6-7 Eylül pogromunun üzerinden 64 yıl geçti. Aralarında din adamlarının da bulunduğu çok sayıda insanın hayatını kaybettiği, öncelikle Rumlar sonra da Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim toplumların dehşet günleri yaşadığı bu pogromla ilgili hala kamuoyuna mal olmamış belgeler var. Araştırmacılar Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül dönemin Anadolu Ajansı çalışanı Selçuk Emre’nin o vakitler yazdığı bir rapordan yola çıkarak o iki günde neler yaşandığına ışık tutuyor.
HÜSNÜ GÜRBEY – MAHSUNİ GÜL / AGOS
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı’nda bulduğumuz iki yeni belgenin (1) birincisinde; olayın bir numaralı tanığı olan ve Anadolu Ajansı kadrosunda gözüken Selçuk Emre’den, İstanbul Valisi Ord. Prof. Dr. F. Kerim Gökay, şu istekte bulunur:
“6-7 Eylül hadise günü Vilayette bulunduğunuz zamanlardaki müşahadelerinizi (gözlemlerinizi) yazılı olarak bildirmenizi rica ederim. 14/12/1955
İstanbul Valisi/İmza”
Selçuk Emre,
sunduğumuz raporu hazırlar. Rapor çok sade bir dille ve olayları hiç abartmadan
olduğu gibi aktarır. Ayrıca raporda geçen olayların, yine aynı arşivde
bulduğumuz “İstanbul Merkez Kumandanlığı Nöb. Subaylığı, sayı: 73 806 ve
7/9/1955” ve müteakip tarihlerde hazırlanan tutanaklarla tutarlılık göstermesi
bakımından ayrı bir önem kazanır.
Bu rapor, üzerinde durulması gereken beş soru hakkında kesin, net ve doğru
cevap verir. Şöyle ki:
1-Olaylar hükümet bilgisi dahilinde Özel Harp Dairesi
(kontr-gerilla) tarafından provokasyon amacıyla düzenlenmiştir
Selanik’te olan-bitenin ne olduğu biliniyor, İstanbul’daki gelişmeler de bu
tezi doğrulamaktadır. Gerçekten gelişmeleri belgeler ışığında analiz
ettiğimizde, olayların provokasyon amaçlı kontr-gerilla tarafından ve hükümet
bilgisi dahilinde gerçekleştirildiği görülür. Provokasyon, sadece Selanik’te
Atatürk’ün evinin bahçesine ses bombasının atılmasıyla sınırlı tutulmamıştır;
İstanbul’da kitle içinde, kitleyi yönlendiren hava değişimli Topçu Kıdemli
Yüzbaşı Hamdi Özkanlı isimli bir subay ile birlikte dört sivil daha tespit
edilip tutuklanmış ve tutuklular korgeneral isteği üzerine formalite icabı bir
sorgulamadan geçirildikten sonra aynı gece serbest bırakılmışlardır. Bu çok
önemli bir kanıttır ve biz bu kanıtı, “İstanbul Merkez Kumandanlığı” tarafından
tutulan tutanaktan anlıyoruz. (2)
Merkez Kumandanlığına getirilen beş kişi (ki aralarında Hv değişimli Top.
Kd. Yzb. Hamdi Özkanlı da var) Korgeneralin emir eri tarafından şifahi olarak
sorgusu yapılarak serbest bırakılır. Bunlardan birisinin Yüzbaşı olduğu
biliniyor, acaba diğer dört kişi kimdi? Muhtemelen Kontr-gerillanın sivil
unsurlarıdır.
Türkiye’de her dönem Basın-MİT-Kontr-gerilla iç içe geçmiş ve birlikte çalışmışlardır. Yukarıda görüldüğü gibi kontr-gerilla ajanları kitleyi yönlendirirken, İstanbul Ekspres gazetesi de üst üste yıldırım baskılar yaparak halkı galeyana getirmekte ve sokaklara dökmektedir. Halk bir kere sokaklara dökülmesin, sokaklara dökülen halkı coşturmak ve yönlendirmek, onlar için sorun olmayacaktı.
2-Hükümet bu eylemi yapmakla neyi amaçlamıştır?
Türkiye’nin o güne kadar Kıbrıs diye bir sorunu yoktu. İngiltere, artan Rum
toplumsal muhalefetine karşı, Kıbrıs’taki üslerinin varlığını kalıcı ve yasal
hale getirmek için Türk toplumunu dengeleyici unsur olarak kullanmak istiyordu;
bu amaçla Kıbrıs’ın statüsünü belirlemek için Londra’da Yunanistan ve
Türkiye’nin de katılacağı bir konferans düzenlemek istiyordu. Ayrıca İngiltere,
Rumların, Enosis örgütünün aracılığıyla adayı Yunanistan’a bağlayacağı
gerekçesiyle Türkiye’yi el altından kışkırtıyordu. Türkiye’nin girişimiyle
adadaki Türkler de hareketlendi ve onlar da “Kıbrıs Türk’tür” adlı örgütlerini
kurdular. Ada üzerindeki İngiliz görüşünün Türkiye tarafından kabul görmesi,
hükümetin elini güçlendirdi. Bundan böyle hükümet İstanbul’daki Rumları
Kıbrıs’a karşı rehine olarak kullanacaktı, kullandı da. Selçuk Emre de, raporunda
bu konuya değinir ve şunları yazar:
“İstanbul’da o günlerde garip bir hava vardı. Bu hava Londra’da toplanacak
Kıbrıs Konferansı yaklaştıkça kesafetini arttırıyordu. Bu arada kulaktan kulağa
28 Ağustos gününün Kıbrıs’ta katliam günü olacağı söyleniyordu. İstanbul’da
müteşir gazeteler de bu haberi veriyor, Yunanca gazeteler kışkırtıcı neşriyatta
bulunuyordu. Ayrıca gazeteler Yunanca gazetelere çatarlarken, Kıbrıs hakkında
her türlü haberi ön plana alarak büyük başlıklarla bildiriyorlardı.”
3-Hükümet olayın neresindedir?
Gerek Cumhurbaşkanı, gerek Başbakan ve gerekse hükümet üyelerinin 6 Eylül günü
saat 19’a kadar İstanbul’da bulunmaları, onların olaylardan haberdar oldukları;
ihtimaldir ki İçişleri Bakanlığı aracılığıyla olayı sevk ve idare ettikleri,
Selçuk Emre’nin yazdığı raporda net görülmektedir:
“Reisicumhurumuz Celal Bayar İzmir’de (3) bulunuyordu ve bir gün evvel, 5
Eylül’de İstanbul’a müteveccihen İzmir’den vapurla hareket etmişti.
Başvekilimiz Adnan Menderes İstanbul’da bulunuyordu. 6 Eylül sabahı saat 11’de
Reisicumhurumuz İzmir’den geldi. Başvekil ile diğer vekiller ve Vali tarafından
Galata rıhtımında istikbal edildi ve kendisini karşılayanlarla birlikte yolcu
salonundan ayrıldılar.
Reisicumhurumuzun İstanbul’a geliş haberlerini Ankara ve İstanbul Radyolarının
öğle servisine yetiştirmek üzere doğruca Ajansa geldim. Haberi yazıp Ankara’ya
verdikten sonra Ajans dâhilinde çalışmaya başladım. Bu esnada Atina’dan
‘Selanik’te Atatürk’ün evine 5 Eylül gecesi bombalı bir saldırı olduğu, binanın
camlarının kırıldığı, can kaybının olmadığı, Atina Hükümetinin konu üzerinde
titizlikle durduğunu, binanın bekçisinin şüphe üzerinde gözaltına alındığı’
haberi ulaştı.”
Haber ajansa
düştükten sonra hemen Ankara’ya bildirilir. Selçuk Emre de haberi
Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’a ulaştırmak için harekete geçer:
“İstanbul’da ise gerek Reisicumhuru ve gerekse Başvekilimizi bulmak kabil
olmuyordu. Her taratan menfi cevap alıyorduk. O zamanki polis müdürü Alaaddin
Eriş’i telsiz telefonla bulmak mümkün oldu. Reisicumhur ile Başvekilin öğle
yemeğini Beyoğlu’nda Abdullah Lokantasında yiyeceklerini bildirdi. Lokantayı
aradık henüz gelmemişlerdi. Müdür Muavini haberin bir suretini alarak hemen
lokantaya gitti. Ben telefonla aramağa devam ediyordum. Fakat bir türlü temas
mümkün olamıyordu. Az zaman sonra Umum Müdür Muavini telefon ederek haberi
gerek Reisicumhur yaverine ve gerekse Başvekâlet hususi kamel (kalem olacak)
müdürüne verdiğini bildirdi. Saat 13’e gelmişti. Haberi evvelâ Ankara Radyosu
okudu. 45 dakika sonra da İstanbul Radyosu haber bülteninde tekrarladı. Haber
çok kısa zaman içinde İstanbul’a yayıldı. Ajans telefonları durmadan işliyor ve
halkımız bu mevzuda ne kadar hassas olduğunu gösteriyor ve mütemim malumat
istiyordu. Saat 15’e doğru İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskı yaparak
haberi büyük başlıklarla verdi…Gazete adeta İstanbul’da kapışılıyordu.”
İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı ve Başbakan 6 Eylül akşamı ekspresle (trenle)
Ankara’ya hareket edeceklerdi. Selçuk Emre, saat 18’de Haydarpaşa’ya ulaşmak
için Ajanstan ayrılır; detaylarını ekteki raporda göreceğiniz gibi önce
Vilayete uğrar, Vilayet olağanüstü bir hal yaşamaktadır, olayları kontrol
etmekte güçlük çeken Vali, orduyu harekete geçirmek için emirler verir. Yeniden
yola çıktığında, Karaköy vapurunun kalktığını, yolların ise heyecanlı
kalabalıklar tarafından dolduğunu görür ve bu hengâme içinde karşıya geçmek
için Kabataş’tan arabalı vapura biner:
“Üsküdar yolu ile Haydarpaşa’ya geldim…Trenin hareketine daha zaman vardı.
Henüz kimseler gelmemişti. Haydarpaşa garında her zaman görmeye alıştığım
kalabalıktan başka bir kalabalık ve üstü başı pek de iyi olmıyan(olmayan) yeni
çehreler vardı. Bu kalabalık arasında dolaşan sivil memurlar vardı. Bu
normaldi. Çünkü Devlet ve Hükümet reislerimiz Ankara’ya hareket edeceklerdi.
Haydarpaşa’ya önce, o zamanki Başvekil Yardımcısı Prof. Fuat Köprülü geldi.
Beraberinde İstanbul mebuslarından Celal Fuat Türkgeldi ve Fürüzan Tekil Beyler
vardı. Ben de bu arada Umum Müdür Muavini Nail Mutlugil ile buluştum.
Reisicumhurumuzla Başvekilimizin teşriflerine intizara başladık. Gardaki tuhaf
hava devam ediyordu. Sağda solda, o günler çok moda olan, elinde ‘Kıbrıs
Türk’tür’ afişi bulunan şahıslar dolaşıyordu. Hele bir tanesi bunu göğsüne,
ceketinin içine bunlardan birini iğnelemişti…
Celal Bayar 6-7 Eylül sonrası İstiklal Caddesi’nde
Reisicumhur
hazretleri maiyetleri ile birlikte teşrif etti ve vagonun önüne geldi. Başvekil
henüz gelmemişti. Ayrı olarak gelecekti. Başvekilin gelmesine intizar eden
Reisicumhurumuz vagon önünde kendisini uğurlamağa gelenlerle hasbıhalde
bulunuyordu. Bu esnada gardaki kalabalık bir çember halinde Reisicumhuru ve
beraberindekileri sarıyordu. Başvekil trenin hareketine birkaç dakika kala Acar
Motoru ile Haydarpaşa’ya geldi. Kendisini Londra’dan telefonla aradıklarından
doğruca Gar Şefinin odasına girdi.
Başvekilin telefondan dönmesine intizar olunurken kalabalıktan biri çıkarak:
‘Kıbrıs Türk’tür, Kıbrıs’ı Yunanlılara vermeyiz’ diye bağırıyor, gerek
Reisicumhur ve gerek Başvekil ve gerekse Demokrat Parti hakkında sitayişkâr
(övücü) sözler söylüyor, etrafında bulunanlar da tezahüratla ona
katılıyorlardı. Bu arada hallerinden öğrenci oldukları anlaşılan iki genç
Reisicumhura yaklaşarak onun önünde bu kalabalığa teşvik edici sözler söylemeğe
ve ‘Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır’ diye bağırmağa başladılar. ‘Kıbrıs için
kanımızı dökmeğe hazırız’ ‘Emredin hemen Kıbrıs’a gidelim’ sözleri durmadan
tekrarlanıyordu.
Başvekil telefondan döndü…Tezahürat arasında trene bindiler ve tren mutat
saatinden 10-15 dakika geç Ankara’ya müteveccihen hareket etti…”
Şimdi buna ne buyrulur? Kan akıtmaya yeminli başıbozuk kitleler sokaklara dökülmüşler, Rumlara, Ermenilere ait dükkânlara, mağazalara, kilise ve evlere saldırıyorlar, önüne çıkan her şeyi yağmalıyorlar, yakıyorlar, tahrip ediyorlar; Valilik ise acz içinde olayları kontrol edemiyor. Devlet Başkanı ile Hükümet Başkanı ise hiçbir şey olmamış gibi çok rahattırlar, kışkırtıcı tezahüratlar altında trene binip, lüks vagonlarında Ankara’ya hareket etmektedirler. Bunu kim nasıl yorumluyorsa gerçek odur, bizim ilave edecek bir söze gerek kalmamıştır….
Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre’nin raporunun ilk sayfası
4-Kolluk kuvvetleri vazifesini yaptı mı?
Selçuk Emre’nin raporundan anlıyoruz ki güvenlik kuvvetlerinin bırakınız
olayları önlemek, seyirci kaldıkları ve yer yer de çapulculara yardım
ettiklerini görüyoruz. Haydarpaşa’da, Cumhurbaşkanı ve Başbakanı uğurladıktan
sonra tekrardan Dolmabahçe’ye geçen ve buradan tuttukları taksi ile saat 21
sularında Ajansa gitmeye çalışırken yolda karşılaştıkları manzarayı şöyle
anlatır:
“….Tophane’deki seyrüsefer ışıklarının yanına geldiğimiz zaman 100-150 kişilik
bir grup, ellerinde bayraklar ‘Kıbrıs bizimdir, Kıbrıs Türk’tür, Atatürk’ün
evini bombalayanı biz yaşatmayız’ diye bağırarak Karaköy tarafından gelip
Boğazkesen’e döndüler. Bu grup bir başıbozuk alayından farksız ve hepsinin
elinde sopalar ve demirler bulunuyordu. Geçtikleri her dükkânın camını,
çerçevesini indiriyor, içindeki eşyaları tahrip ediyorlardı.
Hayretler içinde kalmıştık…Ne olduğunu pek kavrayamadık…Yol açıldı…Ağır ağır
kapı içine doğru tramvay caddesini takiben ilerliyorduk. Tramvay caddesi adeta
bir harp meydanını andırıyordu. Caddenin her iki tarafındaki ekseri dükkanlar
tahrip edilmiş, içlerindeki eşyalar sokağa atılmıştı…Ve tahrip işi devam
ediyordu. Polisler cadde boyunca sıralanmışlar, dükkânları tahrip eden kudurmuş
haldeki halka sadece bakıyorlardı.”
(…)
“Kapıiçinden Karaköy’e yaklaştıkça tahribat derecesi artıyordu. Karaköy ve
Karaköy Meydanı tahrip edilmiş ve sokağa atılmış buzdolabı, motosiklet,
bisiklet ve sair maddelerle dolmuştu. Yol boyunca ters çevrilmiş ve yakılmış
otomobiller vardı. Karaköy’deki mağazaların üst katlarından top top kumaşlar
atılıyor ve aşağıda bulunan şahıslar tarafından bu kumaşlar geçen otomobillerin
tamponlarına bağlanarak caddelerde sürüklendiriliyordu. Karaköy’de noktanın
yanında bulunan bir şapkacı dükkânı tahrip edilirken noktadaki polis ve
dükkânın önündeki bir jandarma bu tahrip işine seyirci bulunuyordu.”
Buradan Vilayet’e geçen Selçuk Emre, İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik’in
kendilerinden birkaç dakika önce vilayete geldiğini öğrenirler.
Gedik: “Bu bir milli galeyandır.”
“Valinin yanına girerek müşahadelerimizi anlattık. Vilayetin bütün telefonları
işliyordu. Durumu derhal kavradık…Bu hareket, bu ayaklanma bütün İstanbul’da
vardı. Beyoğlu, Karaköy’de gördüklerimizden daha feci bir hale gelmişti…Her
taraftan vilayete başka bir fena haber veriyordu. İstanbul adeta kaynayan bir
kazan haline gelmişti.
“Vali, polis müdürü ile telefonda konuşarak kat’ı emir veriyor ve icap ederse
zor kullanın, mani olun, şehrin tahribini önleyin diyordu. Diğer taraftan Ordu
Müfettişliğine de telefon eden Vali, askeri birliklerin hala gelmemiş olduğunu
söylüyor bu ne iştir, diyordu. Ve ordu birliklerinin süratle vak’a yerlerine
sevkedilmesini vaziyete hâkim olmalarını istiyordu.”
(…)
“Vali Gökay, Emniyet müdürüne odasında bulunduğum anda ikinci defa
telefon ederek, ‘Daha şiddetli davranın, aman vermeyin’ diye emir verirken,
odada bulunan Dâhiliye (İçişleri) Vekili diğer telefonla İstanbul’da
bulunan Emniyet Genel Müdürü (o zamanki) Etem Yetkiner’e ve dolayısıyla Emniyet
Müdürü’ne ‘Polis nazik davransın, yumuşak davransın. Bu bir milli galeyandır,
önüne geçilmez’ diyordu. Gelen haberlerden bu işin, tertipli bir iş olduğunu
anlaşılıyor ve bunun üzerinde konuşuluyordu. Dâhiliye Vekili bu hususta da
‘Olamaz, tertip olamaz, bu milli galeyandır’ dedi.”
“Zaman ilerliyor ve hadiseler durmadan gelişiyordu. Adeta İstanbul’u bir
felaket kaplamıştı. Ordu Müfettişi Vedat Paşa ve 66’ıncı Tümen Kumandanı
Tümgeneral Namık Argüç vilayete geldiler…Vali kendilerinden ordu kuvvetlerinin
nerede olduğunu soruyor ve ordunun derhal müdahale etmesini, şiddet
kullanmasını, icap ederse civardaki askeri birliklerden daha kuvvet
getirilmesini istiyordu. Durum bu merkezde olmasına ve şiddet kullanılması
artık bir zaruret haline geldiği halde Dâhiliye Vekili hala yumuşak
davranılması fikrini muhafaza ediyordu.”
“Bu arada otelde bulunan Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) Kemal Zeytinoğlu
Dâhiliye Vekilini telefonla aradı. Dâhiliye Vekili Nefia Vekilinin
söylediklerine cevaben ‘Sen anlamazsın. Bu milli galeyandır. Önüne geçilmez,
sen yollarınla meşgul ol. Biz yapacağımızı biliriz. gibi laflar söylüyordu.”
İçişleri Bakanı’nın, gerek Vali’nin ‘Müdahale ediniz’ emrini aynı odada bir
başka telefonda Emniyet Genel Müdürlüğü nezdinde iptal etmesi ve gerekse
bayındırlık Bakanı ile girdiği polemik, bu olaydaki konumunu netleştirmektedir.
“Sen yollarınla meşgul ol biz yapacağımızı biliriz” demekle, bu olayın sevk ve
idaresini, hükümet adına kendisinin icra ettiğini ikrar ediyordur.
5-Ordu zamanında müdahalede bulundu mu?
İlk saldırı Nişantaşı’nda bir Rum vatandaşın sandviç dükkânına karşı olur ve
haber takriben saat 17 sularında vilayete ulaşır. Vali Gökay, derhal Emniyet
Müdürü’nü arar ve orduyu harekete geçireceğini söyler. Emniyet Müdürü, sakin
bir vaziyete, öyle bir vakanın olmadığını, olaya hâkim olduklarını ve orduyu
harekete geçirmeye gerek olmadığını söyler. Fakat Vali endişelidir, ısrarı
üzerine Vilayete gelen Emniyet Şube Müdürü’ne, havi zarflı emrini, Ordu
Müfettişine ulaştırmak üzere verir. Haydarpaşa’da Cumhurbaşkanı ile Başbakanı
uğurlamakta olan Ordu Müfettişinin eline emir takriben saat 18.50’de geçer.
Olayın vahameti belidir, derhal sıkıyönetim ilan edilip, sokağa çıkma yasağı
uygulanması gerekir. Ama öyle olmuyor; İstanbul Merkez Komutanlığı’nın tuttuğu
tutanaktan anlıyoruz ki, işin askeri yanı tamamen savsaklanarak geçiştiriliyor
ve ancak saat 22.00-22.30 arası ilk müdahalede bulunabiliyorlar. Selçuk Emre
raporunda konu hakkında şunları yazar:
“…Sonradan gelen haberler de hepimizi şaşırttı. Çünkü başlarında subay
bulunmayan askerler, nümayişçilerle birleşiyor ve adeta bu tahribe bir vazife
yapıyormuş gibi iştirak ediyordu. Başlarında emir verecek kimse olmadığı için,
emri nümayişçilerden alıyorlar ve hatta onlara yıkmakta seyirci ve yardımcı
oluyorlardı. Vilayetten bu durumu önlemek için emir üstüne emir veriyor, vali
paşaları sıkıştırıyor, hatta ağır söylüyordu.” (…)
“Nihayet muhtelif askeri birliklerden kuvvetler gelmeğe ve şehri sarmağa
başlamıştı. Hatta birkaç grup da vilayete geldi. Bu arada bir de deniz birliği
vardı. Fakat vilayete gelen birliğe mensup askerlerle ve subaylarla
konuştuğumda, hayretle kimsede mermi bulunmadığını öğrendim.” (…)
“Saat 23’ü geçiyordu. Gelen haberler vilayetten verilen emirlerin tatbik
edilmediğini, hala daha polisin işe seyirci kaldığını, hatta ordunun tam manası
ile işi ele almadığı anlaşılıyordu. Vali Ordu Müfettişi Vedat Paşa’yı
çağırarak:
‘-Paşa bütün vebali ve günahı bana olmak üzere, vur emrini veriyorum.
Nümayişçilere ihtar edilsin. Eğer söz dinlemezlerse, dağılmazlarsa, karşı
gelirlerse derhal ateş edilsin.
Paşa, Valinin emrini diledi ve mütebessim bir çehre ile:
‘-Aman Vali Bey, dedi. İkinci Muğlalı hadisesi (4) yaratmayalım.’ Vali
sözlerini tekrarladı. Paşa odada çıkarken söyleniyordu. ‘Emir verirler,
mesuliyet faslına gelince, tereyağından kıl çeker gibi kendilerini sıyırırlar’
diyordu. Vali vur emrini, telefonla sağa sola bildirmesine rağmen, maalesef
emir yerine getirilmedi. Alınan cevap acı oldu.
‘-Cephanemiz yok…’
Çünkü cephane dağıtılsın diye emir verildiği halde, tek bir kurşun dahi askere
verilmemişti.”
(…)
“Vur emri üzerine aradan zaman geçmesine rağmen şehirde tek bir silah
patlamamıştı. Valiye, Başvekile haberin verildiği bildirildi. Bir müddet sonra
Başvekil Sapanca’dan telefonla Vali ile görüştü. Vali, Başvekilin örfi idare
(sıkıyönetim) ve Fevkalade Hal ilan edilmiş olduğunu, sokağa çıkmanın yasak
olduğunu söyledi.”
Dönemin valisi Gökay’ın talebi
Cephaneyi Mengüç Paşa bilerek ve isteyerek vermemiş
“Mengüç Paşa tekrar vilayete geldi Durumu sorduk. ‘Duruluyor’ dedi ve devamla
dedi ki: ‘İyi ki mermi dağıttırmadım. Kan gövdeyi götürecekti, kamyonlarda
cephane vardı. Cephane sandıklarının başlarına nöbetçi diktim ve tek bir
mermiyi vur emrine rağmen vermedim. Başımı yakmam’ dedi. Bu sözler karşısında
Umumu Müdür Muavini Nail beyle hayret içinde birbirimize bakıştık. Bir tarafta
bir şehir harap oluyor, milli servet tahrip ediliyordu. Bunun önlenmesi için en
büyük mülki amir ve bizzat Başvekil tarafından verilen emir şahsi endişelerle
yerine getirilmiyordu.”
“Sonuç: Olayın bir tertip olduğunu, daha telgraf hatları kesilmeden AP
ajansı birkaç fotoğraf ile Frankfurt’taki merkezine bildirmişti. Telgraflarda; ‘sistemli
bir şekilde yapılan bu hareketin devamı müddetince Türk polisinin seyirci
kaldığı, hatta polisin nümayişçileri teşvik ettiği’ yazılıydı. Saat 18.30 da
Taksim’de kısa bir mitingle başlayan bu hareketin şehrin her tarafına birden
sirayet ettiği, kamyonlarla taş ve bir boydan hazırlanmış sopaların ve
demirlerin getirilerek Taksim’e ve Beyoğlu’na döküldüğü bildiriliyordu.”
“Vilayet önünden geçen eli bayraklı birini tutuk içeri aldık. Ne yaptığını,
nereden geldiğini sorduk. Kendisi oldukça içkiliydi.
‘-Abi, vur dediler vurduk, kır dediler kırdık’ dedi. Elinden bayrağı almak
istediğimiz zaman vermek istemiyor, diretiyor ve vermemek için ağlıyor. ‘Benim
canım, Kıbrıs gibi onu da vermem diyordu”
‘Vur dediler, vurduk; kır dediler kırdık’
Selçuk Emre’nin bahsettiği “Vurun dediler, vurduk, kırın dediler kırdık”
sözleri 6-7 Eylül olaylarını özetler niteliktedir. Yine İçişleri Bakanı’nın
söylediği “Biz yapacağımızı biliriz” sözleri, 6-7 Eylül pogromunun, hükümetin
bilgisi dâhilinde, Özel Harp Dairesi yani Kontr-gerilla tarafından düzenlenmiş
provoke amaçlı bir hadise olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.
Bunun böyle olduğunu dönemin Özel Harp Dairesi’nde (Seferberlik Tetkik Kurulu)
görevli ve daha sonra bu dairenin başkanı olan Sabri Yirmibeşoğlu’nun 23 Eylül
2010 tarihinde Gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği mülakatta ikrar ederek:
“6-7 Eylül de, bir ‘Özel Harp’ işiydi, ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da
ulaştı” diyecektir.
14 Mayıs 1950’de demokrasi vaadiyle iktidara gelen Demokrat Parti (DP) hava
koşullarının da elverişli gitmesi sayesinde ilk üç-dört yılda Anadolu’da büyük
atılımlar yaptı, fakat bilinçsizce girişilen yatırımlar bir süre sonra durdu ve
toplumda coşkunun yerini giderek hoşnutsuzluk almaya başladı. DP hükümeti
ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükselen muhalefet ve hoşnutsuzluğu Kıbrıs
üzerinden milliyetçi bir hezeyana çevirerek geçiştirmeyi amaçladı. Yükseltilen
milliyetçilik hem gündemi değiştirdi hem de Hıristiyan unsurların mal
varlıkları bir kez daha el değiştirdi. Selçuk Emre, belki de istemeyerek
yazdığı bu raporuyla böyle üzücü bir hadiseyi aydınlatmaya katkıda bulunarak
tarihe not düşmüştür.
(1) İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı;
Belgenin Demirbaş Numarası: Bel_Mtf_ 049111)
(2) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneleri ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk
Kitaplığı.Demirbaş numarası: Bel_Mtf_049112 ‘’
(3) İsim takılardaki düzeltmeler tarafımızda yapılmıştır. Aslı İzmirde
gibidir.)
(4) Muğlalı Hadisesi; 1943 yılı Temmuz ayında Van Özalp’te 33 Kürt köylüsünü
sınıra götürüp kaçakçılık süsü vererek öldürme emrini veren III. Ordu Müfettişi
General Mustafa Muğlalı.
KAYNAK: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/22859/vur-dediler-vurduk-kir-dediler-kirdik?fbclid=IwAR1eTXOje8ArxIb3vRuQur7b-n55bvdBtskUKHgO6S7auPqMeJ0fWih7NCA