Ortadoğu; yerkürenin stratejik merkezi ve bir o kadar da sorunlu bölgesi. Bu iki özelliğinden dolayı Ortadoğu’da barış sağlanamıyor, barış sağlanamadığı için de Ortadoğu halkları gün yüzü göremiyor, eziliyor, ezilmeye devam ediyor. Bunun da toplumsal, tarihsel ve stratejik nedenleri var. Bu sorunları iyice irdelemeden, Ortadoğu’nun sorununu çözmeye kalkışmak, imkânsız değil ama çok güçtür. Projeksiyonumuzu bu üç soruna çevirerek, genelde Ortadoğu’nun özelde Kürdistan sorununu analiz etmeye çalışacağız.
Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Bilindiği gibi Avrupa 14. yüzyıldan itibaren önce hümanizma, ardından Rönesans hareketiyle kilisenin etkisinden kurtularak, düşüncenin iradesine girdi, yani laikleşti. Laikleşme ile birlikte kapitalistleşmeye başladı ve demokratik talepleri ileri süren burjuva sınıfı gelişti. Gelişen burjuva sınıfı, ekonomik hiçbir etkinliği kalmayan soylu-feodal sınıftan iktidarı talep etmeye başladı, talebi karşılanmayınca da bir devrimle iktidarı zorla aldı. 18. yüzyıl Avrupa’nın aydınlanma çağıdır, bu tarihten itibaren Batı, aydınlanmasını tamamlayarak bilimin ışığında, laik ve demokratik yoldan ilerlemesine devam etmektedir….
Ortadoğu tarihsel nedenlerden dolayı bu gelişmelerin dışında kaldı. Kapitalizm gelişmedi, burjuva sınıfı oluşmadı. Dolayısıyla Ortadoğu ülkeleri aydınlanma sürecini yaşamadılar. Aydınlanma süreci yaşanmayınca da demokrasi ve hukuk devleti anlayışı gelişmedi; transfer edileni de biçimsel kaldığı için belirleyici olmadı. Günümüzde dahi burjuva sınıfı güçsüz olduğu için, toplumun siyasal yapılanmasında rolü belirleyici olmaktan çok uzaktır; belirleyici olan hâlâ feodal değerler, köylülük ideolojisi ve dinsel dogmatizmdir.
Uluslar, kapitalizmin çocuğudur, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kendi iç piyasasına hâkim olmak isteyen halklar hızla uluslaştılar. Ortadoğu’da kapitalizm gelişmediği için uluslaşma süreci de yaşanmadı, bugün de Ortadoğulu halklar uluslaşma süreçlerini tamamlayamamışlardır. Rejimleri belirleyen dinler, mezhepler, aşiretler arasındaki karşıtlıklardır. Devlet; ya ilahlaştırılmış kişi ve ideolojiye -ki bu ideoloji ırkçı ve faşisttir- ya dinsel bir güce ya da güçlü bir aşirete dayanır. Genellikle devlet gücünü kullanan ya asker-sivil bürokrasi ya da güçlü bir aşirettir. Her iki durumda da rejim otoriter ve baskıcıdır; farklı dil ve kültürlere karşı hoşgörüsüzdür. Düşünme ve örgütlenme özgürlüğü ya hiç yoktur ya da devletin belirlediği çerçeveyle sınırlıdır. Halkların demokratik talepleri, devlet politikasıyla uyumlu olmak zorundadır.
Ortadoğu’da barışın sağlanamaması bir yanı ile toplumsal yapısına bağlı iken, bu toplumsal yapıyı belirleyen tarihsel nedenler de önemli rol oynamışlardır. Gerçekten de Ortadoğu sorununun nedenlerinden birisi de tarihseldir. Bu tarihsel nedenlere sebep olan da coğrafi özeliğinden dolayı dünyadaki stratejik konumudur.
Nasıl mı?
Kürdistan’ında içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası eskiden olduğu gibi bugün de eski ve yenidünyanın merkezidir. Ortadoğu’ya egemen olmayan dünyaya egemen olamaz. Tersinden söylersek, bir ülke emperyalist güç olmak istiyorsa, dünyada söz ve karar sahibi olmak istiyorsa Ortadoğu’ya egemen olmak zorundadır. Ortadoğu’ya egemen olmayan güç, emperyalist bir güce dönüşemez, emperyalist olmayan güç de egemen güç değildir…
Emperyalist güç olmak için, Ortadoğu’ya sahip olma gerçeği, Antikçağdan beri her ülkenin hülyası idi. Bu hülya önce Pers-Yunan arasındaki çekişmeye sahne oldu ve ilk raundu İranlılar kazandı, ama Büyük İskender bu tabloyu bozdu. Ortadoğu’ya egemen olan Büyük İskender eski dünyanın lideri oldu. İskender’in ani ölümü, Ortadoğu’yu yeniden çekişme sahnesine dönüştürdü. Batı’da Roma ve onu takiben Bizans İmparatorlukları ile Doğu’da İran-Sasani İmparatorlukları Ortadoğu için çok çatıştılar. Zamanın dünyasının süper iki gücü Ortadoğu’yu aralarında bölüşerek zımni bir anlaşmaya vardılar.
Antikçağlardan beri Ortadoğu’nun tam kalbinde yer alan Kürdistan ve Ermenistan coğrafyasında ise Kürt ve Ermeni halkları yaşar. Kardeş olan bu iki halk aralarındaki çelişkileri çözüp, ortak düşmanlarına karşı birlikte hareket edeceklerine, aralarındaki çelişkileri derinleştirip birbirlerini yok etmenin çarelerini aradılar, bunun için de bölgeye yerleşmek için fırsat kollayan düşmanlarından medet umdular, onları sorunlarını çözmek için ülkelerine davet ettiler ama davet ettikleri süper güçler bir daha geri gitmek istemediler, kalıcı olmaya çalıştılar.
O dönem bölgeyi bu kadar cazibeli kılan neydi? Diyecek olursak, o dönemde bölge, dünya ticaret yollarının kesişme merkezinde bulunuyordu. Bölgeye hakim olan dünya ticaretini de rahatlıkla yönlendirebiliyordu, tıpkı bugünkü gibi…
Düşünebiliyor musunuz, Ümit Burnu keşfedilmemiş, insanlar Batı Afrika’dan güneye inmeye korkuyorlar, gidenlerin bir daha geri gelmeyeceklerine inanmışlar, okyanusu aşıp batıya gitmeyi ise hayal bile edemiyorlar, çünkü önlerine yer ile göğü birleştiren devasa duvarların yükseldiğine inanmışlardı. Ticaret kervanlarla yapılıyordu. Avrupa’dan Akdeniz yoluyla Doğu Akdeniz limanlarına gelen mallar, Doğu’ya Çin ve Hindistan’a iki yoldan gidip geliyordu. Ya Kızıldeniz üzerinden Arap gemiciler aracılığıyla ya da kervanlarla Suriye ve Kürdistan üzerinden veya Karadeniz limanı Trabzon üzerinden gene kervanlarla Ermenistan-Kürdistan üzerinden İran platosuna geçiyordu. Her iki durumda da Kürdistan ticaret yollarının kesişme merkezindeydi ve ülkeye çok tatlı kârlar bırakıyordu.
Doğu-Batı arasında kurulan denge sayesinde, bu kârlar egemen güçler için iyi birer kazanç olmuştu. Fakat bu denge 7. yüzyılda Arap-İslam fethi ile bozuldu. Tarihte ilk kez Ortadoğu’ya, Ortadoğu halkları sahip oluyordu ama neyin karşılığında?
Araplaştırılma karşılığında. Evet, İslam’ı kabul eden herkes Araplaşacaktı…
Tarihin belki de ilk ırkçı, dayatmacı emperyalist gücü, Arap-İslam İmparatorluğu’dur. Ondan önce hiçbir emperyalist güç bu kadar dayatmacı olmamıştır. Büyük İskender, Doğu seferine çıkarken, Batı-Doğu kültürünü sentezlemeyi ve yeni bir millet yaratmayı hedeflemişti; Helenizm, bu hedefin ürünüdür. Koca Roma İmparatorluğu, fethettiği ülkelerin ne halklarına ne de yönetimlerine karıştı. Roma’ya sadık kalmak koşuluyla yönetimi, eski sahiplerine bırakırken, halkları da kendi kültürleriyle özgür bıraktı. Roma tek bir şeye dikkat ediyordu, eski güçlü yönetimlerin daha da güçlenmesine imkân tanımamak. Bunun için de güçlü krallıkların gücüne pek dokunulmadan, güçsüz krallık ve hanedanlıkları koruma altına almıştı. Böylece Koca Roma’ya bağlı sayısız beylik, hanedanlık ve krallık birbirleriyle fazla didişmeden uzun süre barış içinde yaşamayı bilmişlerdi. Tarihte buna Pax-Romano (Roma barışı) denir…
Arap-İslam emperyalizmi böyle değildi; dayatmacı ve baskıcı idi. Hem dinlerini ve hem de dillerini zorla dayatıyorlardı. Duymuşsunuzdur, çoğu zaman “İslam, ırkçı değil, ümmetçidir” denilir. Bu doğru değildir, ancak Arapların dinlerini ve dillerini benimsersen, Arap-İslam ümmetine kabul edilebiliyorsun aksi toplumların akıbeti hakkında tarihi belgeler ayan-beyandır…
Arap-İslam orduları Ortadoğu’ya girdiklerinde yerli halklara sadece dinlerini ve dillerini zorla benimsetmekle yetinmediler, kendi alfabeleri olan Arap alfabesini de benimsettiler. İslam’ı kabul ediyorsan, kutsal kitabın yazıldığı alfabeyi de kabul etmek zorundasın. Arap harflerini kabul edenler, eski yazılı harflerini bırakmak zorunda kaldılar ve bir süre sonra da bu harfleri unuttular. Böylece Ortadoğu halkları, eski dinlerini, yazılarını unuttular, birer de Arap ismini alarak asimilasyon işlemini tamamladılar.
Tarihte hep böyle olmuştur; din değiştirmelerini dil değişmeleri izlemiştir. Dil değiştirmeleri ise yazılı dilin unutulmasıyla başlar. Araplar bunu çok iyi biliyorlar. Ortadoğu’yu Araplaştırmak için, bölge halklarının dillerini unutmaları için yazı dili için Arap alfabesini dayatmaları bundandır. Araplar, bununla da yetinmediler, girdikleri ülkelerin sanat değerleri yüksek mabetleri, binaları yakıp-yıkarak ülkeleri harabeye çevirdiler. Amaç, yerli halklara geçmiş kültürlerini unutturmak, Arap kültürünü benimsetmekti. Bu dayatma sonucu Ortadoğu’da pek-çok dil yok oldu. Eski Mısır dili unutuldu, Kuzey Afrika’nın yerli Berberi halkı dillerini ve kültürlerini unutarak Araplaştılar. Fakat Ortadoğu’nun kadim iki halkı, Fars ve Kürt halkları geçmişte çok zengin kültüre ve yazılı edebiyat eserlerine sahiptiler. Araplardan çok önce İmparatorluklar kurmuşlar, devlet yönetiminde zengin deneyimlere sahiptirler. Dolayısıyla iki halk da Arap dayatmalarına karşı direndiler. Arap dinini ve alfabesini kabul ettiler ama dillerini benimsemediler.
Kısa bir süre sonra Fars kültürü, Arap kültürünün etkisi altından kurtulmayı başardı. Farslılar, Arap kültüründen tamamen kurtulmaları için, Arap dininden de kopmalarının gerektiğinin bilincindeydiler ama uzun süren İslam egemenliği ve Doğu’dan gelen Türk-Moğol akınları, İranlıların din değiştirmelerine engel oldu. Bunun üzerine İranlılar İslam dinini revize ettiler, eski dinleri olan Zerdüşt inancıyla harmanlayarak ve Araplar arasındaki çelişkilerden de yararlanarak Şiilik adını verdikleri yeni bir İslam anlayışı geliştirdiler. Geliştirilen Şii İslam anlayışı Ortadoğu’da yeni bir soruna, mezhep çekişme ve çatışmalarına neden oldu. Arap-İran çekişmesine dayanan ve Ortadoğu üzerinde egemenlik amaçlayan bu mezhep savaşlarına daha sonra Türkiye’de katılacak ve günümüze kadar amacından sapmayarak devam edecektir.
İranlılar, Şii İslam anlayışıyla Arap’ın Sünni-Selefi anlayışından ayrışınca, kültürlerini de Arap kültürünün egemenliğinden kurtardılar, kısa sürede kültürlerini bütün İslam âlemine kabul ettirdiler. Böylece Arap dili ibadet dili olurken, Fars dili kültür ve edebiyat dili oldu. Bugün bir Kürt dili ve kültüründen bahsediyorsak, Farslıların bu üstün çabalarının katkısı çok büyüktür.
Bölgede Arap etkisi kırılınca, bölge halkları rahat bir nefes aldı. Kendi yerel yönetimlerini yeniden kurdular, kültür ve dillerini geliştirmeye başladılar. Ama bu kez de Doğu’dan gelen daha yıkıcı bir istilacı güçle karşılaştılar.
Doğu’dan gelen bu yeni güç, Türk ve Moğollardı. Yeni gelenlerin, bölge halklarının kültürlerini etkileyecek öyle güçlü kültürleri yoktu ama yıkıcıydılar, her yeri yakıp-yıkarak bölge halklarının maddi varlıklarına büyük zararlar verdiler ama kültürlerine, inançlarına ve dillerine bir zararları olmadı. Doğu’dan gelen bu yeni akınların bir kısmı İran ve Kürt kültürleri içinde eridiler. Türklerin Oğuz boyları ise Kürtlerin yardımıyla Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyerek Bizans İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başladılar ve bir müddet sonra da Bizans’ın yerini aldılar.
Bizans İmparatorluğu’nun topraklarını işgal eden Türkler, artık Orta-Asya’dan gelen o barbar kabileler değillerdi. Dil hariç her şeylerini terk etmişlerdi, Bizans’ın kurumlarını, İranlıların kültürünü ve Arapların dinini ile yazılarını benimsemişlerdi. Bizans’ın kurum ve kuruluşlarını olduğu gibi devralarak Bizans İmparatorluğu’nun varisleri olmuşlardı.
Şimdi Kürdistan üzerindeki Batı-Doğu çekişmesinde Bizans-Sasani İmparatorlukların yerini Osmanlı-Safevi İmparatorlukları almıştı. 250 yıl süren bu çekişmede Kürdistan çok zarar gördü. Aynı dönemde Amerika kıtası keşfedildi Ümit Burnu su yolu bulundu. Dünya ticareti yön değiştirdi, karadan, denizlere kaydı. Kürdistan ve Ermenistan eski önemini kaybetti. İki feodal İmparatorluk gereksiz hale gelen Kürdistan-Ermenistan üzerindeki savaşa son verdiler. Yine de 1636 yılında Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla Kürdistan’ı aralarında paylaşmaktan vazgeçmediler.
Bu tarihten itibaren Kürdistan stratejik önemini uzun bir süre kaybetti ve derin bir uykuya daldı. Ta ki emperyalist ülkeler kapısını çalana kadar. 1870 yılından itibaren kapitalizm rekabetçi aşamadan, emperyalist aşamaya geçince çok ihtiyaç duyduğu akar-yakıtı sadece Ortadoğu’da (Musul’da) keşfedilmişti.
Kapitalizm doğası gereği seri üretim ve hızlı tüketim esasına dayanır. Seri üretim için sürekli gelişen teknolojiye, hızlı tüketim için ise çoklu pazarlara ve rekabet edecek düzeyde ucuz imalata bağlıdır. Kapitalizm ucuz imalatı iki kaynaktan sağlamaya çalışır.
1- Ucuz emek; kapitalizm, ucuz emeği eskiden anavatandan sağlarken, günümüzde emek ucuz ülkelere sanayisini kaydırarak çevre (periferi) ülkelerden sağlamaktadır.
2- Ucuz hammadde; ilk başlarda kapitalist öncesi toplumlarda sağlanmaktaydı. Ucuz hammadde arayışı bir süre sonra sömürgeciliği de beraberinde getirdi. Batı’nın emperyalist ülkeleri dünyayı aralarında bölüşerek sömürgecilik olgusunu yarattılar. Sömürge ülkelerden, yeni keşfedilmiş Güney Amerika’nın geniş şeker plantasyonlarından ve Birleşik Devletlerin güney eyaletlerinde pamuk tarlalarında çalıştırmak için köle ticaretini başlattılar. Afrika’dan, Amerika’ya insani olmayan koşullarda milyonlarca genç köle aktarıldı. Giderek sanayileşen Birleşik Devletlerin kuzey eyaletlerinin özgür emek talebi, güney eyaletlerinin köleci emek talebiyle çelişince, Amerika Birleşik Devletlerinde kuzey-güney iç savaşı yaşandı ve kuzeyin galibiyetiyle sonuçlandı, kölelik ve köle ticareti de böylece son buldu.
Köleliği bu kadar cazibeli kılan ucuz emeğe olan taleptir, dolayısıyla kölelik bir ekonomik olgudur. Her olguda olduğu gibi kölelik olgusu da kapitalizmin gelişmesinde ve ona bağlı olarak uygarlık tarihinin gelişmesinde olumlu ve olumsuz etkileri olmuştur. Marx, köleliği, kapitalist gelişmenin ekseni olarak değerlendirir ve şunları yazar; “Kölelik olmadan pamuk olmaz; pamuk olmadan modern sanayi olmaz. Sömürgelere değerlerini kazandıran kölelik olmuştur; dünya ticaretini yaratan kölelik olmuştur. Ve büyük sanayinin önkoşulu da dünya ticaretidir. Demek ki kölelik, son derece öneme sahip bir ekonomik kategoridir”. “Kuzey Amerika ülkelerin bu en ilericisi, kölelik olmasaydı ataerkil bir ülke durumuna gelirdi. Kuzey Amerika’yı dünya haritasından silin, ortalığı anarşi -modern ticaret ve uygarlığın toptan çöküşü- kaplar. Köleliği yok edin, Amerika’yı uluslar haritasından silmiş olursunuz.”(*1)
Kölelik, tarımsal alanlarda ucuz emek sağlarken, bu alanlarda teknolojik gelişmenin önünü tıkar. Yunan ve Roma uygarlıklarında bilimin ilerlemesine rağmen, kölelik rejimi yüzünden bilim, mekaniğe uygulanamıyor. Bilim ile mekanik at başı gidemeyince teknoloji gelişmiyor, yeni mekanik araçların bulunması ve tarıma uygulanması olmayınca, tarımda verimin düşmesine ve köle emeğinin verimsizliğine neden oluyor. Verimsizleşen sistem kendi sonunu hazırlar, gelişen üretim güçlerine tekabül eden yeni üretim biçimleri gelişir ve böylece köleci sistem yerini feodal sisteme bırakır. Oysa teknolojik gelişme kapitalizmin can damarıdır. Kapitalizm, sürekli yenilik yapmadan, teknolojiyi geliştirmeden yaşayamaz. Teknolojik gelişme, kapitalizmin hem yaşam sebebidir hem de sonunu hazırlayacak önemli unsurlardan bir tanesidir.
Batı Avrupa’da manüfaktür üretimiyle başlayan serüven, buharlı makinelerin bulunmasıyla binlerce işçinin bir arada çalıştığı dev komplekslere dönüştü. İşçilerin, fabrikalarda bu şekilde temerküz etmesi bir yandan sermayenin yoğunlaşmasına neden olurken diğer yandan emeğinden yabancılaşan ve hızla yoksullaşan geniş halk kitlelerini yarattı. Böylece toplum, üretim araçlarına sahip varlıklı bir azınlık kesim ile emeği ile zar-zor geçinen proletarya sınıfına ayrıştı. Ve bu iki sınıf, tarihsel süreç içerisinde çıkarları birbiriyle çeliştiği için hep karşı karşıya geldiler. Biri sömürünün derinleşmesi için çaba harcarken, diğeri sömürünün tamamen ortadan kaldırılmasının mücadelesini veriyor; mücadele bugün de hızından hiçbir şey yitirmeden devam ediyor/edecektir. Marx’ın deyimiyle; “Proletarya, kendini ve kendisi ile birlikte tüm toplumu kurtarmak için, özel mülkiyet rejimini yıkmak zorundadır.” Mücadele sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yaratana kadar devam edecektir.
Su buharı elde etmek için gerekli kömür Avrupa’da bolca bulunuyordu. Bu yüzden 19. yüzyılda Avrupa için bir enerji sorunu yoktu. Fakat teknolojik gelişme, fosil yakıtla çalışan içten yanmalı motorlar keşfedilince, ihtiyaç duyulan fosil yakıt Avrupa’da yoktu. Sadece Ortadoğu’da ve Kafkaslar’da keşfedilmişti. Emperyalizmin Ortadoğu’ya girişi, petrolün bu ülkeler için hayati önem kazanmasıyla başladı ve onları Ortadoğu üzerinde egemenlik kurma yarışına sürükledi. Böylece Ortadoğu, Antikçağlarda ve Ortaçağlarda sahip olduğu stratejik konumunu yeniden kazandı. Ortadoğu’ya egemen olan dünyaya egemen olacaktı.
20. yüzyılın başında Ortadoğu üzerindeki yarış, dönemin iki süper gücü olan Britanya ile Almanya arasında olmaktaydı. Etkisi iyice kırılmasına rağmen bölgenin tek egemen gücü Osmanlı İmparatorluğu’ydu ve can çekişen İmparatorluk, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden faydalanarak ömrünü uzatmaya çalışıyordu. Bir Britanya, bir Almanya’dan yana durarak varlığını korumaya çalışsa da, öyle bir an geldi ki kesin safını belirlemek zorunda kaldı veya bırakıldı. İmparatorluk, tercihini Almanya’dan yana kullandı.
İki güç arasındaki rekabet Birinci Paylaşım Savaşı ile son buldu, Almanya yenildi, Britanya bölgenin tek süper gücü oldu.
Daha savaş sonlandırılmadan Ortadoğu’ya hâkim olmak isteyen müttefik iki emperyalist güç Fransa ve İngiltere, üçüncü ortakları olan Çarlık Rusya’ya haber vermeden Sykes-Picot anlaşmasıyla aralarında bölüştüler. İngiltere, savaşa neden olan Musul-Kerkük petrollerine konacaktı ve burayı müttefiki Fransa dahi hiç kimseyle paylaşmayacaktı.
İngiltere, Musul petrollerine el koyunca rahatladı, bölge devletleriyle en başta da Türkiye ile bir anlaşmaya vardı. 5 Haziran 1926 Ankara Antlaşmasıyla, Türkiye Musul petrollerini İngiltere’ye verecekti ama karşılığında da Kürtleri istiyordu. Bu çok ağır bir istekti, Türkiye, Kürtleri yok edecek ve İngiltere buna sesiz kalacaktı. O an anlaşıldı ki, emperyalistler için önemli olan halkların ulusal ve demokratik çıkarları veya insan hakları değil, ekonomik çıkarlarıydı. İngiltere de ekonomik çıkarlarını göz önünde bulundurarak, Türkiye’nin bu isteğini kabul etti ama karşılığında Musul petrollerinin koruculuğunu istedi. Türkiye bu isteği seve seve kabul etti, Musul’u verecekti, Batı’nın, Doğu’daki koruyucu gücü olacaktı karşılığında ise Kürt ve Kürdistan sorununu ebediyen sona erdirecekti.
Sykes-Picot anlaşması yaklaşık yüzyıl sürdü. Türkiye, Batı’nın askeri gücü olarak Sovyetler Birliği’nin önüne set oldu. Ekonomik kalkınmasından feragat ederek gücünün çok çok üstünde ordular beslemek zorunda kaldı. Bütün bu ağır yükün altına sırf Kürtleri asimile etmek, Kürdistan sorununu ortadan kaldırmak için girdi. Arapların Ortaçağ’da başaramadığını, şimdi kendisi başarmak istiyordu ama ne kültürleri buna müsait idi ne de ekonomik güçleri…
Türkiye, Kürtlere karşı giriştiği bu amansız savaşta kısmen başarılı oldu, ama ne Türkiye’deki ne de Ortadoğu’da Kürtleri bitiremedi; Kürdistan sorununu çözemedi, Kürtler dirençli ve inatçı çıkmışlardı.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde Ortadoğu hâlâ çok huzursuz. Huzursuzluğun iki ana nedeni var:
1- Filistin-İsrail sorunu
2- Kürdistan-Kürt sorunu.
Uzmanlar, bu iki sorun, adil bir çözüme kavuşmadıkça, Ortadoğu’da huzuru beklemenin hayal olduğunu yazıyorlar.
Filistin sorunu sadece İsrail ile çözülürken, Kürdistan-Kürt sorunu Ortadoğu’nun en çetrefilli sorunu olduğunu, tek bir devletle değil, Ortadoğu’nun dört ülkesi ile bölgede çıkarları olan emperyalist ülkeler arasında çözülebilir. Bu anlamda Kürdistan-Kürt sorunu, tek tek ülkelerin sorunu olmaktan çıkmış, uluslararası bir soruna dönüşmüştür.
21. yüzyılın başlarına kadar Ortadoğu ülkelerinin çıkarları ile emperyalist ülkelerin çıkarları çakıştığı için, Kürdistan-Kürt sorunu buzdolabına konulmuştu. Fakat 21. yüzyılın başından itibaren bölge ülkelerinin çıkarları ile emperyalist ülkelerin çıkarları çelişkiye düştü. Bunun da başlıca nedeni emperyalist bir güç olmak isteyen Rusya’nın Ortadoğu’ya girmek istemesidir. Rusya ekonomik gücünden çok, askeri gücüne dayanarak Ortadoğu’ya girince, karşısında Batılı emperyalist güçleri buldu. Batılı emperyalist güçler, Ortadoğu’yu Rusya ile paylaşmak istemiyorlar. Çünkü Ortadoğu’ya hâkim olanın dünyaya hâkim olacağı daha önce söylendi.
Ortadoğu’da emperyalist güçler arasındaki çelişki giderek derinleşiyor. Önceleri ABD-Rusya arasında cereyan eden çelişkiye şimdi Avrupa Birliği’de (AB) katılmıştır. Bu çelişki ABD Başkanı Donald Trump’ın 11-12 Temmuz 2018 tarihinde NATO zirvesi için bulunduğu Brüksel’de daha da açığa çıkmıştır. AB, Ortadoğu’yu kendi eski egemenlik alanı olarak görüyor ve bu alandan ABD’nin çıkmasını istiyor, bu jeste karşılık ABD’de NATO’dan çıkmak tehdidinde bulunuyor. Bir asırdır (20. yüzyıl boyunca) karşılaşmadığımız bu durum bir ilktir ve tüm dünyada şaşkınlıkla izlenmektedir. AB ile çelişkisini derinleştiren Donald Trump, 16 Temmuz 2018 tarihinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı görüşmede zorunlu olarak tavizkar bir tutum benimsemişse de, aslında Ortadoğu’da ne kadar kalıcı ve kararlı olduğunu gösterdi. ABD, Ortadoğu’da kalıcıdır ve bu kalıcılığı emperyalist gücünden ve Ortadoğu’nun stratejik konumundan almaktadır. Bölgede İsrail’den sonra da dayanabileceği tek güç ise Kürtlerdir.
Ünlü Kürt siyasetçi Mam Celal Talabani bir söyleyişinde; “biz Kerkük’ü petrolünden dolayı değil, Kürdistan’ın toprağı olduğu için istiyoruz” demişti. Mam Celal doğru bir tespitte bulunmuştu, teknoloji yakın bir gelecekte fosil yakıt yerine yenilebilir enerjiyi ikame ederek, enerji sorununu kökten çözecektir. Ama Kürdistan’ın stratejik konumu öyle midir? Hiçbir teknolojik yenilik Kürdistan’ın stratejik konumunu değiştiremeye yetmeyecektir. Kürdistan bu stratejik konumuyla, dünya var oldukça emperyalist güçlerin dikkatini çekecek ve Kürtlerin başını hep ağrıtacaktır.
Yoldaş Sinan Çiftyürek hep yazdı, “yüzyılımızın savaşları Ukrayna-Mısır-Afganistan üçgeninde olacaktır.” Bu üçgenin merkezinde ise Kürdistan var, Kürtleri kazanan Ortadoğu’yu kazanır. Bunun bilincinde olan Batılı emperyalist güçler, Kürtleri kazanmaya çalışıyor. Seküler yapıları, kadına verdikleri önem, sözlerinde durmaları ve en önemlisi de savaşçı yetenekleri, batılıların vazgeçmeyecekleri unsurları oldular. Türkiye’nin eski müttefiklerinden Batılı emperyalist ülkelerin Kürtleri tercih etmesi, yüzyıla yakındır onlara dayanarak Kürtleri yok etmek için olağanüstü çabalar harcayan Türkiye’yi şaşkına çevirdi. Türkiye, kendisini ihanete uğramış hissine kapılarak, Doğu-Batı arasında yön arayışına girdi. Tabi bu çok kolay bir iş değildir. Türkiye, siyasi, ekonomik ve askeri gücüyle batıya bağımlı durumda. Şimdi, Batı ile ilişkilerini sürdürmek istese, Kürdistan gerçekliğini kabul etmek zorunda, Doğu bloğuna yani Rusya-İran bloğuna kaysa, hem batının ekonomik kaynaklarından mahrum kalacak hem de Kürdistan sorununun kendisi dışında Batılı emperyalist güçlerce çözülmesine seyirci kalacaktır.
Sorunun çözümünde anahtar ülke, Türkiye’dir. Türkiye yüzyıldır uyguladığı ve kendisine çok pahalıya mal olan politikasını terk ederek Kürdistan gerçeğini kabul etmek zorundadır. Ama Türkiye, kimseye bir yararı olmayan eski politikalarında ısrarcı olursa, büyük kaybedecektir. Daha önce yazıldı, ne Ortadoğu 20. yüzyılın başındaki Ortadoğu’dur ne de Kürtler 20. yüzyılın başındaki Kürtlerdir. Barışın yolu Ortadoğu halklarının kardeşleşmesinden geçer; bunun için de önce Ortadoğu halklarının, ulusal-hak taleplerinin giderilmesi gerekir. Eğer Ortadoğu halkları arasında bir barış sağlanacaksa, önce kaçınılması mümkün bütün ulusal sürtüşmelerin giderilmesi, her ulusun bağımsız ve kendi ülkesinin efendisi olması gerçeği kabul görmesi gerekir. Bu gerçek kabul edildikten sonradır ki Ortadoğu halkları barışa kavuşacaklardır.
25 Eylül 2017 tarihinde Güney Kürdistan’da gerçekleştirilen “Bağımsızlık Referandumu”, Kürtler arasında ulusal birlik yönünde müthiş bir heyecan yarattı. Bu heyecanla Kürtler “Ulusal Birliğe”ne kadar da hasret ve ne kadar istekli olduklarını bütün dünyaya gösterdiler. Burada sorun, Kürt ulusal birliği hangi sınıf ve katmanların öncülüğünde gerçekleşeceğidir.
Tarihte ulusallık talebi, hep burjuva sınıfının talebi olmuştur. Avrupa’da en geç ulusal birliğini kuran Almanya, bunu ulusal burjuvazisine borçludur. Bu yüzden Engels, Alman Birliğini “İktisadi Birlik” olarak tanımlar. Güney Kürdistan ile aynı tarihlerde referanduma giden Katolanya’nın güçlü bir burjuva sınıfı ve bu sınıfın bağımsızlık talebi var. Ne yazık ki Kürdistan burjuva sınıfının böyle bir talebi yoktur. Kürdistan burjuvazisi tam gelişme dönemindeyken gelişmesi engellenmiş, kendisine işbirliği dayatılmıştır. Bu nedenle Kürdistan burjuvazisinin içinde bulunduğu işbirliği yapısından dolayı böyle bir oluşumun gelişmesine engeldir. Peki, Kürt Ulusal Birliği, kim ve hangi sınıfların öncülüğünde gerçekleşecektir. Bu sorunun cevabı kesin ve nettir; Kürdistan Komünist Partisi’nin öncülüğünde, Kürdistan İşçi Sınıfı tarafından gerçekleştirilecektir.
Kürdistan işçi sınıfı, Kürt burjuvazisinin üstlenmediği sorumluluğu tarihsel bir zorunluluk olarak üstlenmek zorunda bırakılmıştır. Kürdistan işçi sınıfı, ekonomik özgürlüğünü kazanmak istiyorsa, önce Kürdistan’ın siyasi bağımsızlığını kazanması gerektiğinin bilincindedir. Siyasi özgürlük, ekonomik özgürlüğün hem nedeni hem de gereğidir. Ve bu tarihsel bir görev olarak Kürdistan İşçi Sınıfının omuzlarına yüklenmiş kutsal bir görevdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Ortadoğu tarihi bunalımlar, dramlar ve sonu gelmeyen kavgaların tarihidir. Eğer bütün bu acıların bir son bulması isteniyorsa, Ortadoğu halklarının haklı taleplerine kulak verilmelidir. Uluslaşma süreci Ortadoğu’ya geç girmiştir ama girmiştir. Yapılması gereken uluslaşma sürecine giren bu halkların ulusal talepleri, siyasal bağımsızlık dâhil olmak üzere her türlü talepleri giderilmelidir. Bu taleplerin giderilmesi, bölgede statükoyu parçalayacağı için zor görünse de imkânsız değildir. Bölgeye özgürlük, demokrasi, barış ve huzuru yeniden tesis edeceği, kemikleşmiş gerici faşist ideolojik rejimleri yıkacağı için katlanması gereken bir bedel olmalıdır. Ortadoğu halklarının bir üyesi olan Kürt halkının ulusal talebi ise, devletleşme olgusundan geçer. 25 Eylül 2017 “Bağımsızlık Referandumu” Kürtler için bir milattır. Kürtler tarihlerinden ilk kez kendi özgür iradeleriyle bağımsızlıklarını onaylamışlardır. Bu tarihten itibaren devletleşme olgusu, Kürtler için bir daha geri alınamayacak kadar ete ve kemiğe bürünmüştür. Halk tarafından tabandan sağlanan bu birlik maalesef tavana yansıtılamamaktadır. Kürt siyasi-örgütleri iç çelişkilerini aşıp birlikte hareket etmekten aciz durumundadırlar. Oysa dünyadaki mevcut konjonktürel durum Kürtlerin lehinedir, Kürtler, özellikle DAİŞ karşısındaki duruşları ile bütün dünya kamuoyunun sempatisini kazanmışlardır. Kürtler, tarihlerinde ilk kez, dünya kamuoyunda kazandıkları bu desteği heba etmek lüksüne sahip değildirler. Öyle görünüyor ki, Kürtler arasındaki bir birliktelik ancak Kürdistani Komünistlerin öncülüğünde gerçekleştirilecektir. Ve bu Kürdistani Komünistlerin görevlerinden ilki ve en kutsalı olacaktır.
Kürdistan Komünist Partisi öncülüğünde Kürdistan işçi sınıfı tarafından kurulacak olan “Bağımsız, Demokratik, Birleşik Kürdistan”, Kürtlerin ve Kürdistani halkların yegâne hedefidir. Çünkü Kürdistan’ın siyasi bağımsızlığını kazanması, öncü gücünden dolayı bölgenin ve tüm Ortadoğu işçi sınıfının ve ezilen halklarının kazanması demektir. Başka bir ifade ile Ortadoğu’nun ezilen halklarının ve emekçi kitlelerinin kurtuluşu Kürdistan’ın kurtuluşundan geçer. O halde Ortadoğu’nun tüm ezilen halkları ve emekçileri, Kürdistan Komünist Partisi öncülüğünde gerçekleşecek mücadele bayrağının altında birleşmeleri, gerekliliğin ötesinde bir zorunluluktur…
(*1) Karl Marx; Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yayınları, 1976 Ankara, s,119-120
Sosyalist Mezopotamya / Sayı: 3 / Ekim 2018
Derginin PDF formatı için buraya tıklayınız