Sözü fazla dolandırmaya gerek yok; iktidar partisi, kontrolündeki devlet aygıtıyla, özgürlük talep eden Kürtleri, hak talebindeki emekçileri, baskılara karşı duran gençleri, iktidarı eleştiren aydınları “düşman” bellemiş durumda.
KATLİAMLAR, UMURSAMAZLIK VE ÖTESİ…
Sibel Özbudun
…giden her gemiye sallanan mendil
kaçan trenlerin dumanı
celladın alkışlandığı yer
iyi uykular, sessizliğin günü
iyi uykular, kayıp iklim…
(Hüsnü Arkan)
Adlarını biliyorduk. Kim olduklarını, nerede oturduklarını, hangi mekanlarda takıldıklarını, IŞİD’e ne zaman katıldıklarını, orada bomba eğitimi aldıklarını…
Suruç’tan sonra haklarında pek çok bilgi, çarşaf çarşaf dolaşıma girmişti medya organlarında, internet sitelerinde, twitter hesaplarında… Yakınlarda birgün, olasılıkla da seçimlerden önce faaliyete geçeceklerini, kalabalık bir yerde kendilerini havaya uçuracaklarını, çok sayıda insanın ölümüne neden olacaklarını… hep biliyorduk. Bazılarının aileleri resmî mercileri kapı kapı dolaşıp, yalvarmışlardı: “Çocuklarımız IŞİD’e katıldı, kötü bir şeyler yapmalarından endişe ediyoruz; ne olur onları engelleyin!” Yetkililer, istihbarat ve emniyet görevlileri, Ankara katliamından sonra bu ülkenin başbakanının dudaklarından dökülen “burası demokratik bir ülke… canlı bombacıları eylem yapmadan tutuklayamayız,” zırvasına pek ikna olmuş olmalılar ki, ellerindeki listede yer alan isimlere dokunmadılar. Hatta nereye gittiklerini, ne yaptıklarını, kimlerle temas ettiklerini izlemediler bile. Örneğin, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’nin çağrısıyla 10 Ekim 2015 Ankara’da düzenlenen “Emek, Barış, Demokrasi” mitingi öncesinde Ankara’da olduklarını bilmiyorlardı. Ya da biliyorlardıysa bile, kıllarını kıpırdatmadılar.
Bir parantez açarak sorayım. Siz, ben, ya da herhangi biri, kentlerinin tüm sokakları mobeselerle gözetlenen, cep telefonu sinyallerinden kişinin koordinatlarının birkaç saniye içinde saptanması mümkün olan bir ülkede, örneğin bir eylem sırasında polislerle itişip kakışsak, ve –diyelim ki- bir tanesini darp etsek kimliğimizin saptanıp yakalanmamız ne kadar sürer? Ya da, ondan vaz geçtim; katliamı protesto için Eminönü’nde toplanma çağrısı yapılan eyleme katılmak için Kadıköy vapuruna bindiğimizde, hangi emniyet görevlisi, “burası demokratik bir ülke, şüpheli henüz eyleme geçmiş değil; müdahalede bulunamam” diye düşünür? Bunlar, metropol kentler. Peki ya Adıyaman gibi nüfusu 5-600 000 olan bir ilde canlı bomba olabileceklerini aileleri dahil herkesin bildiği zanlıları gözetim altında tutmak, ne kadar zordur?
Ve bir başka bahis: Gözlerimizle gördük, yaşadık. 10 Ekim 2015’deki mitingin toplanma noktası olarak belirlenen Ankara Garı çevresinde, patlamalardan önce bir-iki trafik polisinin dışında tek bir güvenlik görevlisi gözükmüyordu ortada. Normal koşullarda, 20-25 liseli gencin basın açıklamasında 40-50’si tam techizat hazır bekleyen Ankara’nın çevikleri, o gün sırra kadem basmışlardı. Ara ki bulasın… Ta ki, ortalık iki bombayla cehennem kesene dek. Canlarımızın parçaları ortalığa saçılmış, yaralılar yerlere yığılmış, o kaostan yarasız-beresiz sağ çıkabilenler yakınlarına, yoldaşlarına yardım etmek için çırpınırken giriş yaptılar sahneye. Gaz bombaları, tazyikli suları ile; bazıları havaya ateş açarak… Yaralılara çare olabilmek için çırpınan hekimlerin gazdan boğulmamak için kurbanları oracıkta bırakıp uzaklaşmasını sağlayarak… Haklı olarak altını çiziyor, Sungur Savran, “Bombaların etkisiyle ağır yaralanan ve yerde yatan kardeşlerimizin kaç tanesinin son nefeslerini biber gazını soluyarak verdiğini bilemiyoruz. Ağır yaralı insanların üzerine gaz bombası atmakla yaralıya kurşun sıkıp infaz etmek arasındaki fark çok da büyük değil. Sadece siyasi olarak değil pratik olarak da teröristlerin başladığı işi bitiren bir devletle karşı karşıyayız.”
O zaman yine vurgulayalım: Salt bu iki gerçek bile, art arda geldiğinde, akıl tutulmasına uğramamış, ya da ruhunu iktidar partisine satmamış herkesin kabul edeceği üzere, bir “ihmal”, ya da “beceriksizliğe” değil, “kasıt”a işaret eder.
İktidar çevreleri ve yalaka medya “IŞİD-PKK-Paralelciler”den bir “terör kokteyli” imal edebilmek için ıkınadursun, canlı bombaların IŞİD’ci olduğu ortaya çıktı. Ancak, “terör örgütü” ilan ettiği DHKP-C üzerine sabaha karşı helikopter destekli, çelik yelekli, kapı kırmalı operasyonlar düzenlemekle, PKK’ye karşı mahalleleri, ilçeleri kuşatıp sokağa çıkma yasağı ilan etmekle, evinin kapsından başını uzatan her insana, kımıldayan her canlıya keskin nişancılar eliyle kurşun yağdırmakla; “Fethullah terör örgütü”ne kırmızı bültenler çıkarmakla, gazetelerini, TV kanallarını basıp yöneticileri, habercileri yaka paça götürmekle, bankalarına el koymakla maruf AKP iktidarı, “aman uyuyan hücreleri uyandırmayalım!” kaygısıyla olacak, büyük ölçüde (başta ABD olmak üzere) uluslararası baskılar sonucu “terör örgütü” ilan etmek zorunda kaldığı IŞİD’e karşı, son derece “müşfik” davranmayı sürdürüyor. Gerçi artık TIR’larla cephanelik gönderilmesine, militanlarının sınır illerindeki hastanelerde tedavi edilmesine, sınır boylarında Türk askerlerinin IŞİD militanlarının sırtını sıvazlamasına çokça tanık olmuyoruz. Onların yerini, muhalif gösterilere “Ya Allah, bismillah!” nidalarıyla saldıran polisler, sivil Kürtlerin üzerine ateş açarken “Yaşasın IŞİD!” diye haykıran çevikler aldı… Diyarbakır mitinginde, Suruç’ta ya da Ankara’daki patlamaları protesto edenlere “O kadar şehit verildi, onlara niye ses çıkartmıyorsunuz?” yollu “sivil” tacizler, ve devlet başkanı olmak için çırpınan bir şahsın, Ankara’daki IŞİD katliamını “ama DHKP-C, PKK de terörist!” kıvamında “olağanlaştırması” da cabası…
Sözü fazla dolandırmaya gerek yok; iktidar partisi, kontrolündeki devlet aygıtıyla, özgürlük talep eden Kürtleri, hak talebindeki emekçileri, baskılara karşı duran gençleri, iktidarı eleştiren aydınları “düşman” bellemiş durumda.
Ancak durum bundan ibaret değil. Bundan daha da vahimi var: insana “yüreklerin kulakları sağır” dizesini durmaksızın terennüm ettiren duyarsızlık, umursamazlık.
100’ün üzerinde insanın parça parça olduğu, hakkında “Türkiye tarihinin en büyük katliamı” kaydının düşüldüğü patlamalardan bir iki saat sonra, olay yerinden iki sokak ötesi, “güneşli bir Cumartesinin tadını çıkartan Ankaralılar” görünümündeydi. Mağazalar, kafeler, lokantalar açık, insanlar alışverişlerinde, sinemalarında, sohbetlerinde… hiçbir şey olmamışçasına sürdürüyorlardı yaşamlarını… Gülüşüyor, söyleşiyor, flört ediyor, selfie’ler çekiniyor, ellerinde alışveriş paketleri, AVM’lere girip çıkıyor, salınıyorlardı sokaklarda. “Yaa, bomba mı atılmış, ne…”nin ötesinde ne bir kaygı, ne bir acı emaresi… Birkaç adım berilerindeki, katliamın akabinde ölülerinin üstlerini pankartlarla örten, caddede yoldaşlarının parçalarını arayan, yaralılarını ambulans, taksi, minibüs, özel araç, ne bulurlarsa hastanelere yetiştirmeye çalışan, kan vermek için hastaneden hastaneye koşuşan, birbirlerinin yaralarının içine kanayan birkaç bin kişi, başka bir gezegenin canlılarıydı sanki… Uzaktaydılar… Cizre kadar, Diyarbakır kadar, Suruç kadar uzakta…
Başka bir ülkede olsa milyonların sokağa döküleceği, günler boyu tencere-tava çalacağı, hayatı durduracağı boyuttaki bir katliamı, bir sis perdesinin gerisinden, kayıtsız bakışlarla seyrederek geçiştirdi Türkiye. Belki “sokağa inersem polis beni döver,” ya da “fişlenir, işimden gücümden olurum” korkusuyla. Belki “onlar Kürt, Alevî, (ya da) solcu. Bulaşmayayım,” neme lazımcılığıyla. Belki “niye Türk bayrağı taşımıyorlar, PKK’yı lanetlemiyorlar?” demogojilerine teslim olmuşluklarıyla… (Öyle ya, Konya’daki milli maçta katliam kurbanları için saygı duruşu “Ya Allah, bismillah, Allahuekber!” nidalarıyla, ıslıklarla protesto ediliyordu, daha Ankara Garı önündeki kanlar kurumadan…) Her durumda, “bir yerde savaş varsa, savaş her yerdedir” düsturundan habersizce… Ülke Ortadoğu’da Sünni-İslam eksen oluşturup başına geçmeyi tahayyül eden “stratejik derinlik”te boğulurken, halkımızın büyük bölümü, en iyi olasılıkla “ben ne yapabilirim ki” umarsızlığında. Belki de umutlarını AKP’yi gerileteceğini düşündükleri seçime bağlamışlıkla…
Oysa, iktidar partisi, daha doğrusu onun Duçe’si, seçim sonuçları ne olursa olsun, kazandığı mevzilerden geri adım atmama kararlılığının sinyallerini, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını çeşitli manevralarla boşa çıkartarak verdi. Bir “yol kazası”na kurban gitmezse 1 Kasım’da gerçekleştirilecek seçimler –büyük çaplı sahtecilik, hile ve zorbalığın kurbanı olmazsa eğer- öyle görünüyor ki yeniden AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı bir tabloyla karşı karşıya bırakacak ülkeyi. Ondan sonrası? Ondan sonrası, bölgenin yazısı da turası da büyük kargaşalara açılan denkleminde, uçsuz bucaksız bir belirsizlik… Kötümser senaryoları yarıştırın birbiriyle: AKP-MHP kombinasyonuyla bir üçüncü Milliyetçi Cephe; bölgesel bir savaş; artan iç gerilimlerin sonucu çatışmalı bir ortamın tüm bir coğrafyaya yayılması; artık hangisi denk gelirse.
Garip ve çelişkili görünebilir, ama bu durumun tek bir panzehri var: o da yine sokaktan geçiyor. Bu oyunu, “yetti gayrı/edi bese!” kararlılığıyla sokağa dökülen, meydanları dolduran yığınların uzun soluklu ve pek çok şeyi göze alan direngenliği bozabilir. Halklar arasında eşitliğe dayalı bir barış, siyasal İslam’ın ya da siyasallaştırılmış muhafazakârlığın sultasından özgürleşmiş yaşam tarzları, emekçilerin yıllardır gaspedilen haklarını geri kazanabilmeleri, ülkenin bölgede “oyun kurucu” aktörler nezdinde “şamar oğlanı” konumundan sıyrılarak ilerici insanlık gözünde itibar kazanması… Bunların tümünü mümkün kılacak olan, kitlelerin yazgılarını eline alma kararlılığı olacaktır. Yığınların sokakla, alanlarla buluşması ise, bir yandan hoşnutsuzlukların, sorunların, sıkıntıların, itirazların birikip sıkıştırması, bir yandan da toplumun vicdanı olma misyonunu ister istemez üslenen bir avuç insanın yılmak bilmez çaba ve mücadelelerinin sağladığı örnek ile mümkündür: Haziran 2013 isyanında, aylar boyu Taksim’e çıkmak için cansiperane bir uğraş veren bir avuç devrimcinin, sosyalistin, aktivistin, insan hakları savunucusunun payı unutulabilir mi?
Bu durum, sosyalistleri, devrimcileri, aktivistleri çifte yükümlülükle karşı karşıya bırakıyor. Öncelikle, bundan böyle tüm eylemlerinde, tüm yapıp ettiklerinde, kendilerine karşı düşmanca bir tutumu sürdüren devletin bir “güvence” değil, bizatihî bir tehdit kaynağına dönüştüğünün bilinciyle hareket etmek. Özsavunma ve devrimci dayanışma, burada kılavuz kavramlardır. Her grup, her hareket, her örgüt, giderek her muhalif birey, hem –bundan böyle bu topraklarda daha aktif bir varlık göstereceği anlaşılan IŞİD vd.leri, hem AKP’nin “alperen”leri hem de göz boyamak için olsun “tarafsız görünme” kaygısını çoktan yitirmiş, iktidar partisinin hassa ordusuna dönüşmüş güvenlik güçleri karşısında kendi güvenliğini sağlamayı görev bellemelidir.
Bir diğer yükümlülük ise, yılgınlığa kapılmamak, sokaktan, alanlardan vaz geçmemektir. Yarın bu ülkede yığınlar yeniden meydanlarda buluşacaksa, ya da sosyal medyada çokça temenni edildiği üzere birileri yakalarından tutulup yargı önüne çıkarılacak, veya özel uçaklarına atlayıp soluğu artık Katar mı olur, Endonezya mı, Kazakistan mı, bir yerlerde alacaksa, bu, bu toprakların en çok bedel ödemiş evlatlarının özverili örneği ile mümkün olabilecektir bu. O örnek bugün derin bir kış uykusuna yatmış görünümündeki kitlelerin “aman sakata gelmeyelim” ürkekliğini de, “neme lazım”cılığını, “bana dokunmayan yılan”cılığını da “Yetti artık!” gözükaralığına dönüştürmede en önemli katalizör olacaktır.
O gün, hep birlikte bambaşka bir ülkeye uyanacağız…