Bilindiği gibi XVIII. yüzyılda Endüstri/Sanayi Devrimi, İngiltere’de başlıyor, sanayi devrimine paralel olarak iktisat -Klasik İktisat- teorisi de orada yazılmaya başlıyor, bunun öncüsü de hepinizin tanıdığı Adam Smith’tir.
Hüsnü GÜRBEY / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Adam Smith “Ulusların Serveti” adlı eseriyle o meşhur “Laissez-Faire” yani bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler teorisini dile getirerek ticaretin ve ekonominin önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılmasını savunuyordu. Adam Smith’i bu aşamaya getiren ise kendinden önceki merkantilist ekonomi teorisiydi.
Merkantilist teoriye göre bir ülke, mümkün olduğu kadar dışarıya çok mal satacak, yüksek gümrük duvarlarıyla ülkenin ekonomisini koruyarak, dışarıdan en az malın ülkeye girmesini sağlayacaktı. Böylece ülkenin altın ve gümüş stokları sürekli artırılarak korunacaktı. Bu teoriye göre bir ülkenin zenginliği, stoklarındaki altın ve gümüş miktarına bağlıydı, stoklarda ne kadar çok altın ve gümüş varsa o ülke o kadar zengin sayılırdı, bugünkü ödemeler dengesi gibi…
İngiltere, sanayi gelişimini tamamlayıp, dünyada rakipsiz kalınca, merkantilist teoriyi terk ettiği gibi, dünyanın da terk etmesini ve serbest piyasa ekonomisine geçmesi için baskı uygulamaya başladı. Bunun teorik babası da yukarıda belirtildiği gibi Adam Smith’ti.
Adam Smith önemli bir iktisatçıdır, devletin görevinin ne olduğunu ilk o yazmıştır; buna göre: “Devlet, mülkiyetin güvenliğini korumak üzere kurulduğu sürece, gerçekte zenginleri yoksullara ya da mülk sahibi olanları mülk sahibi olmayanlara karşı savunmak üzere kurulmuştur” diyerek, devletin, sınıflar üstü ve tarafsız olmadığını, üretim araçlarını ellerinde bulunduran mülk sahibi sınıfın çıkarlarını koruyan organize bir güç olduğunu açıkça yazmıştır. Bunun yanında bir malın değerinin, o mal için harcanan emek-değer olduğuna da ilk o değinmiştir.
Klasik iktisadın ikinci en büyük teorisyeni, David Ricardo’dur. “Politik Ekonominin ve Vergilenmenin İlkeleri” adlı eseri, “Ulusların Serveti” kitabı kadar etkili olmuştur.
Ricardo, bir malın değerinin, içerdiği emek, rant ve kârdan oluştuğunu yazar. Emek-değer ise “Tunç Yasası” adını verdiği yasaya dayandırarak şöyle tanımlar: “Emeğin doğal fiyatı, emekçiyi ve ailesini geçindirecek gerekli şeylerin ve besinin fiyatına bağımlıdır. Besin ve zorunlu ihtiyaç maddelerindeki fiyat yükselişiyle emeğin doğal fiyatı da yükselir; onların fiyatı düşünce, emeğin doğal fiyatı da düşer.”
Bu teoriye göre, emekçiler, uzun vadede artan toplumsal refah seviyesinden pay almayacaklar, sadece soylarını devam ettirebilmek için gerekli olan asgari ihtiyaçlarını giderecek bir gelirle yetineceklerdir.
Klasik iktisatçılara göre, hükümetler, iş saatlerini ve ücretlerin düzenleme işlerine de karışmamalıdır; her şey serbest piyasa koşullarında kendiliğinden dengelenecektir. Hükümetlerin görevi, asayişi sağlamak ve mülkiyeti korumaktır. Dışarıdan bir müdahale doğa yasalara, özgürlüklere ve serbest piyasa koşularına da aykırıdır. Tam bir laissez-faire cenneti…
Ricardo’nun “tunç yasası”nı, işleyen ve sömürünün gerçek nedeninin bu yasadan kaynaklandığını açıklayan ve ispatlayan Marx olmuştur.
Buna göre iş-gücünün değeri, başka metaların değerinde olduğu gibi yeniden üretilmesi için gerekli zorunlu ihtiyaçların değerlerinin toplamına eşittir. Bu işçinin, kendisinin ve ailesinin hayatını idame etmesinin gerekli asgari koşullardır. Dolayısıyla işçiye verilen ücret sadece hayatını sürdürmesi için gerekli olan ihtiyaçların toplamına eşittir ve işçi bunu toplam iş-gücünün yalnız belli bir kısmında kendisi için çalışması demektir, geri kalan zamanda patron için çalışacaktır. İşçinin ücret olarak aldığıyla ürettiği metanın değeri arasındaki fark artık-değerdir. Artık-değer işverene yani üretim araçlarının sahibine gider.
Artık-değer, kapitalist üretim sisteminde emeğin sömürülmesinin ölçüsüdür.
Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, kapitalist sistem, emeğe ve artık-değer üretilmesine ihtiyaç duyar, aksine sistem çöker. Demek ki kapitalist üretim sistemi artık-değer ürettiği sürece varlığını koruyacak ve sömürü devam edecektir.
Asgari ücret belirlenirken, bu kriterler göz önünde bulundurulmalıdır. Ücretler ne kadar artırılırsa artırılsın, artık-değer üretimine asla yetişmeyecektir ve sömürüde aynı hızla devam edecektir.
Yapılması gereken, asırlardır emekçileri süründüren ve sömüren “ücretin tunç yasası”nı yerle yeksan etmektir. Üreten ve yaratan ki emektir, emekten kutsal başka bir değer yoktur. Her şey emek harcanarak üretildiğine göre, her şey emeğin olmalıdır.
O halde emekçiler masa başında asgari ücretle ilgileneceklerine, üretimden gelen güçlerini kullanarak, insanı insana kul eden bu gayri insani sistemi temelden yıkmalıdırlar. İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmelidir… 16.12. 2020