Küçükken Bılece köyünde genel ve özel tabular vardı. Genel tabulara köyün geneli uyardı. Örneğin falan gün iş yapılmazdı, yaban yaşam kutsaldı, dokunulmazdı, çeşmeler temiz tutulur, akarsular kirletilmezdi, “êvara İni” denilen Perşembe akşamları evde ya da kutsal bilenen bir yerde mutlaka mum yakılırdı. Ve buna benzer tabular…
Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Birde ailelere ait özel tabular vardı ki, bunlara “lı me nay” denilirdi; yapılması halinde o evin ve ev halkının başına kötü şeylerin geleceğinden endişe edilirdi. Bu yüzden bizim evde tavuk beslenmez, sarımsak ekilmezdi. Ev halkına göre, DAPİR (büyük anne) demiş ki bunlar “lı me nay” (bunlar bize iyi gelmez). Dolayısıyla köy gibi bir yerde bizim ev halkı yumurtadan ve tavuk etinden yoksun bırakılmışlardı. Annem, gelinlik dönemini aşınca bu özel tabuya karşı savaş açtı. Önce civcivler alarak tavuk üretmeye başladı ve böylece bugün esamesi dahi okunmayan o güzelim yumurtaların tadına ev halkı hep beraber kavuştu; hiç kimsede bir zarar görmedi. Yer ve zaman darlığından dolayı sarımsak ekimi yapılmadı. DAPİR’in sözleri, DAPİR’le birlikte gitti….
Tahsil için büyük şehre giden her Kürt çocuk gibi benimde Türkçem iyi değildi. Konuştuğumuz Türkçeyi kimse anlamıyordu, onların konuştuğunu da biz anlamıyorduk. Türkçe kötü olunca herkesin zorluk çektiği matematiğe karşı ilgim gelişmeye başladı. Belki de bilinçli ebeveynlere sahip olsaydım, iyi bir matematikçi olabilirdim. Neyse, biz kendiliğinden gelişen yoksul insanların çocukları arasında yine de şanslı olanlarız ki okuyabildik. Süreç içerisinde Türkçeyi sökünce matematiğin yanı sıra bende tarihin sırrını keşfetme tutkusu gelişti. Tarih ile ilgilenmeye başlayınca ilk bulgularım Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’in aynı zamanda bir Kürt Sultanı olduğunu tespit etmem oldu. Gerçekten de Kürtler, gönüllü olarak onu Sultanları olarak kabul etmişlerdi.
Nasıl mı?
14. ve 15. yüzyıllarda Kuzey Kürdistan’da Kürtler, önce Karakoyunlu ardından Akkoyunlu Türkmen aşiretlerinin egemenliği altında konfederasyon olarak mirlikler halinde birleşerek örgütlenmişlerdi. Mirlikler içişlerinde bağımsız, genel konularda ise konfederasyona bağlı yarı bağımsız hükümetlerdi. Bu durum 1500 yılında değişti. Erdebil Dergâhı’nın tek varisi olan Şah İsmail, aynı zamanda anne tarafından akrabası olan Akkoyunlu federasyonunu yıkarak yerine Kızılbaş inanışını esas alan Sefevi İmparatorluğu’nu kurdu. —Bu devlet ileriki bir süreçte giderek Şii İslam’ın etkisine girecek, dinsizlikle suçladığı Kızılbaş inancına savaş açacak ve Kızılbaşları ya Caferi mezhebini ya da ölümü seçmeye zorlayacaktı— Şah İsmail, kendisine bağımlı da olsa içişlerinde bağımsız mirlik ve hükümetler istemiyordu. Kürt mirlikleri ile Şah İsmail arasındaki çelişki, Osmanlıların çok işine yaradı.
Osmanlı İmparatorluğu İran’ın bir Mısır olmadığını biliyordu. Mısır, Arap-İslam istilasından sonra, Araplar tarafından asimilasyona uğratılmıştı. Dil ve kültürlerini yitiren bu halk kölelerce yönetilen köksüz bir devlete dönüştürülmüştü.
İran öyle miydi?
İran köklü bir devlet geleneğine ve zengin bir kültüre sahipti. Bu özelliğinden dolayı Arap-İslam’ın etkisinden kurtulan ilk ülke oldu. Kültürünü tüm İslam âlemine kabul ettiren İran, doğudan gelen barbar kavimleri, Oğuz Türklerini ve Moğolları ya daha batıya gönderdi ya da kendi içinde eritti. İran’ın bu üstünlüğünü çok iyi bilen Osmanlılar, İran’ı işgal etseler dahi tutunamayacaklarını biliyorlardı. Ama Kürt mirliklerini kazanırlarsa İran’la aralarına iyi bir tampon bölge oluştururlardı ki bu uzun yıllar Doğu’da İran tehdidini sonlandıracaktı.
Kürt mirliklerini kazanma işini bir Kürt mollası olan İdris-i Bitlisi üstlendi. O mirlikleri ayarlayarak Sultana bağlamayı başardı ama Sultanı memnun ettiremedi. Sultan rahatsızdı, bu kadar miri nasıl idare edecekti. İdris-i Bitlisi aracıyla mirlere haber yolladı; “aranızda bir mir seçin, bende onu mirimiran olarak atayayım, hem ben tek kişi ile muhatap olayım hem de siz özerkliğinizi koruyun.” Ama Kürt mirleri hep bir ağızdan; “Mirimiranlıklı me nay, Sultanın atayacağı bir kapıkulu paşasını, bir Kürt mirimirana tercih ederiz” dediler.
Sultan Selim, Kürtlerin bir mirimiranlık başkanlığında anlaşamayacaklarını anlayınca çok rahatladı, şimdi, parçalı, güçsüz Kürt mirlerini oyalama ve onlarla oynama sırası ona gelmişti. İdris-i Bitlis aracıyla Kürt mirleriyle imzaladığı antlaşmanın mürekkebi daha kurumadan, asi davranış gösteren pek çok Kürt aşiretini Orta-Anadolu’nun bozkırlarına sürgün ederek onları cezalandırdı.
Aradan yıllar geçti. 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun başına Abdülhamid geçti. Abdülhamid, zeki ve pragmatik bir liderdi. Dönemi ise uluslaşma ve ayrışma dönemi idi. Osmanlı toplumunu oluşturan farklı halklardan pek çoğu imparatorluktan ayrılarak bağımsız ulus devletlerini kuruyorlardı. Doğu’da ise Ermeniler ayrılmak istiyorlardı, şayet Ermeniler başarılı olurlarsa onları Kürtler ve Arapların takip edeceği kesindi. Bunu önlemek için Abdülhamid harekete geçti ve şeytanın aklına dahi gelmeyecek bir planı uygulayarak Kürtleri kazandı.
İlkin panislamist bir politika izleyerek Kürtlerin dini duygularını okşadı ve onları İslam’ın etrafında birleştirdi. İslam olmayan Kürtleri İslam olmaya zorlarken, İslam olan Kürtleri de fanatikleştirmeye çalıştı. Hâlbuki Abdülhamid’den önce Kürtlerin İslamlığı sözde bir İslam’dı. Kürt aşiretleri Osmanlı’nın kadısına başvurmazlardı, sorunlarını kendi içlerinde çözerlerdi, kadınlarını kapatmaz, çok eşliliğe nadiren başvururlardı. En önemlisi de Kürtler hoşgörülü bir milletti, yıllarca başka ırk ve inançtaki insanlarla barış içinde bir arada yaşamayı başarmışlardı. Bütün bunlar Abdülhamid’in Panislamist politikasıyla son buldu. Fanatikleştirilen Kürtler, kendilerinden olmayan komşularına hayatı dar ettiler.
Fakat Abdülhamid bununla yetinmedi, daha başka bir şey yaptı. Rakip Kürt aşiretlerinden güçsüz olanları silahlandırarak, kendi adıyla anılan Hamidiye Alayları’nı kurdurdu. Aşiretin liderlerine nişanlar göndererek onları paşalık rütbesiyle onurlandırdı. Bir anda güç ve servet sahibi olan bu aşiretler Abdülhamid’i “Bavê Kurdan” (Kürtlerin babası) ilan ettiler.
Sultanlık gibi “Bavê Kurdan” da Kürtlere iyi gelmedi. Kürt ulusal birliğin kurulmasına Hamidiye Alayları’nın büyük engeli oldu. Bugün Köy-Korucuları denilen çeteler ile Hüda-Par gibi İslam’ı fanatik partiler Abdülhamid’in politikasının sonuçlarıdır.
Birinci büyük paylaşım savaşında, Osmanlılar, müttefikleriyle beraber yenilince, tarih sahnesinde çekildi. Yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Cumhuriyeti kuran M. Kemal, cumhuriyetin hürriyet anlamına geldiğini, hürriyetin ise halkın kendi kendisini yönetmek olduğunun propagandasını yaptı. Ardından, Sünni-Hanefi mezhebini merkez alan otoriter bir laiklik anlayışı geliştirildi. İnanç bazında değil de birey bazında biraz rahatlayan Türk Alevileri ile Kürt Kızılbaşları M. Kemal’i Alevilerin kurtarıcısı ve Ali’nin timsali olduğunu ilan ettiler. Ali’nin timsali ilan edilen de Kürtlere iyi gelmedi, Dersim’de binlerce Kızılbaş Kürt katledildi, on binlercesi sürgün edildi ve en önemlisi de Kızılbaş Kürt inanışı bitirildi.
Zaman durmuyor, akıp gidiyor. Kürtler 20. yüzyılın son çeyreğinde derin bir uykudan uyanarak “Demokratik, Bağımsız, Birleşik Kürdistan” için yeniden dirildiler ve faşist Türk yönetimiyle amansız bir mücadeleye giriştiler. Kazanmaları an meselesiydi ama birden bir şey oldu. Reel sosyalizm çöktü, özgürlük hareketinin önderleri de sol söylem ve amblemlerinden vazgeçtiklerini açıkladılar. Çok ağır bedeller ödeyen Kürt ulusal hareketi, liderleri tutuklanınca onu “Kürt halk önderi” ilan etti, iyi de etti ama tarihe baktığımızda önderliklerin Kürtlere pek de iyi gelmediği görüldü. Önderlik “lı me nay”, gerçekten de öyle oldu, önderlik de ilk iş olarak “biz bağımsızlık istemiyoruz” demesi oldu. “Türkiye Cumhuriyeti bizim de ortak cumhuriyetimizdir, biz bu cumhuriyetin kurucu aslı unsurlarıyız, azınlık değiliz, dolayısıyla sınırlarla bayrakla, ulusal marşla bir sorunumuz yoktur. Hedefimiz antidemokratik olan bu cumhuriyeti demokratik cumhuriyete dönüştürmek olmalıdır.”
Önderlik, ulus-devlet modelinin aşıldığını, onun yerine “demokratik cumhuriyeti” ilan ettiklerini ve bu uğurda mücadeleye devam edeceklerini dünyaya ilan etti. Bunun anlamı şu; Kürtler yaşadıkları ülkelerin sınırlarına dokunmadan, o ülkeleri demokratikleştireceklerdir. Ülkeler demokratikleştikçe, Kürtlerde özgürleşeceklerdir. Demokratikleşen sınırdaş ülkeler federal veya konfederal halinde gevşek bir birleşmeyi gerçekleştireceklerdir, böylece Kürdistan’ın toprak ve ulus bütünlüğü de korunmuş olacaktır. Bunu kim başaracak Kürtler. Ne ala ne ala!. Ütopya çok güzel, ama ne yazık ki ütopya “lı me nay.”
Tabi bu konsept değişikliğini anlamak kolay değil, sadece ödenen ağır bedelleri halka açıklamaları da onların görevi olsa gerek.
Ne Dapir’in tabuları ne Yavuz’un sultanlığı ne Abdülhamid’in babalığı, ne Atatürk’ün Ali’liği ne de ki Serok’ın “Kürt halk önderliği” Kürtlere yaramadı. Ne yapılırsa yapılsın “Lı Kurdan nay” (Kürtlere iyi gelmiyor) Kürtler sadece şunu öğrenmek istiyor, mademki Bağımsız, Birleşik Demokratik Kürdistan hedefinden vazgeçiliyorduysa, halka bu kadar ağır bedel ödettirmenin ne anlamı vardı. Anlaşılmayan nokta bu, gerisi zaten “lı me nay”
21. yüzyıl serokların, önderlerin yüzyılı olmayacak; bilinçli kadrolara sahip tutarlı programı olan siyasal parti ve örgütlerin yüzyılı olacaktır. Kürdistan burjuvazisinin ve küçük burjuvazinin halka önderlik etmeyeceği artık iyice anlaşılmıştır. Geride sadece işçi sınıfının teorisi bilimsel sosyalizmi kendisine rehber edinen Kürdistan Komünist Partisi kalmıştır. Kürdistan Komünist Partisi kadrolarını güçlendirerek, kendinden beklenen rolü oynamak zorundadır. Onun dışında her türlü çıkış, emin olunuz ki LI ME NAY!!!!!!
30/07/2018 – Antep