Ana SayfaOrtadoğu yeniden biçimlen(diril)irken… -1

Ortadoğu yeniden biçimlen(diril)irken… -1

“Karanlık saatler geldiğinde,

o zamanın insanı da gelir.”[1]

Ortadoğu yeniden biçimlen(diril)irken söylenmesi gerekeni, gecikip, lafı dolandırmadan hemen belirteyim: Büyük bir alt üst oluşun içindeyiz…

Bu kadar da değil; her şey daha da ağırlaşarak vahimleşecek; veya tarih müthiş hızlanacak; ya da sık sık Montesquieu’nun, “Ne mutlu tarihi sıkıcı olan halka” sözü anımsanacak…

Söz konusu kritik eşikten yaklaşık 2700 yıl kadar önce ozan Hesiodos, savaşlarla “İnsan soyunun gitgide bozulduğunu” ileri sürüp, “Hak yalnız güçlünün olacak; vicdan kalmayacak!” vurgusuyla bugünün Ortadoğu’sunu vurgulamıştı sanki.

Ayrıca, 2425 yıl kadar önce de Aristophanes, ‘Akharnai’ler’ adlı tiyatro oyununda, “Savaştan yalnızca birkaç kodaman yararlanmaktadır!” diye hatırlatmıştı hepimize…

Hesiodos’dan Aristophanes’e tarihe düşülen notları biz(ler)e bir kez daha hatırlatan vahim gidişata “Dur” demek; yani Savaşa Karşı Savaş(mak) için büyük değişim ve dönüşümün Ortadoğu’suna göz atmak gerekiyor.

BÜYÜK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜN ORTADOĞU’SU

XXI. yüzyılın başında (XX. yüzyıldan devralınan) Ortadoğu’da gerçeği ile olup da bitmeyenler, bölge meselesi olmayı çoktan aşıp; küresel bir kapışma eksenine dönüştü.

Emperyalist ve otoriter esaret zincirlerinin “Arap Baharı” denilen “uyanış”la sarsılması, ABD’nin, Suudi Arabistan, Emirlikler ve Katar gibi ülkelerin halk hareketine, devrimci atılımlara müdahaleleri, etnik-dini temelde herkesin herkesle savaşmaya başladığı bir kargaşayı da devreye soktu.

Bunun yanında yeniden paylaşım ekseni olan bölgedeki siyasi hava ısınırken; ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel boyutlarıyla uluslararası sistemi sarsacak yeni bir Ortadoğu krizi de biçimleniyordu.

Söz konusu çerçevede Ortadoğu’nun “yeni bir soğuk savaş”la ısınmaya başladığından, hatta koşar adım büyük bir yangına doğru ilerlediğinden söz edebiliriz.

Evet, Balkanlar’da XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında, ardından da XX. yüzyılın sonunda yaşanan kanlı kimlik boğuşmaları, şimdi Ortadoğu’da! Balkanlar gibi burada da sınırlar sarsılıyor!

Bu kanlı sosyo-politik dip dalgaları kolay kolay durulacak gibi gözükmüyorken; Ortadoğu’da yeni denge(sizlik)lere doğru ilerlendiğinden söz etmek yanlış olmaz.

Örneğin ‘Annaşra’ gazetesinden Mahir Hatip, Ortadoğu’da yaşanılanı yeni bir “soğuk savaş” dönemi olarak adlandırıp, bu savaşın merkezinde Suriye’nin yer aldığına dikkat çekerek, bölgede devam eden yeniden şekillenmenin, bugünkü sınırların ortaya çıkmasında kritik öneme sahip Sykes-Picot anlaşmasının yüzüncü yılına denk düştüğü de hatırlatılıyor.

Saptama çok önemlidir. Egemen güçlerin cetvelle çizdiği sınırlarla birbirinden ayrılan Ortadoğu’da hiçbir şey basit ve yalın olarak sadece “kendisi” değilken; Patrick Cockburn, “Bölgede çizilen sınırlar değişiyor”; Murat Yetkin, “Ortadoğu’da savaşlar sınırları değiştirir”; Abbas Güçlü, “Ortadoğu’da tüm sınırlar değişebilir,” diye eklemeden edemiyorlar.

Öte yandan ‘Amerika’nın Sesi Radyosu’dan Henry Ridgwel’in analizinde Ortadoğu haritası XXI. yüzyılda yeniden çizilebilir notu düşülürken; ‘Royal United Services Institute’ün başkanı Micheal Clarke’in, “Bildiğimiz Arap dünyası aslında 1916’da Sykes-Picot anlaşmasına dayanarak İngiliz ve Fransızlar tarafından oluşturuldu. İsrail’in 1948’de kurulması dışında önemli bir değişiklik olmadı. Şimdi, ilk kez Ortadoğu haritası çözülmeye başlıyor. Bölgenin Balkanlar gibi bölünmesi olasılığı var,” saptamasına da yer verildi.

Elbette verili tablonun başat aktörlerinden biri de (çeşitli versiyonlarıyla) siyasal İslâmdır.

Çok önceleri (“Yeşil Kuşak” ekseninde Afganistan örneği ve Usame bin Ladin’le) karşımıza bir ABD projesi olarak dikilen siyasal İslâmın uygulamaları, Türkiye ve Mısır’da yaşananlarla birlikte, Batı’da “ılımlı İslâm”a umut bağlayanların siyasal İslâm projesine güvenlerini tamir edilemez biçimde sarstı.

Burada bir parantez açıp, vurgulayayım: Batılı kaynakların sıkça dile getirdikleri “siyasal İslâm’a karşı ılımlı İslâm” dikotomisi bir aldatmacadan ibarettir. “Ilımlı İslâm”, “siyasal İslâm”ın bir veçhesidir ve aralarında bir karşıtlıktan değil, olsa olsa bir süregenlikten söz edilebilir.

Bunda Batı’da umut bağlanan “ılımlı İslâmcı” yönetimlerinin, Mısır ve Türkiye’de toplumsal muhalefet duvarına toslaması da önemli ve etkin bir rol oynadı.

Özellikle Sünni İslâm ilhamlı partilerin ve kurdukları otoriter rejimlerin küresel kapitalizm için işlevselliğinin azalmasındaki neden, batılı ortaklarının onları gözden çıkarmış olması değildi. Neden içerideydi. Küresel sermayenin ve yerli ortaklarının hizmetinde olan bu rejimlerin, Türkiye’de, Mısır’da ve Tunus’ta çok geniş bir direniş hareketi tarafından sorgulanıyor olmasından kaynaklanıyordu.

Gerçekten de Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle, “İslâmın, yüzyıllardır bir arada yaşamayı beceren Sünni ve Şii kanatları, ABD bir imparatorluk projesi bağlamında büyük Ortadoğu coğrafyasını tanımlayıp yeniden şekillendirmeye başladığından bu yana, adeta ölümcül bir savaşa girmiş gibi görünüyorlar.

Bu savaşın en kanlı sahnesi, bir süredir, başka ülkelerden gelen Sünni ve Şii savaşçıların çabalarıyla, AKP Türkiye’si de dahil birçok devletin askeri, mali araçlarla burnunu sokmasıyla Suriye’de şekillenmiş durumda. Bu iç savaşta 100 binden fazla Müslüman öldü. Kentler, yaşam alanları tahrip oldu. Sayıları yüz binlerle ifade edilen bir göçmen kitlesi oluştu. Bu savaş, Lübnan’a sıçradı, Türkiye’yi etkiliyor, Ürdün’ü sarsıyor…

ABD’nin hegemonya restorasyonu projesi içinde dünya halklarını ‘uygarlıklar’, uygarlıkları da dini aidiyetler üzerinden tanımlama çabasının katkılarıyla bu geri dönüş tüm insanlığa artık çok pahalıya mal olmaya başladı. En ağır fatura, egemen sınıfları ve egemen ekonomik siyasi sistemin getirdiği sorunları, emperyalizmi unutarak, birbirlerini din adına katletmeye itilen yoksul halk çocuklarına hem de kendini aşkın bir amaç uğruna feda etmeye hazır en parlak çocuklarına çıkmaya başladı.”

Özetle ABD başta olmak üzere Batı dünyasındaki birçok ülke El Kaide ve benzeri grupların tehdidiyle karşı karşıyayken; Ergin Yıldızoğlu gibi, “Siyasal İslâmın sonbaharı”ndan söz etmek doğru mudur? Veya Semih İdiz’in, Gelişmeler Ortadoğu’nun İslâmcıların hayallerindeki gibi şekillenmeyeceğini artık gösterdi,” saptamasını ciddiye almak mümkün müdür? Bu sorular bir yana, Suriye merkezli kapışmayla şekillenen Ortadoğu topyekûn savaş güzergâhına girmişken; ayağı çukurdaki sürdürülemez kapitalizmin silaha boğduğu Ortadoğu serüveninde “demokrasi arayışları” kara mizah örneği oluşturmuyor mu?

Ancak unutulmamalıdır ki, halkların yeni Ortadoğu’su da bu tabloda boy verecektir…

GERİLEYEN “İMPARATOR”LUK

Ortadoğu bunları yaşarken, altı çizilmesi gereken bir diğer faktör de gerileyen “İmparator”luk gerçeğidir.

ABD’nin “yükseliş devri”ni tamamlayıp, “duraklama devri”ne girdiği yönünde, özellikle de ABD politika dergilerinde çok sayıda makale varken;[2] Ramzy Baroud’un, “ABD’nin bütün bölgeyi yeniden şekillendirmek için harekete geçtiği ve kalıcı askeri varlığını oturttuğu 1990’ların başının aksine, taktik değiştirmesi için ABD’yi yeni dinamikler zorluyor. Bu yeni gerçeklikte ABD, var olanı tekrar şekillendirmeye muktedir değil, tek yapabildiği elverişsiz sonuçları dengelemek ya da kontrol altına almak,” diye formüle ettiği tabloda ‘Yedioth Ahronot’da yer alan bir analizde de ABD’nin Ortadoğu’da tek başına değişiklikler yapamayacağı belirtiliyordu.

Analizi kaleme alan Ron Ben-Yişai, Washington’un Ortadoğu’daki kısa vadeli hedeflerini, enerji sevkıyatını güvence altına almak, sivillerin öldürülmesine son vermek ve bölgesel nükleer silah yarışı ile radikal İslâmın yayılmasını önlemek olarak sıraladı.

Nejat Eslen’in, “Küresel liderliğini sürdürmeyi stratejisinin amacı hâline getiren ve bunu müttefikleri ile ortaklarının katkısına dayandıran ABD, stratejik amacını sürdürebilecek mi? Bir başka deyişle, Çin’in eski Çin, Rusya’nın eski Rusya ve İran’ın eski İran olmadığı bu jeopolitik ortamda, Suriye meselesinde bocalayan bir ABD küresel meselelerde eski prestijini, ağırlığını ve etkinliğini sürdürebilecek mi? İşte bu nedenlerle ABD’nin küresel liderliği konusunda turnusol kağıtı gibi görev yapan Suriye meselesi önem kazanıyor,” notunu düştüğü tabloda 23 Temmuz 2013’de ABD’li senatörlere yazdığı açık mektupta ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey, Suriye’de güç kullanmanın kolay olmadığını söyledi. Ayrıca, güç kullanmanın savaşa girmekten farksız olmayacağını kaydederek, bunun ABD’ye milyarlarca dolara mal olacağını belirtip, “Suriye için askeri seçenek ayda en az 1 milyar dolardır,” dedi…

Bu kapsamda “Obama orduya Esad’ı yok etmeyi ve rejimini yıkmaya hazır olmayı emretmedi. Sadece, ‘Esad’a ve ileride onun gibi davranacaklara’ bir mesaj verecek harekât hazırlıklarının yapılmasını istedi.”[3]

ABD Yönetimi, Ankara’nın Suriye’deki kimyasal silahların imhası konusunda başlayan yeni sürece yönelik eleştirilerine yanıt verdi ve Amerikan Dışişleri Sözcüsü, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun iddiasının aksine yeni girişimin kozmetik bir süreç olmadığını ve Suriye için en iyi yolun askeri harekât olmadığını açıkladı.

“Neden” mi?

Gayet açık: “Suriye’de Esad Rejimi’ne karşı başlayan barışçı, demokratik ayaklanma, kısa sürede silahlı militanların oradan, ABD’nin yakın denetimi altındaki Körfez ülkelerinin desteğiyle de, Irak, Suriye Levant El Kaidesi’nin, El Nusra örgütünün, birçok irili ufaklı radikal Müslüman grupların hâkimiyeti altına girdi. Şimdi ABD’nin Suriye rejimine karşı planladığı saldırının, gerçekleşirse, Suriye El Kaide gruplarını güçlendireceği, Suriye toplumunu yıkıma bir adım daha yakınlaştıracağı kesin…

Kısacası, Terörizme Karşı Küresel Savaş, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devletleri yıkan, ‘terörizmi’ güçlendiren, ‘terörizm’ listesindeki gruplarla işbirliği yapılan savaşlara yol açtı.”[4]

O hâlde ABD emperyalizmi şimdi, Irak’taki fütursuzlukla değil, kontrollü olarak Suriye’ye müdahaleden yanadır.

Elbette ABD’nin Suriye’ye askeri müdahale planının arkasında, insani amaçlar değil stratejik çıkarlar yatıyor. Tarih gözlerimizin önünde tekerrür etmeye başladı, dün Irak’tı yeri, bugün Suriye…

ABD’nin Suriye’ye askeri müdahale amacının stratejik boyutu, ABD liderliğindeki “Batı” merkezli dünya düzeninin korunmasıyla yakından bağlantılıdır.

Bu düzenin en önemli ilkelerini de coğrafyaların uluslararası kapitalizmin ekonomik, siyasi, kültürel hareketlerine (küreselleşmeye), askeri müdahalelerine açık tutulması ve düzenin “kırmızıçizgilerini geçenlerin” cezalandırılması oluşturur.

Zaten ABD’nin de kontrollü önlemleriyle, T.“C”nin AKP patentli neo-Osmanlı emellerine yapmaya çalıştığı budur…

NEO-OSMANLI SALDIRGANLIĞI

Neo-Osmanlı emellerinde ifadesini bulan AKP patentli T.“C”nin emelleri konusunda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “110 yıl önce Yemen ile Üsküp aynı ülkenin parçalarıydılar. Ya da Erzurum ile Bingazi. Bunu dediğimizde, bize ‘yeni Osmanlıcı’ diyorlar. Bütün Avrupa’yı birleştirenler, yeni Romacı olmuyor, Ortadoğu coğrafyasını birleştirenler yeni Osmanlıcı oluyor. Osmanlı’yla, Selçuklu’yla, Artuklu’yla, Eyyubi’yle anılmak şereftir,” derken; ‘Yeni Şafak’ gazetesi yazarlarından Yusuf Kaplan da ekliyor:

“Tarihin kırılma ânındayız. Dünya, yeni oluşumlara gebe. Önümüzdeki yarım asır içinde, bambaşka bir dünya ile karşı karşıya kalacağız…

Oysa gelecek, Osmanlı modelinindir. Irk-eksenli seküler projeler, Osmanlı’yı çökertmişti. Türkiye de, etnik kimlikleri ve duyarlıkları kışkırtan ve kutsayan sekülerliği din katına yükseltmekle kendi varlığının altını oyduğunu ve geleceğini bizzat kendi elleriyle yok ettiğini artık görmek zorundadır…

Eğer Türkiye, Osmanlı medeniyet modelini üreten ruhu, bizzat kendisi dünyaya sunabilecek kadar içselleştiremez ve geliştiremezse, Osmanlı’yı çökerten ulusçuluk gibi seküler projelerin, Türkiye’nin de çöküşünü hazırlaması ve hızlandırması önlenemeyecektir.”

Dikkat edin!

Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’nun, “Yüz yıllık parantezi kapatma zamanı”; Yusuf Kaplan’ın, “Türkiye’nin gücü, ‘fetih ruhu’nu harekete geçirebilmesinde gizli”; Eski milletvekili Süleyman Gündüz’ün, “Mazlum halkların ihalesini biz aldık”; Abdullah Kuloğlu’nun, “Arap Baharı’ndan Büyük Doğu’ya doğru!” çığlıklarında somutlanan neo-Osmanlı saldırganlığını belki de en iyi özetleyen TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı, AKP İstanbul Milletvekili Volkan Bozkır’ın, ‘Suriye’nin içişlerine karışılıyor’ eleştirilerine karşı çıkarak, “Türkiye geleceğe yatırım yapmıştır” demesidir.

Neo-Osmanlı saldırganlığı, doğası gereği müdahale çığırtkanlığıdır da.

“Nasıl” mı?

Örneğin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin kimyasal silahlarını teslim etmesi durumunda Suriye’ye harekât yapılmayacağını söylemesine tepki gösterip, “Kerry’nin kimyasal silahların teslimiyle ilgili sözleri ‘maalesef’ müdahale imkânını ortadan kaldırdı,” demesi gibi!

Örneğin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Suriye’deki bütün grupların ve oluşumların Türkiye’nin dostu olduğunu söylerken; “El Nusra da mı dost?” sorusuna maruz kalması gibi!

Örnekleri daha da fazla sıralamak gereksiz! Ancak ‘The New Left Review’daki makalesinde sosyolog Cihan Tuğal’ın, Ortadoğu’da Türkiye’nin rolü için “demokratik yeniçeriler” tanımlamasını yaptığını hatırlatarak ekleyelim: T.“C”nin “Yeni Ortadoğu Projesi”ndeki yeri belirlenendir. Bir başka deyişle, nihai kertede ne “bağımsızlığı” ne de “görece özerkliği” söz konusudur.

Neo-Osmanlı emellerinin Ortadoğu’daki arayışları, nihai kertede nafileyken; Suriye’deki savaşın Türkiye’ye etkileri toplumsal yapıdaki fragmantasyon ve polarizasyonu hızlandırmaktadır.

Ortadoğu, neo-Osmanlı emellerin arka bahçesi olacağa benzemezken; T.“C”, Ortadoğu oyununda bir bataklığa saplanmakla yüz yüzedir. Çünkü AKP’nin hesaplarının tutmadığı Suriye politikasının ağır bir bedeli vardır ve Erdoğan için de ağır bir baş ağrısı olacağa benzemektedir.

Kolay mı? Faik Bulut’un ifadesiyle, “AKP, Ortadoğu’da Batıya hizmet ediyor”ken; “Başbakan Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin dünyada yaratmış olduğu, siyasal İslâmla demokrasiyi bağdaştıran, reformist lider, Ortadoğu’da, özellikle Arap Baharı’ndan sonra ‘örnek ülke’, ‘yükselen güç’, ‘küresel oyuncu’ imajı, ‘Gezi Olayı’ ile yıkılmış. ‘Demokrat’ imajının yerini ‘Otokrat’ imajı, ‘Oyun Kurucu’ Türkiye’nin yerini olaylara seyirci Türkiye imajı almaya başlamış”[5] durumdadır artık…

Ayrıca ‘Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi’nin, Vladimir Avatkov ve Yuliya Tomilova imzalı analizinde Türkiye’nin “barışçı devlet imajından uzaklaştığı”nın altı çizilirken, “Ortadoğu ülkeleri ve Rusya için en büyük tehlike, Türkiye’deki iktidar partisinin artmakta olan dış politik hırslarıdır,” denildi.

Saptama doğru ve yerli yerindedir.

Ancak abartılı neo-Osmanlı emelleri şahsında T.“C”nin Ortadoğu ve özellikle de Suriye’ye ilişkin hesapları, biraz bölgeyi bilmemek, biraz da kimseyi dinlememekten yanlış ve karşılıksız çıkarak karaya oturdu.

Bu bağlamda da, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2013’de gerçekleştirdiği Washington ziyareti, ileride Türkiye’nin Suriye politikasında büyük bir kırılmanın yaşandığı bir ziyaret olarak hatırlanacaktır,” Sedat Ergin’in ifadesiyle…

Kolay mı? İsmet Berkan’ın, “Suriye konusunda Amerika ile büyük anlaşmazlık”ın altını defalarca çizdiği ufukta Cengiz Çandar da, “Türkiye’nin Suriye dosyası: ‘yine hüsran’…” notunu düşerken; Suriye politikası AKP Türkiyesi’ni Ortadoğu’da yalnızlaştırdı, hiçbir sürece müdahale edemez duruma iterek, izole etti…

Çünkü AKP hükümetin Ortadoğu politikasını bilgiden çok inanç/ fantezi ve saplantıya denk düşerken; Erdoğan-Davutoğlu’nun Suriye konusunda farklı saiklerle dönüp dolaşıp bir mezhepçi siyasete sırtlarını dayamış olmaları hem bölge hem Türkiye için çok büyük bir talihsizlik ve risk oluşturmaktadır…

Yani T.“C”, Ortadoğu’daki bir savaş ocağına, saldırganlık odağına dönüşmektedir.

Tarık Ali’nin, “Türkiye Suriye’ye asker göndermek dışında her şeyi yaptı. Türkiye’de kamplar kurdu, desteklediği gruplara silah gönderdi. ABD de söylemeyi sevmiyor ama Türkiye gibi onlar da bu işe karıştı,” notu eşliğinde işte bunun somut verileri:

i) Amerikan haber ajansı Associated Press Ürdün’ün Suriye sınırına yakın Mafrak kenti yakınlarında Suriye yönetiminden kaçmış 1200 üst düzey polis ve ordu yetkilisini barındırıldığı gizli bir kampı ortaya çıkardı. Dışarıdan kimsenin sokulmamasıyla Türkiye’deki Apaydın kampı örneğini hatırlatan alanda görevlilerin bile kalmasına izin verilmiyor…[6]

ii) Suriye’nin Lazkiye kentinde 27 Nisan 2012 gecesi muhalif güçler şişme botlarla denizden kıyıdaki bir askeri tesise saldırı düzenledi…[7]

iii) Adana ve Mersin’de, El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi üyelerinin evlerine düzenlenen operasyonda ele geçirilen ve sarin gazı olduğu iddia edilen malzemelerin antifriz olduğunun belirlendiği açıklandı. Ancak, uzman polislerin yaptığı operasyonda elde edilen ve anında sarin gazı olduğu belirtilen kimyasalın, Vali Hüseyin Avni Coş’un açıklamasının ardından antifrize dönüşmesi dikkat çekti…[8]

iv) İran’ın Fars Haber Ajansı, Türkiye’den Suriye’ye insani yardım adı altında silah gönderildiğini öne sürdü. Ajans, Suriyeli kaynaklara dayandırdığı haberinde bir silah yükünün Suriye’nin Rif İdlib bölgesindeki Serakib kentine gittiğini ve yükün üzerinde de “insani yardım” etiketinin bulunduğunu kaydetti…[9]

v) Büyük çoğunluğu Batı ülkelerinde faaliyet gösteren 47 Suriyeli örgüt ‘The Daily Telegraph’ ve Sabah’a verdikleri ilanla, AKP hükümeti ve Türk halkına teşekkür etti…[10]

vi) ‘The New York Times’ın 25 Mart 2013 tarihli haberine göre, Suriyeli muhaliflere silah ve ekipman ulaştırılmak üzere CIA desteğiyle Türkiye, Arap ülkeleri ve Hırvatistan hattında gizli hava köprüsü kurulduğu iddia edildi…[11]

vii) İsrail Ordu Radyosu, Fransa’nın Suriyeli muhalifleri Halep’in savunması için Türkiye ve Ürdün’de eğittiğini duyurdu. Habere göre, Türk savunma yetkilileri de destek veriyor…[12]

viii) ÖSO ağır silah talebi için Fransa ile İngiltere AB ülkeleriyle görüşmeler yaparken, ‘The New York Times’, CIA’nın Türkiye üzerinden “isyancılara” silah sevkiyatı yaptığını yazdı…[13]

ix) Irak’ın Suriye sınırında militanlara ait iki kampta Türk silahları bulundu… Irak güçlerinin “Suriye sınırı çevresini Sünni terör gruplardan temizlemek gerekçesiyle” El Anbar çevresinde başlattıkları operasyonda yakalanan El Kaide militanları ve onlarla işbirliği yapanların ellerinde Türk yapımı silahların olduğu öne sürüldü…[14]

x) Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) internet sitesinde yer alan iletişim bilgileri Türk kamuoyunu karıştırdı. Zira sitede ordunun ana üssü Hatay olarak belirtilirken, Türkiye hatlı bir telefon numarası ve e-postadan oluşan açık iletişim bilgileri yer alıyor…[15]

xi) BM ve Arap Birliği özel temsilcisi Kofi Annan, Askeri çözümden yana davranan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın muhalifleri, İran ve Rusya’nın da Esad rejimini destekleyerek krizin derinleşmesine yol açtıklarını vurguladı…[16]

SADECE “SURİYE” OLMAYAN SURİYE

Görmeyen, bilmeyen yok: T.“C”nin de doğrudan müdahili olduğu Suriye artık sadece Suriye değil…

XXI. yüzyılın soğuk savaşının merkez üssü olan Suriye’de, iki yıldır bir iç savaştan söz edilse de, yaşanan bir iç savaşın ötesinde bölgesel ve uluslararası güç mücadelelerinin iç içe geçtiği bir paylaşım savaşıdır.

Başını ABD emperyalizminin çektiği paylaşım savaşında ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Suriyeli muhalifleri eğittiklerini” söylerken; Cumhuriyetçi senatör Ileane Ros-Lehtinen’in, “Suriye savaşının finansmanının nasıl karşılanacağı” sorusunu da, “Suriye’ye müdahalenin finansmanını Arap devletleri üstlenecek,” diye yanıtlamaktadır!

‘The New York’ Times’a göre, ABD Merkezi Haberalma Teşkilâtı (CIA), Arap hükümetleri ve Türkiye’nin, Suriyeli muhaliflere askeri yardımını eski bir Amerikalı yetkili, “silah çağlayanı” diye nitelerken; ‘The Washington Post’ da CIA’nın Türkiye’de Suriye sınırı yakınındaki “gizli üsleri” kullandığı açıkladı.

ABD, Suriye’de muhaliflere doğrudan silah yardımını Türkiye ve Ürdün üzerinden gerçekleştirirken; ABD, Britanya ve Fransa, Suriyeli muhalifleri Ürdün’deki iki kampta eğitiyor.

Yine ‘The Washington Post’un, Amerikalı yetkililer ve Suriyeli kaynaklara dayandırdığı haberine göre, CIA Suriyeli muhaliflere “ölümcül yardım” sevkıyatına başladı.

Ayrıca CNN’in “özel” haberine göreyse, CIA, Libya’da bulunan karadan havaya füzeleri Türkiye üzerinden Suriye’ye kaydırma çalışmaları yapıyor.

Bunlar “Suriye’ye demokrasi götürmek”(?) için(!) yapılıyor…

Kolay mı? “Suriye’ye de demokrasi, özgürlük getireceğiz,” “kimyasal silah kullanmanın bir bedeli olmalıdır” diyen Obama ve ABD’nin Irak’a da benzer gerekçelerle açtığı savaşın sonuçlarına bakarsak, Suriye’ye açılacak savaşın sonuçları da şimdiden çok net şekilde görülecektir. Irak’ta 9 yılın sonunda tespit edilen bazı sonuçları anımsayalım. İşte sonuç: i) 2.5 milyon evsiz barksız; ii) 4 milyon yetim çocuk; iii) 2.5 milyon ölen Iraklı; iv) haber alınamayan 800 bin insan; v) hapislere doldurulan 300 bin kişi; vi) ve 4.5 milyon göçmen…

Alın size “demokrasi ihracı”nın verileri! Ama iş bununla da sınırlı değil…

İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bigdeli’ye bile, “Suriye’den ‘yeni Afganistan’ doğar,” dedirten tabloda ‘The Guardian’, bol paralı, iyi silahlı Nusra’nın, çok sayıda isyancıyı, ÖSO saflarından kendi saflarına çekmeyi başardığını yazıyor.

Nusra Cephesi’nin ‘Gaz Emiri’ lakaplı komutanının öngörüsü uyarınca, “Beşşar düştükten sonra ÖSO üçe bölünür. Bazıları eski hayatlarına döner, bazıları şeriatı tesis için bize katılır ve üçüncü parça Sehva’ya dönüşüp bizimle savaşır,” denilirken; Suriyeli muhaliflerin Ürdün üzerinden silahlandırılmasına paralel olarak Lübnan sınırında Hizbullah (Allah’ın Partisi) ile ÖSO arasında çatışmalar yaşandı.

Ayrıca Şam’da yaşayan Suriyeli muhalif Anas Joudeh, “İslâmcılar çoktan Talibanvari toplum inşasına başladı,” derken; Suriye’deki muhaliflerin lideri George Sabra, kendilerine İslâmcıların destek verdiğini açıklıyor.

Uzun bir süre Irak’ı kendine ana üs seçmiş olan El Kaide, burada hedefine ulaşamayınca Suriye’ye taşındı ve epey mesafe kaydetti. Eğer Türkiye dahil, Suriye’nin komşusu ülkeler isteseydiler bu gelişmeyi engelleyebilirlerdi. Ancak Beşşar Esad rejiminin bir an önce yıkılmasını istedikleri için olsa gerek El Kaide’nin hemen kapılarının dibine yerleşmesine fazla ses çıkarmadılar.

El Nusra Cephesi 10 Nisan 2013 tarihinde yaptığı açıklamayla El Kaide lideri Eyman el Zevahiri’ye bağlı olduklarını duyurdu. El Nusra lideri Ebu Muhammed el Cevlani’nin 9 Nisan 2013 günü Irak’taki El Kaide örgütünün kendileriyle aynı çatı altında oldukları yönündeki açıklamasına onay vermemesi ise dikkat çekti.

Radikal İslâmcı etkinlik giderek vahşete dönüşürken; Reuven Merhav’a göre, “Suriye’de Esad’ı öldürme vakti”[17] çığlıkları eşliğinde vahim kareler karşımıza dikiliyor…

Birkaç örneği hızla sıralıyorum:

i) ‘The New York Times’, internet sitesinde, Suriye’de İslâmcı muhaliflerin 7 askeri infaz ettikleri görüntüleri, yayımladı. 300 kişilik bir gruba komuta eden Abdülasamed İsa, Allah adına ilk askerin başına kurşunu sıkmadan önce, intikam alacaklarını söylüyor, ardından video için poz veren adamları da diğer esirlerin başına kurşun sıkıyor…[18]

ii) Suriye’den gelen vahşet haberlerine 13 Mayıs 2013 tarihinde muhalif güçlerin bir komutanının Suriye ordusundan bir askerin cesedini doğraması da eklendi. 12 Mayıs 2013’de internete yüklenen bir videoda muhalif cepheden Faruk Tugayları kurucularından Ebu Sakkar, ölmüş askerin cesedinin yanında “Allah’a yemin ederim ki Beşşar’ın köpekleri, sizin kalplerinizi, ciğerlerinizi yiyeceğiz” diyor…[19]

iii) Halep kentinde El Kaide ile bağlantılı dinci bir grup, “dine aykırı yorumlar yaptığı” gerekçesiyle 9 Haziran 2013 günü 15 yaşındaki bir çocuğu idam etti. İnfazı ailesinin gözleri önünde gerçekleştirilen Muhammed Kataa adlı çocuğun yüzünden ve boynundan vurularak öldürüldüğü belirtildi…[20]

iv) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye krizine çözüm bulmak için toplanmak istenen Cenevre Konferansı’nda, Esad askerinin ciğerini yiyen “yamyam” muhalif görmek istemediklerini söyledi…[21]

v) Suriye’de 87 kişinin öldüğü Halep Üniversitesi saldırısını üstlenen olmazken uzmanlar radikal İslâmcı El Nusra Cephesi’ne işaret ediyor…[22]

vi) SANA ajansının haberine göre, 12 Mart 2013 günü Şam yakınlarında Haresta bölgesinde saldırganlar yuva çocuklarının içinde bulunduğu servis aracına ateş açtı. Saldırıda bir çocuğun yaşamını yitirdiği, 9 çocuğunsa yaralandığı belirtildi…[23]

vii) Suudi Arabistan istihbarat şefi Prens Bender bin Sultan’ın yürüttüğü bir operasyonla Suriye’nin en büyük şehri Halep’in kontrolü için savaşan isyancılara ağır silahlar temin etti. DEBKAfile’ın istihbarat kaynaklarına dayandırdığı habere göre, Sırbistan, Bosna, Hırvatistan ve Kosova’da tomarla parayla silah bulmaya çıkan Suudi görevliler, Rus yapımı çok namlulu roket fırlatıcı MLRS ve 70 kilometre menzilli topçu roketi aldı…[24]

viii) Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, Katar’ı her terörist ailesine 10 bin dolar vermekle suçladı…[25]

vix) Press TV’nin internet sitelerinde yer alan haberde Fransız ve Türk istihbarat servislerinin Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ve Şam rejiminin önde gelen isimlerine yönelik suikast planları yaptığı iddia edildi…[26]

Bunlar olurken; ortada savunmasız halka karşı işlenen bir savaş suçu var!

BM ‘Uluslararası Bağımsız Suriye Araştırma Komisyonu’nun raporunda, hem Şam yönetiminin hem de muhaliflerin bir dizi savaş suçu işlediği belirtilirken; bu gerçeği doğrularcasına Suriye muhalefeti, yaşanan iç savaşta sivillere karşı işlenen suçların araştırılmasına yönelik artan uluslararası talepler doğrultusunda, komutan ve askerlerine uluslararası insan hakları ve savaş hukuku alanında eğitim vermeye başladığını açıkladı!

Oysa bu gibi “pansumanlar” sivil Suriyeli’lerin maruz kaldığı trajediyi gizleyip, tolere edemez… Örneğin ‘Uluslararası Kurtarma Komitesi’ (IRC) örgütü, ‘Suriye: Bölgesel Bir Kriz’ başlıklı raporunda, Suriye’deki krizin tüm Ortadoğu’yu sarsan bir insani krize dönüştüğünü belirterek, ekledi:

“Suriye’de artık tecavüz bir savaş ve yıldırma tekniği… Evinden olan 1.5 milyon insanın çoğu tecavüz kurbanı!”

Devam edelim: ‘BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ ve UNICEF, Suriye’deki çatışmalardan kaçmak zorunda kalan çocukların sayısının bir milyona ulaştığını ve iki milyon çocuğun da ülke içinde göç etmek zorunda kaldığını açıkladı. BM, Suriye’den kaçanların yarısını çocukların oluşturduğunu söylüyor. Bu çocukların dörtte üçü ise 11 yaşın altında…

Suriye yakılıp, yıkılarak yağmalanıyor!

“Halep’te çok sayıda fabrika yağmalandı, makineler yurtdışında satıldı. Bazı işadamları yağmadan korumak için fabrikalarını Mısır ‘a taşıdı. Kimi malları çalıp satarken kimileri dağıttı.”[27]

İş bunlarla sınırlı değil; daha fazlası söz konusu…

“Suriye’deki iç savaştan kaçarak önce Urfa’ya ardından da İstanbul’a gelen ailelerin yaşadıkları fakirlik ve verdikleri yaşam mücadelesi yürek burkuyor.”[28]

“Suriyeliler savaşın acı yüzünden kaçtılar, belki hayatlarını kurtardılar ama bu kez sefil bir yaşamda tutunmaya çalışıyorlar.”[29]

“Savaştan kaçıp Türkiye’ye göç eden Suriyeli sığınmacılara kimse sahip çıkmıyor. Parkta, kömürlükte, pansiyonda, dükkânlarda barınmaya çalışan Suriyeli sığınmacılar, günlüğü 15-20 lira karşılığında duvar boyacılığı, temizlikçilik yapıyor; yetmiyor, çocuklarını dilenmeye gönderiyor. Kocası Suriye’de kalan kadınlarsa, son çare olarak fuhuşa yöneliyor.”[30]

Evet Suriye’deki çatışmalardan kaçarak Hatay ve Ceylanpınar’a sığınan binlerce kadın ve çocuk, insan tacirlerinin tehdidi altında. 28 Şubat 2013’de açıklanan iki rapora göre, kamplarda kalan genç kadınlar para karşılığı, yaşça kendilerinden büyük erkeklere satılıyor.

Taciz ise yine gündemde: 13-14 yaşında kız çocuğu olan aileler kampları güvenli bulmadıkları için ev tutuyor ve 20-21 kişi bir odada yaşamaya razı oluyor.

Mülteci genç kızlar Ürdün’de para karşılığı seks için satılıyor. BBC’nin haberine göre mültecilerden 18 yaşındaki Kazal, 50 yaşındaki Suudi Arabistanlı bir adamla 3 bin 100 dolar karşılığında evlendiğini, ancak evliliklerinin sadece bir hafta sürdüğünü anlattı.

Nihayet iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan binlerce Suriyeli, hayatlarını sürdürebilmek için tarlalarda işçilik yapıyor. Günlüğü 23 liradan mısır toplayan Suriyeliler arasında öğrenci de var, öğretmen de…

Amik Ovası’nda tarlalarda çalışan Suriyelilerin büyük bölümü aylar önce Türkiye’ye gelip sınır kentlerde ve yakın köylerde ev kiralamış, kamplarda kalmayan orta gelir seviyesinden insanlar. Gün geçip çatışmalar sürdükçe memleketlerine dönemeyen ve tarlalarda işçilik yapmak zorunda kalan Suriyeliler günlüğü 25 liraya çalışıyor. Aldıkları paradan 2 lira “Çavuş” olarak anılan tarlalardaki işi ayarlayan kişilere kesiliyor.

Sabah 06.30’da başlayan tarla mesaisi 16.30’a kadar sürüyor. Mısır ve pamuk tarlalarındaki Suriyelilerin başında bulunan Çavuşlar, işçilerle günlük çalıştıklarını söyledi. Reyhanlı ilçesindeki köylerde ev kiralayan Suriyelilerin, zor şartlarda kaldıklarını belirten Çavuşlar, “Çoğu kısa sürede dönmek için gelmiş. Burada 100 liralık bir iki odalı evler onlar gelince 400-500 liraya çıktı. Evlerde köylünün oturmadığı boş binalar. Aynı evde onlarca Suriyeli birlikte kalmaya başladı,” dediler.[31]

Tüm bu yıkım ve zulüm silah tüccarlarına, emperyalist saldırganlara kâr olarak dönüyor!

Örneğin batılı ülkelerin Suriye’ye müdahale edeceğine dair artan beklentiler, silah ve savunma sanayi şirketlerinin hisselerinde yukarı yönlü ciddi bir hareket yaşanmasına neden oldu.

2013 Haziran’ında başlayan müdahale beklentisi, savunma şirketi hisselerini takip eden ‘PowerShares Aerospace and Defense’ borsa yatırım fonuna yüzde 7.46 değer kazandırdı. F-35 Lightening, F-22 Raptor gibi savaş uçaklarıyla JASSM füzelerini üreten Lockheed Martin hisseleri 10 Haziran’da yüzde 15.25 değer kazanarak savunma sanayindeki yükselişin öncüsü oldu.

ABD’nin uçak gemilerinin ve B-2, B-117 hayalet uçaklarının üreticisi olan Northrop Grumman hisse fiyatı 3 ayda yatırımcısına yüzde 11 getiri sağladı. Suriye’de hedefleri vurmakta kullanılması planlanan Tomahawk füzelerinin üreticisi General Dynamics hisseleri de aynı dönemde yüzde 6.89 değer kazandı. Sikorsky helikopterlerinin üreticisi United Technologies’in de 3. çeyrek getirisi yüzde 9.24 oldu. F-18 uçaklarının üreticisi Boeing’in hisseleri de yüzde 3.49 yükseldi.

Ne yazıktır ki “kimyasal” tartışmaları arasında bu gerçekler göz ardı ediliyor.

Hayır, kimyasal kullanımı ve katliamını “es” geçiyor falan değilim!

Ömer Ağın’ın, “Baas rejimlerini destekleyenler, sol adına konuşabilir mi?” sorusunu dillendirdiği düzlemde hem emperyalist savaş çığırtkanlarına, hem Esad rejimine ve hem de Suriye’de İslâmiyet adına işlenen katliamlara, kimyasal saldırılara karşı çıkmalıdır.

Şu veya bu biçimde Esad ile Baas da, İslâmcılar ile emperyalistler de kesinlikle desteklenmemelidir. (Önce de, bugün de, sonra da… Aklımdayken Ömer Ağın’a hatırlatayım: Esad ve Basçılar ile ilişki/ destek sadece bugün değil, geçmişte de yanlıştı değil mi?)

Bu düzlemde John Berger’in, ‘Irak Dünya Mahkemesi’ndeki, “Suçlar unutulmamalı, belgelerini, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Çünkü suçluların ilk işi bunları yok etmektir. Bu efendiler yalnızca masumları katletmekle kalmaz, hafızayı da yok ederler. (…) İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan HAYIR diyecek,” haykırışı unutulmadan ekleyelim:

Robert Fisk’in işaret ettiği gibi, “Ortadoğu’da gaz kullanan ilk ordu İngilizlerdi, 1917’de Sina’da Türklere karşı…”[32]

Ayrıca “Gaz kullanımıyla ilgili tereddütleri anlamakta güçlük çekiyorum. Oysa biz Barış Konferansında gazı sürekli bir savaş yöntemi olarak kesin karara bağladık. Şahsen uygar olmayan halklara karşı zehirli gaz kullanılmasına açıkça taraftarım,”[33] diyen Winston Churchil’in haykırışını nasıl unuturuz/ unuttururuz?

Bir şey daha: Beşar Esad’a 2013 Ocak ayına kadar kimyasal silah yapımında kullanılan maddeleri İngiltere sattı… ‘The Sunday Mail’e göre, Londra, 2013’e kadar sinir gazı yapımında kullanılan potasyum florid ve sodyum florid gibi maddeleri Suriye’ye ihraç etti…[34]

Bunların yanında Askeri amaçlı kimyasal silahları 1980’lerde Irak’a veren de Wasington’du. Bu gerçeğin ortaya çıkmaması için Kongre sürekli baskı altındaydı. “Küba kimyasal silah üretiyor” yaygarası sırasında Havana’ya giden eski Başkan Carter her yeri dolaşıp bunun hiçbir izini görmediğini açıklamıştı. Eski Rodezya’daki ırkçı Ian Smith iktidarına siyah yerlilere karşı kitlesel olarak kullanılabilecek mikropları sağlayan Afrika’da görevli özel ABD askerlerinin hizmetindeki Dr. Steven J. Hatfill’di. Bulaşıcı dang hummasını 1981’de Küba’ya sokan CIA’ydı…

Örnekleri keselim. Bu gerçeklere eğilen Ken Lawrence, Bob Lederer, Meryl Nass, Nicholas Kristoff, Jack Colhoun, Ellen Ray, William H. Schaap, Richard Hatch, A. Namilka ve Tod Ensign gibi Amerikalı yazarlar vardır. Gerçek şu ki, kimyasal silah yapımının ve kullanımının öncüsü ve uygulayıcısı ABD’diydi…[35]

Nihayet Tarık Ali’nin ifadesiyle, “Irak’ta, 2004 yılında Fallujah’da beyaz fosfor kullananın ABD olduğunu biliyoruz; ki orada Iraklıların kanından başka bir kırmızı çizgi çekilmemişti…”[36]

Malumun ilamı üzere burjuva uygarlığı yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart güzergâhında yol alıyor her zaman ki gibi…

Bu madalyonun bir yüzü; ötekine gelince: Kimyasal silahların Suriye muhalefetinin elinde olduğu gerçeği de gölgeleniyor!

Bir süre önce ÖSO, kimyasal silah üretip bununla rejimin merkezlerini vurabileceğini duyurmamış mıydı?[37]

DEBKAfile sitesi, Suriye’de El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi’nin iki kimyasal silah deposuna yaklaştığı duyurmamış mıydı?[38]

Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitaliy Çurkin, Sarin gazının ÖSO militanları tarafından kullanıldığının tespit edildiğini açıklamamış mıydı?[39]

BM, Suriyeli muhaliflerin sarin gazı kullandığını gösteren bulgulara ulaştığını duyurup, BM yetkilisi Carla del Ponte, “Suriye’deki şiddet olayları kurbanlarının ifadeleri, muhaliflerin sinir gazı (sarin) kullandığını gösteriyor” dememiş miydi?[4]

El Kaide’nin kimyasal silah sabıkası savcılık iddianamesine girip, 2013 Mayıs ayında Adana’da yapılan El Kaide operasyonunun ardından savcının hazırladığı iddianamede, Al Nusra ve Ahrar-ı Şam örgütlerinin Türkiye’den büyük miktarda sarin gazı ile kimyasal silah yapımında kullanılan madde temin etmeye çalıştığı belirtilmemiş miydi?[41]

Tüm bunların ışığında Patrick Cockburn’un, “Suriye’de kimyasal propaganda savaşını aklınızda tutun”[42] uyarısı “es” geçilmemelidir!

Suriye’de Esad’ın alternatifi İslâmcı, ABD uşağı muhalefet değil ve olamaz da!

Şu iki somut örnek bile her şeyi aydınlatmıyor mu?

Birincisi: Suriye’de etkin muhalif gruplar arasında da şiddetli çatışma, rekabet ve adam kaçırma olayları yaşanıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Halep kentini büyük oranda elinde bulunduran El Kaide bağlantılı muhalif yapılanmalardan ‘Yargı Konseyi’, diğer bir silahlı grup olan ‘Guraba el Şam’ı Halep’in sanayi bölgelerini yağmalamakla suçladı. İki grup arasında çıkan çatışmalarda ise en az 4 kişi hayatını kaybetti… [43]

İkincisi: Muhalif kaynaklar, Esad karşıtlarını silahlandıran ülkelere, şimdiden iş anlaşmaları için söz veriyor… Suriye’ye Türkiye üzerinden silah gönderildiği yönünde yeni tanıklıklar ortaya çıkarken, muhaliflere silah sağlayan ülkelere, şimdiden iş anlaşmaları için söz verildiği bildirildi.

Reuters ajansına konuşan bir muhalif kaynak, silahlar için ödemelerin, çatışmalar sona erdikten sonra Suriye’nin yeniden inşasında rol alacak ülkeler tarafından yapıldığını, bu ülkelerin, şimdiden anlaşma sözü verilerek ödüllendirildiğini söyledi…[44]

Burada durup, Kürtler’in Rojava’sına geçiyorum…

YAZININ DEVAMI İÇİN LİNGE TIKLAYIN

http://rojnameyanewroz2.com/ortado%C4%9Fu_yeniden_bi%C3%A7imlen(diril)irken%E2%80%A6_2*___temel_demirer-haberi-TR-199-4.html#.UnO4iXCndu8

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights