“Ben Ermeni’yim.
İyi bir Ermeni’yimdir.
İyi de solcuyumdur.
İkisi bir arada olunca
belasındır sen bu ülkede.”[1]
3 Şubat 2014’de Enver Aysever’in, ‘Aykırı Sorular’ programına katılan, “best-seller”ci yazar Ayşe Kulin’in, “Ben Ermenileri çok severim ama o bir tehcir olayıdır. Savaşta yaşanmış bir olaydır. Savaşta yaşananlara soykırım demek zor! Yahudilerinki gibi gidip durup dururken biz onları kesmeye başlamadık”; ya da 5 Ağustos 2014 gecesi NTV ile Star’ın ortak yayınında Tayyip Erdoğan’ın, “Bana Gürcü dediler. Çıktı bir tanesi affedersin, çok daha çirkin şeylerle, Ermeni diyen oldu,” diyebildiği lanetli milliyetçilikle zehirlenmiş bir iklimde, 19 Ocak 2007’de katledilmişti Hrant Dink…
2015 Hrant’ın katledilmesinin sekizinci yılı ve aynı zamanda Ermenilerin bu topraklarda varlıklarının ortadan kaldırılması için düğmeye basılmasının 100. yılına denk düşerken; Çağlayan Adliyesi’ndeki açıklamada Hrant’ın Arkadaşları, “Kaçıncı baharda adalet gelecek?”[2] diye haykırırken; yüksek sesle telaffuz etmekte yarar var: “Bu ülkede Ermeni öldürmek hâlâ ödüllendirme nedenidir”![3]
Hrant taammüden işlenmiş bir “Milli mutabakat cinayeti” kurbanıdır; “Katillerin korunması bundandır. Katil devlet dememiz de bundandır.”[4]
* * * * *
Hrant’ın taammüden işlenmiş bir “milli mutabakat cinayeti”nin kurbanı olması yanında; “suç” ise kolektiftir.
Markar Esayan’ın, “Öyle mi, değil mi bilemem… Bildiğim bu konuda yedi yıldır ‘karartma’ dışında hiçbir şey yapılmadığıdır. Dink konusunda siyasetten yargıya kadar çok ciddi bir özeleştiri yapmanın ve harekete geçmenin zamanı gelmiştir. Bu kir ancak adaletle temizlenir,” diye ifade ettiği “ama”sı, “fakat”ı çok “temizleme”(?!) önerisine ilişkin olarak; Rober Koptaş’ın, “Başbakan, ‘Hiçbir cinayet Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak,’ diyordu ama kendisi karanlık dehlize dönüştü,” anımsatmasıyla birlikte; Kansu Yıldırım’ın, “Hrant’tan BDK’ye/ HDP’ye uzanan suikastların anatomisi” göz ardı edilmezse; katilden “adalet” beklemek yanılgısına düşüldüğü net biçimde görülebilir.
Kimse inkâra kalkışmasın: Kimilerinin “Derin (denilen) Devlet’i tasfiye ediyor” diye baş tacı ettiği AKP/ Erdoğan, Hrant cinayetini ört bas etmek için hâlâ top çevirmekle meşguldür.
Tam da bu noktada “Türkiye’de işlenen faili meçhul cinayetlerin perde arkasındaki güç odaklarını araştırmaktan giderek uzaklaşan, derin devlet ilişkileri bitmiş gibi davranan, soru sormayan bir medyaya doğru yol alıyor olabilir miyiz? Ya da şöyle soralım; yıllar içerisinde edindiğimiz o derin tecrübeyle, arkasında büyük karanlık güçlerin olduğu cinayet davalarının hiçbirinden sonuç alınamamasından dolayı araştırmacı gazetecilik ölüyor mu?” sorusunu cesaretle dillendiren Belma Akçura’nın, “Bilmiyoruz. Ancak görünen o ki; Dink cinayeti davası giderek kendi etrafında dönmeye başladı,” saptaması; Hrant cinayeti ile T.“C” patentli labirent arasındaki ilişkiyi de yeterince net olarak ortaya koymuyor mu?
* * * * *
Hrant’ın “Ne” yaptığını ve “Kim” olduğunu biliyorsanız; ortada bir soru(n) yoktur! Çünkü “Hrant’ın katillerini iyi bilebilecek” kadar tarih bilgisine sahipsiniz demektir!
Ama yine de birkaç şeyi hatırlatmadan geçmeyeyim: “Ya ben tehlikeyi çok sevdim ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum…” Hikâyesini böyle özetleyen Hrant Dink, isminde (Ermenice ‘hur/ ateş’, ‘yerant/ canlılık’ deme) ‘ateş’ ve ‘can’ı isminde buluşturan biriydi.
Sivaslı Gülvart ile Malatyalı Serkis’in ilk oğluydu. Malatya’nın dışına doğru mahallerden birinde, Çavuşoğlu’nda doğdu.
Huzursuzluğun bitmediği evden daha büyük bir şehre, İstanbul’a göçtüklerinde yedi yaşında. Kumkapı’da dayısının yanında yeni bir hayata başlayacaklar, yine huzursuzluk bitmeyecek… Biri 2, biri 5 yaşındaki iki çocuğun 7 yaşındaki ağabeylerinin peşine takılıp isyan ettikleri olayın sebebi de bu. Dink’in ileride nasıl çevresini sarıp sarmalayacağının belirtisi de bu yaşanan zaten:
“Ne olduysa artık, birden yokuştan aşağı koşmaya başladım. Kardeşlerim de yanımda. Kumkapı sokaklarında bir aşağı bir yukarı koştuk, koştuk, koştuk… Sonunda polis buldu bizi. Kumkapı’daki balıkçı barınağında. Bir balıkçı sepetinde. Üçümüz birbirimize sarılmış, uyumuşuz.”
Balıkçı sepeti olarak anlatılan hikâyenin sonunda Gedikpaşa Yetimhanesi var. Adı yetimhane olsa da Gedikpaşa Dink’in ileride ‘yuva’ dediği yer. Gedikpaşa yıllarında, Dink’in hayatının en önemli duraklarından Tuzla Yetimhanesi’nin de temelleri atılacak. Gerçekten temel atmak, kanla terle: “İlkokul iki ile beşinci sınıflar arasında okuyan çelimsiz öğrencilerdik. Ve kazmaya başladık önce. Kazdık, Kızılay çadırlarımızın çubuklarını diktik; kazdık, fidan diktik; kazdık, kuyu açtık. (…) İşte böyle kurduk Atlantis uygarlığımızı.”
Dink’i anlatırken, insan neye yer vereceğini şaşırıyor. Yine de hayatının en önemli kırılmalarının yaşadığı Tuzla Yetimhanesi’nin kapatılmasını anlatmamak olmaz:
“Sekiz yaşında gittim Tuzla’ya. Tam 20 yıl oraya emek verdim… Eşim Rakel’i orada tanıdım. Birlikte büyüdük. Orada evlendik. Çocuklarımız orada doğdu. Sonra kampımızın müdürünü ‘Ermeni militan yetiştiriyor’ suçlamasıyla içeri aldılar. Haksız bir suçlamaydı. (…) Şikâyetim var ey insanlık! Bizi yarattığımız uygarlığımızdan attılar. Orada yetişmiş 1500 çocuğun alın terinin üstüne oturdular. Yuvamızı dağıttılar.”
Hayatı boyunca ayrımcılıktan mustarip. Ökçesiyle parmaklarını ezen işkencecisine “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” türküsüyle karşılık verecek cesareti bulsa da, 1986’da 12. Piyade Alayı’nın ‘sakıncalı askeri’ olmak ağırına gidecek, “Barakanın arkasında saatlerce ağladım” diye anlatacak o günü.
Gedikpaşa Yetimhanesi yalnız bir yuva değil, bir yuvanın da başlangıcı. Yıllar sonra kayınpederi Siament Ağa “Kanımızı ilk sen çaldın. Hem de en zulal akanını kaptın. Senden sonra da kan kaçak bulduğu yerden epey fire verdi… Lakin en acısını bize sen yaşattın” diye takılacağı Rakel’le evliliğinin temeli, burada atılacak. Bu sevda yıllar sonra 23 Ocak 2007 günü Rakel Dink’e “Sevgili dostlar, bugün bedenimin yarısını, sevgilimi, çocuklarımın babasını, ailemizin büyüğünü, sizin kardeşinizi uğurluyoruz” dedirtecek.
Dink 19 Ocak 2007’de öldürülmeden önce hayatının izini onun kaleminden sürecek kadar anlatmıştı kendini bizlere. “Güvercin tedirginliği” demişti; daha ne desin. Hikâye onun olunca, son sözü de yine o söylesin: “Atalarımıza ‘Hadi artık buralardan gideceksiniz’ dediklerinde, götürebilecekleri yükü bohçalarken, belki küp küp altınları gömmüşler toprağın altına ama sırtlamışlar kitaplarını Allah ne verdiyse. Selam olsun küp küp altını terk edip kitabını sırtlayan dedelerime. Selam olsun, sırtından indirmeden bugüne getirenlere. Ve selam olsun bundan sonrakilere…”
Hrant’ın selamladıkları, Ermeni Soykırımı’nda katledilen atalarıdır; komşularımıza reva gördüğümüz lanetli tarih(imiz)dir!
Hani Hrant’ın katledilişinin 6. yılında yine Agos’un önünde yaptığı konuşmada “Sizinle dertleşmek istiyorum,” diyen eşi Rakel Dink’in, “Herkes suç işliyor, herkes, her devlet suç işlemeye devam ediyor,” diye tarif ettiklerinin yarattığı kara tarih!
* * * * *
Bu kara tarihin mirasçılığına, “devlet tutumu”(!) diyorlar…
O “devlet tutumu” ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından, “Dink’in yaşam hakkının ihlâl edilmesi ve cinayet önleminin alınmaması nedeniyle suikastta kamu görevlilerinin açık sorumlulukları bulunduğu” yönündeki kararla tescil edilebilir!
O “devlet tutumu”na ilişkin olarak Dink ailesi avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu, “Cinayeti önlemekle görevli kamu görevlileri cinayetin işleneceği konusunda çok uzun zaman ayrıntılı bilgiye sahipti. Cinayeti kasıtlı olarak önlemediler. Kolektif sorumluluk var,” der!
O “devlet tutumu”yla Hrant’ı öldürdüğü için 22 yıl 10 ay hapis cezası alan Ogün Samast’ın, “terör örgütüne üye olmak” suçundan yargılandığı davada TBMM’den gelen evrakların “devlet sırrı” olup olmadığı aylardır netlik kazanamazken; MİT, aylar sonra verdiği cevapta, “Görüş bildirmem mümkün değil” der![5]
O “devlet tutumu” hakkında, -onun bir parçası olan!- dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, eski İstanbul İstihbarat Müdürü Ali Fuat Yılmazer’i suçlayıp, “Bu işlerden sorumlu şubenin başında idi. Dink, Trabzon’da yaşasa korurdum,” diyerek, Dink’e karşı yapılacak eylemle ilgili vali ve jandarma komutanına bilgi verilmediğinin altını çizerek, “Ancak İstanbul Valiliğimizin MİT Bölge Başkanlığımızın, İl Emniyet Müdürlüğümüzün bilgi sahibi olduğunu düşünüyorum,” diye ekler![6]
Ayrıca Dink’in ailesinin yaptığı bireysel başvuruyu değerlendiren Anayasa Mahkemesi (AYM) oybirliğiyle, dönemin kamu görevlileri için “etkili soruşturma yapılmamış” diyerek ihlâl kararı verdiği[7] hâlde; O “devlet tutumu”ndan hareketle “AYM’nin, Dink cinayetinde etkili soruşturma yürütülmediği kararının devlet görevlilerine uzanması beklemiyor,” notunu düşmeden edemez Kemal Göktaş!
Çünkü O “devlet tutumu” konusunda AYM, Hrant’ın öldürülmesinde ihmali bulunan kamu görevlilerinin adli birimlerce yeterince soruşturulmadığını ve rollerinin belirlenmediğini vurgulayarak, “İstanbul ve Trabzon’daki kamu görevlilerinin hâlen ifadelerinin bile alınamadığına” dikkat çeker![8]
Kolay mı? AYM, Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili verdiği “ihlâl” kararının gerekçesinde, “Cinayette sorumluluğu bulunan kamu görevlileriyle ilgili soruşturmanın istenilen seviyede tarafsız, etkin, düzenli ve hızlı sürdürülmediği”ni ifade etmektedir![9]
Bir şey daha: Hrant’ın katledilmesine ilişkin soruşturma kapsamında 4 Aralık 2014’de şüpheli sıfatıyla ifade veren dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’in ifadesinde, Dink’e yönelik bir eylem istihbaratı alındığında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün koruma komisyonuna yazı yazmadığını ve istihbarî çalışma yapmadığını belirterek, “Bunların hiçbirini İstanbul Emniyet Müdürlüğü yapmamıştır! Osman Hayal hakkında sahte bir tahkikat evrakı tanzim etmiş kusurunu örtmeye çalışmıştır,” denilirken; Hrant’ı katleden Ogün Samast da, 7 yıldır süren soruşturma kapsamında 2. kez “tanık” olarak verdiği ifadesinde bazı emniyet müdürlerinin ismini verdi, cinayeti devletin işlettiğini ima eden beyanlarda bulundu![10]
* * * * *
Cengiz Çandar’ın, “Cinayeti işleyen devlet şebekesi ile sonrasında delilleri karartanları, katiller ve azmettiricileri koruyan, terfi ettiren siyasi iktidar suç ortağı oldular. Yakın zamanda güç kavgası için bozulan ittifaklar, Dink cinayetinin aydınlatılması söz konusu olduğunda yerinden milim kıpırdamadı. Kıpırdamadığı için de Türkiye’de devletin bir suç mekanizması olmaktan çıkacağına ilişkin umutlar bir türlü yeşeremedi. Yargısı, polisi, askeri, istihbaratı, bürokrasisi ve siyasi kurumuyla devletin alnındaki kara leke öylece duruyor,” diye betimlediği -arife tarif gerektirmeyen!- tablo böyleyken; “… ‘Paralel Devlet’ Dink cinayetini gördü mü?” sorusuyla(!) Oral Çalışlar’ın, “MİT, elindeki bilgi ve belgeleri saklamadan bir an önce göndermeli. Bugün bunun koşulları oluşmuş durumda” temennisine veya Markar Esayan’ın, “Dink Davası, Yeni Türkiye’nin vizesini alacağımız tarihi bir fırsat olarak karşımızda,” satırlarına yansıyan liberal aymazlığın Erdoğan (ve AKP) sevdasına ne demeli?
Erdoğan’ın Dink cinayetinin kişisel bir husumet olduğuna yönelik açıklamalarına tepki gösteren Hrant davası avukatı Fethiye Çetin’in, “Dink’in ölümünde rolü olan Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Kemal Kerinçsiz gibi isimler, Başbakanın şimdiki müttefikleridir. Başbakan dengeyi böyle kurdu. Cinayeti gözden çıkardı. Bu olayı kişisel bir husumete indirgeyerek bitirmek istiyor… Dink cinayeti, cemaat operasyonuna malzeme olarak kullanıldı. Sadece cemaat diye adlandırılan gruba yüklerseniz, diğer sorumluların hepsini gözden kaçırıyorsunuz demektir. Diğer sorumluları koruyorsunuz demektir. Çok önemli isimler var; Muammer Güler, Celalettin Cerrah, Engin Dinç, Reşat Altay gibi benzer pek çok isim verebilirim. Reşat Altay çok önemli. Dink’ın adı son günlerde de cemaat operasyonlarına yönelik bir araç olarak kullanıldı. Bu cinayet son derece planlı ve organize bir yapı tarafından işlenmiştir,” haykırışını sağır sultan bile duymuşken!
* * * * *
Hrant’ın sadece arkadaşı değil, bir de yoldaşı olarak diyeceklerimi toparlıyorum…
Fuat Keyman’ın,“Hrant’ın demokratlığı, (a) taşıdığı ‘ahlâki benlik’ (b) seslendirdiği ‘vicdan’ (c) çevresine yaklaşırken tercih ettiği ‘adalet’ (d) kendisinden farklı olanla girdiği ilişkiyi tanımladığı ‘sorumluluk olarak özgürlük’ (e) ‘insan odaklı olmak’ ve (f) birlikte yaşamayı desteklemek’ ilkelerini içeren, özgün ve yaşama geçirilmesi zor bir demokratlıktı”; Alper Görmüş’ün, “Dink, hayatını ırkçılığa, şiddete, ayrımcılığa, aşağılamaya karşı mücadeleye vakfetmiş bir adamdı. Bu uğurda yalnız aklını değil, ruhunu ve duygularını da serbest bırakabilme yeteneği sayesinde o mücadelenin sembol ismi hâline geldi,” türünden teranelerini bir kenara bırakarak Ece Temelkuran’dan aktarıyorum:
“Hrant’ın çok yakın bir dostuyla, soğuk bir Avrupa kış gecesinde, bir otelin önünde konuşurken dedim ki ‘Çok kızıyorum Hrant’a, bizi bunlarla yalnız bıraktı.’ Bunlar kim? Hrant’ın solcu olduğunu unutturmak için yasını tutmamıza bile izin vermeyenler. ‘Aman Solcular Hrant’a sahip çıkmasın’ diye akıl almaz bir telaşla Sol cenahtan bu konuda konuşanları ‘parazit’ bile ilan edenler, bunu yaparken Hrant’ın katillerini koruyan, terfi ettirenlerle işbirliği yapmayı seçenler…
Böyle yaparak Hrant’ın hatırasını onun nahifliğine ve insan sevgisine hiç de yakışmayacak bir şekilde çekiştirenler, arsızca çekiştirenler. Bunları yazmak bile ayıp geliyor bana ama tarihe de geçsin. Hrant öldüğünden beri sadece berbat bir tiyatro olarak süren duruşmalarla, katilleri terfi ettirecek kadar utanmaz bir iktidarla, bu cinayetle övünen faşistlerle uğraşmakla kalınmayıp bir de bu çevreyle uğraşmak zorunda kalındı. Öyle ki bir çok insanı Hrant’ın anmalarından bile uzaklaştırdılar. Bu meseleye Solcular tarafından sahip çıkılmasın diye her türlü saçmalığı yaptılar. Ne çiğ bir şeydi ve ne yaralayıcı. Daha mide bulandırıcı olanı ise bu durumun Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal konjonktürle ilgili olması, bu pozisyon alışın bu çevrenin iktidarla iyi geçinme gayretlerinin bir parçası olmasıydı. Neyse ki geçiyor bu. Geçti gibi…
Şimdi hatırlanabilir artık. Dink sadece Ermeni olduğu için değil, evet en önemli nedeni buydu ama sadece onun için değil, Solcu olduğu için de öldürüldü. Çünkü Solcu olmak sadece ideolojik bir mesele değildir. İçinden hep geçilen ‘dönemlerin’ moda uzlaşmalarında, mide bulandırıcı mutabakatlarında sırf kendini kurtarmak için yer almayı reddetme meselesidir. Haysiyet meselesidir, zira iktidar ve güç ile kurduğunuz ilişki ile ilgilidir. Sığışmak, sığınmak, ezilmek, büzülmek, bunları ‘oyun bozmamak’, iktidar fotoğrafının dışında kalmamak, aman sakın kalmamak için yapmanın tam karşısında durur. Solculuk evvela bütün bunları midenin kaldıramaması meselesidir. Dink bu yüzden de aramızda değil…”[11]
Hrant “Ermeni Soykırımı vardır” diyen bir sosyalist olduğu için 1.500.001’inci Ermeni olarak katledildi!
Caniler yine susuyor ve unutturmaya çalışıyorken; suçluları birlikte koruyanlar, birlikte susuyorlar.
AKP iktidarı, “afedersiniz Ermeni”nin öldürülmesinin arkasında yatan güç şebekesini ortaya çıkarmamak, sorumluların soruşturulmasının önünü açmamak için riyakâr bir suskunluğu koruyor.
Hrant’ın öldürülmesi münferit bir vaka değildi. 1915 ve sonrasında Ermenilerin maruz kaldıkları büyük katliamın, büyük felaketin, soykırımın anma günü olan 24 Nisan’da Batman’da askerlik yaparken “arkadaşı”nın tüfeğinden çıkan “kaza kurşunu” ile 2011’de öldürülen Sevag Balıkçı’nın katledilmesi de münferit bir cinayet değildi. Ne de rahip Santoro’nun, Malatya’da Zirve Yayınevi çalışanlarının katledilmeleri… Bütün hepsi, aynı katliamcı zihniyetin bir parçası ve tezahürüdür. Bir yerden emir almamışsa bile, egemen gücün bu toplumun soluk alıp verdiği havaya yüzyıldır salgıladığı zehirli gazın etkisiyle hareket etmiştir.
Suçlu, bu zehirli gazı, milliyetçiliği, onun laik versiyonu ulusalcılığı, Müslüman-Türk şovenizmini, yüzde 99’u Müslüman bir toplum yaratma emelini üretip yayanlardır. Bununla yetinmeyip Türkiye’nin yüzde 100’ü Müslüman olsun ve de dünya Türk olsun diye dua edenler, bu yolda adım atanlardır. Bu suç, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu suçudur ve 1915, bu açıdan bir milattır. Hrant’ın öldürülmesi bu katliamlar, cinayetler, tecavüzler, müsadereler, yağmalar ve örgütlü hak ihlâlleri zincirinin bir halkasıdır.[12]
“Nasıl” mı?
Mesela İstanbul Emniyet Müdürlüğü, uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybeden Dink için düzenlenen anma töreninde polislerin taktığı beyaz bereye ilişkin haberler üzerine yapılan açıklamada “15.08.2007 tarih ve 26614 sayılı Resim Gazetede yayınlanan ‘Emniyet Hizmetleri Sınıfı Mensupları Kıyafet Yönetmeliği’nin 5 inci maddesinde ‘Resmi görevlilerin, bina dışında görevin özelliğine göre şapka, kep, bere veya örgü başlık giymesi zorunludur’ hükmü mevcut olup; trafik personelinin kışlık kıyafetinin bir parçası olan ve takılması zorunlu olan berelerin rengi beyazdır. Bu itibarla, görev gereği takılmak zorunda olan resmi berelerin giyilmesi yönetmelik hükmü gereğidir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur,” derken;[13] sakın ola “Hava 18 dereceyken, Agos’un önünde Dink anılacakken, polisler neden beyaz bere takıyor,” diye sormayın sakın!
* * * * *
“Neden” mi? Yanıt Orhan Kemal Cengiz’in satırlarında: “Bir devlet, bir toplum kafayı üşütür mü? Taa 1915’ten beri biz kafayı üşüttük.
O kadar üşüttük ki, o günden bugüne katilleri kahraman, mağdurları hain ilan ettik.
O kadar üşüttük ki o günden bugüne gayrimüslimleri tek tek bu ülkeden kovmak için elimizden geleni ardımıza koymadık.
Yahudi’sine ayrı pogrom düzenledik Trakya’da; Rumu’na, Ermeni’sine ayrı pogrom düzenledik İstanbul’da…
Yirmi Kur’a ihtiyatlar diye askere aldık gayrimüslimleri; açlık, sefalet ve sıtmaya kırdırdık. Varlık Vergisi saldık, ocaklarına incir ağacı diktik; taş ocaklarına gönderdik olmayan borçlarını ödettirmek için.
Hiçbiri yetmedi, aman ha birisi kalkar Müslüman olur falan da gözümüzden kaçarsa korkusuyla nüfusta gizli kodlar verdik hepsine; Rum 1, Ermeni 2, Yahudi 3…
Biz kafayı üşütmesek, devletin kafayı yiyip 100 yıldır gayrimüslim vatandaşlarını fişlediğini böyle iki günde geçiştirip, alelade bir haber muamelesi yapar mıydık?
Biz kafayı üşütmesek, Er Sevag’ın askerliğini yaparken bir 24 Nisan günü tesadüfen öldürüldüğüne böyle kolayca inanır mıydık?
Biz kafayı üşütmesek, bütün İstanbul kaçak inşaat üzerinde otururken Şirince’de iki tane duvar dikti diye Sevan Nişanyan’ın ‘kaçak inşaattan’ içeri girdiğine böyle kolayca ikna olur muyduk?
Biz kafayı yemesek, şişirme Noel Baba’yı İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda ilk önce ‘sünnet’ edip sonra da bıçaklayanlara, ‘Kardeşim siz kafayı mı yediniz’ diye sormaz mıydık?
Devlet kafayı üşütmemiş olsa, koskoca MGK bir avuç misyoneri ülke için en büyük güvenlik riski olarak kabul eder miydi; mahkemeler bu ülkenin gayrimüslimleri için ‘Yerli yabancı’ der miydi?
Kafayı üşütmeyen bir devlet, ‘Türklere olan nefretinizden kurtulun’ diyen Hrant’ı ‘Türklüğe hakaretten’ mahkemelerde süründürüp mahkûm eder miydi?
Bu kararları verenleri, geliyorum diyen cinayeti engellemeyenleri kamu denetçisi, İçişleri Bakanı falan yapar mıydı?
Bu kafayı üşütme durumunu bilin, anlayın…
Hava 18 dereceyken, Agos’un önünde, tam da Dink anılacakken, polisler kafalarına neden beyaz bere takıyor diye sormayın.
İşte bunlar hep o üşütme yüzünden…”[14]
8 Aralık 2014 17:03:52, Ankara.
N O T L A R
[*] Ankara’da 17 Ocak 2015 tarihinde ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin “Hrant ve Adalet” başlığıyla düzenlediği toplantıda yapılan konuşma…
[1] Hrant Dink.
[2] Eda Yıldırım, “Adalet Kaçıncı Bahara Çıkacak?”, Evrensel, 19 Nisan 2014, s.13.
[3] “Bu Ülkede Ermeni Öldürmek Hâlâ Ödüllendirme Nedenidir”, Sosyalist Dayanışma, Yıl:4, No:25, Şubat 2014, s.14-15
[4] Hayko Bağdat, “19 Ocak’ta Ne Olmuştu”, Taraf, 18 Ocak 2014, s.5.
[5] Damla Güler, “Dink Davasında Devlet Sırrı Krizi”, Milliyet, 28 Haziran 2014, s.18.
[6] “Akyürek ‘Yılmazer’ Dedi”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2014, s.7.
[7] Türker Karapınar, “Etkili Soruşturma Yok, Hak İhlâli Var”, Milliyet, 18 Temmuz 2014, s.23.
[8] “Yetkililer Hâlâ İfade Vermedi”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2014, s.6.
[9] “Devlet Etkili Bir Soruşturma Yürütmedi”, Evrensel, 13 Kasım 2014, s.3.
[10] Canan Coşkun, “Samast Cinayeti Devletin İşlettiğini İma Etti”, Cumhuriyet, 6 Aralık 2014, s.7.
[11] Ece Temelkuran, “Ama Burası Neresi Ahparig?”, Birgün, 20 Ocak 2014, s.6.
[12] Ahmet İnsel, “7 Yıldır ve 99 Yıldır Olanlar Aynı”, Radikal İki, 19 Ocak 2014, s.1-10.
[13] “Emniyette ‘Beyaz Bere’ Açıklaması”, Hürriyet, 21 Ocak 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25613021.asp
[14] Orhan Kemal Cengiz, “Beyaz Bereli Devlet”, Radikal, 20 Ocak 2014, s.10.