Hamit Yılmaz / Sosyalist Mezopotamya, Sayı:11, Aralık 2021
Artık mızrağın çuvala sığmadığı günümüz Türkiye’sinde gelişen toplumsal huzursuzluk, yarın endişesinin toplumun her kesiminde artış göstermesi, ekonomik dibe vurmuşluk ve siyasi kaos gibi nedenlerle muhalif kesimler ve partiler tarafından erken seçim talepleri sıklıkla dillendirilir oldu.
Bu talep toplumun önemlice bir kesimi tarafından destek görünce ittifaklar meselesi de başköşedeki yerini aldı.
Hali hazırda devam eden düzen partilerinin Cumhur ve Millet İttifakları, kendilerine yakın olduklarını varsaydıkları çevreler ve partilerle yoğun bir temas trafiği başlattılar. Bu süreçte kim kimi yanına çekecek çok da belli değil. Çünkü bu gibi kaotik durumlarda ve ilkesizlik temelinde gelişen, sadece çoğunluk olabilme kaygısının dayattığı savrulmuşlukta, ayağına gelinen konumunda olan ve aslında toplumdaki nicelliği son derece düşük olan kesimlerin egoları aşırı bir şişkinlik gösterir ve talepleri çoğalır. Ancak tam da bu gibi dönemlerde esas açığa çıkma olgusu muhalif, sol, sosyalist kesimlerde kendini belli eder.
Bu kesimler, özellikle içinde bulunduğumuz ve gerçekten de halkların yakın geleceği açısından belirleyici bir etkiye sahip böylesi bir dönemde, bu güne kadar ki söylemleri ile bu andan itibaren ki eylemlerinin birbirini tutması konusunda tutarlı davranmak için yeni siyasetler geliştirmeye mecbur kaldıklarını görmektedirler. Öyle ya, bir tek oyun bile çok önemli olduğu ısrarla vurgulanan bu dönemde birden bire, kendilerine önem atfedilen durumuna gelmek doğru siyasi kararlar almayı gerektirecektir. Çünkü bu günün bir de yarını olacaktır.
Sonuçta, yaşanan bu süreçteki kavga, mevcut düzen partilerinin politik iktidarı elinde tutmaya devam etme ve politik iktidarı ele geçirme kavgasıdır ve yine bu kavga devletin temel kurallarında köklü bir değişim öngörmeyen, sadece kendi meşrebine göre yeniden şekillendirilmek istenmesinin kavgasıdır.
Bu kavganın başat aktörleri bellidir. Bir tarafta ırkçı, faşist ve siyasal İslamcı mevcut iktidar, diğer tarafta uzun yıllardır hükmetme fırsatı bulamamış, genetik kodları tek milletçi devlet aklının ve geçmişte Türk olmayan tüm halkların yok edilmesi veya asimile edilmeleri üzerinde şekillenmiş bir parti ve onunla ortaklık yapan, özünde faşizan bir diğer partinin ittifakı.
Aslında bunların dışında üçüncü bir taraf daha var. Beğeniriz beğenmeyiz. Destekleriz desteklemeyiz. Önümüzde toplumsal bir olgu olarak duran ve kendi ifadeleri ile Kürd siyasi hareketinin belirleyicisi, taşıyıcısı konumundaki HDP. Diğer tüm partiler tarafından, neredeyse, “cüzamlı” muamelesi gören bu partinin en büyük kozu, olası her türlü yasal seçim sürecinde sonucu belirleyecek bir toplumsal desteğe sahip olmasıdır. Aslında “cüzamlı” (siz Kürd diye okuyun) olmasalar diğer her iki ittifak da onları yanına alabilmek için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırlar.
Ama neylersiniz ki bu partinin oy tabanını oluşturan ve Türkiye nüfusunun yaklaşık üçte biri olan bu halkın bireyleri, (TKP’nin tabiriyle Kürd dinamiği) üzerlerindeki her türlü devlet baskısına ve yıldırma politikalarına karşı ısrarla partilerine sahip çıkmaya ve çoğalmaya devam etmekte karalı görünüyorlar.
Onların “cüzamlı” olmaları, kendileri açısından değil ama onların oyuna ihtiyacı olduğunun bilincinde olan diğer iki ittifak için önemli bir sorun teşkil etmektedir.
Ama aynı sorun Türk sol ve sosyalist hareketi açısından da el yakmaktadır. Üstelik bu mesele Kürdlerle Türk solu arasında yıllardır kangrenleşmiş Kürdistan’ın özgürlüğü konusundaki derin görüş ayrılıkları gibi hayati bir noktayı daha sıcak şekilde gündeme getirmektedir. Öyle ki HDP’nin kendisini Türkiye partisi olarak tarif etmesi ve bileşenleri içinde Türk solundan bir çok isme yer vermesine rağmen.
Üstelik Türk solunun önemlice bir kısmına hakim olan ”büyük ağabey” sendromu salt HDP’yi kapsamıyor. Kürdistani partilerde bu kapsamda değerlendiriliyor. Siz istediğiniz kadar kendinize Komünist partisiyim, sosyalist partiyim, vs… deyin, ııh, olmaz. “Mademki önce sınıf meselesi çözülecek sonra ulusal mesele demiyorsun, yani büyük ağabeyinin sözünden çıkıyorsun, o zaman “kimlik siyaseti” yapıyorsun. Yani ürettiğin siyaset doğru değil”.
Oldukça indirgemeci ve buram buram Kemalizm kokan bu yaklaşım doğal olarak her iki halkın kurtuluşunun mücadelelerini verdiğini söyleyen kesimlerin ortaklaşmalarının, birlikte mücadele vermelerinin önüne dikilmektedir.
Her iki sorun da (sınıfsal mücadele ve ulusal mücadele) kendi tarihsel koşulları çerçevesinde çözülmesi gereken sorunlardır. Bunlardan birinin temel sorun, diğerinin tali sorun olduğunu dikte ettirmeye çalışmaktır yanlış olan.
Aslında her ikisi de iç içe geçmiş durumdadır. Bir ölçüde Güney Kürdistan’da hayata geçmiş olmasına rağmen Kürdistan’ın diğer parçaları ulusal sorunlarını çözememiş, kendi bağımsız devletini kuramamış olan Kürdler açısından yakıcı sorun öncelikle ulusal taleplerinin yerine gelmesi ama aynı anda da sınıfsal sorunlarının çözülmesidir. Bu bir süreçtir. Dünden bu güne çözülememiştir ve yakın bir zamanda da çözülecek gibi görünmemektedir. Bunda Kürdlerin birlik olamama başta olmak üzere birçok konudaki politik perspektiflerinin eksikliği olduğu kadar sömürgeci ülkelerin yurtsever, demokrat ve sol çevrelerinin ulusal soruna bakışlarındaki tekçi zihniyet de belirleyicidir.
Ulusal sorunların çözümü elbette ki çevre ülkeler ve egemen devletlerin bölge üzerindeki politikaları bağlamında da birçok başka etmene de bağlıdır ama iç dinamiklerin belirleyici rolü göz ardı edilmemelidir.
Şimdi, bu tespitlerden sonra, önümüzdeki seçimlerde nasıl bir ittifak politikası güdülecek bekleyip göreceğiz. İttifak kurmak ile tabi olmak arasındaki farkın doğru tespiti kimlik mücadelesinin sınıf mücadelesi içinde eritilmeye çalışılmaması halinde hatasız olacaktır.
Türk sol çevrelerinde bir süredir üçüncü yol arayışı tartışılıyor. On iki Eylül’le birlikte büyük bir güç kaybına uğrayan sol hareketler ne yazık ki bir daha eski görkemli günlerine dönmeyi başaramadılar. Yeniden toparlanmaya başlayan bu örgütler bölünerek çoğalmayı ise başarabildiler. Bir partiden beş, altı parti çıkarmak bir başarı sayılırsa tabi. Ancak bu süreçte neredeyse tüm sol örgütlerin ideolojik yeniden yapılanmaya gittiklerini de belirtelim. Bir kısmı 20.yy’ın katı ideolojik teorik yapısını korumaya devam etme gayreti içindeyken büyük bir kesimi ise farklı görüşler ortaya koymaya başladılar. Bunların en başında da bana göre ulusal sorun konusundaki görüşleri gelmektedir.
Türk solunun ulusal sorun konusundaki tekçi tutumu geçmişte neyse bu gün de aşağı yukarı aynı doğrultuda kaldı, hatta daha geriye düştü.
Yukarıda değinmiştim. Büyük ağabey konumunu kaybetmek ve özellikle de 80 sonrası gelişen Kürd siyasi hareketinin yarattığı ivmenin gölgesinde kalmak gibi bir gerçeklikle yüzleştiler. Bu süreçte bazı sol çevreler Kürd siyasi hareketleri ile kaynaşmayı veya en azından onlarla birlikte davranmayı tercih etti, diğerleri ise araya ciddi bir mesafe koymayı tercih etti. İşte bu araya mesafe koymayı tercih eden ve çoğunluğu oluşturan sol gruplar,hangi görüşten olursa olsun, Kürd siyasi hareketlerine karşı kapsayıcı,yapıcı bir politika geliştiremediler.Türkiye’de ki halklar sorununun sınıf sorununa bağlı bir çözüm gerektirdiğini ısrarla vurgulayıp kendi görüşlerini biricik çözüm yolu olarak sunmaya başladılar. Bu tutum doğal olarak Kürd cephesinde de gerekli karşılığı buldu. Sonuçta her iki halkın birlikte mücadelesi gibi önemli bir olgu gerçekleşmesi zor bir hayale döndü.
Biraz örneklendirelim bu konuyu.
HKP’nin genel başkanı 2015’te yazdığı “Yeni sahte KP’nin kafadar hafızları” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“Eğer proletarya Kürd meselesini eline almış ve uluslararası proletarya hareketinin çıkarları doğrultusunda çözmek için bir program, strateji belirlemiş ve o uğurda bir mücadele yürütüyorsa o kavga devrimci bir kavgadır ve bütün gerçek Marxist Leninistler o kavgayı benimser. Ona destek verir, omuz verir ya da birlikte mücadele eder yan yana.
Tabii proletaryanın bu mücadelesi şu üç ilkeyi önde tutacaktır:
1. Antiemperyalist olacaktır. Yani uluslararası emperyalistler cephesine, ABD, AB emperyalistlerine karşı olacaktır.
2. Anti feodal olacaktır. Ortaçağcı şeriatçılığa karşı olacaktır. Laikliği savunacaktır kararlılıkla.
3. Anti şovenist olacaktır. Milletlerin eşitliğini, halkların kardeşliğini savunacaktır.
Kürd proletaryasının ve onun gerçek devrimci, Marxist Leninist partisinin bu ilkeler çerçevesinde verdiği mücadele sonucunda demokratik halk devrimi zafere ulaşır ve demokratik halk iktidarı kurulursa, ki bu iktidar en uygun momentte sosyalist devrime ve sosyalist iktidara sıçrayacaktır. Kürd halkının çıkarlarını her hal ve şartta sonuna kadar temsil eder. Okuyan efendinin sözcülüğüyle taşır.”
Yazıda devamen, Leninist ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı teorisine istinaden ayrılma, birlikte daha güçlü olma vs… gibi ilkelerden bahsedilmekte ve sonucen de
“… bu sebepten dolayı biz ayrı çözümden değil, birlikte çözümden yanayız gerçek komünistler olarak. Bu sebeple de bu çözümümüzü Türk Kürd Halk Cumhuriyeti olarak formüle ediyoruz. Gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde oluşturulacak bir federatif yapı, çözüm biçiminde ifade ediyoruz” denmekte.
Aslında makalenin tamamını incelediğinizde TKP ile HKP görüşleri arasındaki o kıl gibi ince farkı görmek için deyim yerindeyse dürbün kullanmak lazım. (Bu arada dürbün Kürdçedir)
Görüldüğü üzere büyük ağabeylik tutumu ve üstencilikle malul bu makaleyi yazan arkadaş ve benzerleri yeri gelince şu noktayı, sanki anormal bir şeyi normal göstermeye çalışır gibi özellikle vurguluyorlar:
“Mesela genel başkan yardımcımız Mustafa yoldaş Kürd’dür, İstanbul il başkanımız Arzu hanım Kürd’dür, Ankara il başkanımız Sait yoldaş Kürd’dür.”
Şeytan dürttü, aklıma şu cümle geldi, “hakim bey, benim anam da Türk.”
Ne var yani, bende Türküm ama tüm hayatım Kürdistani mücadele içinde geçti. Üstelik de uzun yıllardır KKP üyesiyim.
Biraz uzattım. Toparlarsak önümüzdeki bu seçim süreci her iki halkın yurtsever, demokrat ve devrimcileri için esaslı bir sınav süreci olacaktır. Eteklerdeki taşlar bir kez daha dökülecektir.
Olumlu gelişmeler yaşanmasını umut edelim. Umuda ihtiyacımız var.
Hamit Yılmaz
07/12/2021 (Zaxo)