XX. yüzyılın başında, halklar için ulusal devletlerini kurmak bir zorunluluk olarak görünüyor. Her halk ulusal devletini kurma peşinde. Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu, çok dinli ve çok dili devletler parçalanmak üzere.
İmparatorluğun parçalanacağını gören ve sezen Osmanlı aydını bir şeyler yapma telaşında. Ne yapılmalıdır ki İmparatorluk parçalamadan birlik ve bütünlüğünü koruyabilsin. Aslında boşuna çabalardır bunlar, bir bakıma dağlardan kar suyuyla beslenip gelen sele karşı ovada bent çekmeye benzer. Yine de aydınlar harekete geçer. İçlerinden Türk olmayan (ikisi Kürt, biri Arnavut ve biri de Çerkez) dört Askeri Tıbbiye Öğrencisi 1889’da Osmanlı İttihat-ı Terakki Cemiyetini kurarlar. (OİTC) Cemiyet on yılık süreç içerisinde nitelik ve nicelik bakımından çok değişir. Amaçları yeni bir “Türk Milleti” yaratmak olan, ırkçı, ulusalcı bir zihniyet cemiyete hâkim olur. İlk başlarda Cemiyet, İmparatorlukta yaşayan bütün milletleri yeniden yapılandırılacak “Osmanlı toplumu” içinde birleştirerek İmparatorluğunu parçalamaktan kurtaracağına inanır.
Onlara göre sorun; II. Abdülhamid’in kötü despotik yönetiminden kaynaklanmaktadır. Şayet Sultan’a baskı yapılıp, Sultan’ın rafa kaldırdığı 1876 Anayasası yürürlüğe konulursa sorunda kendiliğinden aşılmış olur. Çünkü Osmanlıyı oluşturan halklar; özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet anlayışına dayalı bir meşruti yönetimde kendilerini rahatlıkla ifade edecekleri için, mutlu olacaklar ve İmparatorluktan ayrılmayı düşünmeyeceklerdir.
Katı merkeziyetçi ve meşrutiyetçi bir anlayışa sahip İTC hareketi Osmanlıyı oluşturan toplumlara böyle şirin görünürken, kendi içlerinde ise, kadro yetiştirmek, güç toplamak için zaman kazanmaya çalışır. Çünkü onların Osmanlıcılıktan anladıkları, herkesin asimile edilerek Türkleşmesidir; Hristiyan’sa süreç içerisinde Hıristiyan Türk’e dönüşecek, Müslümansa zaten kısa sürede Türkleşecektir. Kısacası nihai hedef İmparatorluğu oluşturan bütün halkların Türkleşmesidir. Türkiye, Türklerin olacak.
Buna karşın muhalifliğinden dolayı Osmanlı Sarayından kovulan Prens Sabahaddin ise, İmparatorluğun geleceğini her ırk ve milletin kendisini ifade edeceği “Âdemi Merkeziyetçi” bir yönetim anlayışında görür. Bu amaçla 1902 yılında “Teşebbüs-i şahsi ve Âdem-i merkeziyetçi Cemiyeti”ni kurar. Dışlayıcı değil, kucaklayıcı bir model sunan Prens, İmparatorluğu oluşturan bütün halkların aynı haklara sahip olacağı bir “ortak vatan” yaratma çağrısında bulunur. Prensin görüşleri bununla da sınırlı kalmaz; O İmparatorluğun Gayri-Türk unsurlarının haklarını savunmak üzere bir platform kurulmasını önerir. Programı, intikal ilkesine ve vilayetlerde Âdem-i Merkeziyetçi yönetim sisteminin yerleştirilmesi fikrine, karar alma sürecine katılacak yerel yönetimlerin seçilmesine; merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesine, yerel yönetimde farklı grupların nispi temsiline, Osmanlı tebaasına etnik kökenlerine bakılmaksızın eşit haklar verilmesine vb. dayanan bir siyasal reform öngörür.
İmparatorluğu demokratik çoğulculuğa dönüştürecek ve zamanına göre oldukça ileri ve radikal olan bu öneriye İTC’nin üst yönetimi tarafından derhal karşı saldırıya geçilir. Ahmet Rıza, Prensin programını “esnek, belirsiz ve muğlak” olarak tanımlar. Cemiyete yeni giren ve kısa sürede Cemiyetin kontrolü eline geçirecek olan Dr. Bahaeddin Şakir ise; Prensin programının kaçınılmaz olarak İmparatorluğun bölünmesine yol açacağını, bilhassa Gayri-Türklere yarayacağını ve ancak Türklerin aleyhine uygulanabileceğini belirtir.
Kendilerini anavatanlarının meşru savunucuları olarak gören bu Jön Türk liderleri gizli yazışmalarında Sabahaddin’in planının imparatorluğun felaketine yol açmakta başka bir işe yaramayacağını ve Sabahaddin’in vatan haini ve ayrılıkçı komitelerin uşağı olduğunu koro halinde tekrarlarlar. Cemiyetin üst düzey yöneticileri olan Dr. Nazım ile Dr. Şakir onu “İngiliz ajanı olmakla ve Türkleri terk etmek isteyen Ermenilerin programını kabullenmekle” suçlarlar. Şakir, ulusal hak talep eden Ermeni komitacılarını da bugün bize hiç de yabancı gelmeyen; “kökü dışarıda hainler” olarak tanıtır. Ona göre; bu komitacılar, Rusya tarafından manipüle edilen, İmparatorluğun toprak bütünlüğünü tehlikeye atan saldırgan bir siyasal çizgi izliyorlar. Sonuçta onları “Türk ulusuna” isyan eden hain bir halk olarak değerlendirir.
1907 tarihinde Viyana’da Dördüncü Kongresini toplayan dönemin en güçlü Ermeni örgütü, “Ermeni Devrimci Federasyonu” (EDF), gerilla faaliyetlerini durdurarak İTC ile işbirliği yapmaya karar verir. Ermeni fermanına da yol verecek olan bu karar; Ermeni aydınları tarafından tereddütle karşılanır. Kongreye konuk delege olarak katılan Arşag Varamyan güncelliğini bugünde koruyan şu konuşmayı yapar: “Hiç kimse Türkiye’den ayrılmayı düşünmüyor. Bu aptallıktır; sadece bunu başaramayacağımız için değil, aynı zamanda bizim sosyo-ekonomik çıkarlarımız ülkenin bir parçası olarak kalmamızı gerektirdiği için. Türkler bizim talep ettiğimiz federasyonun niteliğini anlamıyorlar; bunu ayrılıkçılığın kanıtı olarak görüyorlar. Türklerin düşüncelerini değiştirmemiz ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü [korumanın] tek yolunun bu olduğunu anlamalarını sağlamamız şarttır. Bunun alternatifi Türkiye’nin bölünmesidir. Jön Türkler bile bizim dayanışma mefhumuzu anlamıyorlar; eğitimsiz Türk halkı nasıl anlasın? (*1)
Kürt Özgürlük Hareketi, uzun zamandan beri ulusal sınırlara dokunmadan; halkların doğrudan kendi kedisini yönetmesi, söz ve karar sahip olması anlamına gelen özyönetim projesini tüm Türkiye haklarına sundu. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra artan faşist baskılara karşı da Kürtlerin yoğun yaşadıkları kasabalarda bu projesini fiiliyata geçirdi. Kıyamet de bundan koptu. Türkiye Cumhuriyeti yabancı bir ülkeyi işgal edercesine tankıyla, topuyla, zırhlı aracıyla, on binlerce askeriyle bu şehirleri kuşattı. Halk aç, susuz ve karanlıklar içersin de, can güvenliği yok, bebekten hamile kadına, yediden yetmişe herkes tehdit altında, herkes öldürülüyor, insanlar beyaz bayrak sallayarak yaralılarını hastahanelere taşıyorlar. Sokaklar, kan deryasına dönüşmüş durumda; görüntü Suriye’yi andırmakta.
Hendek sorunu bahane edilerek kasabaları kuşatan ve bir çıkmaza giren soruna çözüm ve diyalog kanallarını açmak, kamuoyu önünde özyönetimin ne olduğunu kitlelere duyurmak ve özünde Kürtlerin siyasi statü taleplerinin neleri kapsadığını açıklamak için Amed’e 26-27 Aralık 2015’de DTK öncülüğünde ve HDK, DBP ve HDP’nin de katıldığı bir kongre düzenlendi. Kongrede ilk başta ‘demokratik özerk bölgeler oluşturulması’ kararı alınarak özyönetim modelinin kabul edildiği deklare edildi. Demokratik Özyönetim modelinin işleyişi, merkezi erkle olan ilişkileri üzerinde de 14 maddelik bir bildiri yayınlandı. Bu bildiri kesinlikle malumun ilanının ötesinde bir tartışma ve duruş zeminini sunması açısından oldukça önemlidir. Yayınlanan bildiride Kürtler taleplerini net ve açık bir şekilde ortaya koydular; silahlı çatışma yerine sorunun diyalog ve müzakere yoluyla çözülmesinden yana olduklarını açıkladılar. Kürt sorunun demokratik özerklik çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesinden ayrı ele alınamayacağı; özyönetim ilanları kesinlikle Türkiye’yi de demokratikleşme adımları olduğu belirtilmesine rağmen, başta hükümet olmak üzere onun yakın çevresindeki medya tarafından şiddetle eleştirildi. Selahattin Demirtaş ve kongreye katılan herkes hainlikle suçlandı.
Yüzyıl içerisinde Türkiye’de değişen nedir? Yüzyıl önce âdem-i merkeziyetçilikten yana olan herkesi vatan haini ilan eden İttihatçılar ile özyönetimden yana tavır alan herkesi vatan haini ilan eden Türkiye’nin yeni İttihatçısı, AKP arasında ne fark var. Bu uzun süreç içerisinde devletin resmi söyleminde bir değişikliğin olmadığı anlaşılmaktadır. Türkiye ulusal ve siyasal bütünlüğünü korumak istiyorsa bu bildiriyi dikkate almalıdır. Çözümün şiddetten değil, diyalog ve müzakerelerden geçtiğini herkesin anlaması gerekir. Dayatılan şiddette acıyı, en fazla Kürtler yaşayacak ama kaybeden taraf Kürtler olmayacak.
(*1)-Kêvorkıan Raymond,-Ermeni Soykırımı,- İletişim Yayınları, syf-74