Ana SayfaKEMENÇENİN SESİ /YUSUF BULUT

KEMENÇENİN SESİ /YUSUF BULUT

1992 yılının ilkbaharında, Atina’ya gittim. Nüfusunun önemli bir kısmını Karadeniz kö­kenlilerin oluşturduğu Kalithea’dan yaklaşık 40 km uzaklıkta bulunan ve kuzeydoğusuna düşen Nea Makri semtine yerleştim. Sahilde ve gelişmekte olan bir yerdi. Makri, bizim Muğla/Fethiye’nin eski adı. Mübadele sonucunda Fethiye’den tehcir edilenler buraya yer­leştirilmişti.

Burası eskiden sazlık ve sivrisinek yatağı bir yermiş. Buna rağmen, yerleşmek zorunda kaldıkları bu yere “Yeni Makri” anlamına gelen “Nea Makri” ismini koymuşlar. Sözün özü Nea Makri, Fethiyeli Rumların “Yeni Fethiye”si olmuş.

Nea Makri’de ilk günüm, eşyalarımı yerleştirmekle geçti. Ertesi gün iş aramaya çıkacak­tım. Ne var ki oralarda hiç kimseyi tanımıyordum. Evi düzenleme işi bittikten sonra, koltuğuma geçip oturmuş, ertesi gün iş aramaya nasıl  başlayacağımı düşünmeye koyul­dum.

Rastgele bir iş arayacak, yeni bir çevre edinmeye çalışacaktım. O sırada, telefon sehpa­sının altında bir lokal telefon rehberi ilişti gözüme. Elime aldım karıştırmaya başladım. “İş bulmada bana yardımcı olabilecek Karadeniz kökenli birilerini bulabilirim” diye hesap ettim. Çünkü Karadeniz kökenliler, Yunanistan’ın her yerine dağılmıştı. Her kentte ve her semtte bulunabilmeleri mümkündü. Karadeniz kökenlilerin ezici çoğunluğunun soyadı, ‘-idis’ sonekiyle biter. Bunu biliyordum. Karadenizlere bu ek ile kendilerini belli ederler.

Rehberi karıştırırken, inşaat taşeronu olduğu not edilmiş ‘Tasos Muratidis’ adında birinin adını okudum. İçimden bir ses; “Bu adam Karadeniz kökenli olmalı. Üstelik adam inşa­atçı, bana yardımcı olabilir” dedi. Aradım;
Telefonun ucunda gür sesli bir adam;
“Buyurun” dedi.

Ben de Karadenizli olduğumu, Nea Makri’ye yeni geldiğimi söyledim. İş bulmak konu­sunda bana yardımcı olup olamayacağını sordum. Soruma cevap vermeden; “Telefo­numu kimden aldın ve Karadeniz kökenli olduğumu nereden öğrendin” diye sordu.
“Telefonunuzu rehberden buldum. Karadeniz kökenli olduğunuzu da soyadınızdan anla­dım” deyince;
Sabah olunca erkenden kalktım, sözleştiğimiz kahvehaneye gittim. Kahveciye Tasos Muratidis’i sordum. O da bana onun oturduğu masayı işaret etti. Baktım ki, Tasos 55-60 yaşlarında, oldukça dinç bir adam… Tek başına oturuyor, beni bekliyordu. Yanına gittim, ayağa kalktı merhabalaştık. “Açıkgöz birine benziyorsun. Yarın sabah buluşalım” dedi ve bir kahvehanenin adresini verdi. Çok sevindim. O kadar ki sevincimden o gece ikide bir uyandım.

“Buralara hoş geldin” dedi.
“Hoş bulduk” dedim.
Sonra kahveciye dönerek;
“Bak bakalım delikanlı ne içer” diye seslendi.
Oturduk, kısa bir tanışma faslından sonra sohbete daldık.

Tasos ile aramızda geçen sohbet, ailesinin Karadeniz’den nasıl sürüldüğü ve buralara nasıl geldikleri üzerineydi. Ailesi önce Karadeniz’den Kars’a göçmek zorunda kalmış, sonra oradan mübadeleye tabi tutulmuş. Yunanistan’a gelmişler ve eski bir Türk evine yerleştirilmişler. Ancak onlar uzun zaman, Karadeniz’deki köylerine benzer bir yer aramış ama bulamamışlar. Bu nedenle oradan oraya göçmüş, ömürleri yollar üzerinde geçmiş. Kendilerine bir köy evi dahi edinemediler.

Tasos Yunanistan’da doğmuş büyümüş. Sonra gencecik yaşında,  Almanya’ya işçi olarak gitmiş. Geçmişini anlatırken, babası için şunları söyledi;
“Babam Türkçe konuşabiliyordu. Bu nedenle, Türkiye’ye gitmeyi ve orada doğup büyü­düğü köyünü ziyaret etmeyi çok istiyordu. Fakat o zamanlar, henüz ortam uygun değildi. Almanya’dan izine her geldiğimde, özlemini hafifletir düşüncesiyle, kendisine orada ya­yınlanan Türkçe plaklardan getirirdim. Dinlerken ağlardı. Bazen getirdiğime de pişman olurdum.”.

Tasos, ailesinin geçmişini anlattıktan sonra, biraz durakladı. Sonra Almanya’dan kalan bir anısını anlatmak için;
“Ey gidi Vahit” dedi. “Dün gece bana telefon açtığında, bir arkadaşımı hatırladım. Gözle­rim doldu. Adı Mustafa’ydı ve sanırım sizin oralardandı. Almanya’da yıllarca beraber ça­lıştık. Sonra ben döndüm. Bir daha görüşemedik.”

Gözleri yine doldu, başını öne eğerek fark ettirmemeye çalıştı. Sonra Mustafa ile ta­nışmasını anlatmaya başladı.
“Altmışlı yıllardı, Almanya’da çalışıyorduk. Mustafa da bizim firmanın yakınında iş yapan başka bir firmada işçiydi. Bizim firmada epey Karadenizli çalışıyordu. Aramızda bir ke­mençecimiz de vardı. Ara sıra bir araya gelir, kemençe eşliğinde eğlenirdik. Mustafa’nın çalıştığı firmada hemşerisi yoktu. Yalnızdı. Bir gün, bizimkilerle bir araya geldik ve Mus­tafa’nın çalıştığı firmanın yakınında bulunan işçi koğuşunun avlusunda horona başladık. Uzun zamandır yalnızlık çeken Mustafa, kemençenin sesini duyunca çılgına döndü. İşi gücü bırakıp kemençenin sesi üzerine koşmaya başladı. O zamanlar Almanya’da işçiler bugünkü gibi serbest değillerdi. Çalıştığımız firmaların etrafı tel örgülerle çevriliydi. Her isteyen istediği firmaya izin almadan girip çıkamazdı. Kemençenin sesi üzerine koşan Mustafa, bir süre sonra kemençe sesinin bizim işçi barakasından geldiğini anladı, firma­sından izin isteyip dışarı çıktı ve bizim tel örgüye kadar geldi. Girişin nerede olduğunu bilemedi. Deliler gibi tel örgüye tutunarak, sallamaya ve bir yandan da bağırmaya baş­ladı. Onu fark edenlere de, el işaretleriyle içeriye girmek istediğini anlatmaya çalıştı. Sonra tarif üzerine girişi buldu ve geldi. İçeri girmek için izin istedi. Gerekli izni aldıktan sonra, kemençenin sesi üzerine koşmaya başladı. Şantiye alanı kocaman bir yerdi. Eğer kemençe susarsa, bizi bulamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden, deliler gibi acele edi­yordu. Kan ter içinde kalan Mustafa, nihayet bizi buldu. Geldiğinde, kemençecimiz de parçasını bitirmek üzereydi. Bitirir bitirmez, daha nereli olduğunu sormadan, tanışmak için tek söz etmeden, kemençeciye sarıldı. Kemençeci, tanımadığı bu adamın ilgisi karşı­sında şaşkına döndü. Kendisine Yunanca; ‘Hemşerim seni tanıyamadım. Kimsin?’ de­yince, Mustafa bir an duraksadı. Sonra Türkçe bir şeyler söyledi. Anlayamadık tabi. Mustafa bu defa Rumca konuşmaya başladı. “Nerelisiniz?” diye sordu. “Yunanlı…” dedik. Mustafa da şok oldu. Sonra Karadeniz Rumcasını kullanarak, birbirimizi tanımaya başla­dık. Zaten üç beş kelime dışında Almanca da bilmiyorduk. İşte Mustafa ile böyle tanıştık ve uzun yıllar arkadaşlık ettik”.

Tasos hikâyesini bitirmişti. Mustafa, kemençenin sesine ulaşmada, başına gelenleri son­radan anlattı Tasos’a. Sonra içinden bir ah çekti;
“Ey gidi Vahit… Mustafa belki de memleketine, köyüne geri dönmüştür. Ben ise hâlâ bu­ralarda, bu yabancı yerlerde gurbetteyim. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi dahi bilmiyoruz. Buralarda kaybolup gidiyoruz işte…” diye sızlandı.
Aniden ayağa kalktı.
“Haydi, işe çıkıyoruz” dedi.
Nostalji ve hüzün dolu sohbetimize son verdi.

Zaman hızla gelip geçiyordu, artık ona “Amca” demeye başlamıştım. Yıllar sonra vefat etti. “Yabancı yer” dediği Nea Makri’ye defnettik onu.

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights