Çağdaş devlet teorisinin kurucu ilkesi olarak benimsenen sözleşme devleti, kökeni ve işlevi bakımından rasyonelleştirme fonksiyonu görmesinden öte, politik problemlerde meydana gelmiş ciddi değişiklikleri yansıtmaktadır. Devleti sözleşme bakımından önemli kılanda bu farklılığıdır.
Heybet Akdoğan / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
İnsanların çokluğu ve devletin birliği arasındaki ilişkinin bu politik problemi, modern devlet sisteminde herkesin herkesle, herkesin egemen devletle sözleşme fikri olarak, çelişkilerini güncelleyen sistem problemi olarak varlığını sürdürmektedir.
Tarihsel olarak imparatorluk devletlerinden, tanrı devletlerine kadar, dünyevi ve tanrısal devlet modellerinde, otoritenin birliğinin temsil ettiği çoğunluk karşısında sarsılması, modern dünyamızdaki devlet anlayışını sözleşmeli devlet biçimi olarak sistemleştirmiştir. Fakat devlet temelinin egemen bir güç üstüne inşa edilmesi, tek ve çoğunluk arasında devletin erk yapısından beslenip büyüyen, hiyerarşik devlet mantığını yok edememiştir. Bu nedenle sözleşmeli çağdaş devlet anlayışının, politik devlet teorileriyle bağlayıcılığının kurulması, yöneten devlet sisteminin işleyiş mekanizmasıyla sinerjileşmiştir.
Devlet sisteminde oluşan bu politik gücün toplum ve devlet arasındaki sözleşmeye gerekli memnuniyeti sağlayamaması, çağdaş devlet sistemi içinde de yeni bir yönetim ihtiyacının doğmasını zorunlu kılmıştır. Devlet, birey ve toplum arasında önceden mutabık olunmuş sözleşme gereğinin bir müddet sonra devletin iktidar baskısı altında ezilmesi, bireyin ve toplumun bütün temel haklarını baskılaması, modern devletin bir demokratik devlet oluşu inancını zamanla boşa çıkarmıştır.
Devletin birliğinin insan çokluğunun dışında yasal bir otoriteye dönüşerek özüne ulaşması, çokluğun içinden çıkan devletin, çokluğu tekleştirmesiyle kendi kurumlarını tesis etmiştir. Bu bakımdan devlet ve toplum arasındaki toplum sözleşmeleri, demokrasi teorileri olarak, pratikte toplum ve devlet arasındaki uzlaşmaz birliğin devamlılığıdır.
Devletin bu kurucu sözleşmenin bir sonucu mu yoksa bir koşulu mu olduğu, devletin aslında bir varsayım olduğuyla ilgili soruları akla getiren çelişkilerin bütünlüğünü oluşturmaktadır. Devlet ve toplum arasındaki sözleşmenin, herkesin herkesle ve egemen sistemle olan hak taleplerini karşı karşıya getirmesi, devlet ve toplum arasındaki demokrasi talebini hem gerekli kılan hem de devletin toplumdaki çıkarlarını sekteye uğratan, yönetim biçimini gerileten ciddi çatışmanın neticesine dönüşmektedir. Bu yüzden en demokrat olarak bildiğimiz iktidar yöneticilerinin dahi demokratik yönetimi, bir perspektiften öteye somutlaşmamaktadır.
Bu gerçekle bağlantılı olarak devlet ve toplum sözleşmesinin ana nedeni olan demokrasinin toplum aklında bir varoluş pratiğine dönüşmesi, toplumun aslında devletsiz bir şekilde yaşamasının toplumun devletten arzuladığı demokrasi sözleşmesinin toplumun doğal statüsünde var olduğunun kanıtlanmasıdır.
Toplumun doğal düzeninin toplumun elinde olması, toplumsal alanda bir gereklilik olan devlet sisteminin toplumun doğal fonksiyonlarıyla kendiliğinden varoluşudur. Bu şekilde doğal bir oluşumla devletin toplum üstünde değil, toplumun yaşam pratiklerinin içinde işleyen mekanizmasının yine toplumsal kolektif enerjiyle işlemesi yaratılan kolektif toplumsal yapının egemen bir güç oluşturmadan iktidarsız bir yönetim biçiminin şekillenmesinin sağlanmasıdır. Bu yüzden modern devletlerin varlığı ‘bir’in yani egemenliğin altında yaşayan kalabalığın, ‘bir’ olan egemenin varlığı için yönetilip yaşatılması demek olduğu için, kadim devletlerden günümüz modern devletlerine kadar, demokrasinin devletle bütünleşmediği bilimsel bir doğrudur.
Modern devletlerde, demokratik toplumsal hareketlerin tüm çabalarına rağmen, devlet yönetiminde demokrasinin güçlenmesi yerine iktidarın güçlenmesi kaynağını devletin varlık biçiminden almaktadır. Modern tarihimizdeki demokratik toplumsal isyanların en sonunda monarşiyi güçlendirmesi bu sebepledir. Fakat toplumsal gücün dinamik ve sonsuz olması stratejik bir kaynak işlevi görmektedir.
Devlet ve iktidar hiyerarşisiyle sürekli karşılaşan toplumsal yapının tarih boyunca kaderini nispi bir biçimde kendi içinde yarattığı özerklikle soyut ama bir o kadar gerçeğe yakın yaşama arzusu toplumun iradesini iktidar ve kendi arasında uzlaşmış görünen çatışmalarla sınırlandırmıştır. Tarihsel ve toplumsal koşullar bu yönde devlet lehine gelişirken devlet ve iktidar çatısı altında yaşamaya çalışan toplumlar devlet tarafından uygulanan idari ayrışımlarla, totaliter sistemin derinleşen sosyolojisi olmuşlardır. Ki bu sosyolojik olguyla birlikte, modern çağın toplum bilimi (sosyoloji)nin toplumsal yönetimi salt teknik bir konu olarak ele alması bu yüzdendir.
Modern devlet ekollerinin ve onun bir parçası olan sosyolojinin tarihten günümüze kadar devlet ve toplum ilişkisini mitolojilerden, filozoflardan beslenerek bilimselleştirip toplumu mekanik bir işleyiş olarak değerlendirerek toplum mühendisliği denilen bir metodu geliştirmesinin başlıca hatası bu yöntem anlayışındandır. Bunun neticesinde günümüzde devlet ve toplum arasındaki sözleşmenin, soyut bir demokrasi gerçekliğinden öteye bir hakikatinin olmaması, kapitalist diktatöryanın egemenliği içinde gelişen, toplumsal beklentilerin erk ve iktidar çıkarlarıyla harmanlanmasından ve bu iç içeliğin toplumsal bir bilim yöntemi olarak, toplumu eğiten bir otorite olarak kabullenilmesinden dolayıdır.
Bilim, iktidar ve yönetim arasındaki kopmaz ve çıkarcı ilişkinin birlikteliği bu yüzdendir. Bu nedenle devlet ve toplum sözleşmesinin olması gereken neticesi olan demokrasinin, toplumsal yönetimde bir özyönetim modeline dönüşmemesi, mevcut iktidar gücünün daha berraklaşmamış toplumsal yönetim hedefinden aldığı güçten kaynaklanmaktadır.
Yönetim ve demokrasi sorununun toplumsal hafızada devletin şiddet araçlarıyla bastırılması her ne kadar toplumsal bilinci zedelese de insanlık tarihimizden bugünümüze kadar toplumsal sarsıntıların tümünün daha olgunlaşmış bir toplumsal hafızayı güçlendirdiği tarihsel bir gerçektir. Tarihsel olan bu olgunun doğruluğundan yola çıkarak, devlet ve toplum sözleşmesinin bütün çelişkilerine rağmen toplumsal bilincin de kendini yenileyerek var olması, doğa ve toplum yasasının nesnel gerçekliğidir. Nitekim devlet ve toplum arasında cereyan eden tüm çatışmalar demokratik eylemlerin pratikleşmesinde gelişen rasyonel süreçtir.