Kaç/ak Saray’ın cezaevlerinde görevli kapıkulları, hasta tutsakların tedavisini engelliyor, savsaklıyor, sürgün ediyor, keyfî uygulamalar dayatıyor, ölümcül hasta olanların tahliyesini erteliyor… böylelikle de yasal olarak kaldırılan ölüm cezasını fiilen uyguluyorlar.
“SUSMA! SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK…”[1]
SİBEL ÖZBUDUN
“vurula kırıla çocuklar
itile kakıla çocuklar
öfke içinde hasret içinde
sabır içinde ağrı içinde
ağrı umut içinde
ölümlerin ve hapishanelerin rağmına
çiçek gibi
büyüyor çocuklar…
bizim çocuklarımız.”[2]
Sözlerime izninizle bir anıyla başlamak istiyorum.
Temel (Demirer)’le bir iş için Bilecik’e düşmüştü yolumuz. Temel burada yıllar önce yattığı Bilecik cezaevini görmek istedi.
Kent, değişmiş. Araya sora cezaevinin yerini bulduk. Ama sadece yerini. Cezaevi uzun süre önce yıkılmış; yerine, geçmiş zaman, anımsadığım kadarıyla otel yapılıyordu.
Yıkıntılar arasında dolaşmaya başladık: “Şurası benim yattığım koğuş, burası malta, şura nizamiye…”
Bir süre sonra Temel’i dinleyemez oldum. Bir koku… Tanıdık bir koku… Evet, koğuş yıkıntısından yoğun, tanış bir koku yükseliyor: İnsan kokusu. İki-üç yıl önce yıkılmış koğuşlar hâlâ buram buram insan kokuyor…
Yan yana, et ete olmak… Birbiriyle dertleşmek, birlikte türkü söylemek, hastalanan koğuş arkadaşı için birlikte dövmek kapıyı… Yemeği birlikte pişirip ortak karavanaya birlikte kaşık sallamak. Koğuşun çay ustasının elinden demli çayları yudumlarken ülke hâli konusunda söyleşmek… Birlikte insan kokmak…
2000 yılındaki, yeryüzündeki istihzaların en acısıyla “Hayata Dönüş” adıyla kayda geçen operasyonla siyasî tutsakların elinden alınan, tam da buydu… Onları ortak yaşamın insanı ayakta tutan desteğinden kopartarak yalnızlaştırmak, 7/24’lük bir gözetim alrında olduklarını bir an için akıllarından çıkarmamalarını sağlamak, dirençlerini kırarak ruhlarını, beyinlerini teslim almak… Foucault’nun deyimiyle “disipline etmek”… İtaati sağlamak.
“İçerideki” dostlarımızın, yoldaşlarımızın F-tipleri tarafından teslim alınamadıklarını da biliyoruz. Onlar soğuk, gayrışahsî, yalnızlaştırıcı, dirençsizleştirici “disiplin”e teslim olmamayı başardılar… Kitap oluyor, resim oluyor, mektup oluyor, direniş oluyor, açlık grevi oluyor, akıyorlar dışarı. Yaşama tutunmakla kalmıyor, onu değiştirme, dönüştürme mücadelesine de omuz veriyorlar, olanca güçleriyle.
Bu durumda iktidara, baskıyı arttırmak düşüyor. Daha fazla, daha fazla arttırmak. F Tipi’nin soğuk tecridine, başka fiziksel ve psikolojik baskıları ekleyerek katmerlendirmek…
Sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyerek başlayayım söze: Adı resmen konulmamış savaş koşulları ülke çapında ağırlaştıkça, cezaevlerindeki durum, özellikle siyasi tutsakların maruz kaldığı uygulamalar vahimleşiyor.
Gözünü “en tepedeki”nin dudaklarının arasından dökülecek sözlere, gözlerindeki manalara dikmiş kapıkulları, yukarıdan gelen “vurun, kırın, acımayın, arkanızdayız!” işmarlarını aldıkça züccaciyeci dükkânına girmiş filler gibi yakıyor, yıkıyor, eziyorlar.
Sokaklar, basın, sosyal medya, üniversiteler, hatta evlerimizin içi her biri “küçük dağları ben yarattım” havasındaki “emir kulları”nın tasallutundan muaf değilse:
Sokaklara yansıyan en küçük protesto, saçlarından sürüklene sürüklene, karga tulumba “merkeze” çekiliyorsa;
Haberciler yaptıkları haberden dolayı “PKK destekçisi, paralelci, casus” yaygaralarıyla içeri atılıyorsa;
Sosyal medyada iktidara yönelik en küçük eleştiri “sanal alem kontraları”nın küfür, hakaret ve tehditleriyle bastırılmaya çalışılıyorsa;
Hükümetin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı eleştiren öğretim elemanlarına “adınızı okulunuzdaki ülkücü öğrencilere bildirdik” sopası gösteriliyorsa;
Kürdistan’ın yasaklı sokaklarında “kim kurşunlanmadan, öldürülmeden karşıdaki arsaya kadar koşabilecek” en gözde çocuk oyunu hâline gelmişse…[3]
Bu ülkede işlerin iyi gitmediğini, iktidarın yanlış yaptığını söyleyen her kadın ve erkek şu ya da bu biçimde tehdit altında ise eğer…
Siz varın, devletin eline düşmüş bir “rehin” olarak görülen siyasal tutsakların hâlini düşünün!
İktidarın önünde el bağlayıp hizaya dizilen “küçük insanlar”ın, “vatan haini/bölücü/ yıkıcı/terörist” olarak gördükleri, uhdelerindeki savunmasız insanlara karşı, üst katlardan gelen icazetle “yetki”lerinin sınırlarını nasıl zorladıklarını varın siz tahayyül edin.
Nitekim, “içeriden” gelen haberler, başta sağlık olmak üzere, cezaevlerinin koşullarında genel bir bozulmaya, keyfî uygulamalarda artışa işaret ediyor. Buyrun birkaç örnek:
* Türkiye’de hak ihlâllerinin yaşandığı cezaevlerinde ağır sağlık sorunları yaşayan hasta tutsaklardan biri de Mehmet Öztekin. Hepatit B hastası olmasına rağmen Van F Tipi Kapalı Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulan Öztekin, günden güne eriyor. Tedavisi için başka bir cezaevine nakli istenen Öztekin’in, talebinin kabul edilmemesi hayati risk oluştururken, Öztekin son 2 ayda 30 kilo verdi. 85 kilodan 55 kiloya düşen Öztekin, sürekli kusma, vücudunda morarma, şişme, gece uyuyamama, yemek yiyememe gibi sağlık sorunları yaşıyor.[4]
* Antalya Döşeme altı L Tipi Kapalı Cezaevinde 4 aydır tecrit altında tutulan Genç-Sen Üyesi Hüseyin Yıldırım’da yüz felci başladığı bildirildi. Antalya Körfez gazetesinde Müzeyyen Yüce’nin haberine göre, Hüseyin Yıldırım’ın tedavisine idare tarafından izin verilmiyor. Hastanede kelepçeli muayene edildikten sonra ilaçlarının 5 gün sonra temin edildiğini belirten Avukat Hakan Evcin, Yıldırım’ın yatarak muayene olması için başvurdukları Adalet Bakanlığının, ‘Hayati tehlikesi olmadığını’ gerekçe göstererek onay vermediğini söyledi.[5]
* Osmaniye T-2 Kapalı Cezaevi’nde tutulan ve uzun süredir psikolojik tedavi gören Özgür Azad İnce adlı PKK’li tutsak, kulak çınlaması ve baş dönmesi nedeniyle sevk edildiği Maraş Devlet Hastanesi’nde kelepçeli tedaviyi kabul etmediği için tedavi edilmeden cezaevine geri götürüldü.
Baba Cemil İnce, yaptıkları telefon görüşmesinde oğlunun yaşadıklarını kendisine anlattığını belirterek, “Oğlum, pazar günü telefonla arayarak Maraş Devlet Hastanesi’ne götürüldüğünü ve elleri kelepçeli vaziyette tedavi edilmeye çalışıldığını söyledi. Kendisine uygulanan bu zulmü kabul etmediğini ve bu yüzden tedavi edilmeden tekrar cezaevine götürüldüğünü anlattı.[6]
* Silivri 2 No’lu L Tipi Hapishanesi’nden milletvekili Veli Ağbaba’ya yazan Berk Ercan, mektubunda şu ifadelere yer veriyor: “12 Eylülcülerin ‘Asmayıp da besleyecek miyiz’ fetvaları anlaşılan hâlâ birilerinin kulaklarında çınlıyor… Çeşitli rahatsızlıklarımız üzerine revire çıkmak için defalarca dilekçe verdik. Ama hiçbirine karşılık alamadık. İdare, doktor yüzünü görebilmemiz için ölmemizi bekliyor. Gardiyanlara neden revire çıkarılmadığımızı sorduğumuzda ise ‘Burada bin beş yüz kişi kalıyor’ cevabını alıyoruz.” Yeterli sayıda personel ve doktor bulunmadığını belirten Ercan, “Zaten havalandırması olmayan hücrelerde kalıyoruz, üzerine bir de böylesi konularda sorun yaşarsak buradan tabutlarımız çıkar” diyor.[7]
* PKK’li tutuklu Turgut Koyuncu’nun, Tutuklu Aileler ile Yardımlaşma Derneği (TAYD-DER) İzmir Şubesine yolladığı mektupta, şunlar aktarılıyor: “Yaklaşık bir buçuk aydır hastaneye giden arkadaşlarımıza çift kelepçe uygulaması dayatılmaktadır. Daha önceleri doktor muayenesine giderken tek kelepçe takılıyordu. Ancak bölük komutanının emriyle bir buçuk aydır rencide edilecek şekilde çift kelepçe uygulaması dayatılıyor. Bu uygulamayı kabul etmediğimiz için bize, ‘Ya çift kelepçe uygulamasını kabul eder tedavi olursunuz ya da hastalığınızın sonucuna katlanırsınız’ deniliyor. Ağır hasta arkadaşlarımızın birçoğunun tedavisi bu şekilde bilinçli olarak engelleniyor.”[8]
* Türkiye’de devreye sokulan savaş politikalarıyla beraber hasta tutsaklar üzerindeki baskılar da arttı. Birçoğu ölüm sınırında olan hasta tutsakların çoğu tedavi adı altında ya daha kötü hapishanelere sevk ediliyorlar ya da tedavileri erteleniyor. Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan ve “Yüzde 96 engelli” raporu bulunan hasta tutsak Celal Şeker’in (30) durumu günden güne kötüye gidiyor. “Örgüt üyesi” olduğu iddiasıyla hakkında açılan dava sonucu tutuklanan ve “Tek başına yaşayamaz” raporuna rağmen cezaevinde tutulan ağır diyaliz hastası Şeker, kalp yetmezliği, damar tıkanıklığı, fıtık, yüksek tansiyon ve akciğerinde kitle gibi birçok hastalığın yanı sıra görme sorunu yaşıyor. Tüm bu raporlara rağmen İstanbul Adli Tıp Kurumu ise skandal bir karara imza atarak Şeker için “cezaevinde kalabilir” raporu verdi.[9]
* 13 Kasım’da haber takibi yaparken tutuklanarak Van M Tipi Kapalı Cezaevi’ne konulan DİHA Muhabiri İdris Yılmaz’ın haberine göre, 1995 yılında tutuklanan Ahmet Doğan (49), cezaevi koşulları nedeniyle kalp hastalığı, yüksek tansiyon, idrar yolları enfeksiyonu ve bel fıtığı hastalıkları gibi birçok hastalığa yakalanmış. Yaşadıkları hastalıkların tedavisi için Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe yazan Doğan’ın başvurusu üzerine 10 tutsağın heyet raporu alnması için Amed’e gönderilmesi kararlaştırıldı. Daha sonra Amed yerine Van’a “geçici sevki” yapılan Doğan, bu karara karşı çıktıklarını ifade etti.
Amed’e sevk edilmeleri yönünde ısrar etmeleri üzerine cezaevi yönetiminin, “Van’a gitmek istemiyorsanız hasta olmadığınıza yönelik imza verin. İmza vermeseniz de sizi zorla Van’a göndereceğiz” şeklinde tehditlere maruz kaldıklarını söyleyen Doğan, “Bizi Şırnak’a dönmemiz şartı ile Van’a gönderdiler. Burada hasta olduğumuz ve doktor gözetiminde tedavi olmamızı belgeleyen heyet raporumuzu aldık. Aradan 6 aylık bir süre geçti ancak hep oyalandık. Bu oyalamalar sırasında 7 arkadaşımız gizli bir şekilde sürgün edildi” dedi.
Cezaevinde bulunduğu 30 yıl boyunca ağırlaştırılmış cezaevi koşullarına maruz kalan ve bu uygulamalar sonucu kronik karaciğer, beyinde tümör, mide ülseri ve nefes darlığı gibi hastalıkları olduğunu ifade eden Aydın Çubukçu’nun durumu da diğer hasta tutsakların durumundan farklı değil. Çubukçu, “Yaşadığım hastalıkların raporlaştırılmasına rağmen sürekli sürgün ediliyorum. Tedavi edilmem gerekirken maruz kaldığım sürgünler hastalığımı derinleştiriyor,” dedi.[10]
* “Kırıkkale Cezaevinde kalan hasta tutsak Yılmaz Kahraman, beynindeki tümör nedeniyle Kırıkkale Tıp Fakültesi tarafından ‘acilen ameliyat edilmesi gerekiyor’ kararına rağmen 6 aydır ameliyat edilmiyor.”[11]
Evet, Kaç/ak Saray’ın cezaevlerinde görevli kapıkulları, hasta tutsakların tedavisini engelliyor, savsaklıyor, sürgün ediyor, keyfî uygulamalar dayatıyor, ölümcül hasta olanların tahliyesini erteliyor… böylelikle de yasal olarak kaldırılan ölüm cezasını fiilen uyguluyorlar. Nitekim, CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi’nin hazırladığı “Cezaevi Raporu”, AKP iktidarında 3 bin 77 tutuklu ve hükümlünün hapishanelerde yaşamını yitirdiğini, yani her 38 saatte bir mahkûmun cezaevinde öldüğünü ortaya koyuyor. Raporda, bu süre içinde 2 bin 501 hasta mahkûmun yaşamını yitirdiği, 511 mahkûmun ise intihar ettiği bildirilirken, şu kayıt düşülmekte: “Türkiye’de hapishaneler insanları yavaş yavaş öldüren şartlarla donatılmış ve bu amaçla inşa edilmiştir. AKP iktidarında toplam 3 bin 77 tutuklu ve hükümlü hapishanelerde yaşamını yitirmiştir. 1 Ocak 2009 ile 29 Haziran 2015 tarihleri arasında hayatını kaybedenlerden dokuzu 18 yaşından küçük mahkûmlardır.”[12]
Ama sorun hasta tutsaklardan ibaret değil. Tutsaklar, aynı ölçüde keyfî yasak ve kısıtlamalarla karşı karşıya. Alın, misal kitap-dergi yasakları: Amasya F Tipi’nde mahkûmlara mizah dergisi Penguen verilmiyor. Neden mi? “O dergi devlet büyüklerinin ağzını, burnunu yamulttuğu için”![13] Yalnızca Penguen değil; Leman ve Uykusuz gibi mizah dergileri “sakıncalı” oldukları gerekçesiyle Kandıra 1 no.lu F Tipi’ne, Kaos-GL “müstehcen” olduğu,[14] Yürüyüş Dergisi “örgüt propagandası yaptığı” ve “örgüt üyelerini övdüğü” gerekçesiyle Bafra T Tipi’ne sokulmuyor. Maltepe 3 no.’lu L Tipi cezaevi ise, “demokratik düzeni yıkmaya çalışan bir gazete” olduğu gerekçesiyle Özgür Gndem’i kabul etmiyor.[15]
- Murat yasakları kitap-dergiyle sınırlı olsa, neyse ne; cezaevi yönetimlerinin ideolojik saplantıları kimsenin meçhulü değil. Ama örneğin “kapşon yasağı”na ne buyrulur? Yanlış okumadınız: “Kapşon yasağı”! Bafra T Tipi’nden Veli Ağbaba’ya yazan Raşit Dörtyol, “Adımıza gelen, ailelerimizin gönderdiği kışlık montlar, ‘kapşonu var’ denilerek verilmiyor,” diyor. Gerekçe mi? Şöyle: “Eşya yönetmeliğinde mont var ama kapşonlu mont yer almıyor. Kapşonlu mont, hükümlü ve tutukluların yüzünün tanınmasına engel olabileceği ve güvenlik açısından uygun değildir”!
Ve “beyaz kağıt” yasağı. Aynı mektuptan:
“Diğer bir keyfiyet örneği de, beyaz ya da renkli kağıtlarda uygulanmaktadır. Dışarıdan posta ile gönderilen kâğıtlar (kırtasiyeden alınmış ambalajındaki kağıtlar), ‘görünmez mürekkeple yazı yazılmış olabilir’ denilip verilmiyor. İdare beyaz ya da renkli kağıtlara el koyuyor. Cezaevi yönetimi bu kâğıtları inceleyip vereceği hâlde keyfi davranıyor. Dilekçe, mektup yazıp, karikatür çizmemiz için kağıt verilmemesi, ‘düşünmeyin, yazmayın’ demektir.”[16]
Bunlar, yasaklar. Bir de cezaevi yönetimlerinin tutsaklara dayattığı “zorunlu uygulamalar” var. Örneğin, Kırıkkale F Tipi’nde TV’lerde IŞİD ve Hizbullah propagandası yapan kanalların sabitlenmesi… Kaloriferleri yakmamak… Sıcak su saatlerinin azaltılması…[17] Koğuşların köpek eşliğinde aranması… Cezaevi yönetimiyle görüşme talebinin, “mahkûmlar ancak askerî nizamda dururlarsa görüşürüz” şartı koşulması…[18]
Yasak ve keyfî uygulamalar, doğal olarak ziyaretçilere de sirayet ettiriliyor. Tutuklu olan babasını ziyarete gittiği Eskişehir H Tipi’nde 7 Haziran’dan bu yana her seferinde “çıplak arama”ya[19] maruz bırakıldığını bildiren Dilen İvrendi, ekliyor: “Arama sırasında kapılar bilerek açılıyor. O anki durumumuzu askerler ve erkek ziyaretçiler görüyor. Gardiyanlar bunu kasten yapıyor ve askerlerin, erkek ziyaretçilerinin önünde onurumuzu kırıyorlar. Bu şekilde bedenimizi teşhir ediyorlar (…) Çıplak arama nedeniyle birçok kadın da benim gibi mağdur oldu. Bu nedenle psikolojim bozuldu. Her seferinde aynı uygulamayla karşılaşınca moralimiz bozuluyor. Bir an önce bu keyfi uygulamanın son bulmasını ve onurlu bir insan gibi görüşmelerimizi yapmak istiyoruz.”[20]
Ziyaretçilere dek uzanan Marquis de Sade’a rahmet okutturacak uygulamalardan bebekler dahi kaçınamıyor: Kocaeli1 No.’lu F Tipi’nde, annesinin ziyarete getirdiği 6 aylık bebeğin, -öyle anlaşılıyor ki sırf adı Mahir Berkin olduğu için!- bezine kadar soyulup x-ray cihazından geçirildiği haberi yer aldı basında![21]
Ve çocuklar…
Adalet Bakanlığı açıklamasına göre şu anda (Kasım 2015 itibariyle) tutuklu ya da hükümlü çocuk sayısı 2157.[22] Cezaevinin en güçsüz, en savunmasız ve dolayısıyla da en “alttaki” tutsakları. Pozantı’da olup bitenlerden hiç söz açmayacağım; burada olan herkes olaylardan haberdar. Peki, Pozantı bitti mi? Tabii ki hayır: 2015’in Nisan ayında Aliağa Şakran Cezaevi’nde yaşları 18’in altında 3 çocuğun hamile oldukları gerekçesiyle tek kişilik hücrelerde tutulduğu ve gerekli sağlık yardımını alamadıkları ortaya çıkmadı mı?[23] “Pozantı’dan sonra bile bir sürü cinsel istismar vakası oldu. Adana Ceyhan’da, Van’da, Muğla’da oldu,”[24] diyor, Çocuk Cezaevleri Kapatılsın İnisiyatifinden avukat Hasan Erdoğan![25]
Yalnız cinsel saldırılar değil: 15 yaşındaki Onur Önal, Maltepe Çocuk ve Gençlik Kapalı Cezaevi’nde kafası duvarlara çarpılarak beyin kanaması geçirip yaşamını yitirmedi mi?[26]
Onur Önal, ne yazık ki cezaevlerinde yaşamını yitiren tek çocuk değil: Trabzon’da Bahçecik E Tipi Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumunda tutuklu olan 15 yaşındaki E.N’nin kendini koğuş kapısına asarak intihar etmesi ile birlikte, 2009-2015 arasında cezaevlerinde ölen çocuk sayısı, 10’u buldu. İktidarın bu soruna karşı düşünebildiği tek önlem ise, çok bildik: Yeni çocuk cezaevleri açmak…[27]
* * *
Bunlar yalnızca dört duvar arasından dışarıya yansıyabilenler… Ve “içeride” yaşanıp da dışarının haberdar olmadıkları var… Avukatı olmayan, ziyaretçisi kıt, yoksul adlîlerin yaşadıkları…
Ne yazık ki insanın canını acıtan, ruhunu ezen bir çok olay karşısında olduğu gibi, cezaevleri gerçekliği karşısında da “yüreklerin kulakları sağır.” Bir avuç duyarlı insanın, tutsak yakınlarının ve insanlığını, vicdanını satılığa çıkarmamış az sayıda avukatın dışında, Türkiye toplumunun büyük bölümü, cezaevlerinde olan biten karşısında “görmedim, duymadım, konuşmuyorum” tavrında.
Oysa cezaevleri hiçbirimizin “uzağında” değil. Türkiye İstatistik Kurumu’na göre 31 Aralık 2014 itibariyle cezaevi nüfusu 158 590’ı buldu. Bu sayı, 2013’ün aynı tarihine göre yüzde 10.1 artışa işaret etmekteydi. 31 Aralık itibarıyla Türkiye’de 100 bin kişi başına düşen ceza infaz kurumundaki kişi sayısı 2010’da 163 olurken, bu sayı yıllar itibarıyla sürekli artarak 2014’te 204’e ulaştı.[28]
Yıl başına yüzde 10’luk bir artış… Birbiri ardına açılan yeni cezaevleri… AKP iktidarı otoritaryanizmden totalitaryanizme doğru yönelirken, artan koğuşturmalar, tutuklamalar, mahkûmiyetler… Yaygınlaşan, derinleşen yoksulluk…
Bir başka deyişle, bu ülkede hemen kimse “ben asla içeri düşmem” deme lüksüne sahip değildir. Cezaevi bu ülkede yaşayan neredeyse herkese, ama tabii öncelikle yoksullara, Kürtlere, Alevîlere, hakkını arayan emekçilere, muhaliflere, sosyalistlere bir kaç adım mesafede… Kendileri ya da yakınları, sevdikleri, dostları, çalışma arkadaşları için…
Bu nedenle bu ülke insanlarının cezaevlerinin durumu konusunda başını kuma gömmesi, aslında kendi kuyusunu kazmak, sırası geldiğinde canı sıkılan infaz memuru ya da asker tarafından darp edilmeye, keyfî baskılara, yasaklara, tecride, tacize, tecavüze, ölümcül kertede sağlıksız koşullara maruz kalmaya razı olmak anlamına gelmektedir.
Cezaevleri konusunda toplumsal duyarlılık yaratma, kamuoyunun bu konuya eğilmesini sağlama çabası, bu nedenledir ki, çok önemlidir. Cezaevleri sorununun yalnızca “gözümüden ve gönlümüzden ırak olan onlar”a yönelik bir “hamiyetperverlik”, ya da yalnızca ocağına ateş düşmüş olanları, tutsak ailelerini ve yakınlarını ilgilendiren bir uğraş, ya da yalnızca siyasi tutsaklarla ilgili bir konu değil, bu ülkenin ayrıcalığa sahip olmayan tüm yurttaşlarını ilgilendiren bir sorun olduğunun kamuoyuna anlatılması, cezaevlerinin kamuoyunun gündemine oturmasını sağlamak, cezaevlerinin bağımsız kuruluşların denetimine açılması konusunda uğraş vermek; bu bakımdan, toplumsal muhalefetin bütününün gündeme alması gereken, gerçekten çok önemli bir konu.
Çok önemli, çünkü “majestelerinin” keyfine bırakıldığında, iktidarın gündeminde bu hususta, yeni cezaevleri açmaktan, ya da cezaevlerine durmadan imam atamaktan başka herhangi bir düzeltim niyeti olmadığı, Pozantı cezaevindeki tecavüz ve şiddet olaylarını haberleştiren gazeteci Zeynep Kuriş tutuklanıp cezaevine konulurken, cezaevi sorumluları hakkında hiçbir cezaî işlem uygulanmayışından bellidir.
Cezaevlerindeki hak gaspları, suistimaller, taciz ve tecavüzler özenle örtbas edilirken bunları dile getiren tutsakların çeşitli cezalara çarptırılmasından, haberleşmelerinin engellenmesinden bellidir.
Ve eğer kamuoyu müdahil olmazsa işlerin hangi boyuta varabileceği, “sahipsiz” sayılan tutsakların cezaevlerinde öldürülüp iç organlarının çalınarak pazarlanmaya başlanmasından bellidir![29]
17 Ocak 2016 19:49:24, Ankara.
N O T L A R
[1] Çağdaş Hukukçular Derneği’nin 23-24 Ocak 2016 tarihlerinde İstanbul’da düzenlediği Cezaevleri Sempozyumu’nun “Hapishane Direnişleri ve Toplumsal Muhalefet” başlıklı oturumuna sunulan tebliği… Kaldıraç, No:175, Şubat 2016…
[2] Nevzat Çelik.
[3] Bkz: Işıl Özgentürk, “Söz Soğumaya Devam Ediyor Hâlâ”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2016, s.17.
[4] “Cezaevinde İki Ayda 30 Kilo Verdi”, Gündem, 27 Mart 2015, s.5.
[5] “Cezaevinde Yüz Felci Geçirdi Tedavisine İzin Verilmiyor”, Evrensel, 15 Aralık 2015, s.4.
[6] “ATK Tutsaklara Düşmanca Yaklaşıyor”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.7.
[7] Ceren Çıplak, “Sen misin Gazeteye Cezaevi Yasağı Yazan”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2015, s.3.
[8] “Cezaevinde Çift Kelepçe Dayatması”, Evrensel, 15 Eylül 2015, s.3.
[9] “Diriye de Mezara da Hastaya da Zulüm”, Gündem, 24 Ekim 2015, s.5.
[10] “Tedavi Kılıfıyla Sürgün”, Gündem, 4 Aralık 2015, s.5.
[11] “Hasta Tutsak 6 Aydır Ameliyat Edilmiyor”, Gündem, 8 Ağustos 2015, s.5.
[12] Meriç Tafolar, “2015’te En Çok Ölüm Sincan ve Samsun’da”, Milliyet, 25 Ağustos 2015, s.22.
[13] Ceren Çıplak, “Amasya’da P Tipi Yasak”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2015, s.19.
[14] Damla Yur, “Köpek Gibi Yaşıyorum”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2015, s.3.
[15] “Bir Sansür de Cezaevinden”, Gündem, 8 Ağustos2015, s.5.
[16] Meriç Tafolar, “Cezaevinde Boş Kağıt ve ‘Kapşon’lu Mont Yasağı!”, Milliyet, 23 Kasım 2015, s.18.
[17] Kırıkkale Cezaevi’nde IŞİD Propagandası”, Birgün, 9 Kasım 2015, s.6.
[18] Bu son iki örnek, Niğde cezaevinden… Bkz: “Cezaevinde Darp ve Sürgün”, Gündem, 28 Kasım 2015, s.5.
[19] “Çıplak arama tutuklu ve hükümlülere, özellikle de kadın ve trans tutsaklara sıkça yapılan bir uygulama. 1.5 ay tutukluluğun ardından tahliye edilen JİNHA muhabiri Vildan Atmaca, çıplak aramaya karşı çıkınca tacize uğradığını anlatıyor, örneğin. (“Çıplak Şekilde Aranmak İstendim”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2016, s.12.) Ve trans tutsakların cezaevlerindeki durumunu anlatan ‘Voltaçark’ başlıklı kitabın yazarı Amed’li LGBTİ aktivisti Rosida Koyuncu, anlatıyor: “Trans kadınlar tekli hücrede tutuluyor, erkek cezaevlerine gönderiliyor, saçları zorla kestiriliyor. Çıplak arama adı altında bedenleriyle dalga geçiliyor, aşağılanıyorlar, gardiyanlar ve mahkûmların tacizine, tecavüzüne uğruyorlar. Ayrıca eşcinsel erkekler zorla psikiyatriye götürülüyor veya anal ilişki yaşayıp yaşamadıklarının kontrolü için makatları parmaklanıyor.” (Zeynep Kuray, “Cezaevinde ‘Katmerli Ayrımcılık’…”, Birgün, 26 Haziran 2015, s.2.)
[20] “Onurumuzu Kırmak İstiyorlar”, Gündem, 8 Ekim 2015, s.5.
[21] Meriç Tafolar, “6 Aylık Çocuğu X-Rayden Geçirip Çıplak Aradılar”, Milliyet, 28 Aralık 2015, s.20.
[22] Alican Uludağ, “510 Çocuk Annesiyle Zorunlu Hapiste”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2015, s.14.
[23] “Şakran’da Yine İşkence İddiası”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2015, s.10.
[24] “Başbakanlık İnsan Hakları Kurumu (İHAK), Muğla E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu dört çocuğa tecavüz edildiğini ve işkence yapıldığını açıkladı. İHAK, cezaevinde yaptığı araştırma ve incelemesini raporlaştırdı. Raporda, cezaevinde çocuk tutuklulara insanlık dışı uygulamalar yapıldığı belirtilirken, yaşça büyük olan bir çocuğa ise “cinsel saldırı” suçundan beş günlük disiplin cezası verildiği ifade edildi.” (“Muğla Cezaevi’nde Pozantı Manzaraları”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.)
[25] Züleyha Karaer, “Çocuklar Üzerinden Korku Yayıyorlar”, Evrensel, 8 Haziran 2015, s.3.
[26] Hilal Köse, “Onur’u Ölürken Tahliye Etmişler”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2015, s.12.
[27] “Adalet Bakanlığı 5 yeni çocuk cezaevi açacak. 2016 yılında Diyarbakır, Hatay ve Tarsus’ta, 2018’de de Kayseri ve Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde toplam 1440 kapasiteli yeni çocuk cezaevi açılması planı, insan hakları ve çocuk hakları savunuculuğu yapan hak örgütleri tarafından ‘endişe verici’ bulunuyor.” (Sevda Karaca, “Çocukları Cezaevine Mahkûm Etmek Suçtur!”, Evrensel, 19 Kasım 2015, s.2.)
[28] “Cezaevleri Doluluk Oranı Yüzde 10 Arttı”, Milliyet, 8 Aralık 2015, s.16.
[29] “Adana’da 2015 yılı eylül ayında tutuklanan Xêr Şêx Musa bir ay cezaevinde kaldıktan sonra İzmir’e sürgün edildi. Ailesi, tutuklanan oğullarına ulaşmak İzmir’e kadar gitti, ancak cezaevi yetkilileri ailenin çocukları ile görüşmesine izin vermedi. 4 Ocak 2016’da ise cezaevi yetkilileri aileye çocuklarının cezaevinde öldüğü haberini verdi. Mihemed’in cenazesi Dirbêsiyê sınır kapısından geçirilerek Rojava’ya getirildi ve ailesine teslim edildi.
Mihemed’in ailesi çocuklarının bedenine ait birçok iç organının çıkarılmış olduğunu fark ettiklerini, vücudunda karnın altından boğazına kadar dikiş yerleri olduğunu gördüklerini söyledi. Mihemed Xêr Mûsa’nın babası, “Oğlumun cenazesini aldıktan sonra kontrol ettik. Türk devletinin çocuğumuzun iç organlarını çaldığını gördük. Bu organların ne zaman alınıp kimlere satıldığını, Mihemed’i ne zaman ve neden katlettiklerini de bilmiyoruz” dedi. Baba Mûsa, uluslararası kuruluşlara, örgütlere çağrıda bulunarak Türkiye’de tutuklu olanların durumuna ve cezaevlerindeki hak ihlâllerine ilişkin gözlemlerde bulunmalarını istedi. Baba Mûsa, ‘Cezaevlerinde akıbetleri oğlum Mihemed gibi olacak birçok genç ve göçmen var,’ dedi.” (“T.C Hırsızlıkta Çığır Açtı: Tutsağın İç Organlarını Çaldı!”, 7 Ocak 2016… http://direnisteyiz2.org/t-c-hirsizlikta-cigir-acti-tutsagin-ic-organlarini-caldi/)