Diyalektik materyalizmin birinci ilkesidir; toplumsal tarihte her şey bir süreç içerisinde gelişim halindedir ve bu süreçler, bölük parçalı değil, bir bütünlük halindedir. Söz konusu bütünlük, her şey karşılıklı etkileme yasasına tabi olarak birbirine bağlıdır.
Hüsnü GÜRBEY / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Bu perspektiften tarihe bakıldığında, resmi tarih anlayışının aksine çok farklı ve acı gerçeklerle dolu bir tarih anlayışı ile karşı karşıya kalınır.
Köleci toplumlarda toplum, kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış iki temel sınıfa ayrılır. Efendiler ve köleler. Kölelerin yaşam hakları hariç, hiçbir hakları yok. Onlar efendilerinin malları olup, diğer metalar gibi alınıp satılmaktadırlar.
Sömürünün, zulmün ve haksızlığın olduğu her yerde, itiraz ve isyan vardır. Köleler de isyan ettiler. Tarihte bilinen ilk örgütlü köle isyanı Spartaküs hareketidir. Spartaküs önderliğinde gelişen köle isyanı, köleci Roma İmparatorluğunun temellerini silkelemelerine rağmen yenildiler…
Burada diyalektik materyalizmin ikinci yasası devreye girer, ona göre, nicel birikimler, nitel değişikliklere neden olur. Demek ki toplumdaki nicel birikimler, toplumu dönüştürecek düzeyde değildi ki yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Köleci Roma İmparatorluğu ancak, barbar olarak nitelendirilen Cermen haklarının saldırıları sonucunda yıkıldı. Bu yıkım Batı’da, bir ekonomik sistemden başka bir ekonomik sisteme, köleci toplumdan, feodal topluma geçecek yolu açtı. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu ise bir saldırıya uğramadan kendi iç dinamikleri ile toplumsal dönüşümü gerçekleştirdiği için, bin yıl daha yaşamayı başarabildi. Asya halklarında ise İslam, Hint ve Çin’de daha farklı bir dönüşüm gerçekleştirse de tüm dünyada köleci üretim biçimi tarihe karışmıştı artık.
Benzer bir gelişim de feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde yaşandı. İngiltere’de barışçıl bir dönüşüm gerçekleşirken, Fransa’da kanlı oldu, 1789 burjuva devrimi ile sonuçlandı.
Burjuva devrimi de toplumsal gelişim sürecini durduramadı, diyalektik materyalizmin üçüncü yasası, yani zıtların birliği devredeydi. Burjuva hiç istemediği halde kendi mezar kazıyıcısı, işçi sınıfını doğurdu ve onunla yaşamak zorunda kaldı. İşçi sınıfı, 1830, 1848 devrimleri, 1871 Paris komün deneyiminden sonra 1917 Ekim Bolşevik Devrimiyle iktidarı burjuvazinin elinden almayı başardı, ama burjuvazi de Almanya’da Nasyonal Sosyalist karşı devrimi ile iktidarını sağlamlaştırdıktan sora işçi sınıfı devletini boğmak için II. Dünya Savaşı’nı başlattı. Bütün bu devrimler ve karşı devrimler, Batı uygarlığının ürünü olan demokrasiyi doğurdu, güçlendirdi, yerleştirdi ve kalıcı hale getirdi.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra çağdaş demokrasiler, temsiliyette eşitlik, ekonomide eşitsizlik prensibi üzerine kurulduğundan, artan sınıf çelişkilerini, geliştirilen sosyal devlet anlayışı ile yumuşatılmaya çalışıldı. Aksi halde, aralarında büyük çıkar çelişkileri olan toplumsal kesimler birleşerek demokratik bir düzen kuramazlardı. Antik Yunan ve Roma’daki deneyimler ortadır. Tüm demokratik gelişmeler bize şunu öğretti; toplumun değişik kesimleri iktisadi yaşamdaki ağırlıkları ve yetkinlikleri ölçüsünde siyasal yaşamda söz sahibi olabilirlerse ancak toplumsal barış sağlanabilir.
Batı’da sağlanan bu toplumsal barış 1970’li yıllarından itibaren çatırdamaya başladı. Bu yıllardan itibaren sermaye sınıfına ulusal sınırlar dar gelmeye başlayınca dünyaya açıldı. Yenidünya düzeni adı verilen bu yeni sistemle sermaye, emek yoğun yatırımlarını, alt yapısı uygun, emek gücü çok ve ucuz ülkelere kaydırdı. 1990’lı yılların başında sosyalist bloğun dağılmasıyla, burjuva ekonomistler tarihin sonu geldi diyerek kapitalizmin dünya üzerindeki egemenliğini ilan ettiler. Üstelik elde ettikleri ileri teknoloji sayesinde işçi sınıfını üretimin dışına ittiklerini, bundan böyle ne işçiyle ne sendikalarla, ne grev gibi can sıkıcı olaylarla uğraşmayacaklarını, bol para kazanıp dolar istif edeceklerinin hülyasına düştüler, ama diyalektik materyalizmin dördüncü yasası devreye girdiğinin farkında değildi. Bu yasaya göre her şey hareket halindedir, değişim ve dönüşüm kaçınılmazdır.
Dünya, burjuvazi için bir yatırım cennetine dönüşmüştü, o da her yerde yatırım yaptı, kârına kâr kattı, ama bunu yaparken, ne insanı düşündü ne doğayı, her şeyi tahrip etti. Doğayı, şehirleri, insana dair ne varsa her şeyi çok kısa sürede yok edince kitleler aç-sefil halde bir başlarına kalakaldılar.
Sınıflar arası gelir dağılımdaki adaletsizliğin yerini şimdi uluslararası gelir dağılımı adaletsizliğine bırakmıştı. Bu öyle bir uçurumdu ki bir yerde insanlar günde bir dolara emeklerini satıp hayatlarını zar-zor idame etmeye çalışırken öte yandan insanlar servetlerinin hesabını bilmiyorlardı.
Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’a göre, dünyada en zengin 2 bin 153 kişinin serveti dünya nüfusunun toplam servetinin yüzde 60’ını aşıyor. Yine Oxfam’a en zengin 22 adamın serveti Afrika’daki tüm kadınların gelirinden fazla.(*1)
Corona virüsünden dolayı, herkese hijyen kurallarına uyması ve ellerini sabun ve suyla sık sık yıkaması öneriliyor. Fakat UNICEF raporundan anlıyoruz ki dünya nüfusunun %40 olan üç milyar insanın evinde ellerini su-sabunla yıkayacak lavabosu yok.
Böyle bir düzeninin ilelebet süremeyeceği açıktı. Yaşadıkları topraklarda yaşam umutlarını yitiren ve kendilerini bir ekmeğe muhtaç hale getiren gelişmiş ülkelere doğru, daha iyi yaşam umuduyla ve bir merkezden talimat almışçasına kitleler halinde göç etmeye başladılar. Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye kitlesel göçler başlayınca, emperyalist ülkeleri bir telaş kapladı ve sınırlarını kapatmaya başladılar. Akdeniz bir anda cesetler denizine dönüştü. İşte yenidünya düzenin marifeti…
Bütün bu sorunların sebebi, küresel sermaye ile onun koruyucusu Emperyalist Batılı ülkeler. Şimdi bu ülkeler ektiklerini biçiyorlar. Sınırlar, askeri güçlerle, tel örgülerle korunsa da nerde çıktığı belli olmayan virüse karşı koruyamıyor.
Yıllardır, ülkelerinde insana ve kamusal alanlara yatırım yapamamanın cezasını ve çaresizliğini yaşıyorlar. Her alanda yetersiz kaldılar ve çok korkuyorlar çünkü virüs yoksulu olduğu kadar onları da (zengini de) vuruyor. Onun için saldırıyorlar, ortaçağda kaldığı sanılan korsan eylemlerle başkalarının tıbbı malzemelerine el koyuyorlar. Yıllardır insanlara dikte ettirilen Batı’nın yüksek insani değerleri bir anda unutuldu, yaşlılar ölüme terk ediliyorlar…
Köleci Roma İmparatorluğunu, Roma sınırına dayanan barbar Cermen halklarının saldırıları yıktı ve yepyeni bir toplumsal düzen kuruldu. 21. yüzyılın ilk yirmili yılının başında Batı’nın sınırlarına dayanan göçmenler ve onlara eşlik eden virüs, yıkılmaz sanılan Batı’nın burjuva sistemini yerle yeksan etti. Kurulacak yeni sistem belki klasik sosyalist düzen olmayacak ama eski sistem de olmayacaktır. Daha çok kâr amacıyla gelişmiş ülkelerden, yoksul ülkelere küresel sermaye akarken, yoksul ülkelerden de gelişmiş ülkelere küresel virüs aktı/akacak. Ve belki de ilahi adalet denilen şey bu olsa gerek. Bundan böyle Corona virüsü, yenidünya düzeninin miladı olacaktır.
29. 03. 2020
(*1) Reuters, dpa / EC, JD/© DeutscheWelle Türkçe