Site icon Rojnameya Newroz

Kadınlar ve emek mücadelesi – sadece “üretimden gelen güç”mü?[1]

SİBEL ÖZBUDUN / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

“Eğer kadının kurtuluşu komünizm

olmadan hayal bile edilemiyorsa,

komünizm de kadının tam kurtuluşu

gerçekleşmeden hayal dahi edilemez.”[2]

Sol kesimde adeta “galat-ı meşhur” hâline gelmiş bir yarı-doğru var: bir kuşaktan diğerine devredilen… Kapitalizmin kadınları yığınsal olarak üretime çektiğini söyleyip durduk…

Oysa kadınlar -çalışmamayı bir nev’i erdem sayan ve bu nedenle de “aylak sınıflar” (leisure classes) olarak anılan egemen ve/veya yönetici sınıf mensubu olanlar dışında- tarih boyunca üretimin içindeydiler. Ta avcı-toplayıcı büyük analarımızdan bu yana, ve tüm dünyada… Prehistorik çağlarda avcı-toplayıcı topluluklarda kadınlar yenilebilir bitkileri topluyor, yemeye hazır hâle getiriyor, avcılık-balıkçılık yapıyor, avlanan hayvan postlarından giyecek, kilden çanak-çömlek imal ediyordu. Hayvanları evcilleştirmeyi öğrendikten sonra yün kırkmak, iplik eğirmek, dokuma sanatlarını geliştirmek, süt sağmak, süt ürünlerini imal etmek, hane halkının yiyeceğini, giyeceğini hazırlamak, çocuklara bakmak, insan faaliyetleri arasına tarım katıldıktan sonra ekini biçmek, hasadı devşirmek… Velhasıl yaşamı sürdürme sanatlarının büyük çoğunluğu kadınlar tarafından yürütülmekteydi.

(Sınaî) kapitalizmin yaptığı, üretim faaliyetlerini haneden ayırarak fabrikalara taşımak, o güne dek çoğunluğu geçimlik, ancak bir kısmı ticaret amaçlı olarak sürdürülen üretimi tümüyle piyasaya tabi kılmak, ürünleri metalara, üreticileri de kitlesel olarak ücretli emekçilere dönüştürmek olacaktır.

Buharlı makinelerin üretim sürecinde kullanılmaya başlamasıyla birlikte kas gücü önemini yitirirken, başka insanî özellikler ön plana çıkar oldu: Özellikle sanayi devriminin beşiği İngiltere’nin ana sanayii olan tekstilde işlevli olan ince parmaklar, dikkat ve belki de en önemlisi, uysallık, itaatkârlık…

19. yüzyıldan itibaren batı Avrupa ülkelerinden başlamak üzere hem iktisadi hem de siyasal iktidarını pekiştiren kapitalist sınıf, topraklarını yitirerek kırlardan kentlere göçen kadın yığınlarında tam da aradığı şeyi bulmuştu: Talepkârlık düzeyi düşük, uysal, geçici işgücü. Kapitalizmin şaşmaz gereksinimi, piyasada tutunabilmek, emsalleriyle rekabet edebilmek için üretim maliyetlerini sürekli düşürmek ve bunun en kestirme yolu olarak ücretleri düşük tutmak için eşsiz bir girdi.

Kadınlar talepkârlık düzey düşük, uysal, geçici işçilerdi, çünkü bir başka tarihsel yük ile yüklüydüler: çocuk doğurmak, onlara bakmak, evin işlerini yapmak, yemek hazırlamak, haneye su taşımak, giysileri dikmek, onarmak… Bir başka deyişle, “yeniden üretim” olarak adlandırılan bir dizi domestik faaliyeti esas işleri/sorumluluk alanları olarak görüyorlardı. Ataerkil koşullamalar onları uysal, kanaatkâr domestik işçiler olarak biçimlendirmişti. Kapitalizm üretim faaliyetlerini haneden, yani domestik alandan ayırıp yeni bir “kamusal alan” yaratırken, kadınları evlerinden uzaklaştırmış, ama onların yeniden üretimci faaliyetlerini sırtlarından almamıştı. Çocukların sokakta büyüyor olmaları, kadınların 13-14 saatlik tüketici iş gününden sonra ellerine geçen sefalet ücretleriyle alışveriş yapıp, eve gelip çocuklara ve kocaya yemek hazırlamak zorunda olması, küçücük kız çocukların fahişelik yapması… Umurlarında değildi!

Bir başka deyişle kapitalizm, kârı azamîleştirmek adına, ataerkil işbölümünü temellük ederek kendine içkin kılmıştı.

Bu işin bir yanı… Ancak hemen vurgulamalı, Kapitalist Avrupa’da işçi kadınlar ilelebet uysal, ucuz işgücü olarak kalmadılar. Proleterleştikçe, işçi sınıfı mücadelelerine katıldılar.

Örneğin 19. Yüzyıl başlarında İngiltere’de işçi sınıfı mücadelelerinin ilk dönemlerinde, işçileri tezgâhlarından ettiği, ücretleri düşürdüğü, işçileri sakat bıraktığı için makineleri kırıp döken Luddite hareket içinde yer aldılar.

Luddite hareket, aynı isimle anılmasa da, Osmanlı topraklarında da boy gösterir. 1839 yılında bugün Bulgaristan sınırları içerisinde olan Plevne’de fabrikada çalışan kadın işçiler, kendilerini işlerinden edeceği kaygısıyla fabrikada makinelerin kurulmasına karşı isyan etmişti. Aynı eylem, yine günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Samarkov’daki bir tekstil fabrikasında 1851’de tekrarlanacaktır.

ABD’de daha 19. yüzyıl ortalarında kadın işçiler yığınsal olarak grevlere katılıyor ya da grev örgütlüyorlardı. Örneğin15 Ekim 1845’de Batı Pennsylvania’nın pamuk dokuma fabrikalarında çalışan 5 000 kadın işçi, haftada 6 gün, 15 saatlik iş gününe karşı greve çıkmıştı. Bu grev sonuçsuz kaldı; ama mücadeleler, bir kuşak sonra, Ulusal Emek Birliği’nin kurulmasına yol açacaktı (1866). Ulusal Emek Birliği yönetim kadrolarını kadınlara siyahlara açan ve talepleri arasında “Eşit işe eşit ücret”e yer veren ilk sendikaydı.

Ulusal Emek Birliği’ni çok-dilli, çok etnili sendikal örgüt, Emek Şövalyeleri izledi: Kuruluşundan beş yıl sonra kadın üye sayısı 50 000’i bulan ve 1884’deki tekstil grevlerinde özellikle kadın işçilerin militanlığı ve gözüpekliğiyle nam salan Emek Şövalyeleri.

Maden işçilerinin “Ana”sı, maden grevlerinin önde gelen örgütleyicisi, ABD işçi kadın hareketinin em önemli figürlerinden Mother JonesEmek Şövalyeleri’nin bağrından çıkmıştı. 60 yıllık mücadele yaşamı boyunca Mama Jones tüm işçi eylemlerinde boy göstermesiyle ünlenmişti: 1891 Virginia maden işçileri grevi, 1900 ve 1902’de antrasit havzası grevleri; 1912-13 Batı Virginia Paint Creek ve Cabin Creek grevleri; 1921 Kansas grevleri; 1903, 1904, 1905 ve 1911’de demiryolu grevleri, aynı yıllarda kadın tekstil ve şişeleme işçileri grevleri… Madenci patronları arasında, kadınları örgütleyip ellerinde kovalar ve süpürgelerle grev kırıcıları kovalamasıyla kötü bir şöhret edinmişti!

Mother Jones ömrünü tam anlamıyla sınıfının davasına adamıştı. Son katıldığı grev, 1919’daki çelik işçileri greviydi ve Mother Jones 90’ına merdiven dayamıştı.

“Şövalyeler” iç zaafları nedeniyle çözülmesi sonucu ABD’de “gangster sendikacılığı” zemin kazanırken, kadın, göçmen, siyah ve vasıfsız işçiler, mücadelelerini ücret sendikacılığıyla sınırlamayıp sivil haklar, ifade özgürlüğü, mahpus hakları için de mücadele veren, kurucuları arasında Mother Jones’un da bulunduğu devrimci işçi örgütü Dünya Sanayi İşçileri (IWW)’ne yöneldi. IWW, (fahişeler dâhil[3]) tüm emekçi kadınların sorunlarına sahip çıkacak ve saflarında çok sayıda militan kadın sendikacıyı eğitecekti. Bunlardan biri, Elizabeth Gurley Flynnin şu sözleri çarpıcıdır: “Eski sendikalar kadınları grevin bir parçası olarak görmediler. Onlar evde oturup boş tencere, aç çocuklar ve homurdanan ev sahipleri konusunda dertlenmekle yetinmek zorundaydı. Ama grev, ‘erkek işi’ydi. Kadınlar, hedeflerini anlamalarıyla orantılı olarak bir grevin en militan ya da en tutucu unsurları olabilir. IWW kadınları ön saflara koymakla suçlanıyor. Gerçek şudur ki, IWW onları arkalara itmiyor, onlar da öne geçiyorlar.”

Almanya’da ise 20. yüzyıl başlarında, işçi hareketine damgasınıAlman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) vurmaktaydı. 1914’te üye sayısı bir milyonu aşan partinin kadınlar alanındaki faaliyetlerinin ana eksenini, kadınların sendikalarda örgütlenmesi oluşturuyordu.19. yüzyıl boyunca kadınların siyasal amaçlı örgütlere katılmasının yasaklandığı Almanya için bu, zorlu bir görevdi. Bu yasağın kalktığı 1890’dan itibaren sendikalardaki kadın sayısı büyük bir hızla yükselecekti: 1892’de 4 355’den 1913’te 230 347 kadın üyeye.

19. yüzyıl başlarında İngiltere’de kadınlar, özellikle dokumacılık bölgelerinde yasadışı sendikal harekete yığınsal olarak katılıyordu. Robert Owen 1834 yazında kısa ömürlü Büyük Ulusal Konsolide Sendika’yı kurduğunda on binlerce kadın bu oluşuma katılacaktı.

Kadınlar 1837-1838 Chartist harekette de aktif biçimde yer aldılar; hareketin Birmingham’da 1842’de düzenlediği mitinge 50 bin kadar kadının katıldığı kaydedilmektedir. Ancak sendikal hareketin kurumsallaştığı 1840’lı yıllarda ve 50’lerin başlarında vasıfsız işçiler ve bu arada tabii kadınlar devre dışı bırakılacaktı – kadınların yoğunlaştığı dokuma sektörü dışında.

Ancak kadın her durumda aynı işi yaptıklarında dahi erkeklerden daha düşük ücretler alan kadın emekçileri sendikalardan uzak tutmak kolay olmayacaktı; sendikal merkez TUC’un 1888’deki kongresine “Eşit İşe Eşit Ücret” konusunda bir önerge sundular.

Dahası, özellikle tekstil işçisi kadınlar, sendikalı olsunlar-olmasınlar, grevlerde başı çekiyorlardı.

Örneğin, 1875 yılı başlarında, İngiltere’nin Batley kentinde patronlar sendikası, satışların düştüğü gerekçesiyle 50 dokuma fabrikasında çalışan 25 bin işçinin ücretleri yüzde 10 oranında düşürme kararına karşı kadın ve erkek işçiler greve çıktılar. Onları Dewsbury işçileri izledi. Grevdeki erkek işçiler, kadın işçilerin militanlığına hayranlıklarını sıkça dile getiriyor, bunun göstergesi olarak da, erkek ve kadın grevcileri temsil etmek üzere salt kadınlardan oluşan 13 kişilik bir komite seçiyorlardı. 13 Şubat 1875 günü işçi komitesinden Ann, Dewsbury’de toplanan 9000 işçiye şöyle sesleniyordu: “İşçiler ücretlerin düşürülmesini kabul edemezler, çünkü evin işlerine bakan herkesin bildiği gibi kiralar, kömür ve un pahalı; efendiler daha az bir kârla yetinebilirler, ama işçiler aç yaşayamaz.” [4]

Bu sözlere, daha sonra dönmek üzere bir mim koyup, devam edelim.

19. yüzyıl İngiltere’sinde kadın işçilerin önayak olduğu en ünlü grev, olasıdır ki 1888’de Londra’nın Doğu Yakası’ndaki Byrant and May kibrit fabrikası grevidir. Grev, patronların çalışma koşullarını sosyal hizmet uzmanına anlatan üç arkadaşlarını işten çıkartması sonucu patlak verdi.

İşçilerin anlattıkları, 23 Haziran 1888 tarihli haftalık The Link dergisinde “Londra’da Beyaz Kölelik” başlıklı bir yazıda ifadesini bulacaktı: 14 saatlik iş günü, 4-8 şilinglik haftalık ücretler, bütün gün ayakta çalışmak zorunluluğu, beyaz fosforla çalışmanın getirdiği aküt sağlık sorunları, en ufak bahanelerle (ayakkabıların kirli olması, taburesinin altındaki zeminin temizlenmemesi, kibritlerin kazara tutuşması…) ücretlerden yapılan kesintiler… “İşe başlangıç saati yazın 6.30, kışın 8; iş günü akşam 6’da sona eriyor. Kahvaltı molası yarım saat, yemek molası bir saat. Bu uzun işgünü tüm gün ayakta çalışmak zorunda olan genç kızlar için geçerli. Tipik vaka, parça başı çalışan 16 yaşındaki kızın durumu – haftada 4 şiling kazanıyor. Bunun 2 şilingini kaldığı tek odanın kirası olarak veriyor, çocuk kahvaltıyı da, akşam yemeğini de tereyağlı ekmek ve çayla geçiştiriyor…”[5]

Aynı tarihsel kesitte, işçi hareketlerinin ve sınıf mücadelelerinin bir başka odağı ise, 19. yüzyıl ortalarından itibaren sanayinin ağır aksak da olsa Rusya idi. Erkek sanayi işçilerinin yüzde 40’ının silah altına alındığı 1914 yılına gelindiğinde, kadınlar yığınsal biçimde fabrikalara, hastanelere, yol inşaatına doğru aktı. 1913-1917 arasında Petrograd’da metal işkolunda çalışan kadınların oranı yüzde 3.2’den yüzde 20.3’e yükselmişti. Benzer bir durum ahşap sanayi, kâğıt imalatı, matbaacılık, hayvan ürünleri ve besin işkollarında da söz konusuydu. 1914’e gelindiğinde tüm Rusya’da kentsel işgücünün üçte biri kadınlardan oluşmaktaydı. Savaş fiyatları tırmandırdıkça tırmandırırken, 10-12 saat çalışma sonucu kazanılan ücretler ekmeğe yetmiyordu; çalışan annelerin durumu daha da zordu. Kreş ve bakımevlerinin yokluğunda fabrika işçisi kadınların doğurdukları bebeklerin üçte ikisi bir yıl içinde yaşamlarını yitirmekteydi.

Kadınlar tıpkı ABD’li, Alman, Britanyalı kız kardeşleri gibi mücadeleye giriştiler. İşçi sınıfının daha tomurcuk hâlinde boy gösterdiği 19. yüzyıl sonlarından itibaren kadın işçiler grevlerde, gösterilerde saf tutmaya başlamıştı. St. Petersburg’daki Novaya Pryadil’na fabrikasında 1878’de patlak veren grevde kadınlar ön saflardaydı. Orekho-Zeyevo’daki 1885 tekstil işçileri grevinde fabrika binalarının tahrip edilmesi, Çarlık yönetimini alelacele kadın ve çocukların gece çalıştırılmasının yasaklamasına yol açtı.

1895’de Yaroslav fabrikasındaki “Nisan Ayaklanması” kadın dokumacıların öncülüğünde başladı. St. Petersburg’lu kadın işçiler 1894-1896 arasında işçi sınıfını ayağa kaldıran grevlerde erkek sınıf kardeşlerini yalnız bırakmadılar; 1896 yazındaki dokuma işçilerinin tarihsel grevinde ise tezgâhları ilk terk edenler oldular.

Öte yandan, kadın işçilerin eylemlerine özgül talepleri giderek daha çok damgasını vurmaktaydı. “1905-1907 grev talepleri arasında kadın işçilerin ihtiyaçları öne çıkıyordu. Kadınları istihdam eden işkollarındaki grevlerde bir şekilde ücretli doğum izni (genellikle doğum öncesi dört, sonrası altı hafta), emzirme izni ve fabrikalarda kreş açılmasından söz etmeyen tek bir belgeye rastlanamaz.” Ve belki de en çarpıcısı: kadın işçiler ustabaşları ve patronların taciz ve istismarlarına karşı da eylemlere girişmekteydi: 1913’de Moskova’daki Grisov fabrikasında patlak veren grevin gerekçesi, “fabrika yönetiminin tutumu, kabul edilebilir gibi değil. Ancak fuhuş sözcüğüyle tanımlanabilir” idi. Kadın grevcilerin talepleri arasında, doğum/ emzirme izni, eşit işe eşit ücret vb.nin yanı sıra, “özellikle kadın işçilere kibar davranılması, küfrün yasaklanması”nın yer alması giderek yaygınlaşıyordu; 1911’de Yartsev’deki Khludovsky fabrikasında 5000 işçiyi greve çıkartan olay, usta başlardan birinin kadın işçileri taciz etmesiydi…

Kadınları yığınsal olarak proletaryaya çeken 1914 savaşı, kadın militanlığını daha da yoğunlaştıracaktı. Savaş hayatı daha da zorlaştırmıştı. Petrograd’da büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ekmek kuyrukları kilometreleri bulmuştu. Ve Bolşeviklerin “Erkeklerimizi geri getirin!” sloganı, kentlerde olduğu kadar kırsalda da yankılanıyordu.

Savaşın ilk birkaç ayının şaşkınlığı ve şoven havasını dağıtan, yine kadın emekçiler olacaktı. 6 Nisan 1915’te Petrograd’da et satışları bir günlüğüne askıya alındığında, kadınlar büyük kasap dükkânlarının vitrinlerini aşağı indirerek tezgâhları yağmaladılar; aynı sahne iki gün sonra ekmek kıtlığı nedeniyle Moskova’da tekrarlanacaktı. Kentin emniyet amiri üzerine yağan kaldırım taşlarından yara-bere içinde kurtulabilmişti. Bu sahneler kısa sürede ülkenin tüm büyük kentlerine yayıldı.

Ekmek ayaklanmaları, “ekmek grevleri”ne kapı araladı: Haziran 1915’te İvanovo-Voznesensk’deki grev, “un grevi” olarak anılır. Bir ay sonra ise, kadınlar savaşa son verilmesi, cezaevlerindeki işçilerin serbest bırakılması için sokaklara dökülürler bu kez; grevin bastırılması, gösterilerin engellenmesi yönündeki polis müdahalesi, otuz kişinin ölümüne yol açar. Kadınlar ateş etmelerini önlemek için kendilerini güvenlik güçlerinin önüne atmaktadırlar.

Savaş işçileri hızla siyasallaştırır: Ocak 1917 tarihli bir emniyet raporu, “Dükkânların önünde sonu gelmeyen kuyruklarda beklemekten yorgun düşmüş, aç ve hasta çocuklarının yüzlerini görme ıstırabına katlanan anaların artık devrime (…) çok yakın olduğunu ve bir kıvılcımın infilak ettireceği bir patlayıcı dükkânına benzedikleri için çok tehlikeli olduklarını” kaydediyordu.

1917’nin 8 Mart’ı emniyet raporunu haklı çıkardı.

8 Mart (23 Şubat) sabahı Petrograd’lı birkaç yüz dokuma işçisi kadın, bir günlük siyasal grev çağrısı yapma kararı aldı. Aralarından seçtikleri temsilcileri komşu fabrikalara gönderdiler.

23 Şubat öğlen vakti, işçi kadınların grevine 90 000 işçi katılmıştı. Grevci işçiler Viborg mahallesinden kent merkezine doğru yürürken sabahtan beri ekmek kuyruğunda bekleyen kadınlar katıldı onlara. Hep birlikte Belediye Duma’sının önüne yöneldiler.

Sokaklar gün boyu insan kaynadı. Her köşede toplaşıp dağılan kalabalıklar ekmek, barış ve daha yüksek ücret taleplerini haykırıyorlardı: “Ekmek yoksa çalışma da yok!”

1917 Şubat devrimi başlamıştı.”Geleceğin tarihçileri Rus Devrimi’ni kimin başlattığını araştırırken angaje teoriler yaratmasınlar,” diye yazıyordu Pitirim Sorokin. “Rus Devrimi’ni ekmek ve ringa balığı isteyen aç kadınlar ve çocuklar başlattı.”

Sorokin’in bu sözleri önemli. Ve kadınların sınıf mücadelelerinde oynadığı çok kritik bir role işaret ediyor.

“Sınıf mücadeleleri” dediğimizde çoğumuzun aklına, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması, çarkları durdurması, grevler, fabrika işgalleri, mitingler, sokak eylemleri gelir gelmesine. Kadınlar bu grevlere katıldıkları ya da başlattıkları, sendikal harekette örgütlendikleri, işçi kitleleri önünde ateşli konuşmalar yaptıkları ölçüde sınıf mücadelelerinin bir parçası sayılırlar.

Ancak buraya dek aktarmaya çalıştıklarım, kadınların toplumsal mücadelelere katılışlarının özgül bir boyutu olduğuna işaret ediyor. Fransız devriminde, Paris Komünü’nde Rus devrimlerinde (1915, 1917 Şubat ve 1917 Ekim), sömürgelerin bağımsızlık savaşlarında boş tencereleriyle sokaklara dökülen, kasap-bakkal dükkânlarını yağmalayan, “açız!” haykırışlarıyla hükümet binalarını basan, muhafız alaylarıyla çatışan kadınlarda açığa çıkan bir boyut…

Fransız Devrimi’nden başlayalım mı?

Devrimin, 5 Ocak 1789 Pazartesi sabahı beş-altı bin kadın Versailles’a yürüyüşe geçmeleriyle başladığı kabul edilir. Artlarından erkekler geliyordu, en gençleri kadın giysileri içindeydi. Çamura belenmiş, yağmur ve terden sırılsıklam, bitik ve sarhoş, kadınların çoğu Marie Antoinette’e tehditler yağdırıyordu. Maillard öncülüğünde Pelican sokağı kadınları ve domuz kasapları burjuva hanımlara, dindar kadınlara, kocalarının kollarından çekip aldıkları kadınlara, ya da saçlarını kesme tehdidiyle ya da ite kaka aralarına kattıkları ev kadınlarına hakaretler yağdırıyordu. Kraliyet sarayının önünde toplanan kadınlar Flandres Bölüğü askerleriyle flört ediyordu (…) Meydanda bir at yere kapaklandı, ve hemen bu yoksul, aç kadınlar tarafından parça parça edildi.

Kadın elebaşlarının Belediye binasının silah depolarından çaldıkları 70 kadar kılıç, kazmalar, kürekler, kancalar ve demir çubuklarla silahlanmış çok sayıda kadın ve erkek o zamanlar Hotel de Menus-Plaisirs’de toplanan Millet Meclisi’ni bastı. Vekiller kendilerini itip kakan öpen, giysilerini çıkartıp sıralar üzerinde kurutan, kusan, şarkı söyleyen (…) kadınları sakinleştirmeye çalışıyordu.

Taine bu kadınları “çamaşırcılar, dilenciler, çıplak ayaklı kadınlar, gümüş vaadiyle gözleri boyanmış kaba saba kadınlar” olarak betimler.[6]

18. yüzyıl Fransası’nın “en alttakiler”iydiler. Açlık, yokluk ve sefalet yazgılarıydı adeta. Fransız devrimi, tam da Paris’in 70 000 işsizi barındırdığı bir ortamda patlak vermişti. 2 kiloluk ekmeğin fiyatı 8 Kasım 1788’de 12 kuruş, 28 Kasım’da 13 kuruş, 11 Aralık’ta 14 kuruş, Şubat 1889’da ise 14.5 kuruş olmuştu. Bir işçinin gündelik ücreti 18-20, ama işçi eğer kadın ise, 10-15 kuruş arasındaydı. Yani iş bulabilecek kadar şanslı bir kadın emekçi, günde 10-12 saat, bir-bir buçuk ekmek fiyatına çalışıyordu!

Ekmek alabilmek için her gün uzun kuyruklarda beklemek gerekiyordu. Kuyrukta bekleyenler, tabii çoğunlukla kadınlardı. Erkekler ise, genellikle kadınları ite-kaka gerilere atıp sıranın başına geçiyorlardı. Özel olarak dondurucu soğukların bastırdığı 1788/89 kışına uzun ekmek kuyruklarına yakacak sıkıntısı eklenmişti.

Tarih devrimden önce 300’ün üzerinde ayaklanma çıktığını kaydediyor. Çoğunda kadınlar en ön saflardaydı. (Grenoble kentinde 7 Haziran 1788’de patlak veren ayaklanma, öfkeli kadınların garnizondaki birlikleri tuğla yağmuruna tutmasından dolayı, “tuğla günü” olarak geçecektir tarihe…) Dolayısıyla asker-polis şiddetiyle ilk karşı karşıya kalanlar onlar oluyordu. 1788-89 yıllarına ait doktor kayıtlarında düşüklerin sayısındaki artış, çarpıcıdır![7]

Aynı örüntüyü yüz yıl sonra 1871’de, yine Paris’te, bu kez proletaryanın ayaklanarak kentin yönetimini 72 gün boyunca ele geçirdiği Paris Komünü’nde de görmek mümkün.

1870 yazında patlak veren Fransa-Prusya savaşı, Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlanmış, Paris 18 Eylül 1870’te imzalanan ateşkese kadar Prusya ordusunun işgali altında kalmıştır. İşgal hem Paris halkını iktisadî bir çöküşle karşı karşıya bırakacak, hem de radikalleştirecektir. 1870-71 kışı kentin karşı karşıya kaldığı en sert kışlardan biridir; besin ve yakacak sıkıntısı zirvededir; Şubat ayına ekmek ayaklanmaları damgasını vurur. Parisliler işsizlikten ve açlıktan kırılmaktadır; erkeklerin çoğu için tek kurtuluş, gündeliği 1.50 franga Ulusal Muhafızlar’a yazılmaktır. Parisli erkekler bu sayede silahlanırken, Ulusal Muhafız sayısı 300 000’e tırmanır.

Ulusal Muhafızların sayısındaki bu artış, iktidarı kaygılandırmaktadır; sonunda onları silahsızlandırmak amacıyla harekete geçmeye karar verilir. 18 Mart gecesi, birlikler, Ulusal Muhafızlar’ın elindeki topları teslim almak için harekete geçerler.

Ve kadınlar devreye girer…

Kaybedecek bir şeyleri yoktur, zira… Aralarından iş bulacak kadar şanslı olanlar, günde 13 saat, haftada 6 gün çalışmaktadır. Ve ellerine geçen üç kuruş kocalarının ücretine eklendiğinde bile, hayat pahalılığıyla baş etmeye yetmemektedir. Çoğunlukla içine saman ve kâğıt katılarak yapılmış ekmekler için saatlerce kuyrukta bekleyenler de onlardır. Bedenini pazara sürmek, açlıkla baş etmenin son çaresidir, Paris, fahişe kaynamaktadır.

Dedim ya, kaybedecek bir şeyleri yoktur. Topları almaya gelen askerlerin yolunu Monmartre’lı kadınlar keser. Bedenlerini toplara siper eder, askerlerle konuşur engeller, ikna ederler. Birkaç saat içerisinde askerler silahlarını komutanlarına yöneltmiştir[8]

Ve Rus Devrimi… Yukarıda da zikrettiğim, ekmek kuyruklarında bekleşirken fabrikaları boşaltan işçi kadınlara katılan, kasap dükkânlarını yağmalayan, kendilerini durdurmaya çalışan emniyet güçlerinin üzerine taş-tuğla yağdıran kadınlar çok şey anlatmıyor mu? Ya da Sorokin’in “Rus Devrimi’ni ekmek ve ringa balığı isteyen aç kadınlar ve çocuklar başlattı,” saptaması?

Söze başlarken, üretim içerisindeki rolleri ne olursa olsun, kadınların tarihsel olarak yeniden üretimle, bir başka deyişle, mevcut ve gelecekteki kuşakların bakımı, hazırlanması işiyle yüklü olduğunu vurgulamıştım. Bu, onları “ocağa düşen ateş” konusunda erkeklerden daha duyarlı kılmaktadır. Şekerli suyla karınları doyurulmaya çalışılan aç çocuklar, ilaç alınamayan hasta bebeler, uzayan ekmek kuyruklarında saatlerce bekleme, Pazar yerlerinden akşam vakti çürük sebzeleri toplama zorunluluğu, ekmeğini bedenini pazarlayarak kazanma umarsızlığı, mahallenin yamacındaki zehir saçan çöplük, sokaklarda yığılan çöpler, faturaları ödenemediği için kesilen elektrik, doğalgaz… öncelikle kadınları vurur. Ve ister istemez “yeniden üretim” alanını kadın ağırlıklı bir mücadele alanına dönüştürür. Günümüz protesto gösterilerinde boş tencere çalan kadınların görüntüsü, bir rastlantı değil, Roma’daki köle isyanlarından sömürgecilik karşıtı mücadelelere, Fransız devriminden Sudan’daki sokak isyanlarına, kadın mücadelelerinin “öteki yüzü”…

Roma Cumhuriyeti döneminde Sicilya’da patlak veren köle ayaklanmasında (İÖ 135-132) “mevcut bahtsızlıklarından daha kötüsü olamayacağını” düşünen kadın kölelerin kendilerine zulmeden Enna’lı toprak sahibi Damophilus’un kendisi kadar zalim karısı Metallis’i işkenceler içinde öldürüp cesedini kayalıklardan aşağıya atmaları[9] bu “öteki yüz”ün bir görünümüdür… İspanyol sömürgeciliğinin yağmaladığı Güney Amerika’da patlak veren yerli ayaklanmalarında öncü rol üstlenen kadınlar da… Örneğin:

“Batı yarıküredeki İspanyol işgali boyunca kadınlar istilacılara karşı etkin direnişe katılarak yerel gelenek ve değerleri desteklediler – onsekizinci yüzyıla dek uzanan bir aktivizmdi bu. Özellikle kırsal ve dinsel hareketlerde hoşnutsuzluklarını maçet, bıçak, hatta taşlarla silahlanmış savaşçı kadın müfrezeleri oluşturup imparatorluk görevlilerinin suistimallerini ya da rahip ve memurların aşırı taleplerini protesto ederek ifade ediyorlardı. (…) Eski İnka topraklarında kraliyet ailesi mensubu ya da soylu kadınlar 1742’de başlayan ayaklanmaya katılarak İspanyol hükümetine karşı çıktılar. Kendini yeni büyük İnka ilan eden peygamber Juan Altahualpa’nın peşinden kadınlardan oluşan bir müfreze oluşturdular ve İspanyol boyunduruğu altındaki yerli halkları kurtarma çabalarıyla ünlendiler. Bu hareketin yenilgiye uğramasının ardından, 1780’de Andlar bölgesinde İspanyol yönetimine karşı savaşan bir başka etnik ayaklanma patlak verdi. Micaela Batidas eski İnka İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ve yerel halkları tırmanan emek ve vergi taleplerinden kurtarmak amacıyla İspanyol otoritelere karşı ayaklanan İnka Tupac Ameru’nun karısıydı. Yarı İnka olan Bastidas kocasının İspanyol yönetimine karşı ayaklanmasında operasyonel görevler üstlendi. (…) Çoğunlukla askeri harekâtı yöneten Bastidas’ın yanında etkin direniş geleneğini sürdüren kadın asker birlikleri imparatorluğun çeşitli bölgelerinde muharebe alanına çıktı…”[10]

İspanyol sömürgeciliğine karşı ayaklanan İnka kadınları, ya da Roma İmparatorluğu’na başkaldıran kadın köleler veya sömürgecilik karşıtı mücadelelere omuz veren kadınlar… aslında cinsiyetlendirilmiş işbölümü sonucu paylarına düşen yükü ağırlaştıran koşullara karşı başkaldırmaktadır. Yurtlarına çöreklenen sömürgeci/ emperyal güçlerin (ya da Fransız İhtilali ve Bolşevik Devrimi’nde olduğu gibi otokratik yönetimlerin) artan haraç/vergi/angarya taleplerinin hane yaşamlarını sürdürülemez hâle getirmesine, iş yüklerinin katlanmasına, çocuklarının açlığına, bedenlerine tasallut eden keyfiliğe karşı başkaldırı…

Şu hâlde “emeğin tarihsel başkaldırısı”ndan söz ederken, kadınların sırtında tarihsel bir yük olan “yeniden üretim”den kaynaklanan ve neredeyse tümüyle “kadınlara özgü” olan bu mücadele biçimi görmezden gelinmemelidir.

Emekçi kadınların üretim ve yeniden üretim alanındaki isyanları senkronize olduğunda ne köklü değişimlere yol açabileceğine ise, Bolşevik Devrimi tanıktır…

13 Mart 2022 11:20:46

N O T L A R

[1] DİSK, KESK, TMMOB ve TTB Adana şubelerinin 19 Mart 2022 tarihinde Adana’da düzenlediği “Emeğin Tarihsel Mücadelesi ve Cinsiyete Dayalı İşbölümü” başlıklı panelde yapılan sunum.

[2] İnessa Armand.

[3] IWW Nisan 1907’de New Orleans’da bir fahişeler grevi örgütleyecekti. Grevci fahişelere destek için üyelerini genelevleri boykota çağırdı. Fahişeler mücadeleyi kazandılar. Ve kısa bir süre sonra, “grev kırıcıları boykot edecekleri”ni duyurdular.

[4] “Women and Work: 19th and early 20th century”, https://www.striking-women.org/module/women-and-work/19th-and-early-20th-century

[5] A.y. ayrıca bkz. Melanie Reynolds, “West Yorkshire Lasses: Female Trade Unionism and its Radical Past”, https://www.historyworkshop.org.uk/west-yorkshire-lasses-female-trade-unionism-and-its-radical-past/

[6] Yves Bessiéres ve Patricia Niedzwiecki, Women in the French Revolution, 1789Bibliography. Commision of European Communities. no. 33, 1991: 4.

[7] a.y. s.6.

[8] Christina Gridley ve Carolyn Kemp, “Women in the Paris Commune”, 8 Mart 2012, https://www.marxist.com/women-in-the-paris-commune.htm

[9] Masaoki Doi. “Female slaves in the Spartacus army”. Mélanges Pierre Lévêque. cilt 2 : Anthropologie et société. Besançon : Université de Franche-Comté, 1989. ss. 161-172. (Annales littéraires de l’Université de Besançon, 377); https://www.persee.fr/doc/ista_0000-0000_1989_ant_377_1_1745

[10] Bonnie G. Smith, Women in World History- 1450 to the present. Bloomsber Academic, 2020, s. 137

Exit mobile version