Pandemi ile dünyanın nasıl biçimlen(diril)ip, değiştirileceğine ilişkin “akıl yürütmeler”, hemen herkesi meşgul ederken; çok mu umutvar şeyler söylüyoruz; bu bir değerlendirme, takdir meselesi… Ancak kesin olan umutsuz kötümserlerden olmamamız yanında şu “görüşler”e itibar etmeyişimiz!
PANDEMİYLE GELEN(LER): DİSTOPYA MI, ÜTOPYA MI?
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER / Yazarların diğer makaleleri için tıklayınız
“Sakın unutma,
sıra öfkenin”[1]
Bugün(ümüz)de geleceğ(imiz)i biçimlendirmek için Covid-19 pandemisi kadar, -hatta onun da ötesinde!- birlikte getirdikleri, kilit önemi haiz.
Çünkü coronavirüsün iyice açığa çıkardığı geçiş dönemi, “fetret devri” olarak nitelenebilecek bir “Yaklaşan Felaket” (tehdit + imkân) sanki.
Sürdürülemez kapitalizmin insan(lık)a dayattığı “amok koşusu”nu[2] daha da ağırlaştıran çılgın gidişata dair, Albert Caraco’nun, “Komedi sona erdi, trajedi başlıyor. Dünya giderek daha sert, daha soğuk, daha kasvetli ve daha adaletsiz olacak,” saptamasının altı çizilerek; Ken Livingston’un, “Çılgın büyük dünya kapitalizmi, her gün Hitler’in öldürdüğü insandan daha fazla insan öldürüyor,” uyarısı eklenmeli…
Her seçişin, bir vazgeçiş olduğu bilincinde ve Theodor W. Adorno’nun, “Hiçbir kötülük kötülükten söz etmekle son bulamamıştır,” sözü ışığında sormalı: “İyi de umut nerede?”
Bu noktada Eduardo Galeano’ya müracaat edersek: “Barış ve adalet haykırarak doğan XX. yüzyıl, kanın içinde boğularak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında. Yine barış ve adalet haykırarak doğan XXI. yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte.
Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum.
Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları, ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular. Eğer bunlar Ay’da değilseler, neredeler o zaman?
Yoksa dünyada kaybolmadılar mı? Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?”[3]
Evet, aslında her şey yerli yerinde, kaybolmadı, belki de biz onu pandemi imkânıyla bulana dek saklanıyorlar.
Pandemi ile dünyanın nasıl biçimlen(diril)ip, değiştirileceğine ilişkin “akıl yürütmeler”, hemen herkesi meşgul ederken; çok mu umutvar şeyler söylüyoruz; bu bir değerlendirme, takdir meselesi… Ancak kesin olan umutsuz kötümserlerden olmamamız yanında şu “görüşler”e itibar etmeyişimiz!
“Yüzyılların yalanıdır, kapitalizm çökemez”…
“Boşa hayal kurmayın. Sadece kabuk değiştirecek”…
“O creative destruction/ yaratıcı yıkımdır”…
“Kapitalizm çökmez sadece şekil değiştirir”…
“Kapitalizm her krizden, daha da güçlenerek çıkar”…
“Kapitalizm daha büyük sömürü ağı kuracak şekilde toparlanacaktır”…
“Kapitalizm enerji gibidir. Asla yok olmaz, sadece dönüşür”…
“Tüm yaralar sarılacak, kapitalizmin elini güçlendirecek”…
“Çökecek ama yine emekçilerin başına çökecek”…
“Orta sınıf zayıflayacak, zengin ve fakir arası uçurum daha fazla açılacak”…
“Corona’dan sonra -her zamanki gibi- zengin daha zengin; fakir daha da fakir olacaktır”…
“Corona en çok kapitalizme iyi gelecek. Kapitalizm ne zaman sıkışsa savaş çıkarmış tarihte ve her savaşın sonunda daha güçlü bir kapitalizm olmuş”…
“Ne çökmesi? Daha da güçlenecek. Çip takacaklar insanlara!”…
“Kapitalizm bu tip krizlerin hepsinden güçlenerek ve kendi içinde evrim geçirerek çıktı. Kapitalizm farklı bir kimlik bulacak, değişecek, birçok üretim, tüketim ve dağıtım yöntemi gelişecek. Yeni meslekler, yeni üretim tipleri, yeni yaşam tarzları doğacak. İnsan ilişkileri ve hizmetler sektörü önem kazanacak, evrensel sağlık sistemi gibi bir oluşum on plana çıkacak. Ve bunların hepsi kapitalist ortamda gerçekleşecek”…
“Evet kapitalizm çökecek. Sonra ultra kapitalizm gelecek”…
“Salgın nedeniyle dijital dönüşümün önemi daha fazla insan tarafından anlaşıldı. Dijital dönüşüm süreci hızlanacak”…
“Robot işçilere ve yapay zekâya daha çok yer açılacak”…
“Kripto paralar, yapay zekâya dayalı programlar, uzaktan eğitim, acil durum planları, teknoloji daha öne çıkacak”…
“Kapitalizm hayatın önemli bir parçası oldu artık. Kapitalizmi hâlâ virüs gibi görmek geçmişte yaşamak gibi!”
Ya da vb.’leri!
Tüm bunların insan(lar)a, “Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin ‘bir tek’, ‘eşşiz’ olduğuna inanmasıdır,”[4] kestiriminin veya Edip Cansever’in, “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da,” dizesini anımsatmaması mümkün mü?
Önümüzdeki kesitte sürdürülemez kapitalizm çöker(tilir) mi, çök(tile)mez mi bunu sınıflar mücadelesinin seyri belirleyecek.
Elbette hiçbir üretim sistemi kendi kendine çökmez. Ayrıca kuşku yoktur ki, kapitalizmin çökertecek örgütlü işçi sınıfı “olmazsa olmaz”dır. Yani çöküşünü hazırlayan maddi ön koşullar yetmez; onu yok edecek alternatifsiz bir adım dahi atılamaz. Adım atma çabaları da yarım kalır, akîm kalır.
Ancak altını çizmeden geçmeyelim: Bitmez sanılanlar bitti, yıkılmaz sanılanlar yıkıldı. Sürdürülemez kapitalizm de yıkılacaktır elbet.
Lakin çökertilip çökertilememenin ötesinde, sürdürülemez kapitalizmin pandemin yol açtığı koşullarla ağır yaralar aldığı, daha alacağı aşikârdır. Bu hâl “Yaklaşan Felaket” (tehdit + imkân) ile karakterize olmaktadır. Ve böylesi koordinatlarda insan(lar) için şartlar kadar, belirsizlik de tetikleyicidir.
Değişmeyen tek şey değişimin kendisi olduğu bir an dahi göz ardı edilmeden; hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı unutulmamalı!
“İyi de neler olacak” mı? Öncelikle sancılı bir beşeri kriz…
“Kapitalizm zora düştüğünde faşizm(ler) öne çıkar(tılır)” mı? Doğrudur; hatta “Sürdürülemez kapitalizmin ‘dijital faşizm’ evresi”nden bile söz edilebilir.
Hani Michel Foucault’nun, “biyopolitika”nın bedeni, siyasal hedeflerin aracı hâline getirdiğine dikkati çekip; kapitalizmin beden üzerinde yürüttüğü kullanım, tahakküm, denetim stratejisine dönüştürerek, “Hayat (beden) artık iktidarın nesnesi oldu,” saptamasındaki üzere[5] ve en önemlisi de corona yıkımıyla ABD’de 50 milyon işsiz ile yüzde 30 ekonomik daralma öngörülüyorken…
YIKIMIN BOYUTLARI
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Nisan 2020’de yayınladığı rapora göre, “Başta üst-orta gelirli ülkeler (yüzde 7 veya 100 milyon tam zamanlı çalışan) olmak üzere, farklı gelir gruplarında büyük kayıplar bekleniyor… Covid-19 krizinin, 2020’nin ikinci çeyreğinde dünya genelinde toplam çalışma süresinin yüzde 6.7 düzeyinde bir iş kaybı olacak, yani 195 milyon işçinin işlerini kaybedecek.”
Tüm dünya ekonomisi şiddetli bir depremle yüz yüze yani.[6]
Covid-19 salgını, dünya genelinde 1870’lerden bu yana görülmemiş küresel ekonomik çöküşe yol açtı.
Dünya Bankası’nın ‘Küresel Ekonomik Görünüm’ raporu, küresel ekonominin 2020’de yüzde 5.2 küçülerek önceki 80 yılın en kötü resesyonunun yaşanacağını öngörüyor. Krizin boyutu, etkileri ve sıkıntıdaki ülke sayısı göz önüne alındığında bu gidişatın önceki 150 yılın en kötü resesyonu olması da bekleniyor.
Dünya Bankası Grubu Adil Büyüme, Finans ve Kurumlar Başkan Yardımcısı Ceyla Pazarbaşıoğlu, pandeminin iş gücüne yansımalarına işaret ederek, 70 ila 100 milyon kişinin aşırı yoksulluğa sürüklenebileceği uyarısında bulunup; genel tablonun endişe verici olduğunu ve krizin kalıcı izler bırakıp, belirsizliklerin aşağı yönlü tahminlere kapı araladığını ifade etti.[7]
Denilebilir ki egemen sınıflar panik içinde. Çok sert bir durgunluk yaşanıyor ve daha sert olanı hemen kapıda sırasını bekliyor. ILO dünya çapında 430 milyon işletmenin “faaliyetlerinde ciddi kesinti riski” olabileceğini öngörüyorken;[8] Uluslararası Para Fonu (IMF) 2020 Nisan’ındaki değerlendirmesinde, dünya ekonomisinin bu sene yüzde 3 küçüleceği tahmininde bulundu.
BM, 2020 Mayıs’ındaki raporda, küresel ekonominin yüzde 3.2 oranında küçülmesini, dünya ticaretinin ise yüzde 15 daralmasını bekliyordu ve IMF Direktörü Kristalina Georgiev da, “Birçok ülkeden gelen veriler, bizim 2020 için yaptığımız kötümser tahminlerin altında” diyerek sert küresel durgunluğun derinleşeceğini ifade etti.[9]
İş bu kadar değil!
BM Gıda ve Tarım Örgütü Tarımsal Kalkınma Ekonomisi Bölümü Genel Müdür Yardımcısı Marco V. Sánchez Cantillo, “Dünya, Covid-19 yüzünden birçok belirsizlikle karşı karşıya. Ancak bir konuda ise şüphe yok: Küresel ekonomik faaliyetler büyük yara alacak, insanların gelirlerinde ve refah düzeylerinde derin etkiler bırakacak. Özellikle de gerek ekonomik olarak zayıf gerekse de gıdada dışa bağımlı ülkeler için… Virüsün yol açtığı sorunların çözümüne yönelik gerekli önlemlerin zamanında ve etkili bir şekilde uygulanmaması hâlinde, dünyada sayıları giderek artan açlıkla mücadele eden kişi sayısı kritik noktalara taşınacaktır… Covid-19’un tetiklediği durgunluk nedeniyle milyonlarca insanın daha açlık sınırına gerileyeceği öngörülüyor,”[10] uyarısını ifade ederken; BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Gıda sistemlerimiz çöküyor ve Covid-19 salgını durumu daha da kötüleştiriyor,”[11] uyarısında bulundu. Dünya genelinde 820 milyondan fazla kişinin açlık çektiğini ve her beş çocuktan birinin yetersiz beslenme yüzünden büyüme geriliği yaşadığını belirtip, “49 milyon kişi daha pandemi nedeniyle aşırı yoksulluğa düşebilir. Gıda güvenliği olmayan insanların sayısı hızla artacak,”[12] diye ekledi.
Yine BM İnsani İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Mark Lowcock, salgının “en yıkıcı” sonuçlarının, dünyanın en yoksul ülkelerinde görüleceğine dikkat çekip, “Milyonlarca yaşamı kurtarmak ve kırılgan ülkelerde coronavirüsün yayılışını durdurmak için” 4.7 milyar dolarlık ek kaynak çağrısında bulundu.[13]
Haksız da değil!
Çünkü BM’ye bağlı Dünya Gıda Programı (WFP), coronavirüs salgınının merkez üssü hâline gelen Güney Amerika’da 14 milyon kişinin açlık kriziyle karşı karşıya kalabileceği uyarısında bulundu. Verilere göre, bölgede 2019’da 3.4 milyon kişi gıda güvensizliği yaşadı. Ancak salgının da etkisiyle bu rakam Latin Amerika’da 2020’de dört kattan daha fazla yükseliş kaydetti.[14]
Özetle Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile WFP’in BM Güvenlik Konseyi’ne verdikleri rapora göre, küresel gıda güvenliği açısından zaten kötü bir yıl olması beklenen 2020’de, Covid-19 salgınıyla, “kutsal kitaplardakileri anımsatacak” bir küresel açlık krizi kapımızda.
Güvenlik Konseyi toplantısında, WFP Başkanı David Beasly, “2020’de, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük insani krizle karşı karşıya kalınabileceğine” ilişkin 2019 yılındaki uyarılarını anımsatmış. Covid-19 salgını bunun üzerine geldi. Beasley, “Daha şimdiden bir mükemmel fırtınaya bakıyoruz,” diyor.
Beasley ve FAO Başkanı Qu Dongyu’nun Güvenlik Konseyi’ne sundukları rapor, 2020 yılına girerken, her akşam 850 milyon kişinin yatağa aç gittiğini, 55 ülkede 135 milyon kişinin açlık kriziyle yüz yüze olduğunu gösteriyor.
Bu durumun üzerine gelen Covid-19 salgınının, üç kanaldan küresel gıda krizini derinleştirmesi, açların nüfusuna 130 milyon kişi daha eklemesi bekleniyor.[15]
Tüm bunları dahası da var…[16]
Coronavirüs salgını ABD ekonomisinde büyük kayıplara ve rekor işsizliğe yol açarken patronlar servetlerine servet kattı. ABD’de bir ayda 20 milyonu aşkın kişi işini kaybederken milyarderlerin serveti daha da arttı.
‘Americans for Tax Fairness/ Vergi Adaleti için Amerikalılar’ ile ‘Politika Araştırmaları Enstitüsü Eşitlik Programı’na göre, 18 Mart-19 Mayıs 2020 kesitinde ABD’li 600’ü aşkın milyarderin toplam serveti 434 milyar dolar arttı. Buna göre, e-ticaret ve bulut teknolojisi şirketi Amazon’un başkanı Jeff Bezos’un serveti yüzde 30 artarak 147 milyar 600 milyon dolara, Facebook’un başkanı Mark Zuckerberg’in serveti ise yüzde 45’in üstünde artışla 80 milyar dolara yükseldi.[17]
Eklemeden geçmeyelim: Amerikan nüfusunun beşte birinden fazlası işsiz ve milyonlarcası temel ihtiyaçlardan yoksun hâlde belirsiz bir gelecekle karşı karşıya iken, aşırı zenginlerin servetleri sadece toparlanmakla kalmayarak önemli miktarda artıyor![18]
Ve bir şey(ler) daha: Kapitalizmin işsizlik, yoksulluk ve kriz üreten doğasına eklenen pandemi, kapitalizmin eğilimlerini şiddetlendirerek çalışabilir nüfusun dörtte birinin işsiz kalmasına vesile oldu
ABD’de pandeminin başlangıcından sonra işsizlik maaşı başvurularının dokuzuncu haftasında (11-16 Mayıs 2020 kesitinde) 2.4 milyon Amerikalı yeni başvuruda bulundu. Böylelikle ABD’de 160 milyonluk çalışabilir nüfusun çeyreği olan 40 milyon kişi, pandeminin dokuzuncu haftası itibarıyla işini kaybetmiş oldu. Sadece dokuz haftada çalışabilir nüfusun dörtte birinin işsiz kalmasına neden olurken işsizlik oranı yüzde 14.7 ile İkinci Dünya Savaşı sonrası işsizlik oranlarını da geçmiş oldu.[19]
Ve Erinç Yeldan’ın, “Türkiye ekonomisi iki yıldır şimdiye kadar yaşadığımız kriz deneyimlerinden çok daha farklı mekanizmaların hüküm sürdüğü yepyeni bir kriz süreci içindedir… Reel ekonomi krizinin, Covid-19 salgınının tetiklediği konjonktürde ne yazık ki daha da şiddetlenmesi beklenmelidir,”[20] betimlemesindeki coğrafyamız…
‘Moody’s, Türkiye’yi değerlendirdiği ikinci raporda, 2008’den beri aralıklarla kur krizleri ile karşı karşıya kaldığını ve TCMB’nin kuru savunmak için bu yılından başından bu yana net döviz rezervlerinin neredeyse yarısını tükettiğine işaret ettiği[21] coğrafyamızda Covid-19 salgınının çalışma hayatına etkileriyle ilgili sonuçlar, her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor. Zaten uzun zamandır önemli bir işsizlik sorunu yaşanan topraklarımızda salgının bu etkileri dikkat çekici şekilde görülüyor.
Kürt illerinde, 100 binden fazla esnaf ve işyerinin corona krizinden etkilendiği ifade edilebilir. Ancak bölgedeki işsizliğin tek artma nedeni sadece bölgedeki işletmelerin faaliyetlerinin olumsuz etkilenmesi değildir. Bölgeden bölge dışına giden yaklaşık 60-80 bin mevsimlik işçinin, 50-80 bin turizm işçisinin, 100 binden fazla inşaat işçisinin de bölgenin işsizlerine dahil olacağı bir dönem yaşanmaktadır.[22]
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) ‘Covid-19 İşgücü Piyasasını Nasıl Etkiledi?’ araştırmasına göre, salgın nedeniyle çalışma düzeninde değişiklik olmayanların oranı genelde yüzde 32 olurken kadınlarda bu oran yüzde 7.4’e düştü. Tüm çalışanlar ciddi bir gelir kaybı da yaşıyor.[23]
Ayrıca pandeminin sebep olduğu işsizlik en çok 15-24 yaş arasını vurdu; bu yaş aralığının işsiz kalma ihtimali bir önceki kuşağa kıyasla 2.5 kat daha fazla.[24]
Corona günlerinde yaklaşık 17 milyon kişi devlet yardımına muhtaçken, iki aylık salgın döneminde milyoner sayısı 30 bin 470 kişi arttı. Bu sürede milyonerler servetlerine 202.5 milyar TL kattı.[25]
Ekonomik Kalkan Paketi ile koruma altına alınan sermaye sahipleri, salgından daha da güçlenerek çıktı. Milyoner sayısı yüzde 33 yani 30 bin 470 kişi arttı. Buna karşın 16 milyon 831 bin 210 kişi, sosyal yardımlarla ayakta durabiliyor.[26]
Metropoll Araştırma Şirketi’nin coronavirüs salgınının ekonomiye etkisi konulu çalışmasına göre, salgın nedeniyle ekonomik durumu kötüleşen vatandaşların büyük bölümünü geliri düşük kesimler oluştururken; her dört kişiden biri temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığını ifade ediyor.[27]
Türk-İş, 2020 Mayıs ayında, dört kişilik bir işçi ailesinin yoksulluk sınırı 8 bine yaklaşırken açlık sınırı asgari ücreti de aşarak 2 bin 438 lira olduğunu açıkladı.[28]
Ve… BM Ticaret ve Kalkınma Örgütü’ne (UNCTAD) göre, Türkiye’ye uluslararası doğrudan yatırımlar (UDY), “2019’a baktığımızda, Türkiye’nin bir önceki seneye göre UDY girişlerinde yüzde 35’lik bir düşüş olduğunu görüyoruz”; yani yüzde 35 azaldı.[29]
Ve… Euler Hermes’in ‘Küresel İflas Raporu’na göre, 2018’de Türkiye’de 15 bin 400 şirket kepenkleri indirmek zorunda kalırken;[30] bu oran pandemiyle zirve yaptı. TOBB, coronavirüs salgınının etkilerinin arttığı 2020 Nisan’ına ilişkin kurulan ve kapanan şirket istatistikleri verilere göre, 2019’un Nisan ayında 6 bin 789 şirket kurulurken bu sayı 2020 Nisan’ında 2 bin 878’e düştü. Aynı kesitte kapanan şirket sayısı yüzde 51 arttı…[31]
Ve… Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Küresel Haklar Endeksi Raporu’na göre 2020 yılında Türkiye, işçiler için en kötü 10 ülkeden biri oldu ve 144 ülke içinde işçi hakları açısından en alttaki 10 ülke arasında yer aldı.[32]
KAPİTALİST “ÇARE”(SİZLİK) Mİ?!
Covid-19 karşısındaki kapitalist “çare”(sizlik) Mehmet Barlas’a bile, “Meğer her şey yalanmış… İçine girdiğimiz söylenilen “Bilgi çağı” sadece bir safsataymış. Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, bir virüs karşısında diz çökmekten başka bir şey yapamazmış. Üstelik daha hiçbir şey görmemişiz… Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, bir virüs karşısında çaresiz kaldı,”[33] dedirtti… Varın bunun ardından neyin nasıl olduğunu siz tahayyül edin!
Yerküre salgına, neo-liberal dönemin yıkıntıları arasında yakalandı. Covid-19 başladığında küresel hareket üçüncü döngüsünün içindeydi ve dünyada özelleştirmelerin ve savaşların yarattığı yıkıma karşı isyan dalgası her yanı sarmıştı.
1980’ler küreselleşme yalanının üzerinin örtülmeye çalışıldığı sağcı bir kapitalist saldırı dönemiydi. Kapitalizm azalan kâr oranlarının yarattığı yapısal krizinden kurtulamıyordu. Buna neo-liberal politikalarla yanıt üretti. Neo-liberalizm, krizi, tüm kamusal alanları ve kazanımları özel sermayeye açarak kurtulma politikasından başka bir şey değildi. Küreselleşme lafı bu saldırının süslü laflarla gizlendiği moda bir kavramdı.
Küreselleşmenin yerkürede yarattığı tam bir kan ve dehşetken; küreselleşme, kamusal sağlık hizmetlerinin paralı hâle getirilmesi, sağlık hizmetlerinin özel sermayeye devredilmesi, sağlık sigortası sistemlerinin çökertilmesi ve sağlık çalışanlarının örgütlenmesinin imha edilmesiydi. Küreselleşme, küresel ölçekte yüz milyonlarca insan açısından sağlık sisteminin ulaşılması imkânsız bir ayrıcalık hâline gelmesi süreciydi.[34]
Sağlığı metaya dönüştüren kapitalist vahşet koşullarında Covid-19 pandemisi nedeniyle birçok insan hayatını kaybetti. Birçok kapitalist ülkenin sağlık sistemi çökme noktasına geldi. Kapitalizmin beşiği kabul edilen İngiltere’de evlerinde ölen yaşlıların çürümüş cesetleri toplandı. 3.5 milyonu aşkın vaka sayısına rağmen dünyanın neredeyse her yerinde üretim devam etti.
Birmingham Üniversitesi’nden Lyndsey Stonebridge, “İngiltere Hükümeti’nin 11 Mayıs 2020’de yayınlanan Covid-19 normalleşme programı insanların iş hayatına, adeta bir dişçi koltuğuna oturtuluyormuşçasına “rahatlatılarak”, yani, dikkatle ve maskeleriyle döndürüleceklerini ifade ediyor. Buna tatlılıkla ikna edilmelerinin gerekmesinin nedeni, elbette, ekonomi. Programın bir yerinde, “virüs ekonomiyi ne kadar uzun süre etkilerse, uzun süre geçmeyecek yara izi kalması riski de o kadar yüksek olacaktır,” diye, sanki hasta olan insanlar değil de ekonomiymiş gibi bir ifade geçiyor. Ekonominin nefes almaya ihtiyacı var ve insanlar da onun oksijeni,”[35] diye ifade ettiği tabloda kapitalist devletlerin sözde önlemler burjuvazinin çıkarları gözetilerek planlandı. Pandemi öncesinde ağır çalışma koşullarına maruz kalan işçiler, olağanüstü bir durumda bile çalışmaya zorlandı. Pandemiye yakalanma riski yüksek olan sağlık emekçileri de sermaye devletlerinin uzun yıllardan beri uyguladığı neo-liberal politikaların kurbanları oldu.[36]
Sayılar dehşet vericiyi. New York’ta, Covid-19’un Afro-Amerikalılar ile Latinler üzerindeki ölümcül etkisi, beyazlara oranla ikiye katlanıyordu.[37] Chicago’da ise salgının aldığı canların yüzde 72’si Afro-Amerikalılardandı.[38]
Gerçekten de ABD’de coronavirüsten en çok New York kenti etkilendi. ‘The New York Times’a göre, New York’un yaklaşık 420 bin sakini coronavirüs pandemisi sırasında şehirden kaçtı. Ayrılanların çoğu, şehrin daha zenginleriydi. Yılda 90 bin dolar (yaklaşık 620 bin TL) ya da altında kazanan alt dilimdeki New Yorklular evlerinde kalırken, şehrin en çok kazanan yüzde birlik diliminin üçte birinden fazlası şehri terk etti.
Konuya ilişkin olarak New York Üniversitesi’nden Kim Phillips-Fein şunları dedi: “Bu krizler insanlara, toplumsal sınıflarına bağlı olarak, farklı derecelerde yük bindiriyor. ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ gibi güçlü bir retorik olsa da durum gerçekte hiç de öyle değil.”[39]
Kolay mı? Yerkürede, Covid-19’dan ölenlerden ABD’nin payına düşen dörtte bir!
Çünkü ABD’de yaklaşık 27.5 milyon insanın sağlık sigortası yok. Bu nüfusun yüzde 8.5’i..
Sağlık hizmetlerini esas yürüten özel hastaneler ve sağlık sigortası şirketleri..
Yoksulların yaşadığı bölgelerde yeteri kadar kâr elde edemeyen özel hastaneler kapanıyor..
2019’da 567 bin 715 kişi evsiz ve sokaklarda yaşıyor.
40 milyon insan ise yoksulluk ve yoksunluk içinde.
Hapishanelerde 2 milyonun üzerinde mahkûm var.
Güvencesiz çalışma son derece yaygın.
Koskoca ülkede solunum cihazı bulunamadı![40]
Bu kadar da değil! Dahası da vardı…
Covid-19 karşısındaki kapitalist “çare”(sizlik) ile “Uzun ve karanlık bir tünelde sıkışıp kaldık; bildiğimiz çıkışların tamamı kapalı. İngiltere’nin önünde corona virüsü krizinden kitlesel bir acı ve ölüm içermeyen makul bir çıkış yolu yok… Zenginlerin çıkarları halkı ölüme mahkûm ediyor,”[41] diyordu George Monbiot…
Şurası çok açık: Covid-19 hiçbir şeyi değiştirmediyse bile bir şeyi değiştirdi: Kapitalizm, bugünleri yaşayan milyarlarca insanın gözünde bir zamanlar sahip olduğu prestiji bir daha yakalayamayacak. Salgın hastalık, kapitalist sistemin önceliklerini teker teker açığa serdi.
Devletler net bir şekilde büyük şirketleri koruyor. Bu korumayı güdüsel olarak yapıyor üstelik. Devletlerin fabrika ayarı bu: Zenginleri korumak. Zenginleri korumak için gerekirse savaşları göze almak. Zenginleri korumak için tüm canlı yaşamını yok oluşun eşiğine getirmek. Bu, kapitalist devletler açısından bir tercih meselesi değil, bir varoluş meselesi.
Devletler zenginler için var, zenginlerle birlikte doğdu, zenginleri korumak için işleyen karmaşık bir yapıya sahip. Devlet yapılarının karmaşık olmasının nedeni de bu, zenginleri, küçük bir azınlığı korumak için icad edilen örgütlenmeler olması.
8 milyar insanın yaşadığı bir gezegende, 42 kişi dünyada 3.6 milyar insanın sahip olduğu kadar servete sahipse ya da bu 42 kişi, en fakir on ülkenin toplamının 77 katı servete sahipse bu akıl almaz eşitsizlik, ancak karmaşık bir şiddet aygıtının sürekli baskısıyla gölgelenebilir.
Ama salgın, bütün bu adaletsizliklerin üzerine adeta projektör tutmuş vaziyette. Yoksullar hastalığa daha fazla yakalanıyor! Siyahların ölüm oranı çok daha yüksek! Göçmenler salgına karşı herkesten daha çaresiz! Karantina koşullarında kadınlar ev içi şiddete her zaman olduğundan daha açık durumda![42]
Özetlersek: “Kapitalizm, coronavirüs günlerinde, ne ise o olarak ortaya çıkmıştır: bir sınıf sistemi. Bu sistemde işçinin hayatı kapitalistin kârına kurban edilmektedir. Bu sadece bizde böyle değildir, her yerde, en zengin ülkelerde bile böyledir. Kapitalistler, kadim Mısır’da sosyal ve politik iktidarları için kölelere piramitler diktirirken onları ölümüne çalıştıran firavunlar gibi, kendi iktidarları için işçileri ölüme sürmektedirler! Artık bu toplumun sınıf karakteri kimse için gizlenir değildir!”[43]
“Ya sonra” mı?[44]
Mesela “İtalya velhasıl normalleşiyor. Normalleşmeyle kakafoni de artıyor,”[45] denilen hâldeki üzere!
Veya Karl Marx’ın, “Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor. Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor,” tespiti eşliğinde Paul Lafargue’nin, “Çalışın, çalışın, proleterler, toplumsal serveti büyütmek ve bireysel sefaletinizi arttırmak için çalışın; çalışın ki, daha da yoksullaşarak, çalışmak ve sefil düşmek için daha fazla gerekçeniz olsun. Kapitalist üretimin insanın gözünün yaşına bakmayan yasası budur,”[46] ifadesindeki üzere![47]
NE OLACAK (MI?)!
Yerküre, önceki 75 yılın en keskin dönemeçlerinden birini yaşıyor. Salgın daha yeni başladığında Covid-19 krizinin sosyal, ekonomik ve politik “dönüştürücü” sonuçlarının olacağı dillendiriliyordu. Şimdi bunlar etkilerini hızla göstermeye başladılar.
1.5 milyar insan kendi sağlık problemleri, bağışıklık sistemlerinin yeterince olmaması ya da virüse açık olumsuz yaşam ve çalışma koşulları yüzünden ciddi risk altında.
Buna bir de çığ gibi artan işsizliği, kapanan işyerlerini, aldıkları kredi borçlarını ödeyemeyenleri ekleyin…
“Tarihsel ve şimdiki koşullar, Covid-19 sonrasına ilişkin her biri son derece farklı ekonomik, politik ve sosyal çıkarımlara sahip 4 senaryoyu karşımıza koyuyor.
1) Her zamanki yola devam…
2) İkinci olası senaryo: ‘Çin örneği’. Yani ‘her şeye kadir bir devletin gerekliliği’…
3) Teknoloji hâkimiyeti veya ‘dijital kölelik’: Pandemi döneminin en önde gelen dinamiklerinden biri teknolojinin en yoğun ve hemen her alanda kullanımı oldu. Bu teknolojilerin vazgeçilmez olduğu ortaya çıktıkça, arkasındaki özel şirketler daha fazla güç toplayacak. Uygulanabilir bir devlet temelli alternatifin yokluğunda, bu firmalar, kişisel verileri toplamaya ve kullanıcıların davranışlarını manipüle etmeye devam edecekler, ancak hükümetten endişelenecek daha az şeyleri olacak. Bu da hem hükümetleri hem de toplumları Silikon Vadisi’ne daha itaatkâr hâle getirecek.
Artan eşitsizlik gibi var olan koşulları daha da kötüleştirecek. Silikon Vadisi daha sonra evrensel bir temel gelir ve daha fazla e-devlet için kendi çözümlerini önerecek. Bu önlemler altta yatan problemleri boyadığı sürece, zaman içinde daha geniş hoşnutsuzluğa ve hayal kırıklığına yol açması muhtemel. Uzun vadede, üçüncü yol, ilk ikisi ile aynı distopik hedefe ulaşacaktır.
4) ‘Refah devleti 3.0’: Refah devletinin ilk versiyonu Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. Sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası gibi politikalar içeriyordu… Şimdi ‘Refah 3.0’ için yeni bir fırsat,”[48] diye sıralıyor dört seçeneğini Özlem Yüzak…
Dikkat edin sıralanan “seçenek”lerde ne işçi sınıfı vurgusu, ne de sürdürülemez kapitalizm, ne de alternatif bir iktisadî-toplumsal sistem hakikati var!
Emma Goldman’ın, “Kapitalist toplum, hiç durmadan çalışanların asla bir şeye sahip olmadığı, buna karşılık hiç çalışmayanların her şeyin keyfini çıkardığı bir toplumdur,” diye tarif ettiği hâli şöyle tanımlıyor Eduardo Galeano:
“Kapitalizm sahne ismi olarak pazar ekonomisini kullanıyor;
Emperyalizme küreselleşme deniyor,
Emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler deniyor, cücelere çocuk demek gibi bir şey bu;
Oportunizm pragmatizm oldu;
İhanetin adı realizm;
Yoksullara yoksun, dar gelirli ya da kıt kaynaklı insanlar deniyor;
Yoksul çocukların eğitim sistemi tarafından dışlanması eğitimi yarıda bırakma adı altında tanıtılıyor;
Patronun, işçinin tazminatsız ve açıklamasız işine son verme hakkına emek piyasası esnekliği deniyor;
Resmi dil, kadın haklarını azınlık hakları arasında tanıyor, insanlığın yarısını oluşturan erkekler çoğunlukmuş gibi;
Askeri diktatörlük yerine süreç deniyor;
İşkenceye, yasadışı baskı ya da fiziksel ve psikolojik baskı deniyor;
Hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman oluyor;
Kamu kaynaklarının çürümüş bir politika tarafından boşaltılmasının adı yasadışı servet edinme oluyor.”[49]
Özetle anlatılanlar Karl Marx’ın, “Şeylerin dünyasının değer kazanması ile insanların dünyasının değer kaybetmesi doğru orantılıdır.”
“İşçinin ürettiği zenginlik arttıkça kendisi yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendisi o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece meta üretmekle kalmaz; işçiyi de meta olarak üretir.”
“Yoksulluk ile zenginlik arasındaki karşıtlığın, emek ile sermaye arasındaki karşıtlık biçimini aldığı kapitalist sistem, burjuva ile proletarya arasında sınıflar savaşımı doğurarak, kendi kaldırılma koşullarını kendi yaratır. Proletarya kendini ve kendisi ile birlikte tüm toplumu kurtarmak için, özel mülkiyet rejimini yıkmak zorundadır,”[50] diye ifade ettiği ücretli kölelik çerçevesinde tecelli ederken; tekelci döneme ilişkin V. İ. Lenin ekliyor:
“Emperyalizm, yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmdir; emperyalizm gelişmecidir (progressive); emperyalizm demokrasinin yadsınmasıdır ‘bundan ötürü’ kapitalizmde demokrasi ‘erişilebilir’ bir şey değildir. Emperyalist savaş, geri monarşilerde olsun, ilerici cumhuriyetlerde olsun, tüm demokrasinin açıktan ihlâlidir ‘bundan ötürü’, ‘haklar’dan (yani demokrasiden) söz etmenin anlamı yoktur. Emperyalist savaşın ‘karşısına konabilecek’ ‘tek’ şey sosyalizmdir; yalnızca sosyalizm ‘çıkış yolu’dur; ‘bundan ötürü’ bizim asgari programımızda, yani kapitalizmde demokratik sloganlar öne sürmemiz bir aldanıştır ya da hayaldir, sosyalist devrimin saptırılması ya da ertelenmesidir, vb.’dir.”[51]
Özetin özeti: Ekonomi-politik özelliklerinin yıkıma eşitlendiği sürdürülemezliğin, Covid-19 pandemisiyle ağırlaştığı güzergâhta “Kapitalizm tılsımını, cazibesini yitiriyor”ken;[52] “Bu sistemde ‘yumuşak başlı kapitalizm’ çağrılarının hepsi saçmalık”tır![53]
Evet yerküre küçük bir köye dönüşmüş ve uzak-yakın, büyük-küçük, metropol-taşra ayrımı hızla kalkmaktayken; ulusal çitler hâlâ yerli yerinde; hem de ırkçı, milliyetçi argümanlarıyla ve yükselen izolasyonist önlemlerin ilavesiyle…
Covid-19 ile devreye giren “geçiş”le siyaset öne çıkıp, belirleyici oluyor; verili “Politika giderek azınlıkların yön verdiği bir şey hâline geliyor,”[54] realitesini aşmak için siyasetin öne çıkarılması gerektiğini ve ihtimallerin belirleyen saikin sınıf mücadelesi olduğunu unutmadan; sınıf mücadelesinin öne çıkartılması “olmazsa olmaz”dır.
Çünkü Karl Marx ile Friedrich Engels’in ‘Komünist Manifesto’su, başta artı değer yasası, temel tespit ve hedefleriyle geçerliliğini korurken; kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesinde yol gösteriyor. Ücretli kölelik sistemi, nihai olarak aşılmadıkça devrimci Marksizm’in temel tespit ve hedefleri geçerliliğini koruyor.
“Neden” mi?
Komünist Manifesto’dan beri değişenler içinde tek değişmeyen ücretli köleliktir. Bunun müsebbibi kapitalizmin ulaştığı çürüme ve sürdürülemezlik gerçeğidir. Ki, bu da inşa hâlindeki Marksizm(-Leninizm)’in felsefi, teorik, ideolojik, politik üretimin süreklilik içindeki kopuşlarla ve en önemlisi de sınıf mücadelesinin son biçimini vereceği devrimci/dinamik teoridir. Ki, bu da yeniden üretimdir. Sürdürülemez kapitalizmin yıkılmasını hedef alan kavrayıştır, mücadeledir.
Ve de dünya hızla değişmekteyken; Karl Marx’ın artı değer teorisinin doğruluğunu, geçerliliğini kabul etmeden tarih yapıcı, yön verici olmak mümkün değildir.[55] Mevcut “Uygarlık Krizi”nde bunun da yanıtı: “Yeni Bir Uygarlık” yani “Sınıfsız, Sömürüsüz, Sınırsız” bir dünya hedefidir!
Ancak bu kolay değildir. Çünkü kapitalizm burjuvaziyi ve burjuva düzenini simgelemesi yanında, bir ilişki ve zihniyet yumağıdır; insan(lık)a mündemiç beşeri ilişkilerdir.
İnsan(lık)ın sömürüsü kadar, yabancılaşmasının derinleş(tiril)mesinden güç alırken; insan(lık)a amaç yükler, mana dünyası biçimlendirir, taleplerini biçimlendirir ve böylelikle yarattığı negatiflikten beslenerek dinamizm kazanır.
İNSAN(LIK) VE YABANCILAŞMA
‘Girişim Araştırma’nın ‘Coronavirus ve Toplumumuzdaki Etkileri Araştırması Mayıs 2020’ başlıklı ankete göre, coronavirus salgınıyla gelirinin azaldığını söyleyenler yüzde 53, “Psikolojim bozuldu” diyenler yüzde 39.6 oldu.[56]
Kolay mı? Yüzyıllar öncesinden halk ozanı Karacaoğlan’ın, “Üç derdim var birbirinden seçilmez/ “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm,” deyişindeki üzere, bugün coronavirüs salgını yüzünden yaşadığımız yalıtılmış (izole) yalnızlık, hepsini kapsıyor!
Gerçekten de Nilgün Cerrahoğlu’nun, “Karantinanın sona erdiği mayıs başından beri artık böyle sürekli şizofren bir dünyada yaşıyoruz. Ya vurdumduymazlığa savruluyoruz, ya “normalleşmenin” “n” sinin olmadığı bir teyakkuz hâline ışınlanıyoruz… Bildiğimiz tek şey şu anda hayatta olduğumuz. Bunun ötesinde çok büyük bir belirsizlik içinde debeleniyoruz,”[57] diye betimlediği yerdeyiz; bunun adı da “belirsizlik içinde debelenmek”!
Bununla ilintili olarak Coronavirüs pandemisi döneminde ruhsal bozukluklar artış gösterdi. Uzmanlar, salgının kaygıyı artırdığını ve anksiyete (kaygı bozukluğu) pandemisinin küresel bir hâl aldığını belirtiyorlar.[58]
Klinik psikolog Gizem Mine Çölümlü de salgın döneminde olağanüstü süreçte insanların panik, korku, kaygı, çaresizlik gibi yeni bir duruma uyum sağlamanın da aşamaları olan yoğun duygularla tepkiler verdiklerini belirtirken, “Virüsten daha tehlikeli bir diğer salgın da ‘infodemi’dir,” vurgusuyla ekliyor:
“Dünya Sağlık Örgütü infodemiyi, bilgi kirliliği oluşturarak toplumların psikolojisi bozmak, toplumsal bağışıklığı, güveni veya tepkiyi ortadan kaldırarak insanların ve toplumların ruh ve beden sağlığını bozmayı amaçlayan bir salgın türü olarak tanımlamıştır.”[59]
Bunların tümü; Byung-Chul Han’ın, “Kendini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir. Efendisi olmaksızın kendini gönüllü olarak sömürmesi ölçüsünde mutlak köledir. (…) Yurttaş tüketici hâline gelmiştir. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketicinin edilginliğine bırakır. (…) Siyasete sadece edilgin bir biçimde, homurdanarak, şikâyet ederek tepki verir, tıpkı hoşuna gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi,”[60] tarifindeki negatiflerle birleşince; Hermann Hesse’nin, “Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz,” dediği noktada olduğumuzu görüyoruz.
Ki, bu da “Uygarlık Krizi”ndaki insan(lık) sorun(umuz)un yani yabancılaşmanın boyutlarını ortaya koyuyor.
Martin Heidegger’in, “Aydınlık gibi görünen karanlık bir çağda yaşıyoruz,” notunu düştüğü koordinatların kilit kavramı yabancılaşmayı ilk kez felsefi anlamda Friedrich Hegel kullanmıştı. O, bu terimi Jean-Jacques Rousseau’dan esinlenerek kullanırken; Ludwig Feuerbach yabancılaşmanın kökenini insana dayandırmıştı. Ancak yabancılaşma kavramını bir olgu olarak Karl Marx yerli yerine oturtmuştu.
“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur,” diyen Karl Marx’a[61] göre yabancılaşma, insanın kendi kendisinden ayrılması; işçinin ve emeğin yabancılaştırılmasıdır.
Yabancılaşmanın yerküresinde tüketim, insan(lık)ın yaşam biçimi dönüştürülüp; kültürel bir niteliğe büründü. Soru(n) da böylelikle ağırlaştı. Özetle yabancılaşma vahşeti şahsında insan(lık)ın içerisinde kıvrandığı girdabın mimarı, her şeyi tüketen kapitalizmdi.
“Tüketici insanın ana gayesi bir şeylere sahip olmak değildir, iç dünyasındaki boşluğun, dirençsizliğin, yalnızlığın ve endişenin üstesinden gelebilmek için daha çok tüketmektir…
Tüketim, bugünkü endüstriyel toplumda egemen psişik güç durumuna gelmektedir. Tüketici insan, bilinçsizce sıkıntısının ve endişenin baskısında iken mutluluk yanılsaması taşır. İnsanın makinelerin üzerinde egemenliği arttıkça insan olarak daha güçsüzleşmekte, daha fazla tükettikçe de endüstriyel sistemin yarattığı ve yönlendirdiği bitip tükenmeyen gereksinimlerin kölesi olmaktadır. Heyecanı ve coşkuyu yaşamanın zevki, mutluluğu ve maddi rahatlığı da canlılık zanneden insanın doyurulmuş açgözlülüğü, yaşamın anlamı hâline dönüşür ki bu mücadele yeni bir din gibidir. Tüketim özgürlüğü, insanın özgürlüğünün özü hâline gelir.
Kişi, yalnızca üretim alanında yönetilip idare edilmekle kalmıyor, aynı zamanda sözde insanın özgür seçimini yapabildiği tek durum olan tüketim alanında da yönetilmektedir… İnsan, tek arzusu daha çok, daha ‘iyi’ tüketmek olan, sonsuza dek memeden kesilmeyecek bir ‘tüketici’ hâline dönüştürülmüştür.”[62]
Max Weber’in, “Gösterişçilik, insanların içine o kadar işlemiştir ki, bir ordunun arkasından giden sempatizanlar, bir yamak veya bir hademe bile böbürlenir ve kendine hayran bulmaya çalışır”; Rahmi Öğdül’ün, “Çöp; anlamını yitirmiş nesneler yığını. Bir zamanlar hayatımıza girmiş, hayatımızı değiştirmiş nesneler çok geçmeden kendilerini çöplükte buluyor”;[63] Jean Baudrillard’ın, “Uzun sözün kısası, tüketim toplumunun büyük bedeli, kendisinin neden olduğu genelleşmiş güvensizlik duygusudur,” ifadelerindeki çerçevede tecelli eden kapitalist yıkım çılgınlığı insan(lık)ı, doğayı yerle yeksan etti; insanları gerçeklerden koparıp, yaşamı sanallaştırarak; insan(lar)ı yabancılaştırdı, kimliksizleştirdi. Her şeyi metalaştırırken, magazinleştirirken, insanı mistikleştirirken, “tek yönlü bir kültür”e, tek boyutluluğa doğru sürükledi. İnsanın özgürlüğünü elinden aldı.
Ancak her şey kendisini yok edecek çelişkiyi bağrında taşıdığının altını çizip ekleyelim: Önümüzdeki kesitte başat soru(n), insan(lık) meselesidir!
KİMİ ÖNGÖRÜ(LER) İLE VARSAYIM(LAR)
Evet, başat soru(n) insan(lık) meselesi yani onu biçimlendiren mülkiyet veya üretim biçimidir.[64]
O hâlde geleceği bugün(ümüz)de biçimlendirirken öngörülerimizin merkezine insan(lık) meselesi ile onu biçimlendiren mülkiyet gerçeğini yerleştirmeliyiz. Ancak bilimsel-teknolojik gelişimin (dikkat devrim değil!) önceliğinin altını da çizenler yok değil.
Bu konuda “Gelecek katastrofik mi olacak? Çoğumuz geleceği düşünmeyiz, daha çok dünde biraz da bugünde yaşarız… Geleceğin gözetleme kuleleri insanın beyninde olacak… Devletler, interneti sistemin bir gözetleme kulesi olarak kullanıyorlar… Geleceğin gözetleme kuleleri ise bizzat insanın beyninde olacaktır. Beyin, yarı bilgisayara dönüşecek ve sistem de insanları beyinleri aracılığıyla, tıpkı interneti denetler gibi kontrol edecektir. Gelecekte sistemin, devletin insanlar üzerindeki kontrolü çok daha yoğun olacaktır,”[65] diyen Erol Anar dostumuz ekliyor:
“Yapay zekâ ile ilgili yapılan yorumlarda eskiden şöyle bir klişe vardı: ‘Yapay zekâyı da yaratan insandır, dolayısıyla insan her zaman yapay zekâdan daha akıllı olacaktır.’ Ancak son zamanlarda bu klişe güncelliğini yitirdi. Çünkü yapay zekâ teknolojisi hızla gelişiyor. İnsan evriminin gelişimi ise sınırlı.
Yapay zekâ insanlığın görebileceği en büyük potansiyel tehlike olabilir. Diğer yandan bilimsel ve teknolojik gelişmenin önünde de kimse duramaz. Bu su anda insanlığın büyük bir paradoksudur…
Robotlar insanı özellikler kazanmıyor, aynı zamanda insanlar da robotlaşıyor. Ancak insan, bu konuda yapay zekâ ile yarışamaz… Yapay zekâya sahip olan, geleceğe de hükmedecektir.”[66]
Burada duralım: Nasıl olursa olsun, “insan-üstü güçler” söylencelerine değil; sınıf mücadelesine ve tarihi yaratan insan(lık)a değer verenlerdeniz.
Gelecek(sizlik), onu yaratan insanların eseri olacaktır; şu veya bu bilimsel-teknolojik unsurun değil. Çünkü o bilimsel-teknolojik unsuru da yaratacak olan sadece sınıf savaşımlarının seyri ve sonuçları olacaktır.
“Yapay zekâ teknolojisi hızla gelişiyor. İnsan evriminin gelişimi ise sınırlı” tespiti teknoloji fetişimidir; en hızlı geliştiği iddia edilen buluşlar dahi insan(lık)ın sınırsız yaratıcılığının ürünüdür.
Sınıflı toplumlarda da teknoloji “cansız emek”, işçi ise “canlı emek”ken; “inovasyon”, “dijital ekonomi”, “e-ticaret”, “bilişim”, “iletişim”, “akıllı kentler”, “yapay zekâ” vb’i formüllerle üretim “ölü emeğe” yıkılarak, “canlı emeğin” sınıf mücalesi ötelenip, önemsizleştirilmeye kalkışılıyor.
Belirtmeden geçmemeliyim: “Yapay zekâya sahip olan, geleceğe de hükmedecektir” formülüne hatırlatalım: “Yapay zekâ”da sınıf mücadelesine dahilken; geleceği komünist topluma dek sınıf mücadelesi belirleyecektir.
Bilimsel teknolojik gelişmeye yüklenen abartılı anlamlara göre, “Bilgili olan güçlüydü, güç mülkiyette değil bilgide” idi! “Bilgi çağı” ya da “bilimsel teknolojik devrim” eşitsizlikleri ortadan kaldıracak, teknoloji herkese refah getirecekti!
Gerçek hiç de “iddia” edildiği gibi olmadı. Aslına bakılırsa, kapitalizmin kontrolündeki bilim ve teknoloji daha fazla kâr etmenin, egemenlik alanlarını genişletmenin, toplumsal tepkileri bastırmanın hem maddi hem de ideolojik temellerinden biri olarak kullanılagelmişti; yapay zekâ gibi.
Yapay zekâ ile “bıktırıcı, usandırıcı, can sıkıcı işlerin robotlar tarafından yapılması; insanların vaktini eğitim, kültür ve sanata ayırması, sosyal yaşamların zenginleşmesi” umulurken, kapitalizm dahilinde üç amaç için kullanıldığı anlaşıldı: i) Kârı artırmak, ii) İnsanları öldürmek (savaş) ve iii) İnsanları gözetlemek.
Herkes kendiliğinden iyi veya kötü, militarist veya barışçı olamayacağını, ancak teknolojiyi kullanan kişinin ona bu özellikleri verebileceğini bilmelidir. Ki bu tercih de sınıfsaldır.
Sözü uzatmamak gerek, teknoloji insanlığın önüne birtakım olanaklar koyar, kriz dönemleri müdahale için olanak yaratır ama tüm bu olanakları kullanmak toplumsal örgütlenmeyi gerektirir. Yoksa teknoloji de, kriz de baskıyı artırmanın, sömürüyü derinleştirmenin bir yolu olarak kullanılır.
Bu çerçevede Karl Marx’ın, “Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız işçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir. ABD örneğinde olduğu gibi, bir ülke kalkınmasına ne denli modern sanayi temelinde başlarsa, bu tahrip süreci de o denli hızlı olur. Kapitalist üretim, bu nedenle, teknolojiyi ve çeşitli süreçlerin toplumsal bir bütün içinde birleştirilmesini geliştirir, ancak bunu bütün zenginliğin asıl kaynağını, yani toprağı ve işçiyi kurutarak yapar,”[67] saptamasının altını çizerek Erol Anar dostumuzun satırlarıyla devam edersek: “Gelecek, üzerine en az düşündüğümüz zaman dilimidir. Değil geleceği, aslında bugünü bile yaşamayız. Daha çok geçmişteyizdir. Bu yüzden gelecekte olabilecek gelişmelere omuz silkeleriz, ilgilenmeyiz…
Robot denildiğinde yapay zekâ ile aynı şey akla gelmez elbette ama, yapay zekâya sahip robotlar üretilmeye başlandı…
Yapay zekâya sahip robotlar ‘doğru’ ile ‘yanlış’ı ayırmaya başlıyor…
Dördüncü sanayi devrimi olarak da adlandırılan otomasyon giderek hızlanıyor…
Her şeyi robotlar üretebilecek duruma geldiklerinde, yoksul insanları nasıl bir gelecek beklemektedir? Yoksul insanlar distopik filmlerde olduğu gibi duvarın öte yanına hapsedilebilir ya da büyük bir soykırıma uğrayabilirler.
Kapitalizmin ise daha mikro bir yapıya bürünerek biçim değiştireceğini düşünüyorum. Duvarın öteki yanına atılacak yoksullar için, bir üretim yapılmayacak artık gelecekte. Yalnızca elit sınıf için daha dar kapsamlı üretim yapılacak. İnsan işçilere ihtiyaç kalmadığında, onlar için üretim yapmak da gereksiz hâle gelecektir sistem açısından…
Ama gün gelecek insan emeğine ihtiyaç kalmayacak, bilimsel gidişat onu gösteriyor. Pazar kavramı da, bence bu elit kesim için geçerli olacak. Elbette tek bir yoksul insanın kaldığı bir ortamda bile direniş olacaktır. Ancak güçler çok eşitsiz olacak. Yoksul insanlar elit insanlarla değil, onlara hizmet eden savaşçı robotlarla yüzleşecek. Diğer bir olasılık Hawking’in uyardığı gibi, elitler dahil tüm insanlığın yenilgiye uğraması ve yapay zekâya sahip robotların her şeye egemen olmaları. Bu olasılığı, dünyanın önde gelen bilim insanları dile getiriyorlar.
Görünen o ki, giderek tüm endüstriyel üretim robotlar tarafından yapılacak. Ve işsizlik giderek büyük problemlerden birisi olacak yakın gelecekte. Zaten krizin arttırdığı ve körüklediği işsizlik, otomasyon ile birlikte inanılmaz boyutlara ulaşacak. Kapitalist sistemde var olan ya da olacak zenginlik ise herkes ile paylaşılmayacak. Örneğin işsizlik, çocuk yardımı gibi sosyal devlet kırıntıları tamamen ortadan kalkacaktır. Bu zenginlik, yalnızca elit sınıflar tarafından kullanılacaktır.
Bu hızla giderse, kaba tahminle 2100 yılına dek, dünyadaki fabrikalarda robot işçiden başka, insan işçi kalmayabilir. Çünkü robot, 24 saat çalışabiliyor. Ayrıca kendini tamir eden, yenileyen robotlar da yapılıyor. Dolayısıyla üretim sektöründe yıllar içerisinde insana ihtiyaç kalmayabilir. Verilere baktığımızda gidiş bilimsel olarak böyle görünüyor. Aynı şey tarım için de söz konusu. Tarım alanında çalışabilecek kapasitede robotlar üretiliyor ve gelecekte bunlar çok daha gelişmiş olacaklar. Ayrıca laboratuvarda yiyecek üretimi yapılacak, yiyecekler de farklılaşacak.
İktidarı elinde bulunduran elitlerin üretim için, insan emeğine ihtiyaçları kalmayabilir. Gelecekteki ayrım, elitler ve yoksullar arasında olacaktır, çelişki ise, elit sınıflar ile işsiz yoksullar arasında olacaktır. Bu yoksullar ise üretim sürecine doğrudan katkı sunamayan, bir meslek sahibi olmayan kadın, erkek, çocuk toplumun büyük çoğunluğunu oluşturacaktır. Bu aşamada ideolojilerin de kendilerini yenilemeleri ve bu duruma göre yeniden politika üretmeleri ve üretilmiş politikalarını ise gözden geçirmeleri gerekmektedir. Belki de korkulan olacak ve duygusal zekâya sahip robotlar iktidarı ve dünyayı ele geçirecek ve insanlığı soykırıma uğratacaklardır.”[68]
Anlatılanlar Hollywood’un distopyalarına bile parmak ısırtacak çaptayken; “So What/ Eğ Yani”? Umudun olmadığı bu tabloda intihardan başka seçenek yok gibi! (Ama biz, “İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur!”[69] diyoruz hâlâ!)
“Gelecek, üzerine en az düşündüğümüz zaman dilimidir” mi dediniz! Olur mu? Komünist toplum mücadelesi verenlerin tarihi orta yerdeyken; böylesi bir saptama, olsa olsa mesnetsiz bir haksızlık; ancak füturolojiden söz ediliyorsa o başka bir şey.
Mesela “İktidarı elinde bulunduran elitlerin üretim için, insan emeğine ihtiyaçları kalmayabilir… İnsan işçilere ihtiyaç kalmadığında, onlar için üretim yapmak da gereksiz hâle gelecektir sistem açısından… Yoksul insanlar distopik filmlerde olduğu gibi duvarın öte yanına hapsedilebilir ya da büyük bir soykırıma uğrayabilirler,” gibi… İyi de bunlar “olacak”sa, bu insanların tarih yapan itiraz ve tepkileri ne olacak? Bunları tersyüz edemeyecek mi? “Hayır” derseniz bu indirgemeci tarih anlayış(sızlığ)ın bizatihi kendisi değil ise nedir ki? Ya da “insanlara hükmedecek, hatta soykırıma uğratacak bir yapay zeka” kadar, ezilenlerin, sömürülenlerin örgütlü başkaldırısı ve kapitalist sistemi alaşağı etme olasılığı üzerinde düşünmemek de bir “tercih” değil mi?
Sanayide, yönetimde ve bilimsel, teknik işlerde insan emeği olmaksızın, işlerin otomatik işleyen araçlarla yapılması olarak sunulan otomasyon konusunda; “Dördüncü sanayi devrimi olarak da adlandırılan otomasyon giderek hızlanıyor” denilmesi; devrimin ne olup olmadığı konusunda müphem bir anlayış(sızlık)tır!
Tıpkı şu hüküm gibi: “Gelecekteki ayrım, elitler ve yoksullar arasında olacaktır, çelişki ise, elit sınıflar ile işsiz yoksullar arasında olacaktır. Bu yoksullar ise üretim sürecine doğrudan katkı sunamayan, bir meslek sahibi olmayan kadın, erkek, çocuk toplumun büyük çoğunluğunu oluşturacaktır. Bu aşamada ideolojilerin de kendilerini yenilemeleri ve bu duruma göre yeniden politika üretmeleri ve üretilmiş politikalarını ise gözden geçirmeleri gerekmektedir.”
Böylesine bir varsayım üzerinden “ideolojilerin de kendilerini yenilemeleri ve bu duruma göre yeniden politika üretmeleri” talebi asılsız bir “abartı” değilse nedir ki?!
Ancak yazarımızın buna da yanıtı vardır: “Geleceğe kalacak bir ideoloji varsa, o da anarko-komünizmdir. Çünkü bir gün tamamen robotlarla üretime geçilecek ve zamanla insan emeğine ihtiyaç olmayacak ya da buna olan ihtiyaç çok çok azalacaktır. Böylece işçi sınıfı üzerine kurulan örneğin Marksist ‘proletarya diktatörlüğü’ tezi geçersiz kalacaktır…
Gelecekte sınıfsal bakış da değişecektir. Çünkü gelecekte iki sınıf olacaktır: Hiçbir şeye sahip olmayan ezilenler ve her şeye sahip olan bir avuç elitler. Artık sınıfsal bakış denildiğinde, işçi sınıfı değil, hiçbir şeye sahip olmayan ezilenler sınıfı akla gelecektir…
Gelecekte yoksulluk ve zenginlik belirleyici olacaktır. Yani teknolojik üretim doğrudan robot yapan robotlara bağlandığında, insan işçilere de ihtiyaç kalmayabilir. Ancak öyle bile olsa toplumda sınıflar olacaktır. Ezilenler -bunun içerisine her türden sistemden dışlanmış insanlar girecektir. Yoksullar ve zenginler, iktidar sahipleri ve iktidara tabi olanlar yine kaçınılmaz olarak çatışma ve çelişki içerisinde olacaklardır.”[70]
“Geleceğe kalacak bir ideoloji anarko-komünizm… Marksist ‘proletarya diktatörlüğü’ tezi geçersiz kalacak” mı? Bu da bir varsayım ve sadece bu kadar!
Ya “Sınıfsal bakış denildiğinde, işçi sınıfı değil, hiçbir şeye sahip olmayan ezilenler sınıfı akla gelecek” mi? Bu da şu mahut “prekarya” söylenceleri; tıpkı burjuvaziye “yönetici elit” demek gibi “yenilik merakı”yla sözcüklerle oynamaktan başka bir şey değil.
Aslında SYRIZA’nın[71] eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in (ve DiEM25 yani Avrupa’daki Demokrasi Hareketi 2025’in) görüşlerini anımsatan bu tür söylencelere hatırlatılması gereken Karl Marx’ın, “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir… Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler,”[72] perspektifi eşliğinde, V. İ. Lenin’in şu vurgusudur:
“Tarihin en büyük buluşu yapılmış, proleter bir devlet yaratılmıştır. Yeryüzünde hiçbir güç sovyet devletinin yaratılmış olduğu gerçeğini yok edemez. Bu tarihsel bir zaferdir. Yüzlerce yıldır devletler burjuva modele göre yaratıldı ve ilk kez burjuva olmayan bir devlet keşfedildi. Yönetim aygıtımız bozuk olabilir; ama icat edilen ilk buharlı makinenin de bozuk olduğu söyleniyor. Hatta hiç kimse bu buharlı makinenin çalışıp çalışmadığını bilmiyor; ama önemli olan bu değil; önemli olan buharlı makinenin bulunmuş olmasıdır. İlk buharlı makinenin hiçbir işe yaramadığını varsaysak bile, somut gerçek, bugün artık buharlı makinelere sahip olduğumuz gerçeğidir. Yönetim aygıtımız çok bozuk olsa bile, onun yaratılmış olduğu gerçeği değişmez.”[73]
Devam edersek: “Bazı bilim insanlarına göre, gelecek 20 yılda, 2000 yıldır sahip olduğumuz gelişmeye eşit bir gelişme yaşayabiliriz,”[74] diyen yazarımız yine bir abartıdan malûlken ekliyor:
Gelecekte distopik bir toplum mu olacağız?.. Gelecekte sisteme baş kaldırmak, farklı olmayı seçmek bugün olduğundan daha zor olacaktır. Çünkü gelecekte insanlar bugünden çok daha fazla bir şekilde tek tip olmaya zorlanacaklardır… Çünkü en kolay yönetilen toplum, tek tipleştirilmiş toplumdur. İşte Hitler’den bütün diktatörlere yapılan da buydu.”[75]
Eğer “tektip”liğe verilen örnek, “Hitler’den bütün diktatörlere” uzanan ise, sonları da malumdur.
Ve nihayet ezilenlerin acil gereksinimi ütopyalar yerine George Orwell’in, ‘1984’ü;[76] Aldous Huxley’in, ‘Cesur Yeni Dünya’sı;[77] Yevgeni Zamyatin’in, ‘Biz’i;[78] Ray Bradbury’un, ‘Fahrenheit 451’i;[79] Franz Kafka’nın, ‘Dava’sı[80] gibi distopyalara sarılan Erol Anar dostumuz şunlardan da söz etmeden edemiyor:
“Geleceğin toplumunda ikili ilişkiler de değişecektir. Daha şimdiden değişmeye de başlamıştır. Örneğin birçok insan bugün sanal ilişkileri gerçek ilişkilere tercih etmektedir. Hatta gerçek cinsel ilişki yerine sanal ilişki yaşayan insanların sayısı da giderek artmaktadır. Bu nedenle birçok çift sorunlar yaşamaktadır, hem duygusal hem de cinsel anlamda günümüz dünyasında.
Seks robotları üretilmeye başlanıyor. Bir fütürolojist 2050 yılında, insan memnuniyeti amacıyla tasarlanmış robotlar ile seksin özel norm olacağına inanıyor… Sanal hayatımızda olduğu gibi, belki gerçek hayatımızda da partnerlerimiz robotlar olabilir.”[81]
Geleceğin yolunu distopik öngörü(süzlük)ler değil, devrimci ütopyalar açacaktır.
Hatırlayın: “Ütopya ‘ufuk’a benzer”, demiş ve eklemişti Eduardo Galeano: “Sen iki adım atarsın, ufuk sanki on adım uzaklaşır”
“O zaman ne işe yarar ütopya?” sorusuna da şu yanıtı vermişti: “İlerlemeye…”
Geleceğe yönelmek, ilerlemek için distopyaya değil; ütopyalara muhtacız; elbette ekonomist yanılgılardan kaçınarak! “O da ne” mi?
Malum: “İkinci Enternasyonal’in Avrupa Marksizmi, kapitalist gerçekliğin temel yönünü gözardı etti. Kapitalist yayılmayı homojenleştirici olarak gördü (oysa ki kutuplaştırıcıydı) ve sonuç olarak, sömürgeciliğe olumlu bir tarihsel işlev atfetti. V. İ. Lenin, Marksizmin bu basitleştirilmiş yorumunu kırdı ve bu sayede, o dönemin yarı çevresel bir ülkesinde -kendi deyişiyle, “zayıf halka”da- sosyalist bir devrime önderlik etme olanağına kavuştu… Tarihsel kapitalizmin emperyalist karakterinin özünde yatan gerçeklik, kaçınılmaz bir bağlantıyı ima etmektedir: Sosyalizme uzun geçiş, esas olarak dünya sisteminin çevre ülkelerinden kökenlenen eşitsiz ilerlemeler yoluyla meydana gelir.”[82]
SOSYALİST GELECEK
Öncelikle “Geçmiş çok uzaktaydı, gelecek ertelendi.”[83] “Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir,”[84] denilen koordinatları geride bıraktık…
Şimdi distopyaları değil, sosyalist gelecek ütopyasını konuşma ve kurma zamanıdır.
“Önce hayal, sonra gerçek// Hayal ettiğin gerçek olur/ Her şeyden önce bir hayal kur”[85]…
Veya “Diyorlar: bir yanı sarp bir uçurum,/ Bir yanı çılgın dağ doruğu./ Oysa böyle yapmasam ben/ Nasıl korurum içimdeki çocuğu?”[86]
Ya da “Bir şarkı ne zaman güzel değildir/ Sonu olduğu zaman/ Sonu yoktur çünkü güzel şarkıların/ Kimse bir şarkıyı sonuna kadar söyleyemez,”[87] dizelerindeki üzere…
Evet Ruhi Su’nun ‘Mahsus Mahâl’ini, “Dirliğim, düzenim, dermanım, canım/ Solum, sol tarafım, imanım, dinim/ Benim beyaz unum, ak güvercinim/ Bilirim bilirim gelen gündedir,” yüksek sesle haykırma zananır…
Ancak 1937 İspanyası’ndan W. H. Auden’in, “Yarın, bombaların yerini genç şairler alacak;/ Göl kıyısında yürüyüşler, dostluk haftaları;/ Yarın bisiklet yarışları,/ Yaz akşamları mahalle içlerinden geçerek./ Ama bugün yalnızca mücadele…”[88] uyarısını kulağmıza küpe ederek…
Net olarak ifade ediyoruz: Bu yolda işçi sınıfı mücadelesi yolunda eylem yeteneğimiz dışında hiç bir şeyimiz, imkânımız yok.
Sonu gelmeyen lafolojiler, eylemsiz sol gevezelik yol açıcı değil ve olmuyor da.
Geleceğin önünü açan gelecek güzergâhında “İnsan ruhunun derinliklerinde kopan en büyük fırtına, adaletsizliklere karşı doymak bilmeyen isyan özlemidir.”[89] “Devrim’e yol açan şey ‘insan ruhunun uyanışı’dır.”[90]
Ve de Mary Wollstonecraft’ın deyişiyle, “Yeteneklerin en fazla geliştiği zaman, insanın bütün bir dünyayı karşısına aldığı zamandır.”
O hâlde sosyalist gelecek mi?
“Friedrich Nietzsche’nin, ‘Uygarlık tarafından yokedilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz,’ sözüyle betimlenen bir kesitten geçerken sosyalizm, bir çocuğun gülüşüdür; Tek-el işçilerinin direngen kararlılığı; bir 6 Mayıs sabahında Deniz Gezmiş’in darağacına emin adımlarla yürüyen azmi; Kızıldere’de Mahir Çayan’ın ‘Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik,’ diye haykıran baş eğmeyişi; ‘ser verip sır vermeyen’ İbrahim Kaypakkaya’nın teslim alınamaması; Nâzım Hikmet’in ‘Sevdalınız komünisttir’ diye haykıran hassasiyeti; Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın örgütlü mücadelesi; İsmail Beşikçi’nin vakur duruşu… ve hâlâ Marx, Lenin, Luxemburg ya da son nefesini Bolivya’nın Vallagrande’sinde verirken bile ‘Fidel’e söyleyin bu devrimin sonu değildir,’ diyen Che’dir…
Bunların hepsi ne mi anlatır? ‘Sosyalizm’ dediğiniz şey; barbarlık, sömürü, köleleştirme, yabancılaşma ve bilumum beşeri ‘pislik ve yıkım’ karşısında (ki bu bugün kapitalizmdir!) insan(lık)ın hülyalı, âşık eşitlikçi/ özgürleşme isyanıdır…”[91]
Özetle Karl Marx’ın, “Özel mülkiyetin yabancılaşmasından kurtuluş, aynı zamanda da insani niteliklerin ve duyguların tam kurtuluşudur…”
V. İ. Lenin’in, “Ezilen bir cins var oldukça, ezilen bir sınıf var oldukça, sermayede, hisse senetlerinde özel mülkiyet var oldukça, tahıl fazlalarıyla açları uşaklaştıran toklar var oldukça, herkes için özgürlükten ve eşitlikten söz eden yalancılar kahrolsun. Herkes için özgürlük değil, herkes için eşitlik değil, tersine, ezenlere ve sömürenlere karşı, ezme ve sömürme olanağının ortadan kaldırılması için savaşım. Sloganımız budur!”
Rosa Luxemburg’un, “Yalnızca proleter dünya devrimi bu karmaşaya bir düzen sağlayabilir, herkese iş ve ekmek bulabilir, halkların karşılıklı olarak birbirini katletmesine son verebilir. Kahrolsun ücret sistemi! Bu günün sloganı budur. Ücretli emeğin ve sınıf yönetiminin yerini kolektif emek geçirilmelidir. Üretim araçları üzerinde tek bir sınıfın tekel kurmasına son verilmelidir; bunlar herkesin ortak malı olmalıdır. Artık ne sömüren ne de sömürülen! Planlı üretim ve ürünlerin ortak çıkara göre bölüşümü. Salt sömürü ve soygundan ibaret olan bugünkü üretim tarzıyla birlikte, dolandırıcılıktan ibaret olan çağdaş ticarete de son verilmeli.
İşverenler ve onların ücretli köleleri yerine özgürce çalışan yoldaşlar! Herkesin görevi olduğu için, kimseye işkenceymiş gibi gelmeyen çalışma. Toplum karşısında yükümlülüğünü yerine getiren herkes için insanca ve onurlu bir varoluş…
Ancak böyle bir toplumda, halkların birbirine düşmanlığına ve köleliğe kesinlikle son verilebilir. Ancak böyle bir toplum gerçekleşirse, artık yeryüzü insanların katledilmesiyle lekelenmez. Şu anda, sosyalizm insanlığın tek kurtuluş yoludur,” diye tarif ettikleri mücadelenin eseri sosyalizmin güncelliği açısından “İnsan kendini nasıl yaparsa öyle olur”[92] ve odur da!
“NORMAL(LERİ)” (Mİ?)!
Bu tabloda egemenler “Normale dönelim” diyorlar! Hangi “normal” bu?
Ya da William Shakespeare’in, “Bu ne korkunç bir dönem; aptallar, körleri yönetiyor,” dediği mi?
Veya Turgut Uyar’ın, “Göğe baktım yerli yerinde/ Haydutlar dalavereciler yerli yerinde/ İyi dedim içim rahatladı/ Düzen bozulmamış” dizelerinde dalga geçtiği mi?
“Sağlık mı, özgürlük mü” tuzağına düşmeden; bu ikisi ve daha da fazlası elbette!
İnsanlardan sağlıkları ile özel hayatları ve özgürlükleri arasında bir seçim yapmalarını istemek başlı başına bir sorundur. İnsanları böylesi bir ikileme sokmak demek zaten çoğunluğun sağlık tercihinde bulunacağı açık olduğundan, gönüllü bir şekilde özgürlüklerinden vazgeçmelerini sağlamak demektir. Hayır, bu ikilemi kabullenmek, iki seçenekten birini seçmek zorunda değiliz. Her ikisini de istemeliyiz ve her ikisinin de bir arada mümkün olduğunu bilmeliyiz.
Ayrıca Otoriter liderler, corona virüsüyle mücadeleyi istismar ediyor ve siyasetin bir parçası hâline getiriyor… Dünya çapındaki otoriter liderler, salgına verilen tepkiyi istismar ediyor, kötüleştiriyor… ve şahsi menfaatlerini toplum yararının önüne koyuyorlar.[93]
Hâl buyken sözü Ergin Yıldızoğlu’na bırakalım: Covid-19 salgını zamanın “normal” akışını kırdı, günlük yaşamı allak bullak etti. Covid-19 toplumun tüm ekonomik ve kültürel çelişkilerini keskinleştirdi. Tarihin en büyük ekonomik buhranı dendi. Her gün haber bültenlerinde, günlük hasta, ölü sayıları yeni zamanın sıradan parçaları oldu.
İnsanlar (kimileri bağlı bahçeli-manzaralı balkonlu, kimileri nohut oda bakla sofa) evlerine kapandılar, sosyal mesafe kuralına uymaya çalıştılar, sevdiklerini kaybettiler, hastalanıp ölürken yanlarında olamamanın acısını yaşadılar, evlerinde can sıkıntısından bunaldılar. Kadınlar ve çocuklar, bu bunaltının ağırlaştırdığı erkek tacizinden daha fazla acı çektiler. İşçiler işlerini, esnaf işletmesini kaybetti ya da kaybetme noktasına geldi. Açlıktan, utançtan ölenler oldu. Şimdi haklı olarak insanlar, zamanın “normal” akışına dönmesini istiyorlar. Ben, bir yanlış nostalji (geri dönme arzusunun gerçekleşememesinden kaynaklanan keder) olarak kalmaya mahkûm duyguyu paylaşmıyorum, normalleşmek, Covid-19 salgını öncesindeki zamanın o “normal” akışına dönmek istemiyorum.
O “normal” aslında kapitalizmin kötü normallerinden biriydi. Bu normalin iki bileşeni giderek derinleşen bir iklim krizi ve gittikçe sıklaşan virüs salgını krizleri, doğanın metalaştırılarak sermayenin tüketimine açılmasının, tüketimin atıklarının doğaya boşaltılmasının yarattığı yıkımın ürünüydüler. Hayvan ve bitki türleri hızla yok oluyordu. Dinozorları yok eden meteorun etkisini anımsatıyordu (Salvage, Mayıs, 2020) “kâr makinesinin” 500 yıldır her yere yapışmaya çalışan “organları”.
Sermayenin temsilcileri, on yıllardır sağlık sisteminin, kamu hizmeti veren kurumların içini boşaltıyor, yaşamın krizlere dayanma gücünü zayıflatıyordu. Kapitalizm kendi zeminini çürüten bir üretim tarzıydı artık! Gelir dağılımı verileri müstehcen görüntüler sergiliyordu. Savaşlar, açlık ve göçmen dalgaları da bu normale aitti. Liste daha da uzun: Büyük güçler arasında sertleşen rekabet, yükselen milliyetçi, ırkçı, dinci eğilimlerin etkisiyle hızla “Yeni Faşizme” dönüşen popülizm. Emperyalist sistem içinde, bağımlı ülkelerin, hangi büyük güce tapacakların şaşırmış entelijansiyası; simgesel dünyasında, otokratları mehdi düzeyine çıkaran, çaresizlik ve cahillik…
Bu sırada kültür endüstrisi, haz saplantılı bir bireyciliği, “özne olma arzusunu” çürüten bir ironiyi (bir davaya-hakikâte- sadakat korkusunu) biteviye üretiyor, insanları, hatta sanatçıyı pasifleştiriyor, bu zeminde kapitalist tarihinin canavarları yine başlarını kaldırıyorlardı. Bu “normal” içinde, hızla gelen bir kamyonun farlarının ışığında donup kalmış bir geyik gibiydik…
Ben o kötü normale dönmek istemiyorum. Ben, zamanın o “normal” akışının kırılmasının, günlük yaşamın olasılıklar yelpazesi içinde yarattıklarından yararlanarak başka bir zamana ve bir iyi normale gitmek istiyorum.
Zamanın “normal” akışı, birbirinden farksız birimlerin, bir zincirin halkaları gibi birbirini izlemesiyle ilerler. Sonra bu “akışın” içinde olmayan bir şey olur (Gezi olayı, Marmara depremi, örneğin), zincir kopar. Artık zaman adeta nereye gideceği belirsiz devinimlerin sonu gelmez karmaşasıdır. Bu karmaşa türlü yeni olasılıklar yaratır. Şimdi insan eylemi bu yeni olasılıkları kullanarak zamanın zincirini yeniden yapabilecektir.
Artık eski normale geri dönüş söz konusu değil. Ancak yeni bir normal olasılığı var. Bu da zinciri kimin yeniden yapacağına bağlı. Ya önceki normalin egemen güçleri bunun bir benzerini kendi arzuları doğrultusunda yeniden kuracaklardır. Ya da bu güçlerin karşısındakiler yeni normale damgalarını vuracaklar, en azından (!) arzularının bir kısmını, hatta daha fazlasını bu yeniden yapılanmada gerçekleştirebilecekler.
Covid-19 salgını zamanın normal akışını kırdığında, ölümden, yıkımdan, acılardan başka şeyler de oldu: İnsanlar güçlerini, kaynaklarını birleştirmeye, dayanışma grupları kurmaya, hastalara, yaşlılara, yalnızlara yardım etmeye metalaşma zincirinin dışına çıkmaya başladılar. Sendikaların pazarlık, medyanın eleştirel gücü yeniden artmaya, yeni bir toplum, bir “iyi” normal arzusu da yeşermeye başladı. Ben bu yeni “iyi” normale gitmek istiyorum…[94]
Evet, eski “(a)normali” istemiyoruz![95]
İTİRAZ DURUŞU
Eski “(a)normali” aşmak; Jean Paul Sartre’ın, “Hayat umutsuzluğun diğer tarafında başlar,” deyişinde tecessüm eden itiraz duruşunu “olmazsa olmaz” kılarken; Niccolò Machiavelli’nin, “Silahlanan tüm peygamberler zafer kazanmış, silahsız tüm peygamberler ise yok edilmiştir,” deyişinin de altını çizer.
Yeni normal(imiz) için Irak’tan ABD’ye yerküre değişime açıktır ve değiştirilmeyi bekliyor.
Örneğin “normalleşme” adı altında Covid-19 ile iyice açığa çıkan sınıf savaşını hızlandırdı. Sadece 2020 Mart’ında ABD’de “wildcat strike” adı verilen, yani sendika onayı olmadan yapılmış ama yasa dışı olmayan 200 grev gerçekleşti. Gerçek rakamın ise bundan daha fazla olduğu düşünülüyor. Bazı iş yerlerinde işçiler grev olarak adlandırmadan sadece işe gitmeyerek patronu iş yerini kapatmaya zorlarken bazı grevler ise basına yansımadığı için bilinmiyor.
ABD’de giderek büyüyen hareketlerden biri de Covid-19 krizi nedeniyle işsiz kaldıkları ya da gelirleri düştüğü için ev kirasını ödeyemeyenler. Los Angeles, Oakland, Missouri, Kansas ve New York gibi şehirlerde kiracılar, kiralarını ödeyemedikleri için evlerinden çıkarılmayı reddediyorlar.[96]
ABD’de George Floyd’u, sırf şüpheli birine benzettiği için boğazına basarak öldürmesinin ardından başlayan isyan örgütlü işçi sınıfını da harekete geçirdi.
Salgının ülkede 125 bin kişinin ölümüne ve 43 milyon kişinin isiz kalmasına neden olduğu bir dönemde meydana gelen ırkçı cinayet bir sosyal patlama hâline geldi. Öfkeyle sokaklara inen yüzbinlere kısa sürede işçi sınıfının kolektif eylemleri de eşlik etmeye başladı.
New York’ta 42 bin üyesi bulunan New York Hemşireler Sendikası, ‘The Daily News’de bir bildiri yayınladı. Salgın ve ırkçılıkla mücadele için kamusal sağlık bütçelerinin artırılmasını talep etti.
‘Siyahların Hayatı Önemlidir’ hareketi, ülkeyi sarsarken polis teşkilatına ayrılan bütçenin azaltılmasını da talep ediyor.
Hemşireler Sendikası, salgından en fazla etkilenen grupların yine Siyahlar ve Latinler olduğunu hatırlattı. Açıklamada oransal olarak beyaz olmayanların Covid-19 hastalığına yakalanma oranı beyazlardan iki kat fazla olduğu, dolayısıyla salgınla mücadelenin de ırksal adaletin bir parçası olduğu vurgulandı.
19 Haziran 2020’de yani ‘Özgürlük Günü’ olarak bilinen ve köleliğin kaldırıldığı günün yıldönümünde, Siyahların Hayatı İçin Greve adıyla bir kampanya başlamıştı.
Ülkenin Batı kıyılarında, ILWU sendikası 29 limanda grev örgütledi. Greve on binin üzerinde işçi katıldı ve birçok kentte yürüyüşler düzenlendi. ‘Siyahların Hayatı Önemlidir’ hareketinin çağrı yaptığı şehirlerde de yürüyüşlere katıldı sendikalı işçiler.
ABD’nin en büyük altıncı sendikası olan, Otomobil İşçileri Sendikası UAW ise Özgürlük gününde fabrikalarda 8 dakika 46 saniye iş bırakma eylemi yaptı. Bunun nedeni ırkçı polisin Floyd’u öldürmesiydi.
Bu grevlerin öncesinde de farklı sektörlerden işçilerin eylemlerine tanık oldu ABD. 10 Haziran 2020’DE ‘Nature’, ‘The American Physical Society’ ve ‘arXiv’ gibi çok sayıda önemli bilimsel derginin çalışanlarının da içerisinde yer aldığı akademisyenler Siyahların Hayatı için greve gittiler. Üçü binin üzerinde akademisyen, diğer ülkelerden de greve katılan akademisyenlerle birlikte akademideki ırkçılığı protesto etmişti.[97] Sınıf hareketi ırkçılık karşıtı hareketle buluşmuş, aynı kapitalizm-karşıtı mecradan akmaya başlamıştı.
Ve Iraklı sosyalist devrimci Sami Adnan da ekliyor: “İnsanlar başkaldırıyor. Şili, Hong Kong, Lübnan, İran, Mısır, Cezayir, Tunus ve Fransa’daki Sarı Yelekler… Hepsi harika büyülü duygular yarattı. Dünyadaki birçok insana dokundu. Fransa’da Sarı Yelekler protesto etmeye başladığında, onlardan etkilenerek Sarı Yelekler giymiş ve Tahrir Meydanı’nda toplanmış birçok insan gördüğümü hatırlıyorum. Ben de onlardan biriydim. Bunun bir anlamı var: Biz bir tek sınıfız ve mücadelemiz birdir.
Her şeyden daha çok ihtiyacımız olan şey bir araya gelmek. Bu dünyayı değiştirmek için birbirimizi tanımamız gerekiyor. Çünkü kapitalizm Irak’ta da, Şili’de de, Fransa’da da veya dünyanın herhangi bir yerinde ihtiyaçlarımızı karşılayamıyor.
Kapitalizm sadece geçici çözümler verebilir. Ortadoğu’da savaşlar olmadığı, Afrika’da hastalık ve açlığın olmadığı, dünyada diktatörlüklerin olmadığı, Çin’de baskının olmadığı bir yaşam sunamaz. Tüm zenginliklere el koyan ve bunun için insanları öldüren emperyalist sistemle daha fazla devam edemeyiz.
Ve sadece işçi sınıfı bunu reddedebilir. Çünkü sadece işçi sınıfı adil, eşit, barış içinde ve insancıl bir dünyaya öncülük edebilme yeteneğine sahiptir… Kapitalizm çöküyor. Şimdi bizim zamanımız geldi.”[98]
Covid-19’un altını ısrarla çizdiği bir diğer gerçek de; insan(lık)ın bugün ulaştığı koordinatlarda üretim sisteminin planlama ihtiyacıdır. Bu gerçekleşmedikçe her defasında daha derin krizler çok insanın ve çok toplumun başını yakacaktır. Dünyaya sosyalizm bunun için gereklidir, zorunludur!
Coronavirüsün ekonomi politiğinin en önemli derslerinden birisi de buyken; sosyalist bir gelecek için -Erinç Yeldan vari- şöylesi kuşkucu geri çekilişlere prim verilmemelidir:
“Salgınla mücadele, kuşkusuz, salt bir sağlık hizmetleri mücadelesinden ibaret değil, küresel ekonomi politik dönüştürülmesine yönelik tahayyül ve tartışmalarımızı da uyarmış durumda… ‘Alternatif’ tasarımı ne için? Kim için?
‘Alternatifleriniz ne?’ sorunsalı karşısında Sol’un şöyle bir tehlikeli ikileminin söz konusu olduğunu gözlüyorum: Verili koşullar altında, aciliyet gerektiren gerçekçi ve somut alternatif öneriler çoğu kez ‘sistem-içi’ olarak eleştirilmekte. Bunlar ‘kapitalist sistemin yıkılması ve sosyalizmin gerçekleştirilmesi’ hedefleriyle örtüşmüyor suçlaması yapılmakta. Ancak, krizin bahane edilerek emeğin sosyal kazanımlarına yönelik saldırıların püskürtülmesi ve krizin bedelinin emekçilere ödettirilmesi çabalarına karşı önerilen birçok politikanın ‘sistem-içi’ unsurlar içermesi de kaçınılmaz.
Kuşkusuz ki bir yanda da sınıf pusulasını yitirmek tehlikesi var. Hedeften sapma ve nihai çözümün kapitalist sistemin dışında, sosyalizmde olduğu ufkunu yitirmemek gerekli. Ancak, burada söz konusu olan ‘bu sistemde hiçbir şey değiştirilemez, sosyalizm gelecek sorunlar çözülecek’ yaklaşımı da sorunlara karşı çok soyut düzeyden bakmak ve emekçi insanlara herhangi bir umut aşılayamamak tehdidiyle yüzleşmek zorunda. Üstelik bu yaklaşımla kitleleri ikna etmek, onları soyut idealler uğruna harekete geçirmek çok zor gözüküyor. Diğer yandan da emekçilerin acil çözüm bekleyen sorunları var; onların sorunlarına göz kapayıp her şeyi uzun döneme havale etmek taktiği Sol’u kitleler nezdinde yalnızlaştırıyor, yabancılaştırıyor ve giderek marjinalleştiriyor…
V. İ. Lenin 1920’de, Bolşevik Devrimi’nin ölüm kalım günlerinde Sovyet iktidarının almak zorunda kaldığı çoğu reformist sayılabilecek öneriyi eleştiren sol örgütlere karşı kaleme aldığı ‘Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı’ başlıklı çalışmasında Friedrich Engels’in Blankist-Komüncülerin manifestosuna eleştirisinden şu alıntıyı paylaşıyordu:
Blankist-Komüncüleri, ‘biz amacımıza ve zafer gününü uzaklaştırmaktan ve kölelik dönemini uzatmaktan başka bir sonuç vermeyen aradaki aşamalardan, uzlaşmalardan geçmeden ulaşmak istiyoruz’ demektedirler. (Blankist-komüncüler) Aradaki aşamaları ve uzlaşmaları yakıp kül ettikleri anda sorunun çözümleneceği ve günün birinde ‘ihtilal yeniden başladığı’ ve iktidar ellerine düştüğü takdirde ‘komünizmin hemen ertesi gün kurulacağını’ hayal etmekteler. Eğer bu iş hemen yapılamıyorsa, diğerlerini yeterince komünist olmamakla suçlamaktalar… V. İ. Lenin ekliyor, ‘Kendi sabırsızlığını teorik iddia olarak ileri sürmek ne çocukça bir saflık!’…”[99]
V. İ. Lenin’den alıntının Erinç Yeldan’ın örneklemesiyle, işçi sınıfının hayata doğrudan müdahale gerekliliğini yadsıyan bir yönü var mı? Bu meçhul… Emekçilerin yaşamlarını, koşullarını iyileştirme yolundaki her mücadelesi, bugün sistem karşıtı olmak durumundadır. Sorun, bunun adını koyabilmekte.
Hatırlatmadan geçmeyelim: “Liberaller işçilere ‘toplum’un sempatisini kazandığınızda güçlüsünüz” der, Marksistlerse işçilere farklı bir şey söyler: Güçlüyseniz ‘toplum’ size sempati duyar,” diye yazmıştı 1912 Mayıs’ında V. İ. Lenin…
Bu Maksim Gorki’nin, “Yoldaşlar! Dünya’da birçok ulus vardır, diyorlar. Almanlar, İngilizler, Yahudiler, Tatarlar… Ben buna katılmıyorum. Bence sadece iki ulus vardır, uzlaşmaz iki sınıf, zenginler ve yoksullar!” uyarısını unutmayan işçi sınıfının kendisini toplumun diğer sınıflarına kabul ettirme yoludur; Covid-19 koşullarında da tek yol budur.
İşçi sınıfının güçlü olması siyasal ve ideolojik mücadelenin ürünüdür; “Siyaset karıştırmayalım”, “Gündelik talepleri öne çıkaralım” uzlaşmacılığıyla işçi sınıfı kötürümleşir, işlevsizleşir.
İşçi sınıfının güvencesiz kesimlerinin çaresizlik ve hoşnutsuzluğunun, işçi sınıfının ideolojik ve siyasi açıdan dominant kesimleri içinde “işçi sınıfı” kültürü ve kimliği yükselişe geçmeden devrimci bir enerjiye dönüşeceği beklentisi nafile bir beklentidir.
İşçi sınıfı böylesi bir güç olmadan, bunun bağımsız mücadelesini vermeden toplum nezdinde sempati toplayamaz. Kapitalizm karşısına alma cesareti, cüretini ortaya koymadan inandırıcı ol(a)mazken; işçi sınıfının tarihsel ve güncel haklılığı, sermayenin haksızlığı sergilenerek toplumsal algıya kazınır ki, bu da bağımsız sınıf hattı ve devrimci praksis ile mümkündür.
NİHAYET
Şimdi; Mahatma Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”; Paul Valéry’nin, “Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır,” unutmadan bugünde -geç(me)mişin gelenekleriyle- geleceğin yolunu açma zamanıdır Orhan Kotan’ın dizelerindeki üzere:
“çünkü isyan bıçağıdır böğrüme saplanan sancı/ çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum/ ve kederin/ ve solgun yüzlü işçilerin üzerine/ dağ başlarının hırçınlığı savruluyor benden./ çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin/ çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak/ miting afişleri/ cesur pankartlar/ ve binlerce militan/ derin denizlerin aydınlığı/ zorlu sabahlar/ gökyüzü ve lâle/ sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata.// ahdettik/ vefa ettik/ kelle koyduk/ ölen ölür dostlar/ düşmanlar heyy!/ kalan sağlar/ kıyacaktır burjuvanın canına/ ve mutlaka kıracaktır/ demir parmaklıkları.”[100]
27 Haziran 2020 16:23:12, İstanbul.
N O T L A R
[1] Edip Cansever.
[2] “Amok hastalığı, özellikle Orta Asya’da ve Malezya’da daha yaygın şekilde görülen bir tür psikiyatrik hastalıktır. Bugüne kadar tespit edilmiş olan psikiyatrik hastalıklara oranla çok daha nadir olarak görülen bu hastalık, kişilerde saldırganlığa neden olur ve ölüme neden olabilecek kadar ciddi boyutlara ulaşabilir. Hastalığın daha yaygın olarak görüldüğü Malezya’da halk dilinde daha kaba bir tabirle öldürücü çılgınlık anlamına gelen ‘Mengamok’ veya dünya çapındaki adıyla ‘Running Amok’ şeklinde de ifade edilir. Hastalık genellikle ani olarak gelişir ve bireyde istemsiz hareketler, şuur kaybı, saldırgan tavırlar gibi olumsuzluklara yol açabilir. Bu tür semptomlarla birlikte hem hastanın kendisi hem de çevresindeki bireyler yaşamsal tehdit altına girebilirler…”
[3] Eduardo Galeano, Aynalar, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2009.
[4] Maksim Gorki, Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, çev: Resul Mehmedov, Say Yay., 2016.
[5] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., 1992; Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., 1992; Michel Foucault, Kliniğin Doğuşu-Tıbbi Algının Arkeolojisi, çev: Şule Ünsaldı, Epos Yay., 2014; Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yay., 2003.
[6] Mahir Sayın, “Feodalizmi Top Yıktı, Kapitalizmi de Mürekkep!”, 21 Haziran 2020… https://noktahaberyorum.com/feodalizmi-top-yikti.html#.Xu_XJWgzZPY
[7] William West, “Dünya Bankası: Son 150 Yılın En Kötü Resesyonu Kapıda”, 9 Haziran 2020… https://tr.euronews.com/2020/06/09/dunya-bankas-ndan-kuresel-ekonomi-tahmini-son-150-y-l-n-en-kotu-resesyonu-kap-da
[8] “Bu Salgını da Başka Salgınları da Yenmek İçin: Bize Bir Devrim Gerek!”, 4 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Teori/14071/Bu-salgini-da-baska-salginlari-da-yenmek-icin-Bize-bir-devrim-gerek
[9] “Şirketleri Kurtardıkları Hâlde Krizi Önleyemiyorlar”, 4 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Teori/14069/Sirketleri-kurtardiklari-halde-krizi-onleyemiyorlar
[10] Marco V. Sánchez Cantillo, “Geç Olmadan Harekete Geçmeli”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2020, s.2.
[11] Yayınlanan veriler, İstanbul’da ağırlıkla yoksul emekçilerin yaşadığı mahalle ve ilçelerdeki durumun endişe verici boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyor. (“Covid-19 İşçi Sınıfı Hastalığı Oldu”, 26 Haziran 2020… https://gazetemanifesto.com/2020/covid-19-isci-sinifi-hastaligi-oldu-iste-istanbulun-riskli-bolgeleri-367664/ )
[12] “BM’den Kıtlık Uyarısı”, 9 Haziran 2020… https://www.nerinaazad.org/tr/news/life/people/bmden-kitlik-uyarisi
[13] “BM’den Açlık Krizi Uyarısı”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2020, s.10.
[14] “BM: Salgın Nedeniyle Güney Amerika’da Milyonlarca Kişi Açlık Kriziyle Karşı Karşıya Kalabilir”, 28 Mayıs 2020… http://direnisteyiz27.org/bm-salgin-nedeniyle-guney-amerikada-milyonlarca-kisi-aclik-kriziyle-karsi-karsiya-kalabilir/
[15] Ergin Yıldızoğlu, “Küresel Açlık Krizi Kapıda”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2020, s.11.
[16] Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) 18 ülkede yaptırdığı araştırmaya göre “corona ayı” diye nitelenen Mart 2020’de 18 ülkede tropikal orman alanları 6 bin 500 kilometrekare azaldı. (“Corona Döneminde Orman Katliamı Yüzde 150 Arttı”, 22 Mayıs 2020… https://gazetemanifesto.com/2020/corona-doneminde-orman-katliami-yuzde-150-artti-358981/)
[17] “ABD’li Milyarderler Corona Krizinde Servetine Servet Kattı”, 22 Mayıs 2020… https://gazetemanifesto.com/2020/abdli-milyarderler-corona-krizinde-servetine-servet-katti-359079/
[18] Gabriel Black, “ABD’de Milyonlarca İnsan İşsizlik Ödeneği Alamazken Milyarderler Servetlerini 280 Milyar Dolar Artırdı”, 28 Nisan 2020… https://www.sosyalistesitlik.org/abdde-milyonlarca-insan-issizlik-odenegi-alamazken-milyarderler-servetlerini-280-milyar-dolar-artirdi/
[19] “ABD’de Çalışabilir Nüfusun Çeyreği, Salgının Dokuzuncu Haftası İtibarıyla İşsiz Kaldı!”, 21 Mayıs 2020… http://direnisteyiz27.org/kapitalizme-pandemi-carpani-abdde-calisabilir-nufusun-ceyregi-salginin-dokuzuncu-haftasi-itibariyla-issiz-kaldi/
[20] Erinç Yeldan, “İstihdam Sorunu: Covid-19 Öncesi ve Sonrası”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2020, s.15.
[21] “Moody’s: Türkiye Döviz Rezervlerinin Yarısını Tüketti”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2020, s.10.
[22] Sinan Ok, “AKP ve Covid-19 Kürt İllerinde Yoksulluğu Arttırdı”, https://www.gazeteduvar.com.tr/konuk-yazar/2020/06/06/akp-ve-Covid-19-kurt-illerinde-yoksullugu-arttirdi/
[23] “Salgın Kadın İşçiyi Vurdu”, Cumhuriyet, 21 Haziran 2020, s.11.
[24] “Endişe Çok ‘Genç’…”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2020, s.11.
[25] “Salgın Döneminde Milyoner Sayısı 30 Bin 470 Kişi Arttı”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2020, s.9.
[26] “Salgın Onları Etkilemedi”, 6 Haziran 2020… http://yeniyasamgazetesi1.com/salgin-onlari-etkilemedi-milyoner-sayisi-yukseldi/
[27] Mahmut Lıcalı, “Salgın Yoksulu Vurdu”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2020, s.7.
[28] Olcay Büyüktaş, “Emekçi Hızla Yoksullaştı”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2020, s.9.
[29] “Türkiye’ye Giren Uluslararası Yatırımlar Yüzde 35 Azaldı”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2020, s.11.
[30] “16 Bin 200 Şirket Batacak”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2020, s.9.
[31] “Kapanan Şirket Sayısı Yüzde 51 Arttı”, 24 Mayıs 2020… https://ilerihaber.org/icerik/kapanan-sirket-sayisi-yuzde-51-artti-113287.html
[32] Olcay Büyüktaş, “Türkiye, İşçiler İçin En Kötü 10 Ülkeden Biri”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2020, s.9.
[33] Mehmet Barlas, “Medeniyet Denilen Tek Dişi Kalmış Canavar, Bir Virüs Karşısında Çaresiz Kaldı”, Sabah, 22 Nisan 2020, s.9.
[34] “Covid-19 Neo-Liberalizm Sayesinde Öldürüyor”, 4 Haziran 2020… 4 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Teori/14067/Covid-19-neo-liberalizm-sayesinde-olduruyor
[35] Lyndsey Stonebridge, “Covid 19 Günlerinde Çalışmak Hakkında Hannah Arendt’den Neler Öğrenebiliriz?”, 21 Mayıs 2020… https://gorus21.com/Covid-19-gunlerinde-calismak-hakkinda-hannah-arendtden-neler-ogrenebiliriz/
[36] “Karl Marx’ın Dünya Görüşü ile Covid-19 Pandemisi…”, 12 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/karl-marxin-dunya-gorusu-ile-Covid-19-pandemisi/
[37] Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Dr. Birsel Pirim, “Virüsten dolayı ölenlerin yüzde 70’i siyah Amerikalılar’dır. Bu bize onların yaşam koşullarının beyaz Amerikalılar kadar iyi olmadığını gösteriyor. Sağlıklı beslenemiyorlar, çoğunun sağlık sigortası yok. Dolayısıyla hastalığın çok ilerleyen aşamalarında hastaneye gittiklerini öğrendik” (Şemsi Can Albayrak, “Dr. Birsel Pirim ile Söyleşi: ABD’de Coronavirüsten Dolayı Ölenlerin Yüzde 70’i Siyah Amerikalılar”, 10 Mayıs 2020… https://medyascope.tv/2020/05/10/dr-birsel-pirim-ile-soylesi-abdde-coronavirusten-dolayi-olenlerin-yuzde-70i-siyah-amerikalilar/) diyordu.
[38] Alex Callinicos, “Hayatta Kalabilmek Adına, Hayatımızın Mücadelesini Veriyoruz”, 25 Nisan 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/13871/Alex-Callinicos-Hayatta-kalabilmek-adina,-hayatimizin-mucadelesini-veriyoruz
[39] Louise Hall, “420 Bin Zengin Coronavirüs Salgını Sırasında New York’tan Kaçtı”, 17 Mayıs 2020… https://indyturk.com/node/180916
[40] Orhan Bursalı, “Neden Covid’den Ölenlerin Dörtte Biri ABD’de?”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s.6.
[41] George Monbiot, “İngiltere Salgında Kendi Kendisini Neden Sabote Etti?”, https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2020/05/21/ingiltere-salginda-kendi-kendisini-neden-sabote-etti/
[42] Yıldız Önen, “42’ler…”, 23 Mayıs 2020… https://marksist.org/icerik/Yazar/14006/
[43] Sungur Savran, “Coronavirüsün Ekonomi Politiği”, 11 Mayıs 2020… https://www.gercekgazetesi.net/ekonomi/coronavirusun-ekonomi-politigi
[44] “Coronavirüs salgınının ülke yönetimlerini nasıl etkileyeceği, siyaseti nasıl şekillendireceği, yeni bir dünyanın kurulmasına zemin hazırlayıp hazırlamayacağı güncel tartışma konuları arasında… Öne çıkan iki ülke var: Macaristan ve Brezilya.
Macaristan Devlet Başkanı Viktor Orban, 2010 yılından bu yana ülkesini adım adım diktatörlüğe götürüyor. Adı ‘viktatör’e çıktı. 30 Mart 2020’de kendisini salgınla mücadele için ‘yürürlükteki yasaları kaldırma’ yetkisiyle donattı.
2018’de Latin Amerika tipi ABD oyunlarıyla iktidara gelen aşırı sağcı Jair Bolsonaro, salgına karşı ‘sürü’ bağışıklığından da öte, ‘yürü’ yöntemini uyguluyor. Vaka ve ölüm sayısında dünya birinciliğine doğru ilerliyor. Ancak bu kesin rakamlarla ortaya çıkmayacak. Zira vaka sayısı 700 bini geçince açıklamayı yasakladı. Halkı salgını takmamaya teşvik için toplu gösteriler yapıyor, piknikler düzenliyor.” (Mustafa Balbay, “B-rezilya!”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2020, s.8.)
[45] Nilgün Cerrahoğlu, “Roma Açık Şehir”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2020, s.7.
[46] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, 1848 “Çalışma Hakkı”nın Çürütülmesi, çev: İhya Kahraman, Ayrıntı Yay., 2017.
[47] “Marksizmi, insan ve insanlık sevgisiyle, proletaryanın içinde bulunduğu yoksulluğa, adaletsizliğe ve baskıya karşı mücadele etmek arzusu yaratmıştır.” (Fidel Castro.)
[48] Özlem Yüzak, “Covid-19 Sonrası… 4 Senaryo”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2020, s.10.
[49] Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, çev: Bülent Kale, Sel Yay., 2017.
[50] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[51] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.22.
[52] Hayri Kozanoğlu, “Kapitalizmin Geleceği”, Birgün, 7 Ocak 2020, s.10.
[53] Yanis Varoufakis, “Kapitalizmin Olmadığı Bir Dünya”, Birgün, 30 Aralık 2019, s.5.
[54] Eric J. Hobsbawm, Yeni Yüzyılın Eşiğinde, çev: İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, 2018, s.131.
[55] Giderek asalaklaşan rantiye sürdürülemez kapitalist üretimin canlı emek sömürüsü ile sermayenin organik bileşiminin yükselmişliği arasına sıkışmışken; bir bilimkurgu mahiyetindeki “Ya robotlar (yapay zekâ) insan olmadan da robotları yani yapay zekâyı yapma aşamasına varırsa?” sorusunun yanıtı basit: Tarihi yapan insan(lık) bunun önlemini alacaktır.
[56] “Coronavirus Anketi: Halkın Yarısından Fazlasının Geliri Azaldı”, 21 Mayıs 2020… http://direnisteyiz27.org/coronavirus-anketi-halkin-yarisindan-fazlasinin-geliri-azaldi/
[57] Nilgün Cerrahoğlu, “Koronayla Dans”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2020, s.7.
[58] Avrupa Polis Teşkilâtı (Europol) Direktörü Catherine de Bolle’nin AB Parlamentosu’nda verdiği bilgiye göre, Covid-19 döneminde evden çalışma ve alışveriş de dahil olmak üzere internette geçirilen vakit arttığından siber suçlarda belirgin bir artış yaşandı. “En çok endişe veren ise internette çocuk cinsel istismar malzemeleri arayan kişilerin artması oldu” diyen Bolle, 27 üye ülke tarafından bildirilen pedofili (sübyancılık) faaliyetlerindeki artışın korkutucu boyutta olduğunu kaydetti. (“Online Çocuk İstismarında Patlama!”, 19 Mayıs 2020… https://www.tv100.com/avrupada-online-cocuk-istismarinda-patlama-yasandi-haber-496641)
[59] Sibel Bahçetepe, “Ruhsal Bozuklukların Artış Gösterdi”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2020, s.16.
[60] Byung-Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, çev: Haluk Barışcan, Metis Yay., 2019
[61] “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdalardır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Karl Marx.)
[62] Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine, çev: Nurdan Soysal, Say Yay., 2018.
[63] Rahmi Öğdül, “Boşlukta Asılı Kalmış Çöp Bedenler”, Birgün, 11 Ekim 2019, s.15.
[64] “Mülkiyet ilkesel olarak iğrenç, etkileri açısından ise öldürücüdür. (…) Toprağın meyveleri herkese aittir ve toprak kimseye ait değildir… Bence düzensizlik halkın küçük bir azınlığını nimetlere boğup, koca çoğunluğun açlıktan ölmesini izlemektir.” (Gracchus Babeuf, Devrim Yazıları, çev: Sabahattin Eyuboğlu-Vedat Günyol, Çan Yay., 1964.)
[65] Erol Anar, “Geleceğin Toplumu (1): Sistemin Gözetleme Kuleleri”, 14 Temmuz 2016… http://dünyalılar.org/gelece%C7%A7in-toplumu-1-sistemin-gözetleme-kuleleri.html/
[66] Erol Anar, “Geleceğin Toplumu (2): Yapay Zekâya Sahip Olan Geleceğe de Sahip Olur”, 21 Temmuz 2016… http://dünyalılar.org/gelece%C7%A7in-toplumu-2-yapay-zekaya-sahip-olan-gelece%C7%A7e-de-sahip-olur.html/
[67] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[68] Erol Anar, “Geleceğin Toplumu 7: Robotlar Geleceğimizi mi Çalacak?”, 23 Mart 2017… http://dünyalılar.org/68078.html/
[69] Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, çev: Asım Bezirci, Say Yay., 2015, s.47.
[70] Erol Anar, “Geleceğin Toplumu 6: Post-Endüstriyel Toplumda İdeolojiler Ölecek mi?”, 21 Şubat 2017… http://dünyalılar.org/67580.html/
[71] Kürt siyasal hareketinin PODEMOS ve SYRIZA benzeri “radikal demokrat”laşmasının yolunu Abdullah Öcalan 9. Kongre’ye, Kandil’e 2005 Nisan’ında İmralı’dan gönderdiği 146 sayfalık metinde, “Ben sınıfları reddetmiyorum ama sınıfa dayalı devrim teorisini reddediyorum.” (s.144); “Demokratik Konfederalizm dünya çapında solun yeni açılımı olacaktır. Marks ve Lenin’i ikibinlerde aşarak bunu yapacağız,” (s.120) saptamaları yol açmıştı.
[72] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[73] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.
[74] Erol Anar, “Geleceğin Toplumu 5: İnsanın En Büyük Devrimi Olumsuzluk Olacaktır”, 23 Kasım 2016… http://dünyalılar.org/geleceğin-toplumu-5-insanın-en-büyük-devrimi-olumsuzluk-olacaktır.html/
[75] Erol Anar, “Geleceğin Toplumu (4): Distopik Bir Toplum mu Olacak?”, 24 Ağustos 2016… http://dünyalılar.org/gelece%C7%A7in-toplumu-4-distopik-bir-toplum-mu-olacak.html/
[76] George Orwell, 1984, çev: Celal Üster, Can Yay., 1984.
[77] Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, çev: Ümit Tosun, İthaki Yay., 2002.
[78] Yevgeni Zamyatin, Biz, çev: Füsun Tülek, Ayrıntı Yay., 2011.
[79] Ray Bradbury, Fahrenheit 451, çev: Dost Körpe, İthaki Yay., 2018.
[80] Franz Kafka, Dava, çev: Ahmet Cemal, Can Yay., 1999.
[81] Erol Anar, Geleceğin Toplumu (3): İkili İlişkiler”, 30 Temmuz 2016… http://dünyalılar.org/gelece%C7%A7in-toplumu-3-ikili-ilişkiler.html/
[82] Samir Amin, Kuzey’den Güney’e Devrim, 100. Yılında Ekim Devrimi, Haz: Gökhan Atılgan, Yordam Kitap, 2017, s.42-43.
[83] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006, s.69.
[84] yage, s.788.
[85] Judith Malika Liberman, Önce Hayal, çev: Zeynep Özatalay, Redhouse Kidz Yay., 2019.
[86] Murathan Mungan, Söz Vermiş Şarkılar, Metis Yay., 2006, s.27.
[87] Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Yapı Kredi Yay., 2017.
[88] W. H. Auden, “Spain”-1937, Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.
[89] Eric J. Hobsbawm, Eşkıyalar, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2011.
[90] Eric J. Hobsbawm, Fransız Devrimi’ne Bakış, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2009.
[91] Temel Demirer, “Güneşli Günler Göreceğiz Çocuklar”, 7 Nisan 2012… https://temeldemirer.blogspot.com/2012/04/gunesli-gunler-gorecegiz-cocuklar_07.html#.XtkzWEUzZPY
[92] Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, çev: Asım Bezirci, Say Yay., 2015, s.39.
[93] Simon Tisdall, “Virüs Salgınında En Kötü Liderler”, https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya-forum/2020/04/28/virus-salgininda-en-kotu-liderler/
[94] Ergin Yıldızoğlu, “Normalleşmek İstemiyorum!”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2020, s.9.
[95] Siyasal İslâm, kültür savaşlarında, yeni bir taarruzun işaret fişeğini ateşledi, “kapı kullarının” ilk dalgası da siperlerden dışarı fırladı.
Taarruz, ramazana girerken, dini duyarlılıkların, özellikle Covid-19 etkisiyle ölüm korkusunun keskinleştiği, dini imajların ve Sünnî propagandanın yılın diğer dönemlerine kıyasla çok daha yoğunlaştığı günlerde başladı. Toplumun en kolay “ötekileştirilebilecek” kesimi, LGBTİ+ bireyler, siyasal İslâmın “hakikât rejimini” (kültürel egemenliğini) kabul etmeyenleri temsil edecek “simgesel şey” konumuna yükseltilmek üzere “hedefe” kondular.
Taarruzun işaret fişeğini, siyasal İslâmın kültür savaşlarının komuta merkezi Diyanet İşleri Bakanlığı’nın başındaki şahıs, “Ey insanlar! İslâm zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lütiliği, eşcinselliği lanetliyor… Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti… Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim” sözleriyle ateşledi.
Doğal olarak LGBTİ+ bireyler ve temsilcileri, Covid-19 salgınını dini ahlâkla ilişkilendirmenin saçmalığı bir yana, kendilerini savunmak, dinci fanatiklerin düzenleyebileceği olası linç girişimlerine karşı toplumu uyarmak için, bireylerin “anayasa karşısında” eşit olduğunu anımsattı. LGBTİ+ Dayanışma Derneği avukatları Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın “anayasal suç” işlediğini belirtti. Ankara Barosu, Erbaş’ın “halkı düşmanlığa tahrik” ettiğini duyurdu.
Cumhurbaşkanı’nın, Erbaş’a tamamen katıldığını açıklaması ve Erbaş’ı hedef alanların “aslında devleti hedef aldığını” vurgulaması, siyasal İslâmın kültürel hegemonyasının altına alamadığı ve artık toplumun çoğunluğunu oluşturan kesime karşı sürdürdüğü “mevzi savaşının” giderek sertleşeceğini düşündürdü… Bu sancılı durum daha bir süre devam edecek, değişemediği sürece canavarlaşacak… Gibi görünüyor. (Ergin Yıldızoğlu, “Corona Günlerinde Kültür Savaşları”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2020, s.9.)
[96] Arife Köse, “İngiltere’den Katar’a Sınıf Savaşı Hızlanıyor”, 23 Mayıs 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/14011/
[97] Özdeş Özbay, “ABD İşçi Sınıfı Sesini Daha Gür Yükseltiyor”, 25 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/14171/ABD-isci-sinifi-sesini-daha-gur-yukseltiyor
[98] “Sami Adnan: Şimdi Bizim Zamanımız”, 23 Mayıs 2020… https://www.sosyalistgundem.com/irakta-eylemler-yeniden/
[99] Erinç Yeldan, “Sol’un ‘Alternatifler’ Meselesi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2020, s.11.
[100] Orhan Kotan, Gururla Bakıyorum Dünyaya, Komal Basım Yayın Dağıtım, 1975.