Site icon Rojnameya Newroz

KAPİTALİZM, KÜLTÜR, DİRENİŞ / SİBEL ÖZBUDUN

Küresel kapitalizm dünyasında insanlar, yaşamları üzerindeki tüm denetimlerini yitirmiş durumdadır. Dünya ekonomisinin yüzde 80’inin 737 şirketin denetimine olduğu düşünülürse[16], durum daha net bir biçimde açığa çıkacaktır.

 

KAPİTALİZM, KÜLTÜR, DİRENİŞ[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“Gutta cavat lapidem non vi,

sed saepe cadendo.”[1]

 

Bu yazıda uzun uzadıya “Kültür nedir?” sorusunu tartışmak istemiyorum: Hem onun,  Raymond Williams’ın deyişiyle “İngiliz dilinin en karmaşık üç kavramından biri”[2] olması nedeniyle (kavram tarihsel olarak fazla miktarda anlam katmanın üst üste yığılmasından oluşmuştur ); hem de bu işe başka yerlerde girişmiş olduğum için.[3] Fazlasıyla zamanımızı alır; korkarım işin içinden de çıkamayız.

Ama kültüre ilişkin düşünürken kalkış noktası kabul ettiğim kaziyelerden birini hemen dile getireyim. Tarihsel olarak içerisine girdikleri üretim ilişkileri, insanları değiştirir. Tabii kültürlerini de…

Örneğin kapitalizm, girdiği coğrafyalarda yaşam tarzlarını, insan ilişkilerini ve “paylaşılan anlam sistemlerini” (Geertz) köklü bir biçimde değişime uğratmıştır. E.P. Thomson’un İngiltere’de işçi sınıfının oluşumunun/biçimlenişinin izlerini sürdüğü anıtsal yapıtında ifade ettiği üzere, “zavallı çorapçıyı, Luddcu kumaşçıyı, ‘modası geçmiş’ el tezgâhı dokumacısını, “ütopyacı” zanaatkârı ve hatta Joanna Southcott’un aldatılmış müridi”ni[4] bir-iki kuşak içerisinde sanayi işçilerine dönüştürdüğü ve böyle yaparken de onların simge ve anlam(landırma) dünyalarını köklü biçimde değiştirdiği gibi…

Yalnız işçileri değil, aynı zamanda Weber’in portresini çizdiği “dindar, öte dünyacı, püriten, münzevî Protestan” girişimcileri de değiştirmiştir kapitalizm…

(“Yalnız, Benjamin Franklin’in kendi yaşam öyküsünde az rastlanan bir samimiyetle gün ışığına çıkardığı kendi yapısı değil, erdemin ‘yararlılığı’ olarak ortaya çıkan algının kendisini tanrısal vahiye indirgeyerek, erdemli olmayı istemesi de, eylem ilkeleri arasında bencillikten başka şeylerin bulunduğunu gösterir. Her şeyden önce, bu ahlâkın ‘summum bonum’[5]u olan daha fazla para kazanma, doğal bütün zevklerden daha fazla kaçınma ile birleşince tamamen bütün eudaimonist[6] ya da hatta hedonist bakış açılarından yoksundur; kendi içinde amaç olarak düşünüldüğünde bireyin ‘mutluluğu’ ya da ‘yarar’ı karşısında her zaman bütünüyle aşkın ve tamamen usdışı görünmüştür. Kazanmak, insanın yaşamının amacıdır, yoksa maddi yaşam gereksinimlerini karşılayacak araç değildir,” diye betimler Weber, tohum hâlindeki Protestan kapitalisti[7])

Evet, kapitalizm, Tanrı’nın inayetine mazhar olmak üzere her türlü zevkten elini eteğini çekip yalnızca biriktirme ve yatırım yapmanın peşindeki “dünyevî münzevi” Kalvinist girişimciyi de, birkaç kuşak içerisinde, “Lamborghini Aventador’uyla, 12 milyon dolarlık yatını yarıştıran ve özel jetle 80.000 dolarlık, ‘yanıbaşında her zaman bir şişe şampanyanın hazır beklediği’ Afrika turuna çıkan”[8] zevk düşkününe dönüştürdü…

Ya da başka bir örnek:

“Hong Kong’lu para babası, konuklarının Macau’da inşa etmekte olduğu lüks malikâneye nakledilmesinde kullanılmak üzere Rolls Royce otomobillerinin şimdiye dek aldığı en büyük siparişi vererek 30 Phantom talep etti.

Stephen Hung sözleşmeyi, şirketin İngiltere’deki Goodwood fabrikasında Rolls Royce yöneticileriyle imzaladı.

Uzun Phantom’lar Hung’ın 2016 başlarında açılacak olan XIII. Louis tarzı lüks otelinin konukları için kullanılacak.

Otel, 1860 m²’lik taban alanı üzerine yayılan ve dünyanın ‘en şatafatlı’ otel süiti olarak adlandırılan bir villadan oluşuyor; bir gecelik konaklama ücreti 130 000 ABD doları olarak belirlendi.”[9]

Kapitalizm, teknoloji, “rasyonel denetim” ve yeni üretim teknikleriyle kitlesel üretim kapasitesini arttırdıkça, proleterleri ve orta sınıfları da Frankfurt Okulu yazarlarının eleştirilerinin odağına yerleştirdikleri “tüketim toplumu” kalıbına dökecekti.

Yani çok değil, 3-400 yıl önce Avrupa kentlerinde neredeyse her ay soyluların ve rahiplerin de maskeleriyle katılıp danslar ettiği, şarkı söylediği karnavallar, festivaller düzenlenen, okur-yazarlığın soyluların dahi çok küçük bir kesiminin ayrıcalığı olduğu; gündelik yaşamın kilise ve (kentlerde) loncaların denetiminde sürdürüldüğü, pazaryerinin toplumsal yaşamın merkezini teşkil ettiği; dağlık bölgelerinde “cadı avları”nın sürdürüldüğü; çobanların sihirli güçlere sahip olduğuna inanıldığı… geniş ve gevşek zamanlı toplumsal manzara[10], kapitalizm geliştikçe, kökten değişimlere uğramış, Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ında hicvedilen görünüme dönüşmüştü.

“Kapitalist toplumlarda bilim, teknoloji, kitlesel üretim, kapitalizm, bürokrasi ve hiyerarşik iktidar sistemlerinin kaynaşması görülür. Piyasa modelleriyle, sınaî paradigmalarla, kitlesel üretim sistemleriyle, büyüme ve etkinlik buyrultularıyla ve bürokratik yönetimle kaynaşan yalnızca ordu değil, toplumdaki diğer tüm kurumlardı. Yirminci yüzyıl ortalarında, tıp, tarım, medya ve eğlenceden güvenlik, eğitim, ceza hukuku ve ulaşıma, tüm kurumlar kâr, büyüme, etkinlik, kitlesel üretim ve standartlaşma buyrultularını gerçekleştirmeye yönelik kapitalist, sınaî ve bürokratik modeller uyarınca yeniden tasarlanıp inşa edilmişti,”[11] diye anlatır Steven Best, 20. yüzyıl ortasında gelişkin kapitalist “modern zamanlar”ın görünümünü.

Kapitalist modernitenin[12] zirve yaptığı dönemde (ki genellikle 20. yüzyılla özdeşleştirilir) biçimlendirdiği insan tipi ise, Herbert Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan’ında, Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış’ında, Adorno’nun Otoriter Kişilik’inde, Wilhelm Reich’in Dinle Küçük Adam’ında betimlediği tiplemedir: Yabancılaşmış, yaşamı üzerindeki denetimi tümüyle elinden kaçırmış, “olmak” hâli yerine “sahip olma”yı ikame etmiş, sahte gereksinimlerin tutsağı, kendini köleliğe mahkûm kılmış, gerçeklikle ilişkisini yitirmiş, edilgen, özgüven yoksunu, konformist, sıradan…

Bu tipleme, kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Frankfurt Okulu yazarlarının da her vesileyle vurguladıkları gibi, “imal edilmiştir”, bilinçli bir sürecin, artık bireysel yaratıcılık, özgür düşünce, estetik duygular vb.’nin değil, özerkliğini tümden yitirmiş, Taylorist hatlarda örgütlenerek kendisi bir sanayiye dönüşmüş “kitle kültürü”nün ürünüdür. Böylesi bir kültürün yarattığı “kaçış” ve “özgürlük” duygusu, bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü duyguları, düşünceleri, bilinçleri biçimlendiren kültürel aygıtlar, kültür endüstrisini yürüten finans kapitalin elindedir. Ve onlar, bir yandan medyaya, sinemaya, resme vb. “yatırım” yaparken bir yandan da demir-çelik, bankacılık, silah vb. sektörlerine atmaktadırlar ellerini. “Kitle kültürü”nün işlevi ikilidir: bir yandan insanların bilinçlerini dumura uğratarak, onları “sahip olma/tüketme özgürlüğü” adına özerkliklerinden vazgeçerek sistemle uyumlulaştırmak; bir yandan da bunu yaparken kâr etmek… Bir başka deyişle, insanları, onlara sattığı metalar (artık her şey metadır: ayakkabı, otomobil, Hollywood düşleri, eğlence, cinsellik…) aracılığıyla köleleştirmek…

Modern kapitalizmde kültürel nesneler kamunun kendiliğinden arzularının karşılığı değil, kültür sanayinin piyasaya sunduklarıdır. Edilgin kitleler tükettikleri kültürün üreticileri değildir. Kültürel metaların farklılaşması, tüketicilerin sınıflandırılıp etiketlenmesi çevresinde örgütlenir; müşterilerin kültürel “malları” tüketmesi ise piyasa araştırmaları ve reklamlarla güvence altına alınır.  Bu rasyonelleşme süreçleri, kültürel bir tektipleşmeye yol açmaktadır. Kültürel metalar estetik kaygılardan çok standartlaştırıcı, ticarî bir mantığın yönetimi altındadır. Kültür sanayinin ürünleri, paketleme ve satışı güvence altına alacak standart formüllere göre üretilir: pembe diziler, şarkılar, filmler, “eğlence” nesneleridir ve kitle kültürü anlamlarını otomobiller, sigaralar, yiyecekler gibi diğer nesnelerle bütünleştiren bir reklam sistemi içerisine gömülüdür; Frankfurt Okulu yazarlarına göre…

Kültürel ürünlerin insanları mutlu etme savı, sahte hazlarla sınırlıdır. Adorno için standartlaşmış, kitle üretimi kültürü kaçınılmaz olarak otantik-dışı, ikinci sınıf ve gerçek sanatsal değerden yoksundur. Kitle kültürü yalnızca yabancılaşmış gereksinimlere hitap edebilir.

Popüler kültür alanında ya da kültür endüstrisinin tümünde gerçek sanatsal dışavurum tahrip edilmişken bireyler artan ölçüde baskı ve yabancılaşmaya maruz kalır. Baskı ideolojik tahakküm olarak kültürel bir biçim almaktadır. Bu, onların arzularını manipüle edip kapitalizmi ayakta tutmaya yönelik sahte gereksinimlere kanalize ederken, özerk özneler olarak hareket etme yetilerini ortadan kaldırır. Kültür böylelikle metaların tüketimini teşvik ve standartlaşmış kitlesel bilinç üretme aracı olarak kapitalizmin yeniden üretiminde merkezî bir rol üstlenir…[13]

Frankfurt Okulu yazarları, medyanın etkisini abartmakla, kitle kültürünün devrimci/ dönüştürücü bir rol oynayabileceğini görmemekle, insanın etkinliğini, iradesini, seçme yetisini dikkate almamakla eleştirilmişlerdir.

Her durumda, Frankfurt Okulu’nun 20. yüzyıl kapitalizmine ve onun kültürüne yönelttiği tüm eleştiriler, yüzyıl sonlarında kapitalizmin geçirdiği kapsamlı değişimler ve bu değişimlerin tetiklediği küreselleşme eğilimleriyle birlikte, postmodern apolojistler eliyle tersine çevrilecektir.

Çünkü 20. yüzyıl sonlarında başta iletişim teknolojisi olmak üzere teknolojik gelişme çok hızlanmış; “hantal ve bürokratik” sosyalist sistem “çökmüş”, kapitalist büyük bir esneklik ve devinim yetisi kazanmış, merkezsizleşmiş, neo-liberal paradigmanın devleti küçültme/ yetkisizleştirme retoriği sivil toplumun ve daha önce ulus-devletin türdeşleştirici etkisi altında baskılanan kültürel çeşitliliğin özgürleşmesini sağlamıştı. Sınıf mücadelesi, yerini kimliklerin özgürleşmesi ve temsili söylemine bırakmıştı, artık “sivil toplum” ile dev şirketler bir “diyalog ve uzlaşı” ilişkisi içinde, müzakereye dayalı bir denge tutturacak, merkezsizleşmiş küresel kapitalizm, merkezsizleşmiş, parçalı bir “yeni toplumsal hareketler koalisyonu” tarafından dengelenecekti.

“Küreselleşme çağı”nın ideologlarına göre, bunu mümkün kılan, “iletişim devrimi”ydi; (1980’lerin sonlarında TBKP’nin “bilimsel-teknolojik devrim”i yücelten söylemlerini hatırlayın!)  Rick Levine, Christopher Locke, Dock Searls ve David Weinberger’in 1999’da hazırlayıp web’de yayınladıkları The Cluetrain Manifesto (2000’de kitap olarak yayınlanacaktır), örneğin, internetin kitlesel pazarlamada kullanılan diğer medya araçlarının tersine, üretici şirketlerle tüketici arasında bir “müzakere ve söyleşi” ortamı yaratarak iş dünyasını dönüştürdüğünü ve “demokratikleştirdiğini” söylemekteydi. Yazarlara göre merkezsizleşip demokratikleşerek tüketicilerin özlemlerine karşı daha duyarlılaşmış, deyim yerindeyse “büyüsüne yeniden kavuşmuş” kapitalizm, “kültürel açıdan ilerici” davalara sahip çıkmakta, “değişime, hiyerarşilerin tesviyesine,  açık söyleme, daha geniş katılıma, çokkültürcü işyerlerine övgüler düzmekte ve dünyayı ekolojik felaketten kurtarmaya aday olmaktaydı. (…) Bu küreselleşme savunucuları, kendilerini servetlere kavuşturan borsa yatırımlarının, kaynakların rasyonel dağıtımını ve küresel ölçekte devrimsel sosyo-ekonomik ilerlemeyi güvence altına aldığını savlamaktaydı. (…)  Kapitalizmin yeni ruhunun taşıyıcıları ekonomi ve demokrasiyi toplumsal şeyler olarak ele almazlar ve küresel kapitalizmin kusurlarını büyük ölçüde teknik hatalar ya da bireysel yetersizlikler olarak görürler. İlerleme makinasını savaş sonrası kelepçelerinden kurtaracak bir devrimin mayalandığını iddia ederler: özgürleşmiş kutsal teslis,  her şeye kadir, her şeyi bilen bir piyasa, büyülü web ve hiper-rasyonel yatırımcı-tüketici hepimizi zenginleştirecek,  ya da en azından insanlığın durumunu büyük ölçüde iyileştirecektir.”[14]

90’lı yılların bu “öforisi”, dünya gelir dengesinin emsali görülmemiş biçimde bozulması; tüm yeryüzü “piyasa ekonomisi”ne entegre olurken servetin çok büyük bölümünün bir avuç Çokuluslu şirket ortağının elinde toplanması, hızlı, yaygın ve derin yoksullaşma, üçüncü dünya ülkelerinin geçim temellerini tümüyle yitirmesi ve dünya nüfusunun büyük bölümünün (genellikle sefalet ücretlerine talim eden) ücretlilere dönüşmesi,  Yugoslavya iç savaşıyla başlayan etnik çatışmalar, dinsel fundamentalizmin yükselişi,  ekolojik dengelerin büyük bir hızla bozulması… gibi gelişmelerin karşısında duvara toslayacaktır.

Kültürün çehresi, piyasanın sınırlarını tüm yerküreyi kapsayacak şekilde genişleten, herşeyi, ama herşeyi alınıp-satılır hâle getiren,  kamusal’ı yok eden, dünyanın en ücra köşelerini insanı ve doğasıyla kapitalist sistem içine çeken; dünya halklarının büyük çoğunluğu için yoksulluk ve yoksunluk üreten, istihdamı deregülarize ederek, çalışma koşullarını kırılganlaştırıp büyük nüfus kesimlerini yerinden ederek kapsamlı bir deteritoriyalizasyona yol açan… neo-liberal küresel kapitalizmin elinde bir kez daha radikal değişime uğrayacaktı.

İşte küresel dünyanın günümüzdeki belli başlı kültürel yönelişleri:

Deteritoriyalizasyon: Küresel kapitalizm bir yandan sermaye ve metaların yeryüzü ölçeğindeki akışkanlığını hızlandırarak, bir yandan iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde, bir yandan yoksullaşma ya da dünya kaynaklarının denetimi savaşlarında körüklediği etnik ve dinsel çatışmalar sonucu geniş göç dalgaları yaratarak… insanların büyük bölümünü yerinden etti. Günümüzde 70-80 yıl öncesine dek dünya nüfusunun çoğunluğu doğduğu yerleşimin 100 km. uzağına gitmeden yaşamını sürdürürken, günümüzde herkes, heryerde. Ancak bu “yolculuklar”, eşit bir düzlemde gerçekleştirilmiyor. Uzaya “turistik” bir yolculuk için sıra bekleyen milyarderler bir yanda, şişme botlarla, tek güvenceleri bellerine sardıkları pet şişeler olan Suriyeli, Kürt, Afgan “kaçak”ların ya Ege’nin dibinde, ya da Yunanistan’daki toplama kamplarında sonlanan serüvenleri öbür yanda…

Bu yersizleşme, köklerinden kopma, insanları habitatlarından kopartarak yabancı ortamlara sürüklenmesi biçimini alıyor. Bu durum ise, son sığınağı “ulusal kimlik” olan “biz”lik duygusunu berhava etmekte…

Kuşku çağı: Denetimsiz akışkanlık ve devinim, geçim ekonomilerinin, kendine yeterlilik modalitelerinin piyasanın basıncı altında yok olması, neo-liberalizmin istihdam alanını “deregülarize” ederek istihdam güvencesini ortadan kaldırması, kriz fazlarının daralması, yeryüzünün önemli bölümünü kaplayan çatışmalar, insanlığın büyük bölümünü, yarınından kuşku duyar hâle getirdi.[15] Bu güvensizlik, yoksulluğun yaygınlaşması, toplumsal yaşamın istikrarsızlaşması, siyasal katılım kanallarının daralması nedeniyle özellikle kentsel yaşamı yüksek riskli bir alan hâline getirmekte. İnsanlığın büyük bölümünün yarınından kaygı duyduğu, canını ve malını güvende hissetmediği koşullarda, bir saplantıya dönüşen “güven” de metalaşmış ve yeni koşulların en hızlı büyüyen “business”larından biri olmuş durumda (özel sigortalar, güvenlik hizmetleri, korunaklı siteler, gözetim teknolojisi, hatta antivirüs yazılım programları…)

Kabilecilik: Üretimin fabrikalardan yeniden domestik alana kayması (ünlü markaların üretiminin büyük bölümü emeğin bol ve ucuz olduğu Üçüncü Dünya ülkelerinde kayıtdışı olarak, hanelerde, merdiven altı atölyelerde gerçekleştiriliyor); sosyal devletin tasfiyesi, yeniden üretime yönelik hizmetlerin özel sektöre aktarımı ya da paralılaştırılması ve etnik-dinsel temelli çatışmalar; kabilesel ilişkilere, Benedict Anderson’un deyişiyle “hayalî cemaatler”e dönüşü tetikledi. “Cemaatten cemiyete” doğru ilerlediği varsayılan toplumsal evrim, “sürpriz” bir U-dönüşüyle etnik ve dinsel cemaatlere, kabilelere, soy gruplarına, gettolara, diyasporalara dayanışma mekânları olarak değer kattı. Böylelikle, bilgi ve teknoloji üzerindeki tekeli ve eşi görülmemiş bir sermaye yoğunlaşması ile  ÇUŞ’ların ultra-rasyonel üretim alanı ve parçalanmaya, dağılmaya uğramış, yerelleşmiş, parokyalleşmiş toplumsal alan arasında muazzam bir tezat ortaya çıkmakta… Ve kapitalizm, formel dayanışma biçimlerinin maliyetini cemaatlere yıkarken, işçi maliyetlerini de düşürmektedir.

Var olmak=Tüketmek: En azından kapitalizmin kitlesel üretim kapasitesinin kitlesel tüketimi biçimlendirdiği ve kitle iletişim araçlarının şirketlerin kontrolü altına girdiği 20. yüzyıldan bu yana yürürlükte olan bu veçhe, günümüzde bir ölüm-kalım sorununa dönüşmüştür. Günümüzde insanların, toplumsal kesimlerin ve toplumların üzerinde sınandığı tek mihenk taşı, “tüketebilme kapasitesi”dir; tüketim kapasitesi düşük toplumlar ve toplumsal kesimler “marjinal” ya da “underclass” olarak sonsuz bir dışlanmaya mahkûm edilmektedir, sistem tarafından: bu kimi zaman kocaman bir kıtadır: örneğin, Sahra-altı Afrika… Kimi zaman ise bir ülke: örneğin Haiti. Ya da toplumsal kesimler: sığınmacılar, engelliler, işsizler, topraksız köylüler…

Tüketim kapasitesinden yoksun bölge, ülke ve toplumsal kesimler, göstermelik yardımlar dışında kendi kaderlerine terk edilirken, bireysel değer, statü, prestij tüketebilme yetisine endekslenmiş durumdadır. İnsanın değeri, bilgisi, deneyimleri, yetenekleri, ya da diğer iyicil vasıflarında değil, bunları sermayeye dönüştürebilme yeteneğinde yatmaktadır. Orijinal marka, bir sevgili edinme olasılığını “çakma” markaya göre çok daha yükseltir. Üst model otomobili ya da cep telefonu olan kişi, sosyal çevre edinmede düşük model sahiplerine göre çok daha avantajlıdır. Bilgi birikimini projelendirip şirketlere pazarlayabilen akademisyen, kendisinden çok daha derin, çok daha bilgili meslektaşlarından çok daha hızlı yükselecektir akademik kariyerinde…  Bir ressam ancak büyük şirketlerin sponsorluğuna mazhar olduğunda “ressam” olarak ün yapabilecek, tabloları değer kazanacaktır. Özetle somut ya da soyut, herşeyin – nesnelerin yanısıra, aşk, yetenek, sanat, zeka, bilgi, heyecan, merak…-  ancak piyasaya dahil olma kapasitesi sergilediğinde gerçeklenebildiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bu durumun, yeryüzünün biçimini de değiştirdiği, doğayı insan mamulatıyla ikame ettiği bir vakı’a.  İnsanların hafta sonlarında kırlara, ormanlara değil AVM’lere doluştuğu, oniomani’nin (kompülsif alışveriş hastalığı) psikolojik bozukluklar listesine eklendiği, pazarlama uzmanlarının “beyin kontrol yöntemleri” üzerinde çalıştığı, yeryüzünde yaşayan hemen her insanın yaşamında bir kez olsun Coca Cola içtiği, Pasifik Okyanusundaki deniz canlılarının karnından plastik poşetler çıktığı beton-plastik-pleksiglas çevrelerde, naylon hayatlar sürdürüyoruz artık…

Benmerkezcilik, narsizm: Var olmanın sahip olmaya, tüketim kapasitesine endekslenmesi, benmerkezci, narsistik ve doyumsuz bir kişilik dokusunu beslemektedir. İçinde yaşadıkları gösteri dünyası, dayanışma, paylaşım, empati, hümanizm gibi değerleri bastırarak, kendisinin merkezini oluşturduğu yalnız dünyalara mahkûm kılmaktadır. Büyük anne ve büyük babaları kendi yaşlarındayken Vietnam savaşını protesto gösterilerine katılmış, ırkçılığa karşı çıkmış, başka dünyaları tanımak adına her türlü konfordan vaz geçerek otostopla Hindistan’a gitmiş, komünler kurup yeni ve paylaşımcı yaşamları deneyimlemiş, ya da Filistin’de savaşmış gençlerin büyük bölümü, bugün dünyayı kuşatan açlık, sosyal eşitsizlikler, savaşlardansa bilgisayar oyunlarıyla, cep telefonlarıyla, marka giysilerle, “fit” görünmekle, “body” yapmakla ilgili görünüyorlar. Kusursuz, sportmen, fit, temiz, bakımlı, üzerinde özenilmiş bir beden,  derin, eleştirel, esrik, sakıncalı, yaratıcı ve tutkulu bir akıldan çok daha “makbul” sayılıyor.

Öte yandan, tüketim toplumu insan(cık)ları, Georg Simmel’in 20. yüzyıl başlarında teşhis ettiği bir hastalıktan mustariptir: tüketim toplumunun aşırı yüklemesi, bir başka deyişle uyaran çoğulluğu karşısında duyarlılık yitimi: blasé kişilik. Piyasaya çıkan yeni bir şey, kısa süreli bir heyecan, kısa süreli bir “çılgınlık” yarattıktan sonra,  devasa az kullanılmış eşyalar çöplüğünde yerini alıyor…

Yaşamı üzerinde denetimi tümüyle yitirmek: Küresel kapitalizm dünyasında insanlar, yaşamları üzerindeki tüm denetimlerini yitirmiş durumdadır. Dünya ekonomisinin yüzde 80’inin 737 şirketin denetimine olduğu düşünülürse[16], durum daha net bir biçimde açığa çıkacaktır. Çokuluslular, medya üzerindeki denetimleriyle (ki bu denetime, küreselleşme hayranlarının iddialarının tersine, internet de dâhildir[17]) insanların görüş ve düşüncelerini biçimlendirme olanağını büyük ölçüde elde etmişlerdir.[18] Öte taraftan siyaset sahnesinin hemen tümüyle şirketler tarafından temellükü, demokrasinin bir gölge oyununa dönüşmesini ve kapsamlı bir depolitizasyonu getirmiştir.[19]

“Gelişmiş” ülkelerde en gözde “boş zaman değerlendirme” şeklinin hâlâ TV izlemek olduğu düşünüldüğünde[20], yaşamı hazır kalıp kodlara göre yönlendirme alışkanlığının vahameti, ortaya çıkacaktır.

Yeni maneviyatçılık: Neo-liberal politikalar, çoğu ülkede 60-70’li yılların radikalleşmesine karşı toplumun muhafazakâr değerlere döndürülmesi gerektiğini düşünen yeni-muhafazakâr kadrolar eliyle hayata geçirildi.  Sekülarizm çağı aşırılıklarını birlikte getirmiş, manevî değerlerden yoksun yetişmiş gençler isyankârlaşmıştı; neo-liberal “acı reçete”yi yutabilmesi için toplumun “terbiye edilmesi” talepkârlık düzeyinin düşürülmesi gerekiyordu… Ahlâkî diriliş, Tanrı’ya dönüş, post-sekülarizm, yeni maneviyatçılık dönemin şiarı oldu.

Dinsel köktencilik, yalnızca laik devletlerinden düş kırıklığına uğramış İslâm coğrafyasına özgü bir şey değildir; deregülarizasyon ve güvencesizleşme furyasında iş ve konumlarını yitiren, “Demirperde”nin yıkılması sonucu Doğu Avrupalıların, Kuzeyli güçlerin Ortadoğu ve Asya’ya müdahalesi sonucu istikrarsızlaşan coğrafyalardan kaçan mültecilerin akımına uğrayan Batı Avrupalılar için de Hıristiyanlık bir kimlik gösterenine dönüşecektir. Dünya dev şirketler ve dev güçlerin elinde küresel piyasaya doğru itilir ve kozmopolitleşirken, bir yandan da dinsel cemaatlere sığınmaktadır.

Kuşkusuz eksik bir liste. Ama en azından neo-liberal çağda “kültürel hâl” konusunda bir fikir veriyor.

* * *

Bütün bunlar, neyi gösteriyor? Kanımca özellikle iki şeyi:

  1. Kültür dediğimiz “şey” bağımsız ve iktisadî-siyasal süreçlerden kopuk, özerk bir varoluşa sahip değildir; toplumsal yaşamımızı etkileyen, dönüştüren süreçlerin etkisi altında değişir.
  2. İktidar konumu, kültürel değişimin yönü ve biçiminin tayininde kritik bir role sahiptir. Toplumlarda iktisadî – siyasal iktidarı ellerinde tutanlar, genellikle, toplumun ortak ve ortalama duyuş, düşünüş ve davranış biçimlerini üreten medya (burada medyayı yalnızca kitle iletişim araçlarını kastedecek biçimde değil, toplumsal ilişkilerin dolayımlanma ve aktarılma biçimlerini de kapsayacak şekilde kullanıyorum: formel ve informel eğitim, haberleşme, sözlü-yazılı edebiyat vb.[21]) üzerinde de denetim sahibidirler. Dolayısıyla müdahaleleri, çoğunlukla bir kasıt ve bir bilinçten hareket eder.

Hiç kuşku yok ki, egemenlerin tüm toplumsal kültürü “belirlediği” gibi, bir toplum mühendisliği girişimine atıfta bulunmuyorum. Ancak hâkim iktisadî-siyasal sistem insanların yaşam biçimlerini (dolayısıyla da simgesel dünyalarını) dönüştürürken, iktisadî-siyasal sistemin hâkimleri de bu dönüşümün kendi iktidarlarını pekiştirecek yönde olması konusunda bilinçli bir çaba gösterirler. Bir başka deyişle, kültür (her zaman tam olarak beklenen sonuçları vermese de) iradî müdahalelere açık bir alandır…

Ancak, kültür, yalnızca iktidarların tepeden dayattığı ve tüm bir toplumun pasif bir biçimde boyun eğdiği bir alan değildir. Çünkü toplumlar homojen değildirler. Farklı sınıfları, farklı çıkarları, farklı özlemleri barındırırlar. Bunların özerk siyasal iradelere dönüşmesinin, kültürel alanda da etkileri olacaktır. Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde üzerinde uzun uzadıya durduğu bir konu[22]

Kültür denilen muğlak alan bir toplumun farklı sınıflarının farklı biçimlerde yaşayıp anlamlandırdığı tarihsel deneyim katmanlarından oluşuyorsa eğer, egemenlerin olduğu kadar ezilenlerin de konumlarını ilerletmede, toplumsal yaşamın gidişatına yön vermede başvurabilecekleri unsurları içeriyor demektir. Her kültür, boyun eğme kadar başkaldırmayı, hedonizm kadar diğerkâmlığı, rekabet ve bencillik kadar dayanışmacılığı da içerir. Dahası, günümüzde dünyanın ezilenleri, bilgi, deneyim ve isyanlarını birbiriyle paylaşacak olanaklara her zamankinden fazla sahiptirler. Türkiyeli devrimciler Orta Doğu’daki, Latin Amerika’daki, Avrupa’daki toplumsal muhalefet hareketlerini yakından izleyip onlarla etkin bir etkileşimi sürdürmektedir, örneğin. Ya da Kürdistan’daki kültürel buluşmalara Zapatistalar katılmakta, Noam Chomsky Haziran 13 ayaklanmasının ardından elinde “Ben de çapulcuyum” pankartıyla poz vermektedir. Veya Via Campesina üyesi kadın çiftçiler, “köylü feminizmi”ni tartışmak üzere Seferihisar’da buluşmaktadır.[23]

Bir başka deyişle, küresel kapitalizme karşı küresel bir direniş kültürünün olanakları mevcuttur ve böyle bir direniş, biçimleniyor.

Öte yandan, üretim ilişkilerini eşitlikçi temelde dönüştürmeyi hedefleyen her devrimci hareket, aynı zamanda kendi toplumunun (çoğunlukla egemenlerin elinde reaksiyoner temelde biçimlenmiş) kültürüyle de karşı karşıya kalacaktır. Benim gençliğimde, “eve gelen kocanın, portmantoda başka bir erkeğin şapkasını gördüğünde, kapıyı çekip çıktığı” komünist rejime dair (son derece “millî tınılı) söylenceler, ya da falancanın kapıcısının eve girip, “eviniz geniş, sosyalizm gelince biz de şu odalara yerleşiriz” dediğine dair dolaşımdaki öyküler revaçtaydı. İlki “Türk erkeğinin karısının namusuna verdiği değer”e ilişkin, ikincisi ise kurulu hiyerarşinin altüst olması, “ayakların baş olması”na karşı orta sınıf tepkilerini harekete geçirmek üzere dolaşıma sokulmuş kültürel kurgulardı. Egemen sınıflar, “Yunanlılar Selanik’te Atatürk’ün evini tahrip etmişler”, “Allahsız komünistler cami yakmış,” “Alevîler mum söndü yapıyormuş”, “Çingeneler hırsızlık yapmışlar” söylemleriyle, yönettiklerinin dinsel, ailevî ve mülkiyete ilişkin yerleşik nass’larını harekete geçirip kitlesel reaksiyonları zincirinden boşaltabilmişlerdir – günümüzde bunlara “Kürtlerin aslında Ermeni olduğu”, “Gezicilerin faiz lobisinin emrinde olduğu, başörtülü bacımızın üzerine işedikleri…” söylencelerini ekleyebilirsiniz.

Sünnî İslâm, Türk milliyetçiliği, “gâvur”a karşı derin bir kuşkuculuk, ataerki… Bu toplumun tarihsel etkileşimler dağarcığında üst üste yığılmış yönelimlerdir.  Gerektiğinde kullanılmak üzere, egemenler tarafından yeniden üretilir ve desteklenirler.

Ancak kültürel dağarcıkta, yalnızca reaksiyonu besleyen değerler yok. Anadolu kültürlerinde aynı zamanda başkaldırıya, eşitliğe, kardeşleşmeye taalluk eden bir dizi değer de mevcut. Börklüce Mustafa’dan Pir Sultan’a, Şeyh Bedreddin’den Celalî isyanlarına, suhtelerden 68, 78 gençliğine, Baba Zünun’dan Deniz Gezmiş’e, Bedirhan’dan PKK’ye,  bir isyan geleneği, eşitlik ve adalet özlemi mevcut bu topraklarda. Osmanlı zulmüne karşı omuz omuza veren “Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları” ya da Ermeni soykırımı sırasında İttihat Terakki canilerinin karşısına dikilen, hayatları pahasına Ermenileri savunan mutasarrıflar, “halkların kardeşliği”nin boş laf olmadığını anlatıyorlar bize. Kazak Abdal’dan Neyzen Tevfik’e, Aziz Nesin’e uzanan hiciv geleneği, muktedirler karşısında kılıç kadar keskin bir dil kullanan, onlarla dalga geçen kalemlerin varlığını gösteriyor.  Yaşar Nezihe’den Behice Boran’a, Suat Derviş’ten Ayşenur Zarakolu’na  bir çok kadın, erkekler dünyasında kadın olarak var olma ve toplumsal mücadeleler içinde yer alma kararlılığına işaret ediyor. Yoksulların, işçilerin namuslu, dürüst, zenginlerin ise yoz, düzenbaz ve hilekâr olarak betimlendiği Yeşilçam filmleri, ham da olsa bir sınıf öfkesine işaret ediyor… Ve “kutsal” değerlere yönelen küfürler, yaşamını “öte” güçlerin denetimine vermeye hiç de niyeti olmayan bir seküler bilinci açığa çıkartıyor.

Şu hâlde “dünyayı değiştirmeyi” hedefleyen bir devrimci hareket, salt iktisadî-siyasal durum/koşulları değiştirmeye yöneldiğinde, eksik (dolayısıyla da geri dönüşlü) bir teşebbüste bulunmuş olacaktır.  Toplumsal/ kültürel bir dönüşümü, insanların gündelik etkileşim modalitelerini gündemine al(a)mayan, daha doğrusu toplumun kültürel münderecatını emekten/ barıştan/ kardeşlikten/ katılımdan yana bir içerikle yeniden tanımlamakta başarısız kalan bir devrim girişimi, karşı-devrim güçlerinin yolunu açar. Daha somut bir deyişle, devrimci bir hareketin yalnızca siyasal iktidarı ele geçirmeyi, yalnızca iktisadî aygıtı emekçilerin denetimine vermeyi değil, aynı zamanda toplumsal/kültürel değer sistemleri de dayanışma, paylaşımcılık, eşitlikçilik, enternasyonalizm, farklılığı zenginlik olarak görme, yerel olduğu kadar insanlığın kültürel mirası sahiplenme, içsel dünyasını estetik, sanat, felsefe ve bilimle zenginleştirme, ekolojik bilinç, kadın-erkek eşitliği, toplumsallık bilinci, empati vb. sağlama doğrultusunda yeniden yorumlamayı hedeflemesi gerekecektir.

Daha önce de belirttiğim gibi, “her devrim, kalıcılığını sağlayabilmek için aynı zamanda (kitlelerin güncelliği yorumladıkları referans çerçevelerinin dönüştürülmesi anlamında) bir “kültür devrimi” olmak zorundadır. Ancak “güncelliği yorumlamaya yarayan referans çerçevelerinin dönüştürülmesi” işi, (Kemalist “devrim” modelinde olduğu üzere) zecrî önlemlere başvurularak gerçekleştirilmeye çalışıldığında, gizil, şiddetli ve dirençli bir reaksiyonu da devreye sokar. “Kültürel alan”a radikal ve zecrî müdahaleler, iktidara gelenlerin ‘yaban/cı’, ‘dışsal’ ‘zorbalar’ olarak görülmesi/gösterilmesini olanaklı kılmaktadır.”[24]

Şu hâlde, kültürel dönüşüm, kültürdeki mevcut, kültüre içkin unsurların yeniden yorumlanması aracılığıyla gerçekleştiğinde etkin olabilecektir. Bunun için kültürün madun konumdaki paylaşımcılarının, ezilenlerin bu yeniden yorumlama sürecine katılması olmazsa olmazdır.

 

27 Şubat 2016 12:42:18, Ankara.

 

N O T L A R 

[*] 13 Mart 2016 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da “Başka Bir Dünya Mümkün… Örgütleyecek Güç Sensin” başlığıyla düzenlediği sempozyuma sunulan tebliğ… Arasöz Dergisi, Nisan 2016…

[1] “Taşı oyan damlanın gücü değil, tekrarıdır.”

[2] Raymond Williams, Kültür, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993.

[3] Bkz. S.Özbudun, “Kültür Üzerine”, Uzun Yürüyüş, sayı: 64, Ocak-Şubat 2004, ss.76-77; “Devrim ve Kültür Üzerine Çerçeve Düşünceler”, Antropoloji Gözüyle, Ankara: Ütopya Yayınları 2014: 173-180; “Kültüralizm Üzerine Notlar”, Antropoloji Gözüyle, Ankara: Ütopya Yayınları 2014: 93-105; “Başka bir Dünya, Başka bir Kültür Mümkün mü?” Sanat ve Hayat, sayı 9, Aralık-Ocak 2003, ss.20-31…

[4] E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004: 43.

[5] Summum bonum: en üstün iyi.

[6] Eudaimonism: Mutluluğun insanın en yüksek ereği olduğunu va’zeden görüş.

[7] Max Weber, Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınları 1999: 45.

[8] CNB-C için Secret Lives of the Super Rich (Süper Zenginlerin Gizli Yaşamı) programını çeken Robert Frank’ten. Aktaran: Dina Gachman, “Peering into the Secret Lives of the Super Rich”, Forbes, 10 Haziran 2014, http://www.forbes.com/sites/dinagachman/2014/06/10/peering-into-the-secret-lives-of-the-super-rich/#116995321a4f.

[9] “Hong Kong Tycoon buys 30 Rolls Royce Phantoms”, Luxuo, 18 Eylül 2014, http://www.luxuo.com/super-rich/hong-kong-tycoon-stephen-hung-buys-30-rolls-royce-phantoms.html.

[10] Bkz. Peter Burke, Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü,Ankara: İmge Kitabevi 1996

[11] Steven Best, “Introduction”, The Global Industrial Complex, Systems of Domination, Lexington Books, 2011, s.xvi.

[12] Son dönemlerde yaygınca kullanıldığı üzere 18. Yüzyıldan itibaren Batı dünyasının yöneldiği süreci salt“modernite” terimiyle tanımlamanın yeterli olamayacağı kanısındayım. Postmodern eleştirinin tektipleştirdiği, klişeye dönüştürdüğü “modernite” kavramı öznesiz, muğlak bir yüklem, tabir yerindeyse bir “boş gösteren”dir. Batı Avrupa’nın 18. yüzyıldan itibaren yöneldiği süreç, “kapitalist modernite” olarak tanımlanmalıdır. Aydınlanma’nın ideallerini tersine döndüren, yani “düşleri karabasanlara, dönüştüren, ışık görülerinin karanlık getirmesine yol açan, bilginin cehaleti beslemesine neden olan, üretici güçlerin yıkım güçlerine evrilten, rekabeti tekele dönüştüren, servetin sefalete açılmasına olanak sağlayan, otomasyonun emek rejimine uzanmasının önünü açan ve özgürlüğün tahakküm getirmesini sağlayan” (Steven Best, a.y.) modernite değil, kapitalist sistem ve onun sınıfsal sömürü ve tahakkümüdür.

[13] John Scott, “Cultural Analysis in Marxist Humanism”, Cultural Theory, Tim Edwards (ed.)Sage Publications, 2007, s.23.

[14] Robert J. Antonio ve Alessandro Bonanno, “A New Global Capitalism? From ‘Americanism and Fordism’ to ‘Americanization-Globalization’“, American Studies, 41:2/3 (Yaz/Güz 2000): 51

[15] Bkz. Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009.

[16] Bruce Upbin, “The 147 Companies that Control Everything”, Forbes, 22 Ekim 2011, http://www.forbes.com/sites/bruceupbin/2011/10/22/the-147-companies-that-control-everything/#1966584e7638

[17] 2000 yılında ABD’de çocukların yüzde 73’ünün internet erişimi olmayan evlerde yaşadığını, düşük gelirli hanelerin yüzde 84’ünde internet bağlantısı, yüzde 20’sinde de telefon bulunmadığını düşünmek, dünyanın geri kalanının bilişim teknolojilerinin “özgürleştirici potansiyeli”nden ne kadar yararlanabildiğini tahayyül etmeye yetecektir (Antonio ve Bonanno, a.y.) Tabii internet erişimine yönelik kısıtlamaları hiç saynıyorum.

[18] “Amerikan orta sınıfının büyük bölümü için gerçek bireysel özgürlük, çok sayıda mala ve web iletişiminin esritici mutluluk ve olasılığına sahip olmaktan ibarettir,” diyor Antonio ve Bonanno (a.y. s.66).

[19] ABD’de 2012 başkanlık seçimlerinde katılım oranı: yüzde 57; Fransa’da 2015 seçimleri ilk turuna katılım oranı: yüzde 43…

[20] Amerikan İstatistik Bürosu, Amerikalıların 2014 yılında günde ortalama 2.8 saatini beyazcam karşısında geçirdiğini belirtiyor. “American Time Use Survey”, Bureau of Labor Statistics, 24 Haziran 2015, http://www.bls.gov/news.release/atus.nr0.htm. Türkiye’de ise bu süre 6 saati buluyor. Kitap okumaya ayrılan süre mi? Günde 1 dakika!. (“6 saat TV izliyor, 1 dakika kitap okuyoruz”, Aktifhaber, 22 Nisan 2014, http://www.aktifhaber.com/6-saat-tv-izliyor-1-dakika-kitap-okuyoruz-970124h.htm.)

[21] “(…) kültür, bizi etkileyiş tarzındaki algı eşiği altında olma hâli düşünüldüğünde, bedensizleşmiş, her yerde hazır ve nazır bir kendilik olarak görülebilmesine karşın, mekân içerisinde yüzerek üzerimize çöreklenen soyut bir kuvvet değildir. Gerçekte kültür, bir toplumsal yapı aracılığıyla dolayımlanır. Kültürümüzü başka insanların dahil olduğu bir toplumsal ilişkiler ağından ediniriz: aile, akranlar veya cemaat içerisindeki diğer enformel birlikler gibi birincil gruplar ya da, artan ölçülerde olduğu üzere, okullar, medya, kiliseler, hükümet ajansları, şirketler ve ordu gibi daha formel tarzlarda eklemlenmiş ve yasal olarak kayıtlanmış kurumlardan.

Satın alma ve ikna ile egemen yönetici sınıf çıkarlarına bağlanan bu türden toplumsal kurumlar, sürekli olarak, özellikle de içlerinde komuta konumunda olan kişiler ya da onlardan yarar sağlayanlar tarafından siyasal açıdan nötr olarak sunulmaktadır. Gramsci’nin ordu için söyledikleri, kapitalist toplumdaki çoğu diğer kurum için de geçerlidir: ‘sözde nötrlükleri yalnızca gerici tarafa destek anlamına gelir,” .” diyor Michel Parenti. (M. Parenti, “Reflections on the Politics of Culture”, Monthly Review, 1999, cilt 50, sayı 9.)

[22] Bkz. Kate Crehan, Gramsci, Kültür, Antropoloji. Kalkedon Yayınları, 2007.

[23] “Dünyanın kadın çiftçileri tarım politikalarını konuştu”, Ortak Haber, 24 Şubat 2016, http://www.ortakhaber.com/dunyanin-kadin-ciftcileri-tarim-politikalarini-konustu.html.

[24] S.Özbudun, “Devrim ve Kültür Üzerine Çerçeve Düşünceler”, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları. (Genişletilmiş 2. Baskı) Ankara: Ütopya Yayınları, 2014, s.179.

 

Exit mobile version