Bugün sosyalist cephede de yaygın bir anlayış, üretim güçlerinin kapitalizm altındaki gelişmesinin bir eşitlik ve özgürlük düzeninin, maddi ve toplumsal temelini olgunlaştırdığı biçimindedir. Bu temelin sınırlarını bilerek temkinli yaklaşmak gerekiyor. Çünkü kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler, bu sömürü düzeninin damgasını her yönüyle taşıyor. Mevcut gelişmenin yönü, içeriği ve yarattığı ilişkiler en başta mevcut düzenin kendini sürdürmesi hedefine bağlanmış durumda. Burjuva toplumun yasalarını, tarih içinde oluşmuş ilişkiler olarak doğru bir biçimde kavramak, “bize bu sistemin ardında yatan tarihi, geçmişi aydınlatan temel denklemleri”, aynı zamanda üretimin var olan koşullarının kendilerini ortadan kaldıracakları yeni bir toplumsal aşamasının tarihi ön varsayımları olduğu bilgisini verir.(Marx- Grundrisse) Ancak, kabul edilir ki, bilgi kendi kendine harekete geçen, sonuçlar üreten ve değiştiren bir güç değildir. Bu nedenle, üretici güçlerin kapitalizm çerçevesindeki gelişmesi, bizi hiçbir zaman kendiliğinden eşit ve özgür bir topluma götürmeyecektir. Çünkü, ürünlerin niteliği, üretim teknolojisi ve ilişkileri, bunlara temel oluşturan mülkiyet ve hükmetme ilişkileri, toplumsal gereksinmelerin eşitlikçi ve özgürleştirici biçimde karşılanmasını engelliyor. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeyle birlikte, teknolojik olanakların bolluk ve zenginlik yaratacak biçimde değerlendirilmesi, insanlığın hizmetine sunulması hiç kuşku yok ki, kapitalizm altında olanaksızdır. Tam tersine devasa kaynaklar israf ediliyor. İnsan – doğa ilişkisini sağlıklı bir temele kavuşturma ve insan gereksinmelerini karşılama yönünde değerlendirilmiyor.
Kısaca, kapitalizmde var olan biçimiyle teknolojik ilerleme, devrimci bir kopuş olmadıkça insanlık açısından, saldırganlığa, köleleştirmeye, vb.; insana hizmet ettiğinden daha çok hizmet etmektedir. Sonuçta kapitalizm en başta en önemli üretici güç olan insanı yoksullaştırıyor. Yarattığı olanak ve zenginliklerin kullanılmasında, sonuçlarından yararlanmada sınıflar ve ülkeler düzeyinde dehşet verici bir eşitsizlik üretiyor.
Bütün bu sonuçlardan bakıldığında; insan, toplumsallık, toplumsal değer ve kazanımlar ölçü alındığında, bugün egemen olan ilerleme değil, tam anlamıyla gerilemedir. Çünkü kapitalizm altında teknolojik yenilikler her zaman ilerleme anlamına gelmemektedir. Bilinir, teknoloji; hatta bilim yansız değildir. Bunlar bugün için kapitalizm tarafından belirlenen tarihsel olgulardır. Yukarıda belirtildiği gibi tüm olgular bugün kapitalizmin “tarihsel ve fiziksel sınırları” na dayandığını göstermektedir.
Ancak, günümüzde insan, kendi yaşam ve geleceği üzerinde söz ve hak sahibi değil. Yaratıcı yeteneğini, gizil gücünü harekete geçiremiyor, kendisini gerçekleştiremiyor. Yazgısını, yaşamını eline alamıyor. Daha da önemlisi, bu istek, bu arayış hem tek tek bireyler, hem de toplumsal düzeyde giderek zayıflıyor. İşte bugünkü insan sorununun kritik noktası budur. Bu durumda bu gidişe karşı çıkmak, her şeyden önce insan olmanın gereğidir.
İnsan olmak, insan olmanın koşullarına ulaşabilmek için, bu dünyayı tüm yaşam ilişkileriyle değiştirmek ve dönüştürmek gerekiyor. Bunun için ise, son çözümlemede tek tek kişisel “isyan” ların yetmediği ortada. Emperyalist – kapitalist sistem, görülmemiş yıkıcılıktaki silahları, askeri, siyasal, parasal gücü, saldırgan, bencil ve fetişleştirilmiş ideolojisi ile bu dünyadan insani ve evrensel bir “yeni” nin çıkmasını önlemek için insanın elinden özgürleşme ve değiştirme hakkını almayı öncelikli görev olarak belirlemiştir. Bunu tüm olanaklarıyla yapmaktadır. Öyle ki, kendisine biat eden kimi eski sosyalistleri bile buna ikna etmiştir. Bunlar bile bu kadar güçlü bir yapı karşısında ne yapılabilir ki deme noktasına gelmişlerdir. Ve her gün her saat bunun propagandasını yapıyorlar. Yani, baskı ve yaptırımlarla insan böcekleştirilmiştir.
Buraya kadar söylenenlerden çıkarılması gereken sonuç; buradan çıkışın yolu örgütlenmek ve mücadele etmekten geçiyor.
Örgüt ve örgütlülük
Bizim “örgüt” kavramıyla ifade ettiğimiz, Batı dillerindeki “organizasyon”, sözcüğü “organ” kökünden gelmektedir.
Aynı kökten türeyen, organik kavramı, yaşayan bir organizmanın ayrılmaz parçası olmayı, parçaların birbirine karşılıklı olarak bağımlı ve doğal biçimde bağlı olduğu canlı bütünselliği anlatıyor. Organizma, canlı varlığı oluşturan organların tümü, toplamı oluyor. Organizma, parçalara bütüne katılmaktan kaynaklanan bir yaşamsallık, canlılık veren karmaşık bir bütünselliktir.
Örgütlenmek (organize etmek) , belli amaç ve işler için, her parçanın, her öğenin özel bir işlev ya da ilişkiye sahip olduğu yapı oluşturmak. Oluşturulan yapının tüm öğelerinin uyumlu eşgüdümlü bir düzen ve bütünlük içinde hareket etmesini sağlamaktır.
Örgüt ( organizasyon) ise örgütlülük durumu ya da örgütlenme sürecidir. Düzenli, sistemli bir yapıdır. Tekil öğe ve hareketlerin bir plan ve eşgüdümle düzene sokulduğu uyumlu birliktir. Sonuç olarak; bir amaç için, bir üretim, bir “iş” yapmak, bir sonuç elde etmek için bir araya gelen insanların oluşturduğu, belli bir yapısı, belli kuralları olan her birim bu çerçevede örgüttür. Böyle baktığımızda aslında hepimiz doğumdan ölüme kadar yaşamlarımızın her kesitinde bir örgütlülük içerisinde yer alıyoruz. Her ne kadar örgütlülük yanlış ve korkulacak bir durum olarak gösterilse de. Üretimden eğitime, tüketimden eğlenceye, evlilikten iş ilişkilerine, çocuk yetiştirmekten emekliliğe, vb. belli ilişkiler demetine, belirlenmiş işlevlere, tanımlanmış davranış kalıplarına, az çok belli kurallara bağlandığı örgütlü bir dünya da yaşıyoruz. Zaten modern toplum tepeden tırnağa örgütlüdür.
Örgütlenme, eğer bir sokak ya da mahalle düzeyinde bir örgütlülüğün ötesinde bir büyüklükten söz edecek olursak, bir yapı oluşturma, yapılaşma işidir. Yapılaşma, şu ya da bu ölçüde bağımsız öğe ve bölümleri bir araya getirme, aralarında karşılıklı ilişki ve eşgüdüm olan yeni bir bütün inşa etme kurma eylemidir. Örgüt bir yapıdır. Birimleri, organları, bölümleri olan bir yapı. Yapı yoksa, örgüt de yoktur. Sonuç itibariyle; toplumsal hareketle organik bağ kurmayan, kendisi aynı zamanda “hareket” olmayan, durumları ilişkileri değiştirecek gerçek maddi gücü, devinimi göstermeyen bir örgüt hiçbir şeydir.
Buraya kadar yazılanları toparlarsak; devrimci örgüt kendini oluştururken bugünün zorunluluk ve gereksinmeleri ile birlikte, varmak istediği hedefi de gözeten bir yol izlemek durumundadır. Hedefe varmak için bugün zorunlu olarak kurduğumuz ilişki ve araçların amaçla ne kadar uygunluk içinde oldukları önemsiz bir ayrıntı değildir. Amaca uygun ilişkiler bugünden kurulmadığı, var edilmediği zaman, araçlara teslimiyet yalnız teorik olarak değil, pratik olarak da amaçtan uzaklaşmak anlamına gelecektir. Bu coğrafyanın tarihi, yabancılaşmanın örgütsel pratiklerde de üretildiği sayısız örnekle doludur.
Birey, Örgüt ve Örgüt Bilinci
İnsan, bilinçli ve toplumsal bir varlıktır. Tarih boyunca toplumsal faaliyetinden edindiği bilgiyi bilince çıkaran insan, doğayı kavrama ve değiştirme amacıyla gerçekleştirdiği çalışma sonucu, emeği ile kendini ve doğayı üretmiş, değiştirmiştir.
Birey ile toplum arasındaki ilişki ve “çelişkilerin” bu bağlamda ele alınması gerektiği ve bireyin bilincinin mevcut koşullarca belirlendiği açıktır, idealistler, insanın toplumsal ilişkilerin toplamı olduğu gerçekliğini reddettiklerinden; bireyi içinde yaşadığı toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullardan soyut ele alırlar. Bu yanılgı, bireyi merkeze oturtan ve doğa ile ilişkilerinde kendiliğinden bir birliği ve uyumu varsayan anlayışa götürür. Şurası bir gerçek ki, birey toplumsal ilişkileriyle var olur ve bireyin toplumla olan uyuşmazlıkları geçicidir. Birey tek başına yaşayamayacağına göre, birey ile toplum arasında değil, ancak toplumun bir kesimi ile diğeri arasındaki çıkar çatışmalarından veya uzlaşmazlıklardan söz edebiliriz.
Ne var ki, bugün içerisinde yaşadığımız toplumda birey, bireysellik, vb kavramların sıkça ve bireyi, bireyselliği övücü, öne çıkarıcı bir tarzda kullanıldığını, kişilik hakları, kişisel çıkarları vb. formülasyonların şekilsiz ve sübjektif yorumlanmasına; insanların davranışlarına da esasta bu yaklaşımın yön verdiğini gözlemlemekteyiz. Bireyin, kendi çıkarları ile toplumun çıkarlarını karşı karşıya koyması, diyalektik ve tarihsel materyalizme aykırıdır. Bunları birbirinden kopuk ele alması, öznelci idealist düşünce sistematiği ile hareket etmesi aslında yadırganacak bir durum da değildir. Bilimsel olmayan bu bakış açısı toplumdaki hakim sınıfların ideolojisinden bağımsız ele alınamaz.
Elbette bireyleri birbirinden farklı kılan ruhsal ve bilinçsel özellikler; yani farklı kişilikler olacaktır. Ancak bunlar da yine bireyi çevreleyen toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullarca belirlenir. Sınıflı toplumlarda, konumlanışları itibariyle sınıfsal çıkarlar kişiliklerin belirlenmesinde etkendir. Buna bağlı olarak burjuva kişilik ve buna karşılık gelen proleter kişilik gibi kişilik tiplemeleri ortaya çıkacaktır. Burada da toplumsallığın yadsınamazlığı ile karşı karşıyayız.
Günlük yaşamda çok sıkça duyduğumuz , “ben”, “benim”, “benim kişiliğim”, “benim çıkarlarım” vb. şatafatlı sözlerde somutlaşan bireyi üstün tutan bu bireyci dünya görüşünün ortaya çıkışı aslında özel mülkiyete ve sınıflı toplumun ortaya çıkmasına dayansa da, kapitalist toplumda bireyciliğin en gelişmiş ve keskin halini aldığı, burjuvazinin, olmazsa olmazı olduğunun bilinciyle benimseyip topluma hakim kıldığı bir gerçekliktir.
Günümüzde hakim burjuva ideolojinin etkisiyle böyle şekillenen ve bireyciliğin iliklerine kadar işlendiği insan; kendisini her şeyin merkezine koymakta ve ben merkezci bakışıyla mevcut sorunların çözümüne de gerçekçi yaklaşımlar sunamamaktadır.
Toplumsal pratik içerisinde karşılaşılan sorunlar; mevcut duruma tepkiler, insanları kendiliğinden bir mücadeleye yöneltmekte, fakat bireysel çaba ve davranışları ile esasta sonuç alamayan birey; ya mevcut durumu kabullenme, ya da bireysel kahramanlıklar yapma pratiğine girişmektedir. Toplumsal sorunlara bu çerçevede bakış, gerçek çözümü asla getirmemiştir/getirmeyecektir. İnsanın yine pratiği içerisinde edindiği kendiliğinden bilincin, onu ortak sorunlara karşı ortak mücadele noktasına getirdiği de bir gerçektir. Bu, tek başına sorunun altından kalkamayacağının bilincine varan insanın “birlikten güç doğar”, “bir elin nesi var, iki elin sesi var” vb. sözlerle ifade olunan kendiliğinden bilinçtir. Kendiliğinden bilinç diyoruz. Çünkü halk arasında sıkça kullanılan bu sözlerin kolektife doğru atılan bir adım olma noktasındaki ileri yönü bir yana özünde, yine bireyin kendi sorununu çözme kaygısından kaynaklı ihtiyaç duyduğu nicelik güç vardır. Özünde kolektivizm değil, bireysellik vardır. Sorunların özü görülmemiş, sınıf bilincine erişilmemiş, ancak tek başına çözüme gidilmeyeceği bilgisine varılmıştır. Öyleyse halkın kendiliğinden vardığı bu bilgiyi sınıf bilincine sıçratmak, “birlikten güç doğar” anlayışının ilerici yönünü geliştirmek çelikleştirmek; bireyselliği, bireyciliği kolektife dönüştürmek gerekmektedir.
Yola düşmüş büyük bir kaya parçasını tek başına kaldıramayan bir insanın, bu kayayı kaldırmak isteyen bir grup insanla bir araya gelmesi dahi bir çeşit örgütlülüktür. Yukarıda da belirtildiği gibi örgütün ihtiyaçtan doğduğu genel bir doğrudur. Ancak ihtiyacın bilgisine varılması ve örgütlenme gereğine vurgu yapılması yetmez. Esasında, birey-toplum ve birey-örgüt ilişkisini nasıl kurduğumuz ve örgüte hangi bilinçle yaklaştığımız önemlidir.
Örneğin; kapitalizmle birlikte açlık ve sefalet içindeki yaşamları, işçilere patrona karşı mücadele gereğini dayatmış ve işçileri yaşamlarını bir nebze de olsun iyileştirebilmek için, “ücretlerini artırma” mücadelesine, ekonomik mücadeleye yönelmiştir.
Kendiliğinden bilinçle oluşturulan bu tür örgütlenmelerle, bireyin toplumsal gerçekliği bilince çıkardığını ve gerçek çözüm aracına kavuştuğunu söylemek imkansızdır. Sınıf bilinçli işçinin örgütleneceği yer, kendi siyasal partisi yani komünist partisi saflarıdır. Kuşkusuz sendikal mücadeleye bakışı, sınıf sendikacılığı olacaktır/olmalıdır. Dolayısıyla burjuvazinin, işçi sınıfı içerisindeki kolu diyebileceğimiz, mücadeleyi ekonomik mücadele ile sınırlayan anlayışları yüceltmesi; kendiliğinden bilincin sınıf bilincine dönüşmesinin önüne tüm gücü ile engel olmaya çalışması ve bireyciliği, “bireyselliği” sürekli şırınga etmesi doğal ve kaçınılmazdır.
Kapitalist sistemde mevcut egemen sınıflar, genel olarak işçi ve emekçilere elbette ki bireyci bakış açısını aşılamaya; beyinlerini bu bakış açısıyla dumura uğratmaya çalışacaklardır. Bir sürü nedenden ötürü bireyciliğin atbaşı gittiği bu coğrafyada birey ile örgüt arasındaki ilişkiyi birey ekseninde kurgulamanın tehlikesini görmek ve göstermek, örgütü salt “bireyler” toplamı, bir nicelik olarak görme anlayışını mahkum etmek; sınıf savaşımı gerçekliğinde örgüt bilincinin önemini bilince çıkarmak zorunludur.
Kabul edilir ki her örgüt, bir çeşit irade ve eylem birliğidir. Sınıflı toplumlarda var olan her örgütün bir sınıfın damgasını taşıyacağı; irade ile belirlenen rotasının bir sınıfa hizmet edeceği ve bununla bağıntılı olarak son tahlilde ilerici veya gerici olacağı açıktır. İrade ve eylem birliği olan örgütün, hangi nitelikte olursa olsun, şu veya bu biçimde/düzeyde demokratik merkeziyetçilik ilkesi ile işlemesi, örgüt için varlık-yokluk meselesidir. Ancak bu güne kadar bu coğrafyada var olan örgütlenmelerin her biri bunu savunuyor olsalar da pratikte hepsinde merkeziyetçilik ağır basmıştır. Burada bir parantez açmak gerekirse; bu anlayıştan yola çıkan Kürdistanlı komünistler olarak bizler bunu dengelemek için “yerelin merkezileşmesi” perspektifini benimsedik. “Yerelin merkezileşmesi” nden kastımız, her yerel kendisini bir merkez gibi hissedecektir. Kuşkusuz bu, merkezi yok saymak değildir. Elbette bir merkez olacaktır. Ama bu 20.yy. örgütlenmelerinde olduğu gibi her şeye kadir bir merkez olmayacaktır. Yani, demokratik merkeziyetçilik ilkesinin gerçekten yaşam bulmasının ön koşulu “yerelin merkezileşmesi” diye düşünüyorum.
“Örgüt, tek tek bireylerden oluşurken, asla salt bir bireyler toplamı değildir”, şeklindeki yaklaşımımızın örgütsel plandaki yansıması da kuşkusuz bu ilke ile olacaktır. En basit haliyle, acıkan ve yemek yemek isteyen insanların bu amaçla oluşturduğu “örgütlenme” de dahi hangi yemeğin nasıl elde edilip yenileceğine, demokratik merkeziyetçilik ya da azınlığın çoğunluğu tabi olması ilkesi ile karar verilmesi, karar alıp uygulayabilmenin olmazsa olmaz koşuludur. Örgütün niteliği, eyleminin içeriği, örgütü şekillendiren ihtiyaca, örgütün üzerinde yükseldiği temele göre değişirken; demokratik merkeziyetçilik örgütlenme ilkesi sınıf mücadelesi tarihinde yine aynı bağıntıda, basitten karmaşığa yeni biçimler almış, Leninizm’le son şeklini almış, işleyişin gerektirdiği en mükemmel noktaya varmıştır.
“İrade ve eylem birliği” formülasyonundaki “bir”liğin iki yönü olduğunu görüyoruz; demokratiklik ve merkeziyetçilik. Burada demokratiklik, örgütteki bireylerin kendilerini “örgütün içerisinde sınırsızca” ifade ederken, merkeziyetçilik, oluşturulan iradenin tüm örgüt bireylerini bağlayacağı anlamına gelir. En kaba haliyle bu şekilde tanımlayabileceğimiz irade ve eylem birliğinde, bireyin örgüte tabi olmasıyla, birey ile örgüt arasında eşyanın doğası gereği çelişki varolacaktır.
İnsanların kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmalarının had safhaya vardığı ve sürekli bireycilik ve bencilliğin pompalandığı mevcut toplumsal sistemde, insanın örgüt ve örgütlenme bilincinde de bireyselliğin aşılamaması olağan görünüyor. Halbuki örgütlülük, bilincin değiştirme ve dönüştürme amacıyla kolektife dökülmesidir. İdeolojisinin ana halkası bireycilik olan burjuvazinin hakim olduğu kapitalist sistemde, burjuvazinin örgütlerinin sınıf bilinçli muazzam işleyişine tanık oluyoruz. Burjuvazi, ordusu, polisi, mahkemeleri ve cezaevleriyle; halkın üzerindeki hakimiyet aracı olan devleti ve uluslararası emperyalist sömürü çarkıyla, kolektif bilinçle sınıf savaşımının karşı-devrim cephesindeki sınıf örgütlerine sahiptir ve hiç de bireysel davranmaz. Bir kapitalistin, sistemin devamı söz konusu olduğunda; sistemi tehdit eden bir durumla karşı karşıya kaldığında, nasıl da belirli bir ülkedeki pazar payından ve sömürüsünü arttırmaktan vazgeçebildiğini görüyoruz. Çünkü kapitalist bilir ki, esas olan mevcut düzenin korunmasıdır; bu onun -ve sınıfının- varlık yokluk sorunudur.
Hangi türünden olursa olsun, örgütlü gücün bir kolektif olduğunun, bireysel tavırlarla bağdaşmadığının ve bireysel tavır alışlar toplamı olmadığının anlaşılması gerekiyor. Hakim sınıfların örgüt bilincindeki bu seviyeye karşılık, mülksüzlerin sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerinde, bireyden ve ben olgusundan yola çıkması; üstelik işçi sınıfının da bunu, düşman ideolojisinin üzerindeki “bireycilik” etkisi ile yapması kabul edilir bir durum olamaz.
Birey, ekonomik, demokratik hak talepli mücadelesinde, haklarını bireysel savaşımıyla alamayacağı kaygısıyla kendiliğinden örgütleniyorsa; bu elbette kötü bir şey değildir. Ancak kötü olan; bu anlayışın özendirilmesi ve örgütlü gücün, sayılarla ifade olunan bir nicelik birlikteliğine indirgenmesidir. Ayrıca bireyselliğin aşılmasının ve bireyin toplum içersindeki konumlanışı, ilişkisi ve toplumdaki uyuşmazlıkların esasta düşman sınıfla yani burjuvazi ile olan çıkar karşıtlığından kaynaklandığını bilince çıkarmasına; yani tüm insanlığın kurtuluşunun anahtarı olan proletaryanın sınıf bilincini kazanmasının önünde engel olunmasıdır.
Bireyin çıkarları, son tahlilde irade ve eylem birliğinin, yani örgütünün çıkarlarına sıkı sıkıya bağlıdır ve sınıf bilinci ile şekillenen bu örgüt bilinci; bireysel çıkarların ekseninde bireysel kurtuluşun mümkün olmadığının, kurtuluşun ancak kolektif çalışma, kolektif üretim, kolektif ruh ve kolektif mücadele ile olacağının kavranmasında; örgütün, bilincin kolektif hale getirilmesi anlamına geldiğinin kavranmasında somutlanır.
Birey, bireysel kaygıları ile örgütlendiğinde ve kolektifin bilincine varmayıp, gücünü nicelikte ve kitlesellikte bulduğunda, buna değer verdiğinde; mücadelesi bireysel mücadeleyi aşmamış ve “örgütlü” davranışına rağmen özünde bireysellikle sınırlı kalmış ve sınıf mücadelesinin ve sınıfının bilincine varmamış demektir.
Bu kavrayışsızlık, yani sınıflı toplumdan edinilen bu kendiliğinden bilinç, özellikle de dar bakış açısının, ben merkezciliğinin örgütsel plana yansıyışı; sekterlik, dar grupçuluk, hizipçilik, dar pratikçilik, şefçilik vb. biçimlerde olmaktadır. Disipline olmayan, kolektif bilinçten yoksun kişiliğiyle; aşırı demokrasicilik, kariyerizm, amir-memur zihniyeti, eleştiriye tahammülsüzlük, eleştiride yıkıcılık, dayatmacılık, örgütü bir kolektif olmaktan çıkarıp bireylerin sorumsuz ve bilinçsizce bir araya geldiği şekilsiz “birlik”ler haline getirmektedir.
Bu bakış açısı, örgüt bilincinin önündeki en büyük engeldir. Şunun kavranması gerekir, örgüt bilinci, sınıf bilincine kopmaz bağlarla bağlıdır. Ancak bireyselliği kutsayanlar örgütlü hareket etmeyi, onun gerektirdiği kolektiviteyi, disiplini, kutsal bireyselliğine, kişiliğine bir saldırı; bir sürü hareketi olarak görür ve “ben”, “benim düşüncelerim”, “benim yargılarım”, “benim değerlerim” diyerek isyan eder. Bireyciliği, gerçek bireysel özgürlüğün ancak sınıfının ve tüm toplumun özgürleşmesiyle mümkün olduğunu görmesinin önündeki engeldir. Ekonomik ve demokratik haklar temelinde oluşan demokratik kitle örgütlerinde örgüt bilincinden (ve esasta sınıf bilincinden) yoksunluk; genellikle kendiliğinden, plansız, şekilsiz ve sürekliliği sağlanamayan çalışma tarzında, dar pratiklerde, kapalı kapılar arkasında ve dar grupçulukta kendini gösterir.
Örgütü sadece bireysel çıkarlarının gerektirdiği kitlesel güç birliği olarak görmekte, mücadelenin kolektifliğini, nitel yönü yani esası kavrayamamaktadır. Bu, sınıf savaşımı gerçekliğinin bilince çıkarılmamış olmasından kaynaklanır.
Örgütlerde kitleselleşmese, yani nicelik önemlidir. Ancak esas olan nicelik değil nitelik, yani kolektif bilinçli değiştirme ve dönüştürme pratiği, sorunun toplumsallığının kavranmasıdır. Bireyin toplumla ilişkisine idealist yaklaşım, bireyi toplumdan soyutlarken, insanın toplumsal ilişkiler toplamı olduğunu reddederken; toplumsal koşulların bireyin bilincini belirlediği olgusunu reddetmekle ve bireyi bu noktada öne çıkarmakla kalmıyor; bu bilincin değiştirici ve dönüştürücü gücünü, insan bilincinin toplumsal pratikte oynadığı muazzam rolü de bireyin toplumsallığından soyutlayarak tek tek bireylere indirgeyip özünde inkar etmiş oluyor.
Örgüt içerisindeki çalışma tarzında da bu anlayış kendisini gösterir. Hala bireysel kavgasını sürdüren kişi, pratiğinde de, her işe ve her yere koşturan; işbölümü, uzmanlaşma, kolektif düşünce üretimi ve kolektif faaliyetten uzak bir kişilik olarak; dört bir yana yumruk sallar, dar pratik içerisine girer. Dar pratikçilik, bireyin kendini örgütün yerine koyması ve tek başına örgütmüşçesine, kendi bildiğince, ben merkezci pratiği ile şekillenir. İşler tek tek kişiler üzerinden yürüdüğünde, örgütten ve kurumsallaşmadan; sürekliliği sağlanmış savaşımdan söz etmek imkansızdır.
Doğru ideoloji, doğru politikanın olmazsa olmaz ön koşuludur. Politikanın maddi güce dönüşmesi, doğru bir tarzda hayata geçirilmesi de, doğru örgütlenmeler (ve örgütsel politikalar) ve sağlam örgütler, doğru çalışma tarzı ile olacaktır. Politik örgütlerin ve bileşimindeki bireylerin bir bütün olarak, örgüt bilincini doğru bir hatta kavramaları, ancak proleter sınıf bilincini içselleştirmeleri; proletarya ideolojisi ile şekillenmeleri çerçevesinde olanaklı olacaktır.
Her politik örgüt, bir sınıfın temsilcisi olarak, o sınıfın ideolojik hattı doğrultusunda, sınıf mücadelesinde o sınıfın çıkarlarını esas alan politik faaliyeti gerçekleştirmek için oluşturulan sınıfın politik örgütü, irade ve eylem birliği olduğuna göre, işleyişinin, eyleminin içeriğini de o sınıfın damgasını taşıyacağı bir gerçekliktir. Özcesi, politik örgüt, belirli bir sınıfın ideolojik hattında oluşan, sınıf temsilcilerinin politik irade ve eylem birliği; bir sınıf örgütüdür. Örgüt bilinci, sınıf bilinci ile koşullandığından; politik örgütler, örgütlenme ilkeleri itibariyle de çok daha keskin bir şekilde bireysel tavırları dışlarlar ve bileşenlerinin sınıfın ideolojik-politik hattı ile şekillenmesi, politik örgütün varlık-yokluk meselesidir. Çünkü söz konusu olan, zaten ideolojik birliği olanların politik, pratik ve örgütsel birliğidir.
Politik örgütün, yani partinin, bu noktada demokratik kitle örgütlerinden niteliksel farkı, sınıf örgütü olması; dolayısıyla, çeşitli sınıf ve tabakalardan bireylerin akademik, ekonomik veya demokratik temelde bir araya geldiği; blokları, grupları, vb. barındırabilen geniş ve kitlesel bir irade ve eylem birliği değil; belirli bir sınıfın politik çıkarları gereği oluşturduğu, sınıfın ideolojisi- ki her sınıfın tek bir ideolojisi vardır- doğrultusunda hareket eden, sınıfın en yüksek politik birliği oluşudur. Açıktır ki, kitle örgütlerinden bu niteliksel farklılığı; dar olmasını da beraberinde getirecektir. Burada zaten sınıfın temsilcisi olması itibariyle “ideolojik birlik” ve örgüt olması itibariyle de “örgütsel birlik” vardır. Sınıfın politik savaşım ihtiyacı ile şekillenen irade ve eylem birliği noktasında, kendisi zaten bir “politik birlik” tir. Bu ne anlama geliyor? Çokça sözünü ettiğimiz “ideolojik, politik ve örgütsel birlik” partinin ta kendisi ise, “örgüt içerisindeki mücadeleden bahsetmenin ne anlamı vardır” denilebilir.
Mesele tam da buradadır; birlik bilincinin, yani örgüt bilincinin; özünde sınıf bilincinin kendisinde. Örgüt bilincini; örgütsel birliğini, sınıf örgütünün bileşenlerinin ortak ruhi şekillenişi, kolektifi kavraması ve bireysel değil, grupsal değil; kolektif üretim ve kolektif pratik içerisinde olması gerekliliğinin kavranması olarak belirliyoruz. Politik örgüt, sınıfın en yüksek birliği olduğundan, irade ve eylem birliği çok daha sıkı ve katı olacaktır kuşkusuz. Dolayısıyla işleyişinde de demokratik merkeziyetçilik şeklindeki örgütlenme ilkesi çok daha sıkı hayata geçecektir. Dengelenecektir, diyebiliriz. Merkezi yan veya demokratik yan ağır basmayacaktır. Yukarıda vurgulandığı gibi 20.yy. örgütlenmelerinde demokratiklik, merkeziyetçiliğe deyim uygunsa kurban edilmiştir. Sorun bugün, bunu dengeleme sorunudur.
Politik örgütlerde, örgütün amacı göz önünde bulundurulduğunda, demokratik merkeziyetçilik ilkesinin en yüksek seviyede hayata geçeceğini, geçmesi gerektiğini anlamak gerekiyor. Bunun, irade ve eylem birliğinin olmazsa olmaz koşulu, sınıf mücadelesi pratiğinden çıkan bir ilke olduğunu belirtmiştik. Örgüt disiplini, bu ilkenin sıkı bir takipçisi olmayı; görüşlerin kapsamlı bir şekilde ortaya konmasının ardından alınan kararları samimiyetle uygulamayı ve asla kararlara aykırı hareket edilmemesini gerektirir.
Aslolan komünist bir hareket yaratmaktır.
Bir grup insan bir araya geldiğinde, belirli ilkeler etrafında konsensus sağladıklarında ve bir amaca yöneldiklerinde bir örgüt teşkil etmiş olurlar. Örgüt teşkil olduğu anda kendini oluşturan insanların toplamından daha başka bir şey olur. Programı, tüzüğü, eylemi, sosyal ve entellektüel atmosferi olan, sürekli bir kuruluş süreci içinde olan organik bir yapı meydana gelmiştir. Verili siyasal toplumsal durumdan etkilenen bu organik yapı aynı zamanda verili toplumsal ve siyasal durumu değiştirmeye adaydır. Böyle bir devrimci yapı kendine uygun kadroları yaratır. Örgütün yapısal özellikleri ne ise, buna uygun da bir kadro tipolojisi oluşacaktır. Kabaca bu gün birçok örgütün farklı militan tiplerine sahip olmalarına neden olan şey, bu örgütlerin yapısal özellikleridir. Bu yapısal özellikler gökten zembille inmemiştir. Bu örgütleri oluşturan kadroların ülke ve dünyayı okuyarak onu nasıl, ne biçimde ve hangi öncüller ekseninde değiştirecekleri sorularına verdikleri yanıtlarla meydana gelmiştir. Bunun pratik karşılığı program tüzük ve örgütün eyleminin muhtevasıdır.
Bu noktada kimi örgütleri daha devrimci kılan şey, programı olduğu kadar, eyleminin içeriğidir. Devrimci nitelemesini elde edebilmek için, ilkesel bütünlük (program) ön koşul olmakla beraber yetersizdir. Devrimci pratik olmadan devrimci teori lafazanlık olarak kalır ve gücünü değerini yitirir. Devrimci pratik ise devamlılık ve süreklilik ile başarıya ulaşır. Tarihin bir anındaki devrimci pratik elbette ki değerlidir. Ancak devamı yoksa işçi sınıfı, ezilenler nezdinde ve sınıf mücadelesinde çabuk tükenen bir “miras”tır. Devrimci mücadele tarihinin kesitlerine “miras” olarak bakmak onu tüketir ve değersizleştirir. Çünkü mücadele tarihinin kazanımları ya da her türlü deneyimi şahıslara değil, tarihin bütün sömürülen sınıflarına aittir. Bu yüzden devrimcinin mücadeleye, “iyilik yap denize at” şeklinde yaklaşması uygundur. Devrimci örgüt derdi olan, salt kendi tarihini değil, sınıf mücadelesi tarihini de ele almalıdır. Tarih deney alanımız olduğuna göre, toplumsal bir tarih incelemesi gelecekle bağ kurmamıza hizmet edecek, bugünün temel ilkelerini belirlememizi sağlayacak, doğru ve sürekli bir pratikle birleştiğinde zafer mümkün olacaktır. Bu da devrimcinin kaderini ezilenlerin kaderiyle birleştirmesiyle olanaklıdır. Mücadeleye atılmayı erteleyen, işçi sınıfı ve ezilenleri nesne olarak gören her hareketin ilkeleri içi gaz dolu uçan balonlara benzer.
Kapitalist toplumda komünist hareket, devrime giden yolu ilmik ilmik işlemek zorundadır. Sınıf ve kitleler içinde güçlenmek, etkinleşmek pratik olarak gördüğümüz üzere kolay değildir. Bu biraz da dünyada ve üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki mevcut koşullarla ilintili. Ama bu güçlenme meselesi konjonktürel bir mesele de değildir. Sınıf ve kitleler içinde tutunma, kök salma meselesidir. Yıkıcılık ve kuruculuk misyonunun hayat bulacağı yer, sınıf mücadeleleri tarihinin de gerçek oyuncuları olan bu kesimlerdir. Komünist hareket bu kesimlerde hem çoğalmak hem de sınıf içindeki ileri unsurları kazanmak için çaba sarf etmelidir. Ancak komünist hareket, öncü bir gurubun işçi sınıfını ve ezilenleri bir bütün olarak mülksüzleri devrim için peşine taktığı bir örgüt değildir. Bu tip bir yapı, bir örgütü ancak ikameciliğe götürür. Tersine komünist hareket sürekli ve sürekli bu kesimlerden beslenen, kendini her an yeniden üreten, işçi sınıfının ve ezilenlerin (mülksüzlerin) siyasal alanda kendi eylemleriyle var olmasını sağlayan bir yapı olmalıdır. Komünist hareket sınıf ve kitleleri “doğru yola getiren” elitlerden oluşan bir “çok bilenler” örgütü değil, kitlelerin önce öğrencisi sonra öğretmeni olacak bir yapı olmalıdır.
Böyle bir sürecin gerçekleşmesi komünist hareketi örgütleyecek kadrolara bağlıdır. Burada hareket aşamasında nasıl bir kadro profiline sahip olmamız gerektiği gibi bir sorunla karşı karşıya geliyoruz.
Komünist kadro nasıl olmalı?
Tabii ki burada bir reçete sunacak değiliz. Ancak kimi belirlemeler de yapmak gerektiğine inanıyoruz.
Bugün için komünist hareketin, sınıf hareketi içerisinde öncelikle her yönlü eğitilmiş ajitatörlere, propagandacılara ve örgütçülere ihtiyaç vardır. Denilebilir ki komünist kadro çalışmasında hemen hemen süreklilik hiç yok. Genç devrimciler ya da sempatizanlar devrimci örgütlerde yer alıyor; ancak aynı hızla kaybediliyorlar. Komünist hareketin öncelikli görevi, uzun süreli siyasi çalışmaya uygun olan kadrolar yetiştirmektir.
Kadro, kitleler önünde büyük bir sorumluluk taşıdığını hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıdır.
Kadro, kendi halkının, hareketinin tarihini bilmek, hareketini tanımak, onun kararlarını özümsemek, onları savunmak ve onlar için mücadele etmeyi bilmek zorundadır.
Kadro, Öncelikle Marksist öğretiyi incelemelidir. Bugün sıkça karşılaştığımız zaman yetmiyor ya da başka bahanelerle bundan kaçmamalıdır. Her ne pahasına olursa olsun Marksist teoriyi özümsemeye çalışmalıdır.
Kadro, nerede olursa olsun, nerede çalışırsa çalışsın her yerde öncelikle komünist olduğunu unutmamak ve ona göre davranmak zorundadır.
Kadro, devrimci teoriye egemen olmak zorundadır.
Kadro, yalnızca politik eğitiminin düzeyini yükseltmekle kalmamalıdır. O aynı zamanda eğitimini de tamamlamalı. Genel kültür düzeyini de yükseltmelidir.
Kadro, ülkede ve dünyada gerçekleşen olaylara ilgisiz kalamaz. Ülkede ve dünyada ne olup bittiğini bilmek için dergi ve gazete okumak zorundadır. Gazete ve dergi okumadan hangi olayların olduğunu ve bunların nasıl değerlendirilmesi gerektiğini ne kendisine ne de başkalarına açıklayamaz. Günün olaylarını bilmeyen, hareketin kararlarını tanımayan bir kadro, kadro değildir.
Kadro, nerede çalışırsa çalışsın, tüm çalışma arkadaşlarının güvenini kazanmak zorundadır. Zor anlarda, umutsuz anlarda, zorlulukların üstesinden gelmede kadro ilk olmak zorundadır.
Kadronun en iyi özellikleri elbette gökten zembille inmiyor. İnsanın kendi üzerinde çalışarak bu özellikleri edinmesi gerekiyor. Yaşamında günlük şeyleri örnek bir şekilde yerine getirerek insan bu özellikleri edinir.
Kadro, toplumsal ve özel yaşamıyla çevresine örnek olmak zorundadır.
Kadro ile ilgili kimi belirlemeler yapmaya çalıştık. Kadro neden önemli. Hep üzerinde vurgu yaptığımız; biz bir komünist hareket yaratmaya çalışıyoruz. İlk etapta komünist hareketi yaratacak ya da onun yaratılmasının nüvelerini atacak olanlar kadrolardır.
Öncelikle sağlam bir çekirdekten oluşan bir kadro hareketi yaratmalıyız. Kuşkusuz bunun yanında, en geniş kitleleri kapsayan bir yapılanmaya doğru da gitmeliyiz. Bu iki unsur ilk bakışta çelişik gibi gözüken; fakat tam tersine birbirini besleyen iki özelliktir. Sağlam çekirdeği olmayan bir hareket kitleselleşemez. Bir meyve ağacının çekirdeği sağlıklı değilse toprağa düştüğünde kök salamaz, büyüyemez, ağaç olamaz… Kitleselleşemeyen bir hareket ise çekirdeğini sağlamlaştıramaz. Kitleselleştikçe hareket daha çok kişi arasından istediği uygun kadroları seçme şansına sahip olur. Bu durum her kitleselleşen hareket için değil komünist hareket için geçerlidir. Çekirdek uygun toprağa düştüğü zaman ancak kendisini büyütebilecek mineralleri vb. ihtiyaçlarını bulabilecektir.
Mevcut sistem, mücadele bir boş zaman uğraşı olarak ele alınmak suretiyle, değiştirilemez. Salt boş zamanını değil bütün zamanını devrimci mücadeleye ayırmış insanlardan oluşan bir yapıyla mümkündür. Nasıl ki, mevcut sistemin kendi profesyonelleri var. (polis, ordu, v.b.) Ve bunlar meslek olarak profesyonelce mevcut sistemi -burjuvaziyi korumakta, onun çıkarlarını göz etmekte, ve varlıkları mevcut sistemin varlığına bağlı. O zaman salt boş zamanlarında devrimci mücadele ile uğraşanlardan oluşan bir hareketin gelişimi mümkün olamaz. Aslında bütün yaşamını devrimci mücadeleye ayırmayan bireylerden oluşan bir yapıyla sistemi değiştirmeye çalışmak burjuvaziye “sen bekle zamanımız boş olunca hesaplaşırız” demekle eş anlamlıdır. Esas sorun, “aşımdan, işimden, eşimden arta kalan zamanlarda “ değil, değim yerinde ise 24 saat devrimci mücadeleyi yükseltmek için plan yapan ve bunları uygulayan kadroların oluşturulma meselesidir.
Yazının başından itibaren vurgu yapmaya çalıştığımız; komünist birey, örgütün organik bir parçasıdır. Onu etkiler ve ondan etkilenir. Bu anlamıyla hareketi oluşturan bireyler için önemli gördüğümüz iki kavramdan bahsetmek gerekmektedir; güven ve komünist kimlik. Güven, ancak kaderini işçi sınıfı ve ezilenlerin kaderi ile birleştiren kadrolar arasında olur. Komünist kimlik ise teorik ve pratik mücadele hattında oluşur. Mücadelenin temel unsuru olma konusu tüm yeteneklerini devrimci mücadeleye sonuna kadar sunulması ile ilgilidir. Egemenler her iki olguya durmaksızın saldırmaktadırlar. Bu saldırılarla komünist kimliğin zaafa uğratıldığı, paylaşım, özveri, yoldaşlık gibi kavramların içinin boşaltıldığı günümüzde bir komünist hareket yaratma iddiasında olanlar açısından bütün bunların içinin yeniden özüne uygun doldurulması gerekmektedir.
Bütün maddi ve düşünsel olanaklarını mücadeleye ve dolayımla da örgüte sunan devrimci açısından devrimcilik yaşamının kendisidir. Yaşamından devrimciliği çekip çıkarmak olanaklı değildir. Bir örgüt temelde böyle kadrolar üzerinde yükselir. Sınıf mücadeleleri bunun kanıtlarıyla doludur. Kuşkusuz insanlar fedakârlığı inandıkları için yaparlar; dolayısıyla bu, kimse üzerinde egemenlik kurmanın bir aracı değildir
Sonuç yerine
Bir komünist hareket yaratmasında olan bizler öncelikle unutmamamız gereken; bizler halkın önce öğrencisi, sonra öğretmenleriyiz. Bu bağlamda propaganda ve ajitasyonun biçimleri, yerleri ve seviyeleri çok önemlidir. İlk ilişkilenilen yerlerde özellikle günümüz koşullarında kuru ajitasyondan kaçmalıyız. Derinliğine propagandaya ağırlık verilmeliyiz. En ileri, mücadeleye yatkın, doğal öncü unsurlarla özel olarak ve yoğunlukla uğraşmalıyız. Başarabildiğimiz her yerde birimler oluşturmaya gitmeliyiz. Bir hareketi düzenli ve en önemli maddi kaynağı aidatlardır. Bu konuda çok hassas davranmalıyız. Unutulmamalı ki, hareketle en küçük bağı sağlayan ya da ona sahiplendiğini gösteren aidat ilişkisidir.
Bugünden itibaren, sürekli siyasi kampanyalar üzerinde yoğunlaşmalıyız. Bir hareket daha çok siyasi kampanyalar üzerinden örgütlenir. Bulunduğumuz her yerde bu kampanyaları örgütlemeliyiz. Kendi alanlarımızın öznel sorunlarıyla bu kampanyaları örtüştürmeliyiz. Bulunduğumuz her alanda tutunmalı ve kök salmalıyız. Hiçbir zaman kitle eylemlerini anlık gösterilere feda etmemeliyiz. Buna izin vermemeliyiz. Uzun vadeli düşünmeliyiz. Yapacağımız eylemin ne getirip ne götüreceğini iyi hesaplamalıyız. Unutmamalıyız, ya da kimi örgütlerin yaptığı gibi yapmamalıyız. Yani kimse dayak yiyerek ya da açı çekerek örgütlenmez. Tam tersine sürekli buna maruz kalan kitleler yılar. Bu demek değil eylem yapmayalım. Hayır, eylemleri iyi organize etmeliyiz
Mevcut yayınlar bizim kitlelerle bağ kurmamızda, düşüncelerimizin kitlelere ulaştırılmasında en önemli araçlardır. Bu bağlamda çıkarılan her yayının iyi dağıtılması, okutulması ciddi anlamda önem taşımaktadır. Hedef her sayıda yayının daha fazla insana ulaştırılması olmalıdır. Kısa ve uzun vadeli planlar yaparak çalışma programları çıkarmalıyız. Çünkü plansız ve programsız, kafamıza estiği gibi program yapmak ve bununla yapılan çalışmadan verim almak mümkün değildir. Sürekli ve sistemli eğitim çalışmaları yapmanın yol ve yöntemlerini bulmalı ve bunları aksatmadan uygulamalıyız. Yapılan bu çalışmaları soyut teorik bir düzlemde değil, günün örgütlenme ihtiyaçlarına uygun bir biçimde pratik ile bağlantılı olarak yapılmalıyız.
Sonuç olarak;
Yapılan her işte şekil değil içeriğin önemli olduğunu;
İşçi sınıfının ve emekçilerin kendi lehlerine olduğu ve güven duydukları zaman içeriği çok çabuk kavrayacaklarını;
Teorik ve pratik çalışmaları birleştiren bir örgütlenme olmaksızın komünist bir önderliğin mümkün olamayacağını;
Mevcut sistemin gücünün bizim örgütsüzlüğümüze bağlı olduğunu;
En genel anlamda sabrı, öz disiplini, bilimsel çalışmayı birleştiren bir kadronun/ komünistin yenilmez olduğunu bilince çıkarmamız gerekiyor.
***
Gençlik örgütlenmesi için yoğun emek şart / T.Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
Geleneksel sol harekete egemen zaaf ve alışkanlıklar, düşünsel yavanlıklar gençliğe de yansımakta ve gençlik hareketinin ayak bağı olmaktadır. Kürdistanlı genç komünistler olarak bunu aşmalıyız.
Newroz Gazetesi’nin 121. sayısında gençlikle ilgili bir makale kaleme almış ve genç yoldaşlara bir çağrıda bulunmuştum. Bir sonraki sayıda genç yoldaşlar iki makaleyle bu çağrıya yanıt verdiler. Böylece gençlikle ilgili bir tartışmayı da denilebilir ki başlatmış olduk. Umarım bundan sonra da genç yoldaşlar görüş ve önerilerini yazmaya devam ederler. Etmeliler, çünkü buna ihtiyacımız var. Eğer önümüzde gençlik örgütlenmesi diye bir sorunumuz varsa bu kaçınılmaz ve gerekli.
Bu makale çerçevesinde kendi adıma kimi tespitler yapmaya devam edeceğim. Bunlara geçmeden önce, yazılan yazılar çerçevesinde kimi görüşlerimi dile getirmeye çalışacağım. Kimi yoldaşlar belki görüşler üzerinden tartışmanın gazete sayfalarında yer almasının doğru olmayacağını düşünebilir. Ama bence komünistler görüş ve önerilerini her yerde açık açık tartışmalılar. Bunun daha verimli olduğunu düşünüyorum. Böylece tartışma bağlamında sürece belki başka yoldaşlar da dâhil olabilir. Önemli olan bu tartışmalar bağlamında birbirimizi geliştirmek/dönüştürmek ve sonuçta ortak bir hedefe yönelmek olmalıdır. Eğer bunu başarabilirsek verimli bir iş yapmış oluruz.
Gençlik bağlamında görüş ve önerilerini kaleme alan Rıdvan Yoldaş, denilebilir ki görüş ve önerilerini somutlaştırmış durumda. Aslında yoldaşın önerileri üzerinden pek tartışacak bir şey yok. Ama bir iki noktaya değinmek istiyorum.
Birincisi; yoldaş, gazetede gençlikle ilgili bir sayfanın olması gerektiğini belirtiyor ve öneriyor. Bu önemli. Kuşkusuz buna karar verecek olan yayından sorumlu yoldaşlardır. Ama diyelim ki her hafta bir iki genç yoldaş yazsa, herhalde yayından sorumlu yoldaşlar gençlik sayfasına hayır demezler. Yani gençlik sayfasının olup olmaması biraz da hatta daha fazlasıyla genç yoldaşların gayret ve özverilerine bağlı. Eğer onlar bu konuda yeterince gayret ve özveri gösterirlerse, eminim ki yayından sorumlu yoldaşlar da bu gayret ve özveri karşısında bir gençlik sayfası ayırırlar.
İkincisi; yine önerileri arasında yoldaş ‘gençliği kucaklayacak kurumlara’ ihtiyacımız olduğunu belirtiyor. Kendi adıma bu öneriye karşı çıkacak değilim. Kuşkusuz bu olması gerekendir. Ama bugün için bence bu konuda aceleci davranmamalıyız. Bugün bizim için öncelik geniş gençlik yığınları arasında kök salma ve tutunmadır. Çünkü bugün deyim uygunsa biz sıfırdan başlıyoruz. Kuşkusuz bugüne kadar kimi kısmi gençlik çalışmalarımız var. Ama hepimizin kabul edeceği üzere, Kürdistanlı komünistler olarak MESOP süreciyle birlikte ideolojik-teorik alanda önemli belirlemeler yaptık. Uzunca bir süre ideolojik-teorik sentez noktasında “bizim” olanı yarattık. Bunu yaratırken çok fazlasıyla içe kapandık. Şimdi bir süredir yüzümüzü dışa dönmeye çalışıyoruz. Hatta diyebilirim ki; faaliyetlerimiz birçok alanda önemli ölçüde propaganda-ajitasyon çalışması olarak devam etti ve ediyor. Artık bugün yapmamız gereken, öncelikle bunu örgütsel süreçle bütünleştirmektir. Henüz bunu yeterince yaptığımız söylenemez. Öncelikle çalışmanın bu tek yönlülüğünü aşmalıyız. Faaliyetimizin başarısı buna bağlıdır. Ya da diyebiliriz ki, gerçekçi olmak gerekirse bugün itibariyle ‘çok etki yaratacak pratikleri’ sınama olanağımız bulunmuyor. Bizim için bugün asıl sınayıcı olan alan örgütlenmedir. Başarı ya da başarısızlık bu alandaki gelişmelere bağlı. Eğer öncelikle bunu yapabilirsek doğal olarak bu kendi kurumlarını da oluşturur.
Üçüncüsü; yoldaş ‘merkezi bir gençlik kurulu’ oluşturma önerisinde bulunuyor. Bu öneriye hiç kimsenin karşı çıkacağını düşünmüyorum. Ama bence bu da erken yapılmış bir öneri. Kuşkusuz hedef bu olmalı. Ama öncelik bu olmamalı diye düşünüyorum. Öncelikle gençlik çalışmalarında bir yol almalıyız. Zaten bu yol alış doğal olarak kendi mecrasında kendi merkezini de yaratacaktır. Bunun için her yoldaş bulunduğu her alanda gençlik örgütlenmesini önüne hedef koymalı. Yani öncelikle örgütlenmenin kimi nüveleri oluşmalı. Ondan sonra ‘merkezi bir gençlik kurulu’ tartışılmalı diye düşünüyorum. Yoksa birçok hareketin yaptığı hataya düşeriz. Birkaç genç yoldaşı bir araya getirip “siz merkezi kurulsunuz” diyerek işin içinden çıkmış oluruz. Oysa gençlik belli bir noktada kendi merkezi kurulunu kendi seçmeli ve belirlemeli diye düşünüyorum.
Diğer ilgili makaleyi kaleme alan Rıfat Yoldaş oldu. Tekrar da olsa belirteyim ki, genç yoldaşların görüş ve önerilerini yazması önemli ve bu devem etmeli. Hatta başka genç yoldaşlar da görüş ve önerilerini yazmalı. Böylece yukarıda da belirttiğim gibi Rıdvan Yoldaş’ın önerisi de yerini bulur. Yani giderek bir gençlik sayfasına sahip olabiliriz.
Hemen belirteyim ki, Rıfat Yoldaş’ın yazısı okunduğunda bir karamsarlık seziliyor. Yoldaş yazısında iki tip gençlik profili çiziyor. Ve buradan hareketle “işimiz zor” diyor. Kuşkusuz işimiz zor. Yaşamda hiçbir şey kolay değil. Hele de kimi iddiaların sahibi isek işimiz bir kat daha zor. Çünkü yoldaş da kabul eder ki, emek ile amaç güden bilinçli faaliyet olmasaydı, bir bütün olarak insanlık zerre kadar yol alamaz, ilerleyemezdi. Amaç güden her faaliyet ya da etkinlik, şu ya da bu oranda belli bir bilinci -bilinçli davranışı- içerir. Bu aynı zamanda yoğun bir emek ve çaba harcamayı da gerektirir. Evet, bugün gençliğin içinde bulunduğu durum bizim işimizi daha da zorlaştırıyor. Ama yoldaş öyle bir tablo çizmiş ki, yazıyı okuyan bu gençlikten hiçbir şey çıkmaz izlenimi çıkarabilir. Bence bu haksızlık. Kuşkusuz gençlik dünkü gençlik değil. Ya da yoldaşın belirttiği gibi 68 kuşağı değil. Ama bugün de gençlik kendi içerisinde ciddi bir potansiyel barındırıyor. Bugün gençlikte potansiyel olarak işlenmemiş her şey var. Sorun kendisine devrimciyim, sosyalistim hatta komünistim diyenlerde. Çünkü bir bütün olarak devrimci harekette şöyle bir algı var: O emek sarf etmek istemiyor; karşısındaki insanla bir iki kez konuşunca o insanın hemen mücadeleye katılacağını düşünüyor. Ama pratik yaşamda böyle olmuyor. Böyle olmayınca da karşısındakini yok sayıyor. Çünkü emek sarf etmek zor geliyor. Oysa sorun deyim uygunsa bir kimyager ustalığıyla karşısındakine ya da topluma yaklaşma sorunu.
***
Evet, biz Kürdistanlı genç komünistler olarak gençliği bir bütün olarak ele almalıyız. Yani yoldaşın sunduğu iki profilden birini seçmek gibi bir lüksümüz yok. Bir bütün olarak gençliğin tamamı bizim hedef kitlemizdir, olmak zorundadır. Bu anlamda biz, çizilen profil çerçevesinde her iki kesimi de anlamak/tanımak için ısrarlı bir çaba içerisinde olmalıyız.
Çünkü komünist gençlik kendi önderlik konumu ve misyonunun gereklerini ideolojik-politik ve pratik planda en iyi, en etkin ve sürükleyici tarzda yerine getirmediği sürece, mevcut sorunların çözümü ve gençlik hareketinin sağlıklı bir çizgide ilerlemesi doğrultusunda anlamlı bir gelişmenin yaşanması mümkün değil.
Diğer bir nokta ise yığınlarda hareket var. Onda olmayan ideolojik bilinçtir. Durum gençlik hareketinde de böyledir. Çok uzun süredir gençlik hareketi saflarında -en azından benim izleyebildiğim kadarıyla- düşünsel canlılık, tartışma ve ideolojik mücadele kültürü yok. Belki de bizim bugün yapmamız gereken bu. Yani Kürdistanlı genç komünistler olarak kendi cephemizden bunun üzerine gitmeliyiz. Bulunduğumuz her yerde tartışma ve düşünsel mücadeleyi zorlamalıyız. Bu tartışma ve mücadeleler işin özünde toplumun, devrimci dönüşümün ve akmakta olan mücadelenin temel ve güncel sorunlarına ilişkin olacağı için, başarabildiğimiz ölçüde gençliğin ve gençlik hareketinin düzeyini yükseltmek gibi son derece önemli bir amaca da hizmet etmiş oluruz. Kuşkusuz mevcut sol/sosyalist hareketteki düşünsel ilgisizlik ve kısırlık doğal olarak olduğu gibi gençliğe de yansıyor. Özünde toplumun genç aydın potansiyelini temsil eden, etmesi gereken öğrenci gençliğin bilinçli kesimi sayılabilecek ilerici-devrimci öğrenci hareketi bu konuda devrimcilerin, sosyalistlerin ortalamasını aşan herhangi bir düzey sergileyememektedir. İşte bu yüzden diyebiliriz ki geleneksel sol harekete egemen zaaflar, hatalı tutum ve alışkanlıklar, düşünsel yavanlıklar olduğu gibi gençliğe de yansımakta ve gençlik hareketinin ayak bağı olmaktadır. Biz Kürdistanlı genç komünistler olarak bunu aşmalıyız. İşte bu anlamıyla düşünsel ilgi, tartışma ve mücadeleler tam da gençlik hareketinin sağlıklı bir çizgide ilerletilebilmesi ihtiyacının ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Devam edecek olursak; öncelikle ortada bir iddiamız olmalı. Biz Kürdistanlı genç komünistler olarak politik planda gençlik hareketini sürükleyecek ve harekete önderlik edeceğiz. Bu iddiamızın gerçek olması için güçlü ve yaygın bir örgütsel şekilleniş ve güçlü birer kadro olmamız gerekiyor. Bunun olmadığı yerde iddiamızın ayakları havada kalır. O zaman önce güçlü kadrolar olmalıyız. Kuşkusuz kadro, deyim uygunsa saksıda yetişmiyor. Tam da kitlelerin içinde ve onlardan öğrenerek kendini geliştirip dönüştürmesiyle bu mümkün. Bu anlamda bile olsa, bütün gençlik kitlesi bizim hedefimiz ve bizim onlardan öğreneceğimiz şeyler var. Yani bizler soruna bir öğretmen edasıyla yaklaşmamalıyız. Hem öğretmen hem öğrenci olmayı becerebilmeliyiz.
Somutlarsak:
– Gençliğin arayışlarına yanıt verecek politik çalışmalar yapmalıyız.
– Gençliğin daha fazla içerisinde olmalıyız. Ama onlara tepeden (başkalarının yaptığı gibi) bakarak değil. Onlardan biri olarak.
– Gençlik çalışmasına çok yönlü bakmalıyız ve çok yönlü ihtiyaçlara yanıt oluşturmalıyız.
– En önemlisi de örgütsel sonuçlar oluşturmayan bir faaliyetin başarı şansı yoktur. O zaman tüm çalışmalarımızda örgütsel sonuçlar oluşturmaya kilitlenmeliyiz.
– Yaygın bir kitle çalışması düzeyi oluşturmalıyız.
– Bugün için bulunduğumuz her alanda değişik örgütlenmeler oluşturmalı, var olanlara ise imkanlarımız ölçüsünde müdahale etmeye çalışmalıyız. (Örneğin, Genç-Sen çalışması.) Bu, ancak bu tür örgütlenmelerin içerisinde yer alarak ve çalışmayı sürekli kılarak başarılabilir.
– Her koşul altında kendi gücümüze güvenen, hedefli ve iddialı bir faaliyet örmeliyiz.
– Son olarak önemle üzerinde durmamız gereken, her çalışmadan örgütsel bir adımla çıkabilmeliyiz. Çünkü yürütülecek her türlü çalışmanın başarısını belirleyecek asıl halka bu olacaktır.
Şimdilik kaydıyla kendi adıma sunabileceğim öneriler bunlar. Elbette tartışarak başka önerileri de birlikte üreteceğiz.
***
Önce kendimizi değiştirip dönüştürmeliyiz / T.Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
“Vermediğiniz şeyi alamazsınız,
kendinizi vermeniz gerekir.
Devrimi satın alamazsınız.
Devrimi yapamazsınız.
Devrim olabilirsiniz ancak.
Devrim ya ruhunuzdadır, ya hiçbir yerde.’
(Ursula K.Le Guın -Mülksüzler)
Komünist bir dünya, sınırların, sınıfların olmadığı, sömürünün olmadığı velhasıl insanın insanca yaşayabildiği bir dünyadır. Böylesi bir dünyanın insanları, eşit ve özgür bir dünyanın insanlarıdır. Bugünden böylesi bir dünyanın yaşayışına dair kesin yargılar sunmak, biçimler geliştirmek ütopya kurmanın ötesine geçmeyebilir. Ama komünist bir toplumla yaratılmak istenilen düşünüldüğünde asgari kriterler bellidir ve öngörülerde bulunulabilir.
Kabul edilir ki yeni bir dünya, yeni bir kültür ve yeni bir insan demektir. Bugünden başlayarak böylesi bir dünyaya kadar yürüyeceğimiz uzun bir yol var. Kuşkusuz böylesi bir süreci kapitalist düzenin bağrından çıkmış insanlarla yürüyeceğiz. Hele bu dünyada ulusal sorunu çözümlenmemiş ender halklardan biri olarak halkımız açısından uzun bir değişim ve dönüşüm süreci, önümüzde tamamlamamız gereken olarak duruyor. Belki de kuşaklar sonrası istenilene en yakını oluşturulacak. Bu sürenin kısa olması da elbette bugünden kapitalizmin bağrında ne kadar alternatif oluşturabildiğimizle bağlantılı olacaktır.
Bu belirlemeden yola çıkarak devrimci, sosyalist mücadele içerisinde oluşturulan yaşamlara ve devrimci, sosyalist kimliğin gelişimi sürecine bakmak gerekir. Mevcut düzeni yıkma, ulusal ve sınıfsal kurtuluşu sağlama iddiasındaki insanların, bu düzenin yıkılması gerektiğini düşünen bireylerin kendi içlerindeki düzeni ne kadar yıktıklarına, ne kadar yıkmaya çalıştıklarına, yeni dünyayı yaratacak insanların adımlarının hedeflenen topluma ne kadar yakınlaşma çabasında olduğuna bakmak gerekiyor.
Kapitalizm demek kriz demektir. Böyle olunca da bunalımlar içerisinde ilerleyen düzenin insan yaşamına yansıttığı en temel şeylerden biri doğal olarak bunalımdır. Kendi geleceği açısından mevcut sistem kişiyi bunalımlar bütünü olarak yaratmak ister. Kişinin kendisini çözümsüz hissetmesi, düzenin tüm hamlelerinde onun bir adım önünde ilerlemesini sağlayacağından bunalıma itecek psikolojik zeminler yaratır. Bunun için mevcut sistemin özel bir çaba sarf etmesi de gerekmemektedir. Mevcut ideolojik enformasyonla insan olmanın tüm değerlerinin yitirildiği, insanca yaşam koşullarının yok edildiği toplumun parçası olmayı sindirmeye çalışarak, bugün sıkça ve herkesin kullandığı “kendini kurtarabilmek” adına “mecbur” kalındığı üzerine felsefe üretilen yaşamın insan psikolojisini bozan sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. İnsan olmak konusunda az çok fikriyatı olan herhangi bir kişi en başta kendini ezdirmeyi kabul etmeyecektir. Ve bir süre sonra sistemin dönüm noktaları yaratabilecek kriz dönemleri gibi insanda da bu dışa yansıyacaktır. Mevcut düzen içerisinde bir hayat sürerken düzenin insanlığa “reva” gördüğü yaşamı kabullenerek yaşamanın karşımıza üçüncü sayfa haberleri kıvamında bir yaşam çıkarması kaçınılmazdır, zaten böylesi bir bunalım hali kendi sınıfı içerisinde de yaygındır.
Evet, mevcut düzen içerisinde bir yaşamı kabullenenler, bunu değiştirmek gibi bir iddiaları olmayanlar için bu tür yansımalar anlaşılabilir. Ancak örgütlü mücadeleyi tercih etmiş bireylerin de benzeri bunalımların içerisinde olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Örgütlü mücadeleyi tercih eden her birey, bilinç düzeyiyle, kolektif bir yaşamı paylaştığı yoldaşlarının davranışlarıyla, deneyimleriyle, okuduklarıyla ve bunun sonucu yaşam karşısındaki tavırlarıyla yeni adımlar atmaya başlar. Asıl sorunu yaşamaya başladığımız nokta, neden ve nasıl olması bilinmesine rağmen yapılmaması, rehavet havasında olunmasıdır. Zaaflarıyla yüzleşmeyen bireylerin yaşadıkları zorlanma veya geriye düşmelerini ele alarak, örgütlü yaşamımıza da sızan bu yaşam biçimine ve alışkanlıklara açmamız gereken savaşın boyutunu algılamış olacağız.
Bugün çevremize baktığımızda, örgütlü mücadele içerisinde yıllarca bulunup eksikliklerini ve zaaflarını aşma noktasında sorun yaşayan insanlarla karşı karşıyayız. Değişime bu kadar kapalı olan veya değiştirilmesi hedeflenen düzenden kalıntı olan davranış biçimlerinin kendine has özellikler olduğunu, kendine has özelliklerin kaybolmasını istemediğini belirten söylemler dile getirilmektedir. İnsanların yeteneklerini topluma katması başka bir şey, düzenin kalıntıları olan kişilik özelliklerine, yaşam biçimlerine tutunmaya çalışması başka bir şeydir. Kuşkusuz hepimiz bu toplumda ve mevcut düzenin içerisinden gelen insanlarız, her şeyin bir anda sihirli bir değnek değmiş gibi değişmesini beklemek çok zordur. Bu anlamıyla kişiye göre gelişim ve değişim görece uzun zaman da alabilir. Buradaki mesele, insanın bu noktada ne kadar çaba sarf ettiğidir. İçindeki düzenle ne kadar savaş içerisinde olduğudur. Bu tarz davranışlar açıktır ki mevcut düzenle yeni toplumu hedefleme arasına kurulmuş salıncakta bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelmektir. Bu ya düzenle olan bağları kestirip atamamak yani ondan tamamen kopamamaktır, ya da hala nasıl bir yaşam istendiğinin bilincinde olamamaktır. Oysa net bir şekilde, değişim ve dönüşüm için düzenle olan tüm bağları koparmak gerekmektedir, aksi takdirde sadece samimi bir istek olarak ileriye adım atmayı istemek yetersiz kalır. Çünkü düzene bağlı tutan bu ipler, ileriye doğru atılmak istenilen her adımda bireyi geriye doğru çekecektir/çekmektedir.
Karşımıza en fazla çıkan sorunlar, sıradan ve doğal gibi algılanabiliyor. Tüm sorunlarla kanıksanmış bir şekilde devam edilebiliyor. Örneğin, “mevcut sistemi değiştireceğiz” diyoruz, peki sitemi değiştireceğiz derken kendimizi ne kadar değiştirebiliyoruz, bunun için zamanımızı ne kadar iyi kullanabiliyoruz? Evet, değiştirip dönüştürmek uzun mesafeli bir koşudur. Koşunun bir yerine kadar yetecek ömrümüz belki de. Öyleyse bir maratoncu gibi doğru nefes almayı öğrenmeliyiz önce. Ardı sıra bu mücadelenin önceliklerini iyi kavramalıyız. Zamanı iyi kullanmadığımız, kendimizi yeterince disipline edemediğimizde gündelik koşturmaca bizleri sürükler. Birçoğumuz gündelik ihtiyaçlar üzerinden veya daha da kötüsü kolayımıza gelen şekilde bir planlama yapıyoruz. Tam da bu noktada değişim ve dönüşüm mücadelesinin önceliklerini iyi saptamalıyız, toplamdan bakmasını becerebilmeliyiz. Yoksa mücadeleyi şekillendirip ileriye taşımak yerine, gündelik işlerin sürüklemesinde gidebiliyor her şey. Böylesi bir “yoğunluk” insanları yarına hazırlayan değil, bugününü tüketen bir şekilde yaşanabiliyor.
Düzensiz, disiplinsiz bir yaşam da çözülmesi gereken kalıntılar arasında duruyor. Birçoğumuz kendimizi disipline edemediğimizden, dağınık bir yaşamın yansıması olarak her şey savrulup gidiyor. Çoğu yerde zaman sıkışıklığı diye yaşanan şey aslında işlerin yoğunluğuyla birlikte dağılmayı ve hiçbir şeyin çözülemediği, her şeyin ortada kaldığı bir tabloyu yaratabiliyor. Bir de sürekli bir şeylerin unutulmasının oluşturduğu sorunlarla boğuşabiliyoruz. Oysa unutmak, tek başına bir hafıza sorunu olmasa gerek. Evet, bazen fazlasıyla halletmemiz gereken iş karşımıza çıkabiliyor. Bazıları ister istemez bir tercihle birlikte kalmak zorunda da kalabilir. Burada yapılması gereken, işin önceliğine göre sıralamayla birlikte, çözülmesi gerekenleri çözme çabası içerisinde olmaktır. Bir öncelik sıralaması olabileceği gibi, en küçük işin bile ne denli önemli olduğunu da aklımıza kazımamız gerekmektedir.
Eğer iyi planlamamışsak bir sürü olgu soruna dönüşebilir. Aile, okul, duygusal ilişkiler vb. birer sorun alanına dönüşebilir. Aile ne kadar ilerici de olsa her dönem engel oluşturmaya çalışmıştır/çalışıyor. Bu biraz da aile denilen kurumun gericiliğinden kaynaklanmaktadır. Ebeveynler ne kadar ilerici fikirlere sahip olurlarsa olsunlar, mevzu bahis kendi çocuklarıysa birer barikata dönüşürler. Aşmamız gereken bir barikat olduğunu bilmemize rağmen, bu yönlü adımlar atmak zor gelmektedir. Buradaki en temel zorlanma da, ailenin gerici barikatını aşmak, kafada aile ile olan ilişkiyi kesmek, bıçak gibi yapılan konuşmayla kesip atmak gibi algılanıyor. Oysa aile de kazanmamız gereken kişilerdir; aile barikatını gerçek anlamıyla aşmak, mücadelede kararlı olduğunu gösterebilmek ve karşılarında konuşurken net olabilmektir. Bu tutumla aile kazanılıp, onun gerici barikatı aşılabilir.
Üniversiteyi bitirmek de karşımıza çıkan tartışmalardan birisidir. “Önce okulu, üniversiteyi bitirip mesleğimi elime aldıktan sonra devrimcilik, sosyalistlik yapacağım” gibi cümlelerle sevimli bir kılıf da geçirilmeye çalışılarak üniversiteyi bitirmek gerekçelenebiliyor. Bu açıkça mücadelenin dışında bir yaşam olanağını kenarda tutabilmeyi ifade etmektedir. Her zaman için bir tercih değiştirme durumunda elinin altında “garanti”ye alabileceği bir şeyler olması noktasında bilincin veya bilinçaltının yönlendirmesinde bir harekettir. Olası bir değişiklik durumunu bir kenara koyup bugünkü tercihler sınırında bile baktığımızda bu bir çelişkidir. Bu sistem geleceksizlikten başka bir şey vaat etmiyor derken, üniversite mezunu olmanın artık ayrıcalığı yok derken, üniversitelerde bilimsel eğitim yok derken, bunun tersi bir kaygıyla hareket etmek rahatsız edici değil midir? Bu cümle kitlelere, inanılmadan mı sarf edilmektedir?
Bir diğer nokta da kişinin dokunulmazlığı olarak algılanan duygusal ilişkilerdir. Örgütlü yaşamı bir bütün olarak göremeyen kişi, yaşamını parçalara bölerek yaşamaya başlar. Ve burada duygusal ilişki ayrıksı bir dünya gibi algılanarak “özel” olarak yaşanmaya çalışılır. Kuşkusuz bu duygular iki kişi arasında gelişen bir paylaşımdır. Ama fanus içerisinde yaşanmadığı sürece iki kişilik bir dünya değildir. Duygusal ilişkiler, bugün içinde yaşadığımız tüketim toplumunda birer tüketim alanına dönüştürülüyor. İki birey arasında, gerçek anlamıyla paylaşan ve üreten, kişilerin birbirini geliştirdiği bir ilişkiye dönüştürmektense, hoyratça tüketiliyor. Bu da düzenin alışkanlıklarıyla hareket edilen bir rahatlık alanı olarak görülüyor. Burada yaşanan sorun, duygusal çalkantılar dağınıklılığı, bunalımı peşi sıra getirebilmektedir. Dediğimiz gibi, evet bu duygu iki kişinin paylaşımıdır, ama bu iki kişi toplumdan bağımsız olmadıklarından, yaşanılan sorunlar ve doğurduğu sonuçlar topluma yansımaktadır.
Peki, ne yapmalıyız? Ne yapabiliriz? Yaşanılan bir sorunu çözebilmenin en büyük hamlesi o sorunu tanımlayarak başlar. Bir sorunu ortaya koymak, çözmek için atılmış kocaman bir adımdır. Bu adımı bir adım daha öteye götürebilmek, ortaya konan sorunu çözme iradesi gösterebilmektir. Bu noktada da eleştiri yapma noktasında tutukluk veya eleştiriye tahammülsüzlük gibi sorunlar yaşanıyor. Bazen yoldaşlar gördükleri bir sorunu tanımlamaktan, eleştiri sunmaktan geri duruyorlar. Bu da belki de sadece kendisinin gözlemleyebildiği bir soruna müdahale edebilme imkânından toplamı yoksun bırakıyor. Ya da yoldaşlar kendilerine dönük eleştirileri kaldıramama psikolojisiyle karşılıyorlar. Bu yoldaşlar kendilerinin eksiklerini, zaaflarını görmek, özeleştiri sunabilmek noktasında her zaman geri durmakla birlikte sorunları kendi adlarına çözümsüz bırakıyorlar. Benzer yaklaşımda olan kişiler, yaşanılan sorunlar tanımlandığında bunu kişisel olarak algılayıp alınma vb. tepkiler koyabiliyorlar. Oysa bir şeyi eleştirebilmek veya özeleştiri yapabilmek, sorunu çözebilmek için ortaya konulması gereken sorumluluk ve çabadır. Sorun kişinin kendisinden kaynaklanmakla birlikte, hareketin toplamının eksik müdahalesinden de kaynaklanmış olabilir. Burada temel bakış, ne söylendiğini süzüp çözümün parçası olma bakışıyla hareket edebilmektir.
Örgütlü mücadeleyi tercihle beraber önümüzde duran değişim ve dönüşüm noktasında ne kadar çaba sarf ettiğimiz belirleyicidir. Düzen her yönlü saldırısıyla, kişiyi cenderesine alma çabasıyla sürekli bir şekilde devam eder. Her zaman her dakika kendimize hatırlatmamız gereken temel cümle “Bıraktığımız tüm boşlukları düzen dolduracaktır!” olmalıdır. Bir alanı kazanmak, insanları çevreleyebilmek noktasında nasıl hedef kitleyi, politik, sosyal vb. kapsayıcı olabilmek gerekir diyorsak, nasıl bizim bırakacağımız her boşluğun mevcut düzen ve özellikle Kürt/Kürdistanlı gençler açısından Gülen Cemaati başta olmak üzere İslami hareketler tarafından doldurulduğunu söylüyorsak, aynı şeyin kendimiz için de geçerli olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Durduğumuz, duraksadığımız zaman yaşamımıza sızmaya çalışanın düzen olması kaçınılmazdır.
Bizler, 21.yy’ın örgütlenmesini hedefliyoruz. Ve bunun mücadelesini veriyor, vermek için yola çıkıyoruz. Hareketimiz, düşünen ve mücadele eden militanların önemine her zaman önemli vurgular yapmıştır. Yeni bir komünist gençlik örgütü yaratmaya çalışırken kimliğimizi bu yönlü geliştirme çabası içerisinde olmalıyız. Döne döne çubuk büktüğümüz bir eğitim sorunu var. İdeolojik-politik birikimimizi geliştirmemizin yakıcılığı ortadadır. Marksist-Leninist klasikler, toplumu daha iyi tanımak için romanlar, kendi yayınlarımız, kitaplarımız başta olmak üzere koca bir külliyat önümüzde durmaktadır. Örgüt yaşamı her şeyiyle, pratik faaliyetiyle, kitlelerle kurulan bağıyla ideolojik-politik birikimin, düşünsel gelişimin hayata geçirileceği yegâne alandır. Yer yer mücadelenin bir parçası olup olmamayı aynılaştıran, kişinin kendi varlığını örgüt yaşamında önemsizleştiren yaklaşımlar sergilenmektedir. Elbette ki mücadele kişilerden bağımsız devam eder veya devrim ve sosyalizm mücadelesinin bilimselliği kişilerden bağımsız bir gerçekliktir. Ama her bir kişinin örgütlü mücadele içerisinde varlığı önemlidir. Bir örgüt kişilerin özelliklerinin, yaratıcılıklarının, becerilerinin, düşünsel zenginliğinin, ideolojik-politik hâkimiyetinin, elbette diyalektik bileşkesidir. Ve kişilerin tek tek özelliklerinin toplamından çok daha fazlasıdır. Bireyin, yerellerin inisiyatifinin, yaratıcılığının gelişmesinin örgütün toplamına katacağı gücü görerek hareket etmeliyiz.
Değiştirip dönüştürmek reddetmekle başlar!
Hepimiz bu düzenin içerisinde doğduk ve büyüdük, bunu göz ardı ederek hiçbir şeyi tartışamayız. Nesnel koşulları değerlendirerek bunun topluma, kişiye nasıl yansıdığını tarifleyebilmek gerekiyor. Mücadele ettiğimiz coğrafyanın, bu coğrafya içerisinde kökenimizin nereden geldiğinin bile getirdiği farklılıklar var. Bu yazıyla birlikte bir kez daha sorgulamamız gereken bu düzenin bizleri kuşandırdığı kültüre, alışkanlıklara, düşünce sistematiğine rağmen bizler ne kadar arınma çabası içerisindeyiz? Altını çizerek bir kez daha söyleyelim: Kıstas alacağımız temel nokta, ne kadar çaba içerisinde olunduğudur. Şu an ne noktada olduğumuz değil, gelişim ve değişim için ne denli sürekli ve ısrarlı bir çaba içerisinde olduğumuz, mücadelenin ihtiyaçlarını görerek hareket etmektir. Devrimci, sosyalist kimlikteki gelişimin tamamlandığı bir nokta yoktur, bunu unutmamak gerekir. Bu düzenin içerisinde örgütlü bir şekilde devrimci, sosyalist mücadelenin içerisinde olsak da “tamam, olduk” diyebileceğimiz bir varış noktası yoktur. Sürekli bir şekilde yenilenme ve gelişme içerisinde olmalıyız.
Her toplumsal yaşayış bir kültür yaratır ve kişilerin, toplumların kimliklerini oluşturur. Bizler yaratacağımız topluma uygun bir yenilenmeyi, değişimi ve dönüşümü öncelikle kendimizden başlatmalıyız. Kültürel çevrelemenin ne kadar önemli olduğuna dair verileri gene yaşadığımız düzenin hamlelerinden algılayabiliriz. Sermayenin saldırı planlarının kültürel ayağı her zaman mevcuttur ve bazen temel saldırısı buradan doğru gerçekleşir. Özellikle başka yazılarda da değindiğimiz gibi bunu 12 Eylül faşizmi ile ve ondan sonraki süreçte çok iyi yapmıştır. Bugün de hızlı bir şekilde yozlaştırma hamleleriyle, düzenin kültürel bombardımanı ile toplum çepeçevre bir hale getirilmiştir/getiriliyor. Buradan şunu görüyoruz ki kültürel şekillenme önemli bir noktadır ve düzen bunu kendi açısından her zaman olanağa çevirmeye çalışmaktadır. Bizler de kendi açımızdan kültürel değişim ve dönüşümü, kendimizi yenilemenin ve çevremizi düzen cenderesinden çıkarmanın zeminine dönüştürebilmeliyiz.
Yeni bir gençlik örgütü yaratırken ve bunun ilk adımı olarak merkezi bir gençlik komisyonu oluşturmuşken ilk hamleyi burada yapmalıyız. Yani öncelikle değişim ve dönüşüme buradan başlamalıyız. Yani öncelikle merkezi gençlik komisyonundan başlayarak, sosyalist/komünist kimliği geliştirmeli, örgütlü yaşam içerisinde kültürel yenilenme ve dönüşümü sağlamalıyız. Sosyalistlik/komünistlik her şeyden önce bir yaşam tercihidir. Bu anlamıyla mevcut düzenin içine sığamamaktır. Kapitalizm denilen mevcut düzene hapsolmayı kabullenememektir. Ve tam da bu noktada bu düzenin dışında bir alternatif yaşam kurma tercihidir. Bu yaşamın gerçek anlamıyla kalıcı ve toplumsal bir hale dönüşmesinin ancak ve ancak devrimci bir dönüşümle, bunun da örgütlü bir biçimde olacağını bilerek hareket etmeyi tercih etmektir. Sosyalistlik/komünistlik, yeniyi yaratmanın öngünlerindeki yaşamın adıysa, yeni yaşamında yaratmak istediği yarına en yakın noktaya varmalıdır.
Sonuç olarak; iki sınıfın sınıfsal karşıtlığını barındıran bir sistem olan kapitalist ve ulusal sorunu çözümlenmemiş bir toplumda yaşıyoruz. Mevcut sistem kendisi dışında her şeyi yok sayma üzerine kurulmuştur. Mevcut sömürü, talandan ve kendisinden başkasını yok sayan bir sistem gerçekliğinin karşısında değişim ve dönüşüm safında olduğumuzu ve kapitalizme karşı insanca bir yaşam için sosyalizmden başka bir alternatif olmadığını söylüyoruz. Yani biz bu düzende yaşamaya mahkûm olmadığımızı biliyoruz ve söylüyoruz. Biz, yeni bir dünyayı inşa etme mücadelesi içerisindeyiz. Biz, bir alternatifimiz olduğunu biliyoruz. Bu alternatif bizim adımıza uzak diyarların adı olmamalı, bugünden istediğimiz yaşamın kriterlerine göre şekillenebilmeli, şekillendirebilmeliyiz. Kendimizden çevremize yayılacak bir dalgadır bu. Ve biz bu düzen içerisinde, dayatılan şekilde yaşamayı kabullenen durgun toplumda aynı denize taş atmaktan vazgeçmeyen bir “yaramaz” çocuk gibi okyanusta tsunamiler çıkartabileceğimizin bilinciyle inatçı olmalıyız. Ve bunun için kendimizden başlayarak değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve bu sistemi her şeyiyle ret etmeyi hedeflemeliyiz. Çünkü başta merkezi gençlik komisyonunda yer alan yoldaşlar olmak üzere eğer bunu yapmazsak, yarın örgütleyeceğimiz, örgütlemek için hedef seçtiğimiz bireylere bunu taşıyamayız.
***
İddialarımızın gerçekliğine inanalım / T.Atmaca
T.Atmaca
NEWROZ
Kendimize ve iddialarımıza güvenmeliyiz. Başkalarının ne söylediği, ne düşündüğü değil, bizim ne yaptığımız önemli olmalı. Çünkü örgütlerin gücü, üye sayısı ile değil, tersine yığın üzerindeki etkisiyle belirlenir.
Eğer iyi bir gözlemciyseniz, bugün gençlikle ilgili yeni bir politikleşme dalgasının başladığını, ciddi anlamda bir muhalefet cephesinin giderek örüldüğünü görebilirsiniz. Son eylemliliklerde, özellikle 1 Mayıs’ta bu daha net görülmüştür. Daha önce de yazdık; 1 Mayıs’ta çok ciddi bir genç katılımı söz konusuydu. Bu katılım örgütlü olmasa da, gençliğin bir arayış içerisinde olduğunu, genel anlamda gençliğin uzun yıllar sonra politikleşmeye başladığının göstergesiydi. Gençlikte yaşanan bu gelişmeleri iyi görmek/gözlemlemek ve ona göre adım atmak gerekiyor.
Evet, bir bütün olarak gençlik giderek sisteme karşı tepkisini açığa vurmaya başlıyor. Kuşkusuz bugüne kadar da kimi cılız çıkışlarla bunu gerçekleştirdi. Zaman zaman bu çıkışlar yükseliş de gösterdi. Sonuçta bir durgunluk ve geriye düşüş yaşandı. Eğer bugünkü süreç de iyi değerlendirilmezse bir süre sonra bu da bir durgunluk ve geriye düşüşü getirebilir.
Özellikle 1 Mayıs sonrası birçok üniversitede yaşananları böyle değerlendirmek gerekiyor. 1 Mayıs sonrası birçok üniversitede özellikle Kürt/Kürdistani gençliği hedef alan saldırılar yaşandı/yaşanıyor. Hatta bu saldırılar Muğla’da Kürt öğrenci Şerzan Kurt’un ölümüyle sonuçlandı.
12 Eylül askeri faşist darbesinin en önemli hedeflerinden biri gençlikti. Ve gençliği bir bütün olarak apolitize etmekti. Bunu yapabilmesinin koşulları olarak 70’li yılların genç kuşaklarını bir bütün olarak cezalandırması, politikaya ve toplumsal olaylara ilginin faturasının ne denli ağır olduğunu göstermesi gerekiyordu. 12 Eylül tam da bunu yaptı. Öyle ki, bir bütün olarak gençlik baskı, şiddet, işkence, tutuklama, hapis ve idam gibi cezalarla adeta ezildi. Binlerce genç işkencelerden geçirildi, tutuklandı, onlarcası idam edildi, işkencelerde öldürüldü.
Kürt/Kürdistan gençliği ise başta Diyarbekir Cezaevi uygulamaları olmak üzere onlarca cezaevinde, işkencehanelerde aynı uygulamalara maruz kaldı. Baskı, işkence, tutuklama ve teslim alma hedeflerini polisiye yöntemlerle gerçekleştirmek belli kısa sürede sonuç verebilirdi. Ancak uzun süreli bir apolitizasyon uygulaması, bunun kurumsallaştırılması sonuç alabilirdi. Böylece gençliğin devrimci, sosyalist politikaya ilgisi en alt düzeye indirilebilirdi. Hatta tümden ortadan kaldırılabilirdi. Bunu uygulayacak, geliştirecek bir kuruma ihtiyaç vardı. İşte, Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) bu ihtiyacın ürünü olarak bizzat 12 Eylül generalleri tarafından kuruldu. YÖK’le birlikte baskı, cezalandırma, yılgınlığı içselleştirme politikalarına her düzeyde ideolojik ve psikolojik saldırı kampanyaları eşlik etmiştir. Görsel ve yazılı basın, okullar hatta sokak, sürdürülen bu kampanyanın etkin araçları ve alanları haline getirilmiştir. Her düzeyde sürdürülen bu ideolojik ve psikolojik saldırı hareketi sonuç vermiş, gençlik özellikle de öğrenci gençlik içerisinde politikaya, özellikle sosyalist, devrimci politikaya karşı ilgisizlik, bireysellik ve bireyci yaşam ilişkileri gelişmeye ve egemen olmaya başlamıştır. Bu ideolojik ve psikolojik saldırı hareketinin çok önemli bir boyutu da kültürel alanda izlenen politikalar olmuştur. Mevcut sistem kendine göre yarattığı tipleri ve yaşam tarzını gençliğin önüne örnek alınması gereken modeller olarak sunmuştur.
12 Eylül faşizmi bu alanda önemli bir başarı elde etmiştir. Yukarıda da değindik: 70’li yılların gençliği nezdinde devrimci, sosyalist, komünist politika ve bunun en önemli politik ve ahlaki özellikleri, kavramları mahkûm edilmiş, cezalandırılmıştır. Bütün bunların üzerine ise bireyci yaşamın en geri, en çürümüş biçimleri monte edilmiştir. Kısaca diyebiliriz ki, gençlik her yönüyle cendere içine alınmıştır. Topyekûn bu saldırılar karşısında korkuyu içselleştiren aileler de bu süreçte olumsuz bir rol oynamışlardır. Sistemin uyguladığı bu politikaların -bilerek veya bilmeyerek- etkin unsurları olmuşlardır. Hatta geçtiğimiz yıllarda Yeni Aktüel dergisinin gençlerle gerçekleştirdiği söyleşilere bakılırsa, 12 Eylül öncesi bir biçimde devrimci, sosyalist hareketle ilişkisi olanların büyük çoğunluğu çocuklarını sosyalist, devrimci politikadan uzak tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Bugün de yapıyorlar. Gençlik üzerindeki baskılar bugün de devam ediyor. Bugün de gençliği politikanın dışında tutmak için her yönteme başvuruluyor. Bütün bunlar Kürt/Kürdistani gençliğin ulusal mücadelede yer almasını engellememiştir. Bugün de engelleyemiyor. Ve gençlik bir bütün olarak bu ablukayı yıkmaya çalışıyor. Tam da bu nedenle 1 Mayıs sonrası özellikle Kürt/Kürdistani gençlik üzerinden yeni bir baskı ve sindirme operasyonu başlatıldı. Burada Kürt/Kürdistani gençliğin hedef seçilmesi de önemli. Çünkü böylece hem bir bütün olarak gençlik politikadan uzak tutulacak, hem de Kürt/Kürdistani gençlik üzerinden milliyetçilik körüklenecek. İşte 1 Mayıs sonrası üniversitelerde yaşananları biraz böyle okumak gerekiyor. Yoksa YÖK Başkanı ve benzerlerinin açıkladığı gibi kimi üniversitelerde yaşanan olayların başlama sebebi “kız meselesi” değil. Özet olarak, sistem gençliğin politikleşmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Bunu da toplumun ahlaki duygularını istismar ederek yapmaya çalışıyor.
***
Tam da böylesi bir süreçte biz Kürdistanlı Genç Komünistler olarak bir gençlik örgütünün yaratılmasını tartışıyor, bunun için yol almaya çalışıyoruz. Bu zorlu ve zahmetli bir iş. Bugün bizim dışımızda Türkiye ve Kürdistan’da başka gençlik örgütleri mevcut. Bunları yok sayamayız. Ama “görünen köy kılavuz istemez”. Bunların hiçbiri bir bütün olarak gençliği kucaklayamıyor, onun sorunlarına yanıt oluşturamıyor. Bizim üzerinde en fazla kafa yormamız gereken nokta burası.
İddiamız 21.yy’ın komünist gençlik örgütünü yaratmak. Belirttik; bu zor ve zahmetli bir iş. Bugün var olan dar ilişkilerimiz nedeniyle genç yoldaşlarımızın birçok bölgede tek başına bu işin üstesinden gelmesi gerekiyor. Bu durum ise genç yoldaşlarımızda bir umutsuzluk, moral bozukluğu ve karamsarlık yaratıyor. Bunun başlıca nedeni, bulundukları alanda kendilerinin yalnız olması. Var olan kimi gençlik örgütlerinin nicel olarak daha güçlü olması, bunu artı bir puan olarak kullanmaları. Maalesef üzerinde yaşadığımız coğrafyada her zaman bir güce tapma söz konusu olmuştur. Dün de, bugün de bu böyledir. Oysa güçlü olan her zaman haklı değildir. Bu durum genç yoldaşlarımızda bir karamsarlık, umutsuzluk ve moral bozukluğu yaratmamalı.
Var olan gençlik örgütlenmeleri hala 20.yy örgüt ve örgütlenme perspektifleriyle hareket ediyorlar. Ve bunların bir geleceği yok. Bizim ise hedefimiz 21.yy örgüt/örgütlenmesini yaratmaktır. Bizim iddialarımız var. Biz iddialarımızı bulunduğumuz her ortamda savunmaktan imtina etmemeliyiz. Bir kişi olabiliriz. Önemli olan sayı değil. Kimin geleceğe yönelik belirlemelerinin daha gerçekçi olduğudur. Yalnızlık ve güçsüzlük psikolojisine düşmemeliyiz. Kendimize ve iddialarımıza güvenmeliyiz. Başkalarının ne söylediği, ne düşündüğü değil, bizim ne yaptığımız önemli olmalı. Çünkü örgütlerin gücü, üye sayısı ile değil, tersine yığın üzerindeki etkisiyle belirlenir. Eğer biz, ideolojik-teorik donanımımızla, söylediğini yapan, yaptığını savunan bir duruş sergileyebilir ve bununla yığınları etkileyebilirsek asıl başarıyı o zaman kazanırız. Bulunduğumuz alanda tek başımıza da olsak bunu başarabiliriz. Yeter ki iddialarımızın gerçekliğine inanalım. Tarihimizde bunun örnekleri vardır. Yoksa kimi örgütlerin sorunu salt sayısal güce indirmesi ve bunun için deyim uygunsa her şeyi mubah görmesi bizim işimiz olamaz, olmamalı.
***
Onlar bizim yoldaşlarımızdı!..
Tuncay ATMACA
T.Atmaca
ÇOBAN ATEŞİ
Buca Cezaevinde darağacı, Kürt ve Türk halklarının üç yiğit savaşçısı TKEP üyesi, onur abidesi üç insan için hazırlanıyordu. Tıpkı kendilerinden on yıl önce idam edilen yoldaşları gibi.
HATIRLAMAK DİRENMEKTİR!
Bu güzelim kentte artık bir ölüm sessizliği hakimdi. İnsanlar en derin uykularındaydı. Belki de birçoğu yattığı yerde rüyalara dalmıştı kim bilir?
Bir yerde ise, henüz insanlar uyumamıştı. Bir sessizlik hakimdi bulundukları mekanda. Uyumak akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Sanki bir şeyler olacaktı bu gece.
Seçtikleri yaşam şekli, onların başkaları gibi rahat yataklarında yatmalarına, rüyalara dalmalarına izin vermemişti. Bu yaşam şekli, onlara işkenceleri, gözaltlıları, cezaevlerini, ölümleri reva görmüştü. Ama bu durumdan dolayı onlar hiçbir zaman şikayetçi olmamışlardı. Aksine bu yaşam şekline coşkuyla kucak açmışlardı. Zaten tüm yaşamlarını buna adamamışlar mıydı? Kendilerinden öncekiler gibi, korkusuz ve cesurca…
Güneş henüz kenti aydınlatmamıştı. Gün ışığı olmamasına rağmen, sokak lambaları yine de kentin tüm güzelliğini gözler önüne seriyordu. Kentin bu ölü sessizliğini ve güzelliğini gecenin geç saatlerinde polis ve askeri araçların o malum sesleri de bozamıyordu. Çünkü bu korkunç seslere öylesine alışılmış ve kanıksanılmıştı ki, artık o malum sesler bile gecenin geç saatlerinde ölü sessizliğin ve kentin birer parçası olmuşlardı.
Bu ülkede bir dönem yaşanmıştı. Bu güzel kent de bundan nasibini almıştı. Onlarca, yüzlerce, binlerce insan tutuklanmış, işkencelerden geçirilmiş, sakat bırakılmış, hatta katledilmişti.
Tüm baskılar, katliamlar bu ülkede ve bu kentte insanların karşısına bir korku duvarı çıkarmıştı. İnsanlar bu korku duvarı karşısında sessiz ve sakin yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Sanki hiçbir şey olmamış yaşanmamış gibi. Oysa o tarihe kadar, bu kentte, hemen her gün direnişler yaşanmıştı. Kitleler; fabrikaları, okulları, sokakları, mahalleleri işgal etmişti. Tarihe geçen direnişler yaratmıştı bu kent. O tarihten sonra ise tam bir ölü kenti oluvermişti. Sanki o direnişler, o işgaller bu kentte, bu kentin sokaklarında, fabrikalarında, mahallelerinde yaşanmamıştı.
Ve tarih 1982’nin l2 Mart’ı 13 Mart’a bağlayan saatlerini gösteriyordu. Kent yeniden canlanmıştı sanki. Buca cezaevinden yükselen slogan sesleri dalga dalga kentin tüm sokaklarını, varoşlarını sarıyordu. Polis ve askeri araçlar her zamankinden daha hızlı ve telaşlı çalışıyorlardı.
Buca Cezaevinde darağacı, Kürt ve Türk halklarının üç yiğit savaşçısı TKEP üyesi, onur abidesi üç insan için hazırlanıyordu. Tıpkı kendilerinden on yıl önce idam edilen yoldaşları gibi.
Kimi insanlar vardır ki, onlarla aynı çağda yaşamış olmak, onları tanımak, onlarla bir şeyler paylaşmış olmak, büyük mutluluk veriri insana.
Böylesi insanları onurlu bir yaşamın içerisinde tanımak, onlarla bir şeyler paylaşmak. Onlara yoldaş diyebilmek. Ve bu onurlu insanların katledilişinin ardından anma yazısı yazmak ya da onları anlatmaya çalışmak, en zor yapılacak şeylerden biri olsa gerek. Şu an bunun zorluğunu daha iyi anlıyor ve yaşıyorum.
Seyit Konuk yoldaşı ilk kez, İzmir’de Bağımsız İplik – İş Sendikası’nın şubesinde tanımıştım. O, her zaman gülen, cana yakın, coşkulu ve özverili bir insandı. O’nu ya İplik – İş Sendikası’nda ya da Genç Emekçiler Birliği’nde hep bir şeylerle uğraşırken görürdünüz. İnsanlara sosyalizm ve mücadeleye bağlı kalmaları konusunda bir şeyler anlatır, onlarla ateşli ateşli tartışırdı.
Sayılı da olsa en mutlu olduğum anlar Seyit yoldaşla dergi satışına çıkmaktı. Onun dergi satışı, birçok insanı olduğu gibi beni de etkiliyordu. Her dergi satışında girdiği kahvede, insanlar onun gür sesiyle doğruluyorlardı. Sanırım en çok sevdiği şiir – ya da bugün için ben öyle düşünüyorum – Nazım Hikmet’in “ düşmesin bizimle yola/ evinde ağlayanların gözyaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar/bıraksın yakamızı kendi kabuğunda yaşayanlar” dizelerdi. Bu şiiri çok sevdiğini düşünmem biraz da her dergi satışında, Seyit’in mutlaka bu şiiri okumasından kaynaklanıyordu.
Seyit yoldaşı hayatın her alanında görebilirdiniz. Kendisi o dönemde Tariş Üzüm İşletmesi’nde işçi olarak çalışıyordu. Tariş direnişini örgütleyenlerden ve öncülük edenlerden biriydi. O salt Tariş’teki devrimci çalışmalarıyla tanınmıyordu. Her grev çadırında, her mahalli çalışmada onu görebilirdiniz. Onun için görevin büyüğü, küçüğü yoktu. O kendisini her şeyiyle halklarının sınıfsal ve toplumsal kurtuluş mücadelesine adamıştı.
Seyit Konuk yoldaş, devrimci mücadeleye doğum yeri olan Tokat’ta THKO/MB saflarında başlamış ve mücadelesini parti oluşum sürecine kadar sürdürmüş, 1 Mayıs l980’de partisinin kuruluş kongresini emekçi halklarımıza duyurmak için İzmir’de faşistlerin iki hamisini cezalandırma eylemine katılmış, eylem sonrasında yakalanarak, uzunca bir süre işkencelerden geçirildikten sonra tutuklanıp idamla yargılanmış ve cezası faşist cunta tarafından onaylanmıştır.
Necati Vardar yoldaşla ilk kez Genç Emekçiler Birliği’nde tanışmıştım. Yoldaş, İzmir’de BMC fabrikasında işçiydi. Devrimci mücadeleye doğum yeri olan İzmir’de başlamıştı. Ve mücadelesini THKO/MB saflarında sürdürmüştü.
Necati yoldaş defalarca göz altına alınmış, işkencelerden geçirilmişti. İlk tutukluluğu, İzmir’de Kürt halkının ulusal bayramı olan Newroz’la ilgili bir gecedeki tertip komitesi üyeliğiydi.
Necati Yoldaş da, Seyit Yoldaşla aynı eylemlere katılmış, eylem sonucunda yakalanarak idamla yargılanmış ve cezası faşist cunta tarafından onaylanmıştır.
İ.Ethem Coşkun Yoldaşı, diğer iki yoldaş gibi yakından tanıma olanağım olmadı. Kendisiyle bir – iki kez İplik –İş Sendikasının İzmir şubesinde, bir – iki kez de İzmir Şube Başkanlığını yaptığı Bağımsız Birleşik Maden – İş Sendikasında karşılaşmıştık.
Onunla ilgili bildiğim kararlı ve inançlı biri olduğu, mücadeleye doğum yeri olan Antep’te THKO/MB saflarında başladığı bu mücadelesini yoldaşlarıyla birlikte yakalandığı ana kadar sürdürdüğüydü.
Evet, kentin o ölü sessizliği bir günlük de olsa bozulmuştu. Onların sloganları kararlılıkları fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılıyordu. 13 Mart tarihli gazeteler ilk sayfalarında TKEP üyesi olduklarından dolayı idam edilen bu üç kararlı ve onurlu insandan bahsediyordu.
Ve yıllar sonra bu ülkede birçok sosyalistin, komünistin yaşadığı süreci ben de yaşıyorum ve yolum yoldaşlarımın idam edildiği cezaevine düşüyor. Sohbet ediyoruz. Sohbet dönüp dolaşıp idamlara geliyor. Bir görevli o günkü gelişmeleri şöyle anlatıyor; “Cezaevinde çıt çıkmıyordu. İnsanlar konuşmuyordu. Bir şeyler mi oluyor diye mazgal deliklerinden koğuşları gözetliyorduk. Ama tüm koğuşlarda hep aynı manzara insanlar oturmuş, sadece susuyorlardı. Bu sessizlik cezaevi idaresini ve biz personeli ürkütüyordu. Aşağıda, şu karşı bahçede (parmağıyla gösteriyor) darağacı kuruluyordu. Her an cezaevine yönelik bir eylem bekleniyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde ilk hükümlüyü hazırlıyorlardı. Şu hücrede diyerek, tarif ediyor.”İbrahim diyorum” evet evet diyor. Birden slogan atmaya başladı.”İdamlar bizleri yıldıramaz” sanki bir anda cezaevi ayaklandı. Biraz önceki o sessizlikten geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sanki cezaevi yıkılacaktı. Açık söylemek gerekirse bizleri bir korku almıştı bir olay çıkacak diye. Diğer ikisinde de aynı şeyleri yaşadık.(Bu arada yoldaşların kaldığı hücreleri gösteriyor) Üçü de çok kararlı insanlardı.Sehpaya kendileri çıkıp, tekmeyi de kendileri vurdular. Onlar gibi kararlı insan görmedim. Gerçekten yiğit insanlardı. Burada o dönem çalışmış olan kime sorsan, saygı duyar onlara.”
Kısa bir sessizlik yaşanıyor. Sohbet devam ediyor. O dönemde ve şu anda da tutuklu olan bir devrimci tutsak arkadaş, idam gecesi yaşananları anlatıyor; “Cezaları onaylanmıştı. Onları hücrelere almışlardı. Görüşemiyorduk, ama haberleşebiliyorduk. Her an cezanın infazını bekliyorduk. Seyit ve Necati’yi dışardan da tanıyordum. Sanki idam edilecek olan onlar değildi. Neşe ve coşkularından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. O gün, yani 12 Mart’ı, 13 Mart’a bağlayan gece sanki bir şeyler olacaktı. Kimse konuşmuyor, şakalaşmıyordu. Cezaevinden çıt çıkmıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, cezaevinin sessizliğini ilk bozan Seyit’in o gür sesiydi. Seyit haykırıyordu. “Kahrolsun faşizm”, “İdamlar bizleri yıldıramaz”,”Bir gider, bin geliriz”, “Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının Mücadele Birliği”. Sanki herkes onun sesini bekliyormuş gibi, koğuş camlarına toplandık. Hep bir ağızdan Seyit’e eşlik ediyorduk. Bütün cezaevi onlarla birlikte slogan atıyordu. Bir arkadaş ise Seyit’in çok sevdiği Nazım’ın; “Delikanlım iyi bak yıldızlara/belki bir daha göremeyeceksin…” şiirini okuyordu. Tüm cezaevi bu kararlı ve inançlı insanları sonsuzluğa yolcu ederken, onların kararlılığını ve coşkusunu kalbimize gömüyorduk. Ve o gün, gün boyunca ne sloganlar, ne marşlar hiç susmadı.”
Bir anda gözlerim doluyor. Kısa bir sessizlikten sonra ‘onlar benim yoldaşımdı’ diyebiliyorum sadece ve kalkıp ayrılıyorum yanlarından.
Ve şu satırlar geliyor aklıma; “Ölülerin şiarı yoktur. Onların kendisi şiardır.”
Şimdi aradan geçen 26 yıl sonra onları anlamanın daha bir önem kazandığı süreçten geçiyoruz. Çünkü; bugün bu coğrafyada işsizliğin, açlığın, yoksulluğun, katliamların, yok saymanın ve Kürt halkına karşı yürütülen topyekün savaşın at başı gittiği bir kesitten geçiyoruz. Bu öyle bir kesit ki, insanların kendine dahi yabancılaştığı, yalnızlaştığı mücadelenin, örgütlülük ve örgütlenmenin dibe vurduğu, adamsendeciliğin, boş vermişliğin ayyuka çıktığı bir süreç. Yani yabancılaşmayla insanın/insanlığın tüketerek tüketildiği bir noktaya geldik. Burası “olmak ya da olmamak”a eşitlenmiş bir “sınır çizgisidir”
İnsan/insanlık bu noktada ya yaşamın ahlakını savunacak ya da –vahşet ve – ahlaksızlığın kollarında tükenecektir. Burası insanlığın sınır çizgisidir. Yani hepimiz 21.yy’ın şafağında bu mevzideyiz.
Unutulmasın ; “ Yaşadıklarının ahlâkını savunmayanlar, benim diyebilecekleri bir hayatı değil, ancak elden düşme hayatlardan oluşma bir tür yamalı bohçayı yaşarlar. Çünkü üzerinde düşünülmemiş bir hayat, nasıl yaşanmaya değer bir hayat değilse, kendi ahlâkını türetememiş bir hayat da insan onuruyla bağdaşır bir hayat olamaz. Böyle hayatların sahipleri, hep ucuz yaşamış olanlar arasından çıkar. Bunlar, pahalı yaşamanın koşul kıldığı yürekliliği hiçbir zaman göze alamadıklarından, Pazar artıklarından farksız ucuz yaşantılarla, rollerle ve acınası düzmece kimliklerle yetinirler…
Yaşadıklarının ahlâkını savunamamak, yaşadıklarını inkâr etme girişimiyle de eşanlamlıdır. Bir insanın kendisine dışarıdan yakıştırılanları inkâr etmesi, anlaşılabilir bir tepkidir, bir savunmadır. Ama kendi yaşadıklarını, üstelik herkesten önce kendine karşı inkâr etmek, intihardan beterdir; çünkü intihar sonuçta bir hayata son verir, ama yaşadıklarının ahlâkını savunacak yerde onları inkâr etmek, hayatta kalmayı sürdüreni kimliğinden yoksun kılarak canlı bir cesede dönüştürür…”
Şimdi, her yanımızı canlı cesetler sarmışken “ Dünyada bütün insanlar dürüst olsalardı kahramanlığa ihtiyaç kalmazdı.” diyen Agesilaos’un haklılığının altını itinayla çizmek gerekiyor.(1)
Dünyada baskı, sömürü, eşitsizlik ve katliamlar varsa kaçınılmaz olarak isyanda vardır ve kaçınılmazdır.
O halde; ABD’nin salt Irak’ı işgal maliyeti üç trilyon doları bulduğu… ABD’nin Irak işgaline her ay, BM’nin yıllık bütçesine eşit 16 milyar dolar harcadığı, hesaplamalara göre 3 trilyon dolara 8 milyon konut inşa etmek, 15 milyon profesör yetiştirmek, 530 milyon çocuğa sağlık hizmeti vermek, 43 milyon öğrenciye burs sağlamak, Amerikan halkını elli yıl boyunca sosyal güvenliğe kavuşturmak işten bile değildir. Oysa Amerika’nın Afrika’ya yaptığı kalkınma yardımı ise yılda sadece 5 milyar dolar, söz konusu 5 milyar dolar ise ABD ordusunun on günlük masrafına eşittir.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada ise şoven ve milliyetçilikle ayyuka çıkartılmış Türk Egemenlik Sistemi onlarca yıldır Kürt halkına karşı sürdürdüğü savaşa ne kadar harcadığı bir muamma. Oysa onlarca yıldır sürdürülen savaşa yapılan harcamaların tüm maliyeti işçi ve emekçi halklarımızın sırtından sağlanıyor. Buna karşın; kimi sendikaların araştırmalarına göre Ocak ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 689.-YTL. Yoksulluk sınırının 1905.-YTL. olduğu, oysa çalışan nüfusun büyük çoğunluğunun asgari ücret olan 435.-YTL.ye çalıştığı ayrı bir gerçek.
Başka gerçeklerde var. Forbes’in 2007 Dünya Dolar Milyarderleri listesinde Türkiye 36 milyardere ulaşarak dünyada en fazla milyardere sahip olan ülkeler sıralamasında altıncı sıraya yükseldi. 36 milyarderin serveti 61.2 milyar dolar olarak açıklandı. Buna karşın TÜİK’in Kasım ayı verilerine göre ; istihdam edilen toplam 20 milyon 867 bin kişi iken, bunun 9 milyon 480 binini, herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşunda kaydı bulunmayanlar oluşturuyor. Ücretli olarak çalışan toplam 10 milyon 989 bin kişiden, yüzde 20.6 oranındaki 2 milyon 268 bini kayıt dışı çalışıyor. Toplam sayıları 1 milyon 468 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 90.6 oranındaki 1 milyon 330 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. Kısaca ücretsiz aile işçilerinin yüzde 96’sı, toplam çalışanların ise yarısı kayıt dışı çalışıyor. Yani hiçbir sosyal güvenceleri yok.
Dünya da ve üzerinde yaşadığımız coğrafyada, bunca korkunç gerçek varken mücadele etmek daha bir önem kazanıyor. Yabancılaşmanın, adam sendeciliğin, yalnızlığın vb. şeylerin ayyuka çıktığı bu süreçte örgütlenmenin ve örgütlülüğün her zamankinden daha önemli olduğu bu kesitte 13 Mart savaşçılarını anlamak, onları ve mücadelelerini örnek almak daha da anlam kazanıyor. Bugün Kürdistanlı komünistler olarak “Tarihten ders çıkarmak” adına işkencelerde, darağaçlarında katledilen yoldaşlarımızın mücadelelerinden öğrenerek 21.yy’ da yeni bir sürece adım atmış bulunuyoruz. Bu aynı zamanda yeni bir örgütlülük ve mücadele anlayışını beraberinde getiriyor. Sorun buna kendimizi nasıl hazırlayacağımızda. Bu 13 Mart’ta asıl yapmamız gereken yoldaşlarımızın mücadelesinden örnek alarak kendimizi yeniden kurmaktır.
1) Aktaran, Temel Demirer, Çoban Ateşi; 3 Mayıs 2007,Sayı;10,Sf;2
***