Nusrettin MAÇİN / Sosyalist Mezopotamya Dergisi / Sayı: 15
Dünyada kapitalizm öncesi küreselleşme fikrini ileri süren çok sayıda siyasetçi ve tarihçi olmakla birlikte bu küreselleşmenin tarihsel süreç açısından hangi döneme tekabül ettiğini net bir şekilde ortaya koymak elbette mümkün değil. Bu küreselleşme fikrinin eski tarihlere dayandığını ileri sürenler elbette ki vardır. Ancak bu küreselleşme süreci daha çok imparatorluklar dönemi ve sınırları aşarak yapılan ticari ilişkileri veri kabul ederek küreselleşme tanımı yapılsa da bu konuda hem fikirlilik olduğunu söyleyemeyiz. Ama herkes kendi ideolojik bakış açısıyla küreselleşme hakkında bir çok teori ileri sürmüşlerdir.
Küresel kapitalizm olgusu ise daha çok ABD’nin öncülüğünde 1950’lerde başlayan ve günümüze kadar devam eden uluslararası sermayenin iç içe geçtiği ve merkezileşme sürecine tekabül ettiği dönem olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması yani başka ülkelerde doğrudan yatırım yapan (DYY) çok uluslu şirketlerin, finans sermaye gruplarının, dünya ticaret örgütü (DTÖ) ve IMF gibi kuruluşların kurulması sürecidir. Dünya bankası, uluslararası iktisadi ve ticari kurumların inşası ile birlikte dünya ekonomisine ve siyasetine yön veren küresel kapitalizm bir dünya sistemi olarak kabul edilmiştir. Dünyada küreselleşme, McLUHAN’ın 1962 yılında yazmış olduğu “Gutenberg Galaxy” isimli kitabın yeni dünya düzeni için “Global köy” kavramını kullanmasıyla literatüre girmiştir. Dünyada küreselleşme, gerçek anlamda kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan ve başta teknoloji, yapay zeka, internet, ulaşım ve bilişim alanlarındaki gelişmeler olsun üretimin birçok alanında neredeyse bilgisayar sistemine uyarlandığı bir tarihsel trendin yaşandığı sürecin küreselleşmeyi en iyi şekilde tarif ettiğini söyleyebiliriz.
Küreselleşme üzerine yapılan tanımlamalar çerçevesinde kavramın içinde olmazsa olmaz olarak değerlendirebilecek başlıca unsurlar şu şekilde sıralanabilir:
Ülkeler arası serbest mal ve hizmet ticareti.
Sermayenin ülkeler arası serbest dolaşımı.
Teknoloji üretme, kullanabilme, endüstri ilişkilerinde dönüşüm yeni istihdam biçimleri.
Rekabet derecesini yükseltici yasal ve kurumsal düzenlemeler (A. Bora Elçin Küreselleşme Tarihi Üzerine, sayfa 5)
Küresel gelişme dünya ölçeğinde yaşanmasına rağmen bu gelişmelerden başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan büyük emekçi kesimler için ne çalışma koşulları alanında ne de ekonomik anlamda hayat şartlarında iyileştirici koşullar oluşmamaktadır.
Küreselleşen dünya kapitalist sisteminde devletlerin küçülmeye doğru evrilmesi gerekirken yaşananlar bize tam tersi yönde veriler sunmaktadır. Başta küresel sistemin öncüsü olan ABD ve Çin olmak üzere dünya ülkelerinde silahlanmaya ayrılan bütçeler her geçen gün katlanarak artmaktadır. ABD’nin 2001’deki Afganistan ve 2003’teki Irak işgalleri ve 2011’den sonra Arap ülkelerinde yaşanan ayaklanmalar da takındığı tutum ve izlediği politika ile Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesinde küresel başaktör olduğu biliniyor. Irak ve Suriye’deki gelişmeler ve sonrasında da Rusya ve Ukrayna savaşının başlaması ile birlikte, buna Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere dünyada silah alımında son yılların zirvesine ulaşıldı. Yine üstün teknolojiye dayalı savunma sanayi yatırımları her geçen gün artmaktadır. AB’de beklentiler daha fazla devletlerin küçülmesi ve onun inşa ettiği ortak kurumların ulus devletler üzerindeki etkilerinin belirleyici olması yönündeydi. Ancak siyasal süreç daha fazla savaş sanayisinin ve ulus devletlerin güvenlik politikalarının belirleyici olduğu yönündedir. Ve ülkeler arasında çok kutuplu ilişkiler ve yeni stratejik ortaklık arayışları devam etmektedir. Dün aynı ittifakta bulunan ülkeler bugün rahatlıkla karşıt bloklar içinde yer alabiliyor ya da iki blok arasında denge politikası yürütebiliyor. Türkiye ve Hindistan çarpıcı örnek ülkeler arasında yer alan iki ülkedir. Hindistan, BRICS ve ŞİÖ gibi doğu blokunun iki önemli oluşumun içinde yer almasına rağmen diğer taraftan ABD ve Avrupa ülkeleri ile birlikte savaş sanayisini, yatırımlarını, kendi ülkesinde doğrudan yatırım yapma üssüne dönüşme girişimleri söz konusudur. ABD’nin Dışişleri Bakanlığı SiyasiAskeri Memuru Holliway Ryan Amerika’nın Hindistan ile ortaklığının dünyadaki en önemli ilişkilerinden biri olduğunu söyledi. “Bu stratejik ortaklığı özgür ve açık bir Hint-Pasifik’in ve 21. yüzyılın önemli bir dayanağı olarak görüyoruz” dedi. (Kaynak: Financial Express) Aynı durum Türkiye için de geçerlidir. NATO üyesi olan Türkiye Rusya’dan hem S400 aldı hem de Irak ve Suriye’deki DAİŞ’e karşı oluşturulan koalisyon güçleri içinde yer alıyor. Pratikte yani sahada ise DAİŞ ve türevi örgütleri desteklemektedir. Ve bölge siyasetinde Kürdistan karşıtı politika zemininde İran ve Rusya ile birlikte ABD’nin başını çektiği blokun karşısında yer almaktadır. Diğer taraftan da küresel düzeyde işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik ve gelecek kaygısı kabusa dönüşmesine rağmen ne yazık ki küresel anlamda toplumsal muhalefet ya çok cılız kalmakta ya da gelişen ülkelerin kuşatması altındadır. “Ocak 2010’da Yunanistan’da başlayan krize Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) tepkisi bu noktada bir örnek teşkil etmektedir. Öncelikle Yunanistan sonra İrlanda ve Portekiz daha sonra da İspanya ve İtalya borçlarını sürdürülemez kılacak derecede yüksek faiz oranlarıyla karşı karşıya kaldılar” (Joseph E. Stıglıtz Eşitsizliğin Bedeli, sayfa 333).
Yunanistan’da solun lideri olan Cipras 2015 seçimlerinde iktidar oldu. Ancak AB’nin şart koştuğu sert ekonomik tedbirler ve reformlar sonucunda uluslararası finansal sermaye grupları tarafından kuşatmaya alındığını gördü. Ve sonrasında AB’nin dayattığı ekonomi politikaları uygulayan bir lider olarak anılmıştır. Ve birçok ülke yaşadığı ekonomik ve finans krizleri sonucunda temerrüde düşmüştür. Gelişmekte olan bir çok ülkenin yakın geçmişini derinden etkileyen küresel kapitalist sistemin siyasi ve ekonomik krizleri derinleştikçe ona paralel olarak gerilim siyasetinin de nasıl iç ve dış siyasette hakim hale geldiğini görmekteyiz.
Bu ülkelerin başında da Türkiye gelmektedir. TÜİK’in resmi verilerine göre enflasyon geçen sene %80 iken bu yıl içinde öngörülen oran %70-80 arasındadır.
ENAG ve onun gibi bağımsız kurumların belirlediği oranla arasında neredeyse %100’e yakın bir fark vardır. Bu enflasyon oranları kendi başına Türkiye halkları açısından büyük felaketlerin ta kendisidir.
Türkiye’nin son on yılda özellikle dış ve iç politikada Kürdistan karşıtlığı üzerinden Kürtleri çökertmeyi esas alan bir jeopolitik stratejisi olduğunu görüyoruz.
Kendini bölge gücü olarak gören Türkiye ve İran’ın Güney ve Rojava’da Kürdistan karşıtlığı üzerinden varlık ve yokluk stratejileri izledikleri biliniyor.
Kürdistan’ın jeopolitik konumu yeni süreç için neyi ifade ediyor, bölgesel siyasetin üzerindeki rolü ayrı bir yazı konusu olarak ele alınmalıdır. Çünkü Hint okyanusundan Doğu Akdeniz’e kadar olan bölgede Kürdistan’ın jeopolitik konumu 21. yüzyıldaki önemi daha da artmıştır. Küreselleşme ve yeni jeopolitik çatışma alanları Orta Doğu’da en fazla Kürdistan’ı ve onun geleceğini etkileyecek.
Küresel Güçlerin Yeni Jeopolitik Kavga Alanları
Jeopolitik tartışmalar son yıllarda yeniden küllerinden doğarak dünya siyasetinin gündemine oturdu. Yeni yüzyıl klasik jeopolitik düşünürlerin yanında bu alana ilişkin yeni kavramlarla katkı sağlayan Edward Luttwak, Jeoekonomiyi şöyle ifade etmektedir; “Yeryüzünde bulunan ülkelerin ekonomilerini inceleyen ve coğrafyası ile ekonomik gücü arasında bağlantı kuran bir bilimdir.”
Ona göre jeoekonomi coğrafyanın ticari alana taşınmasıdır. Devletler arasındaki rekabetin jeoekonomi diye adlandırılan yeni bir biçime dönüştüğünü vurgulamaktadır.
Karşılıklı ülkeler arası bir rekabetten çok ekonomik bölgelerin jeoekonomik rekabeti ve çatışması söz konusu olmaktadır.
“Günümüzde yaşanan süreçte coğrafya yeniden fark edilmeye başlanmış ve adeta jeopolitik küllerinden yeniden doğmuş, 19. yüzyıldaki gibi çekiciliğine kavuşarak dış politika karar vericilerinin davranışlarına yeniden yön vermeye başlamıştır. (Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, sayfa 171) Mackinder’den Spykman’a pek çok düşünür coğrafyanın dış politikayı belirlediğini kabul etmektedir.
Bu beraberinde ABD’nin soğuk savaş sonrası dönemde küresel gücü ve politikaları da aynı zamanda değişen koşullara göre yeniden şekillendirdi.
ABD 2. Dünya Savaşı sonrasında küresel kapitalist sistemin imparatoru ve öncüsü olarak devam etse de 2 binli yıllarda küresel hegemonyasının bunalıma girdiğini ve Asya’da istikrarlı büyüyen bir Çin gerçeği ile karşılaştığı görülmektedir.
Çin, son 30 yılda istikrarlı büyüyen ve dünyanın 2. küresel gücü olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.
Çin’e, karadan Sincan Uygur bölgesi, Güney Çin denizi ile de denizden çıkış imkanı tanıyor. Dünyada 3500 balık çeşidiyle dünya balık avının %12’si bu denizde yapılmaktadır. Aynı zamanda da bu denizde 10 milyar varil petrol ve 4 trilyon metreküp doğal gaz rezervi bulunmaktadır.
Çin’i dünya pazarlarına taşıyan aynı zamanda Malakka boğazıdır. Dünyanın iki büyük okyanusu olan Hint ile Büyük Okyanus arasında geçişi sağlayan Malakka Boğazı’nın kendisi dünya ticaretinde çok önemli bir yere sahiptir. Malakka Boğazı Çin’in coğrafi, askeri, ekonomik, teknolojik ve politik olarak dünyaya açılmasında önemli bir geçiştir. Hem enerji ihtiyacını karşılamada hem de dünya atölyesi olan Çin yeni endüstriyel ürünlerini de dünya piyasalarına süren ve lider olmayı hedefleyen bir vizyona da sahiptir. Çin kendi haritasını ayrıca dünyanın en kritik okyanus ticaret yolu olan ve şu an ABD ile stratejik çatışmanın en keskin noktası haline gelen Güney Çin Denizi’ne göre çiziyor. Enerji bu iddianın önemli bir parçası. (Daniel Yergin, Yeni Harita, Nora Yayınları, sayfa 16)
Çin ile ABD arasındaki egemenlik kavgası da başta enerji olmak üzere ticari güzergahlar ve onların güvenliği gelmektedir. Ticari yol güzergahları ve enerji güvenliği hakkında:
1- Yakın zamanda Azerbaycan ve Ermenistan arasında başlayan çatışma; tamamen o güzergahtan geçen bir ticaret yolu için yüz bini aşan nüfusu yerinden ettiler. Şimdiye kadar Ermenistan’ı genelde destekleyen Avrupa ülkelerinin bu savaşta edilgen bir tutum sergilediklerini gördük.
2- İsrail ile Filistin arasında yıllardır süren bir savaş veya çatışma hiç bu kadar pervasızca olmamıştı.
Başta ABD ve Avrupa ülkeleri İsrail’i açıkça desteklemekten geri durmadılar.
Bu savaşın da temelinde yatan asıl neden enerji ve onun güvenliği olmaktadır. İsrail’in 2019’da ABD’nin bir enerji şirketi olan Noble ile ortak olarak açtığı üç doğal gaz kuyusuna sahip olmasıdır. Tamara, Leviathan ve Aphrodite doğal gaz kuyularının sayesinde daha önce ithalatçı konumunda olan İsrail gazda ihracatçı konumuna yükseldi. İsrail ve Yunanistan deniz altında 2124 km borular döşeyerek bu birinci sınıf gazı İtalya ve Avrupa ülkelerine ihraç ediyor. Özellikle Gazze’yi bu enerji kuyularının güvenliği noktasında tehlikeli buldukları için sivil halka yönelik büyük bir katliam gerçekleştirdiler. Netanyahu ve ABD’nin politikaları Gazze’yi insansızlaştırmak ya da çok küçük bir nüfus bırakarak onları da uluslararası bir askeri gücün kontrolü altında tutmaktır. Bunda Hamas’ın sivil halka yönelik yaptığı katliam ve İran’ın da yanlış politikaları olduğunu da belirtmek gerekir.
ABD ve Çin arasında Güney Çin Denizi, Doğu Akdeniz ve Umman Denizi’ne kadar uzanan bu geniş alanda yürütülen büyük kavganın asıl nedeni enerji ve enerjinin nasıl tedarik edileceği sorunudur. Bir de dev endüstriyel kapasiteye sahip olan bu iki küresel gücün dünya pazarından daha fazla pay alma kavgasıdır. Çin’in uzun zamandan beri askeri hedefleri arasında yer alan Hint Okyanusu’nda “rakipsiz bir deniz gücü” olmaktır. Ve Umman Denizi’nde ABD Hindistan üstünlüğünü dengelemek isteyen Çin, Malakka boğazının Hindistan tarafından bloke edilmesi durumunda Gwadar limanı alternatif olarak değerlendirmektedir.
Diğer taraftan Çin, aslında Malakka boğazının gerisinde yapay kanal açarak bir anlamda dünyaya bir meydan okuması yaptı.
Güney Çin Denizi ve Pakistan’ın Gwadar limanı Çin’in jeopolitik stratejisi için hayati önemdedir. Çin ekonomisi ve büyüme stratejisi için enerji ne kadar önemli ise bir o kadar da enerjiyi tedarik etme güzergahı da önem arz etmektedir.
Çin’in Rusya enerjisine ihtiyacı vardır. Rusya’nın da Çin pazarına ihtiyacı vardır. Bu iki ülkenin birbirine karşılıklı bağımlılıkları enerji üzerinden gelişmektedir. Ve onları bugün aynı blokta tutan bu ekonomik politik gerçekliktir.
Dünyada deniz yoluyla yapılan ticaretin yarısı Malakka Boğazı’ndan geçiyor, bu dar geçit Doğu Asya, Afrika ve Avrupa arasındaki ticaret için çok önemli bir boğazdır.
Sabang kenti, Malakka Boğazı’nın ağzında olması ve her yıl dünya ticaretin yarısının bu boğazdan geçiyor olması onun önemini Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’den daha fazla önemli kılmaktadır.
Eğer bir 3. Dünya Savaşı’na şayet küresel güçler karar verirse onun merkez üssü Malakka Boğazı olacaktır. Hindistan ve Endonezya’nın Malakka Boğazı’nın hemen yanında bulunan Sabang kentini hem bir askeri üs hem de serbest ekonomik bölge haline getirmeleri onun jeopolitik önemini gösterir.
Bu boğaz dünyanın en büyük üç ülkesi olan Hindistan, Çin ve Endonezya’nın yanında ticaret devletleri olan Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkeleri birbirine bağlayan bir ticaret güzergahıdır.
Ulus devletlerin ve küresel güçlerin iç ve dış politikada küresel düzeyde izlenen temel politika rekabet, gerilim, çatışma olmuştur. Bunlar çağdaş kapitalizmin neoliberal aklının temel aldıkları politikalardır. Toplumsal kutuplaşma, çatışma ve belirsizlik siyaseti güncel hale gelmiştir. Sermaye, toplumsal kutuplaşma ve rant arayışlarında baş vurdukları toplumsal alanların başında; etnik, mezhepsel, ekolojik ve bölgesel çıkarlar üzerinde ya da ulusal güvenlik riskleri ile algı mühendisliği yaparak toplumu adeta iktidarlara itaat eden bir toplumlar sosyolojisi ortaya çıkarttığını söyleyebiliriz.
ABD’nin Irak işgali ile birlikte dünya siyasetinde “yeni dünya düzeni” diye ileri sürülen paradigmanın, sözüm ona demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi bir düzen oluşturma algısı yaratmaya çalışılsa da aslında yeni çatışma alanları oluşturmak, istikrarsızlık ve gerilim siyasetini Orta Doğu’dan başlayarak genele doğru yayılan bir postmodern savaş gerçeği ile dünyayı yüz yüze bıraktı.
ABD’nin Irak’ı işgal etme gerekçesi ‘demokrasi ve özgürlükler’ adına yapılsa da Saddam sonrasında bölgede istikrarı sağlayan bir politika yerine, bölge tam tersi bir sürece evrilerek birçok yönüyle kaosun ve belirsizliğin merkezi haline geldi. Saddam’ın devrilmesi ve yargılanması elbette ki Kürt siyaseti ve Kürdistan halkları için önemli bir gelişmedir.
Çünkü geçen yüzyılda dört sömürgeci devlet tarafından Kürtlerin temel kolektif haklarını tanımayan, Kürtlerin kendi ulusal demokratik hakları için, kendi özgürlükleri için verdikleri mücadele her seferinde bu statükocu güçlerin ortak hedefi olmuştur.
ABD’nin, İran, Rusya ile devam eden Orta Doğu’daki gerilim ve vekâlet savaşlarının devam edeceği yönündedir. Ancak önümüzdeki 21. yüzyılın ikinci yarısında Çin’in de daha fazla uluslararası çatışma alanlarına dahil olacağı aşikardır.
Haziran 2024