Site icon Rojnameya Newroz

KADINLAR, KAPİTALİZM, FAŞİZM VE AKP / SİBEL ÖZBUDUN

Bu ülkede kadınların, yükselişine tanık olduğumuz “faşizmin kitle ruhu”ndan paylarına düşen, birkaç işlevin birden yerine getirilmesidir. Bir yandan AKP İslâmcı ajandasını kadınların bedenlerinde somutlamakta, bir yandan din-millet-erkeklik nosyonlarına dayalı bir muhafazakârlık-maneviyatçılık karışımının toplumun kılcal damarlarına nüfuz ettirerek hegemonyasını pekiştirmekte, bir yandan da toplumun saldırgan dürtülerini yayılmacı siyasalarını destekleyecek tarzda kanalize etmekte, yani bir “savaş psikolojisi”ni hazır tutmakta…

 KADINLAR, KAPİTALİZM, FAŞİZM VE AKP[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“Tarih

kadınların çığlıklarıyla

yankılanıp duruyor.”[1]

Bir yazıda, “faşizmi besleyen kitle ruhu”nun “iktisadî-siyasal-toplumsal altüstlüklere, geleneklere, herkesin payına ve kaderine razı olduğu, huzur dolu eski günlere geri dönüş arzusuyla, “kurulu düzen”ine yönelik tehditlere karşı, güvenliğini kendi sağlamak üzere harekete geçmeye hazır ve gönüllü reaksiyon”dan oluştuğunu ve bu “ruh”un, “dinci, milliyetçi, ırkçı, işçi düşmanı ve ‘sapına kadar’ eril” olduğundan söz etmiş, AKP iktidarının “derinliklerde bir yerde, zamanı geldiğinde uyandırılmayı bekleyen” bu kuytu “nass”ları uyarıp uyandırdığından söz etmiştim…[2]

Peki nasıl yapıyor AKP bunu?

Kadınlar sözkonusu olduğu kadarıyla kimse, (şimdilik) bütün kadınlara örtünme zorunluluğu getiren, kadınlarla erkeklerin kamusal alanda bir arada bulunmasını yasaklayan, yanında erkek bir refakatçı olmadan sokağa çıkmasını engelleyen, zina yapan kadınların recmedilmesini buyuran, ya da ne bileyim, kadınların yanlarında erkek bir refakatçi olsa da sokaklarda yüksek ökçeli ayakkabı ile dolaşmasını yasaklayan yasalar çıkarmaya kalkışmadığı için bu partiyi “modern”, “kadın haklarına saygılı”, “seküler” vb. bulmuyordur herhâlde…

Evet, AKP, İslâm şeriatı ile yönetildiğini Anayasal düzlemde beyan eden devletlerin kadınlara yönelik “beden politikaları”nı devreye sokmadı – şimdilik… Ancak, birazdan tartışacağım kadın politikalarının yanısıra, başka bir şey yaptı: devlet kadrolarını ve alternatif “sivil toplum”unu kadına, kadınlığa ilişkin tahayyülleri cami avlularında satılan ilmihâllerle biçimlenmiş kişilerden oluşturdu.

Örnek mi? Saymakla biter mi?

İldeki Gülen Cemaatine yakın kişilere düzenlenen operasyon sırasında örtülü kadınların kelepçelenerek gözaltına alınmasına “Toplumda çok olumlu bir imajla algılanan başörtülü bayanların böyle bir işleme tabi tutulmaları üzüntüyle karşılanmıştır,”[3] tepkisini veren Manisa Valisi; örneğin.

Ya da Van 100. Yıl Üniversitesi Zeve Kampüsü Kız Öğrenci Yurdu ile İlahiyat Fakültesi arasına, “kız öğrencilerin ahlâkı bozulmasın”[4] diye metrelerce duvar ören yurt yönetimi… Her fırsatta nasıl giyinecekleri, nerede, nasıl yürüyecekleri, nasıl davranacakları, nerede, ne kadar gülebilecekleri hususunda kadınlara ‘ayar’ veren “devlet büyükleri”… Daha iyisi: “börek yapmayı bilmeyen kadının yuvası dağılır” kerametini yumurtlayan bir aile ve sosyal politikalar bakanı… Veli şikâyeti üzerine ilköğretimde kız ve erkek öğrencilerin sınıflarını ayıran,[5] anaokul bebelerine besmele ve Kur’an sureleri öğretme talimatı veren[6] milli eğitim müdürleri… “7 yaşında bir kız çocuğu, 25 yaşındaki erkek çocuğu ile veya 7 yaşında bir erkek çocuğu 25 yaşında bir kız ile nikahlanabilir… Evlilik için bir yaş söz konusu değildir. 10 yaşında, 7 yaşında, 6 yaşında nikaha engel bir durum yoktur,” buyuran vakıf başkanları…[7] Kanal kanal dolaşıp “İslâm’a uygun” diye çokkarılılığı va’zeden magazin tesettürlüleri… Poşu taktı, halay çekti, slogan attı, facebook’tan eleştiri paylaştı diye gencecik insanlara “terör örgütü üyeliği”nden gözünü kırpmadan yıllarca ceza keserken, karşılarına çıkan kadın cellatlarına boyun kırıp el pençe divan durdular diye, ya da maktule kırmızı mont, beyaz pantolon giymişti, porno filmdeki oyuncuya benziyordu, adamcağız tahrik olmuştur diye,[8] tecavüz mağduru bağırmamış, psikolojisi de bozulmamış, o zaman mutlaka rızası vardır diye indirim yargıçlar…

Hele ki onlar…

Derin bir jinefobi’den malûl Sünnî-Müslüman-Türk-kasabalı-erkek bilincinin temel bileşenlerinden olan “erillik” kışkırtmacasında, tecavüz “suç” olarak değil, bir eril “fetih” olarak kodlanmıştır. Bir tür erkeklik ispatı, erillik dünyasına inisiyasyon ritüeli… Erkek çocuğun cinsiyet rolünü, cinsel kimliğini biçimlendirdiği sosyalizasyon dünyasında, (aslında bir ‘kişi’ dahi olmayan) kadının rızası gibi bir şey söz konusu değildir. Erkeğin erilliği, kadını “ram” etmeyi başaracaktır eninde sonunda. İşin korkunç yanı, yargıç ile sanığı birbirinden ayıran parmaklığın iki tarafındakiler, giderek daha fazla bu “suçortaklığı”nı paylaşmaktadır. “Erkekliğime laf etti, hâkim bey.” “Tabii evladım. Yaz kızım. Sanığın suçu sabit görülmüş olup, maktulenin erkekliğini tahkir etmesi sonucu, ağır tahrik altında işlediği tespit edildiğinden hakkında ceza indirimi uygulanmasına…”

Bir başka deyişle, muktedirler ve çevresinin sergilediği pespayelik şöleni, bu ülke insanının “kuytu”larını harekete geçirip, onlarla rezonansa girmesi için yeterli patlayıcı birikimi üzerinde gerçekleşmektedir… Muktedirler ve “ortalama erkek yurttaş”, T.C.’nin taraf olduğu/taahhüt ettiği, çok ince, dökülmeye yüz tutmuş bir “İnsan hakları, Kadın hakları, AB kriterleri, Kadınlara karşı ayırımcılığı önleme sözleşmesi, BM içtihatları vb.” cilası altında sırıtan aynı düsturlarla hareket etmekte, “beraber yürümektedirler o yollarda, beraber ıslanmaktadırlar yağan yağmurda…”

 

AKP’nin Savaşı

 

Ama durum bundan ibaret değil. Haberiniz oldu mu, bilmiyorum; Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 1 Eylül-28 Ekim 2015 tarihleri arasında işlenen kadın cinayetlerini raporlaştırarak kamuoyuyla paylaştı. Perspektif Strateji Araştırma ekibi ve Süleyman Demirci ile Prof. Dr. Semra Günay ve Talha Aksoy’un katkılarıyla hazırlanan raporda eylül-ekim ayları içerisinde 45 kadının öldüğü belirtildi.

Buraya kadarını kanıksamış olabiliriz. Bu ülkede günde her gün iki-üç kadının eril şiddete kurban gittiğini bilmeyen, duymayan yok. Ancak, raporda çok önemli olduğunu düşündüğüm bir başka tespit var. Şöyle deniliyor:

Meclis soluğu alır almaz 2 Eylül’de savaş tezkeresini gündem etti ve onayladı. Silopi, Cizre, Yüksekova, Dağlıca, Şemdinli, İdil, Varto, Lice, Silvan, Sur ve Nusaybin’de olağanüstü hâller ilan edilerek sokağa çıkma yasağı getirildi ve her yaştan birçok kardeşimiz evinin içerisinde otururken dahi yaralandı veya öldürüldü. Toplum olarak bebeklerin tabutlarının taşındığı cenazeleri, cansız insan bedeninin panzer arkasında sürüklendiğini, sağlık görevlilerinin ambulansla sokağa çıktığında öldürüldüğünü, cenazesi kaldırılamadığı için küçük bedenlerin buzdolabında bekletildiğine tanık olduk. Şiddetin meşrulaştırıldığı bu dönemde, kadın cinayetlerinde ateşli silah kullanma oranı oldukça artarak yüzde 46’dan yüzde 66.6’ya çıktı ve daha fazla kadın kardeşimiz öldürüldü.[9]

Bu saptama, yani kadın cinayetlerinin -ve toplumdaki genel şiddet eğiliminin, ya da kadına yönelik şiddet olaylarının- AKP iktidarının Türkiye Kürdistan’ında savaş stratejisini yürürlüğe soktuğu ve Suriye üzerindeki savaş tehditlerini tırmandırdığı bir dönemde yoğunlaştığı saptaması, hayatî bir önem taşıyor.

Durum böyleyse, yani AKP iktidarının “çözüm süreci”ni dondurduğunu açıklayıp Kürt hareketine yönelik şiddet sarmalını zincirinden boşalttığı, kan, gözyaşı ve dehşete dayalı bir seçim stratejisi izlediği 7 Haziran sonrası aynı zamanda kadınlara yönelik şiddette de niceliksel artış ve niteliksel bir dönüşüme yol açmış ise, bu durumda, bu ülkede “kadınlık durumu”nu bundan böyle iktidar ile halkın zihniyetleri arasında (önemli ölçüde İslâm’a dayalı) bir rezonansla açıklamak, (gerekli olsa da) yetersiz kalacaktır. Çünkü bu durum bundan böyle kadınların siyasal iktidarca desteklenen saldırgan bir erilliğin de muhatabı ve mağduru olması demektir.

 

“Kadın İşi / Erkek İşi”

 

Derler: savaş “erkek işidir”. En azından ortalama ve yaygın kanaat, budur. Modern dünyada bu neredeyse evrensel kanıyı tersine çevirmeye çabalayanlar, devrimciler, sosyalistler, komünistler olmuştur: haklı ve meşru savaşlarda, örneğin anayurdun savunulmasında kadınların silahlanarak fiilen savaşmasında olduğu gibi… İspanya iç savaşının kadın savaşçı birlikleri, Filistin’li, PKK’li kadın gerillalar, YPJ, hatta Haziran 13 ayaklanmasında barikatlarda çatışan kadınlar… sanırım Sovyet partizanlarından mirastır bizlere.

Ama bu istisnai örnekler dışında, savaşın “erkek işi” olduğu genel kaziyedir. Hele ki işgalci, fetihçi, saldırgan savaşlar… Öyle ki, IŞİD’lilerin en büyük korkusunun bir kadın gerillanın elinden ölmek olduğu aktarılır. Kadın elinden ölmek, cennet vizesinin iptali anlamına gelmektedir çünkü. Kadın savaşçı tarafından öldürülen İslâmcı militan, “şehit” bile sayılamayacaktır…[10]

Evet, egemen zihniyette, savaş eril bir “iş”tir. Savaşa sürülen genç erkeklerin “erkeklik”leri sürekli olarak kışkırtılır (Askerliğini yapmış hangi erkek “Komşu kızını zapteyle, bizim oğlan aşıktır” dan kaçınabilmiştir ki?) Cesur, sert, acımasız, saldırgan, kısacası “adam gibi adam” olmaları beklenir onlardan: “karı gibi” korkak değil… Savaş, askerlik öylesine eril bir iştir ki, “bedelli askerlik yapanlara pembe kimlik verilmesi”, Ekşi Sözlük’e “entry” olmuş bir konudur.[11]

Savaştan kadına payın ne düştüğü ise, iyi biliniyor: Erkeklikleri kışkırtılmış işgalci askerlerin “ödül”ü olmak;[12] hatta bir “etnik temizlik” stratejisi olarak sistemli tecavüze maruz kalmak;[13] kocasını, sevgilisini, oğlunu yitirmek;[14] tarumar olmuş, tüm altyapısı çökertilmiş, yakılıp yıkılmış bir yerleşimlerde, ağır sağlık koşulları altında sürdürmeye çalışmak yaşamını; ya da sığınmacı konumuna düşmek, mülteci kamplarında sefil bir yaşama mahkûm olmak, bizzat barışı tesisle görevli uluslararası barış gücüne bağlı askerlerin tacizlerinden, tecavüzünden kaçınamamak;[15] ve IŞİD’in “modern” savaş konseptine armağanı: cariye pazarlarında haraç-mezat satılmak…

Bir başka deyişle savaş, cinsiyetler ve cinsiyet rolleri arasındaki dikotominin en net, en ikircimsiz olarak serimlendiği alandır, denilebilir. Muzaffer savaşçı ile kurban ilişkisi…

Tabii tasavvurda. Yoksa savaşın gerçekliği, kadınlar için olduğu kadar erkekler için de acımasızdır: kazanan tarafta da olsa, yaşamını yitirmemişse eğer, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmek, günlerce, haftalarca, aylarca, belki de yıllarca evinden uzak, bombardıman, yaylım ateşi, füze, kimyasal silah korkusuyla yaşamak, cephe arkadaşlarının parçalanmış cesetlerini araziden toplamak, bir yaşam boyu en derin uykulardan sıçrayarak uyanmasına yol açacak karabasanlara mahkûm olmak, savaş bitiminde işsiz kalmak düşer onun da payına. Madalyalı, işsiz, sakat ve travmalı…

Ama yine de yiğitliğe krem sürmemek gerekir. Savaş ağalarını, apoletlileri ilgilendiren, savaşın en sabit yakıtını, savaşacak genç erkekleri alabildiğine motive bir hâlde tutmaktır. Bu nedenledir ki savaş durumunda, erkeklik ile kadınlık arasındaki makas alabildiğine açılır; erkeklik ve ona özgü olduğu varsayılan tüm değerler: cesaret, saldırganlık, acımasızlık, kararlılık, risk alabilme… alabildiğine yüceltilir ve kışkırtılırken kadınlık iki rol, iki imge arasında sıkıştırılır: evde kocasını bekleyen sadık eş, ya da fethedilecek topraklarda kabarmış şehvetini söndürmek için bekleyen savaş ganimeti…

Bu durumda, savaşa hazırlanan egemenler, toplumun hâlet-i ruhiyesini de bu klişeler doğrultusunda yeniden kalıba dökmek yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Savaş tasavvuru olan bir hükümetin, icraatinde feminist politikalar gütmesi, mümkün değildir, örneğin.

 

Faşizm ve Kadınlar

 

Gelin bunun en iyi kaydedilmiş örneğini, İkinci Paylaşım Savaşı’nda Mihver devletlerinin saldırgan ideolojisi faşizmden izleyelim.[16]

  1. yüzyıl ortalarının Nazi/faşist önderleri ve kadrolarını tanımlayan temel özelliklerden biri de, kadın düşmanı söylem ve uygulamalarıdır.

“…kadın boyun eğmelidir… Bir analiz gücü varsa da sentez gücü yoktur onun. Hiç bir zaman bir mimari yapıt ortaya koymuş mudur? Bir tapınaktan söz etmiyorum, bir kulübe kurmasını isteyin, kadınlar üstesinden gelemiyecektir. Kadın, bütün sanatların sentezi olan mimariye yabancıdır ve kaderi de bu noktada düğümlenmektedir… Bazı kadınların günümüzde, bazı ekonomik zorlukların baskısıyla, evinin dışında bir çalışma ara duruma düştüğünü biliyorum. Ama modern toplumda kadının gerçek yeri, geçmişte olduğu gibi aile ocağıdır,” der örneğin, “Il Duçe” Mussolini.[17] Ya da:

Günümüzde, makina ve kadın, işsizliğin iki büyük nedenidir. Özel planda bakarsak, çalışan kadın, çoğunca bir aileyi, ya da kendini bir noktada kurtarmaktadır; ancak genel çerçeve içinde, onun çalışması bir siyasal, ahlâkî acılar kaynağıdır. Birkaç kişinin kurtarılışı bir kalabalığın kanına girmekle elde edilmektedir. Ölümsüz zafer olmaz. Kadınların çalışma ortamından sürülüşünün bir sürü aile üzerinde ekonomik yansımaları olacaktır elbet. Ama erkekler ordusu da aşağılanmış alınlarını yukarı kaldıracak, sayıca yüz kat daha fazla yeni aile de bir çırpıda ulusal yaşama girecektir. İnan getirmek gerekir ki, çalışma, kadında kadınlık niteliklerinin yitirilmesine yol açmakta, erkekte ise, çok güçlü bir fizik ve ahlâkî erkeklik gücü yaratmaktadır.” [Mussolini, “Makina ve Kadın” konulu yazısı (1943)].[18]

İtalyan faşist ideolog Loffredo ise, “Kadının tartışma götürmeyecek kadar aşağı düzeyde bulunan zekâsı… bulabileceği en büyük doyumun aile içinde olacağını, kocanın güvenirliğinde daha onurlu yaşayacağını kavramasına engel olmuştur,” buyurmaktadır:

Kadın, erkeğin (kocanın, babanın) egemenliği altına dönmelidir. Bağımlılığa, yani tinsel, kültürel ve ekonomik aşağılığa kavuşmalıdır. Bu ilkeyi yüceltmek gerekir; bunun için de onu her yere yaymak, kamuoyunu etkilemek, yetiştirme programlarında yapılacak değişiklikler gibi önlemlerle onu pekiştirmek, kadınların çalışmasını yasaklamak, kadınların spor yapmasını önlemek, iffete ve alçak gönüllülüğe karşı yapılan küstahlıklara şiddetli yaptıranlar uygulamak gerekir”. Bu siyasetin uygulanmasında “aileye çok kritik bir yer düşecektir; çünkü ailede tam hiyerarşi kurulduğunda, yani anneler ve çocuklar ataerkil otoriteye bağlandıklarında ve devlete karşı ailenin sorumluluğunu ataerkil aile reisi yüklendiğinde,” hiyerarşi prensibi aileyi aşacak, tüm topluma yayılacaktır. Bu bağlamda, “devletin güç ve kan hazinesini yaratanları öne geçirmek için, anne olan kadınlarla öbür kadınlar arasında bir hiyerarşi kurulmalıdır”. Böylece kadınlar devletin hizmetinde, çocuk, çok çocuk, daha. çok çocuk doğurmaya davet edilmektedirler. Mussolini, “sayı, güçtür” demişti.[19]

Hiç yabancı gelmiyor, değil mi?

Hitler de, İtalyan “kavga arkadaşları”ndan geri kalmamaktadır. ‘Mein Kampf’ında “Alman genç kızının da kuşkusuz milliyeti bellidir, ama o ancak evlendikten sonra yurttaş olacaktır” der ve 8 Eylül 1938’de yaptığı bir konuşmada, “kadınların eşitliği mesajı, sadece Yahudi düşüncesinin icad edebileceği bir mesajdı ve muhtevası bu düşüncenin izlerini taşır,” hükmünü verir. Nazi gençlik örgütü Führer’in bu teşhisini şöyle yorumlayacaktır; “Yahudi, cinsel demokrasi isteğiyle karımızı çaldı. Biz gençler, dünyanın en kutsal şeyini, hizmetkârımız ve kulumuz olarak kadını yeniden kazanabilmek için, bu canavarı öldürmeliyiz”. Nazi söyleminde kadınların toplumsal yaşamdan sürülmesi teması asıl, siyasetle ilgili olarak işlenecektir. Hitler; “Doğada ve tanrı vergisi olan harikulade şey, kadın ve erkek arasında, herbiri kendi doğasının ona verdiği fonksiyonu yerine getirdiği sürece çatışma olmamasıdır” (şu meşhur “fıtrat” meselesi!) der ve kadının doğası gereği, “saf, temiz ve rasyonellikten uzak” olduğu için siyasetten uzak durması gerektiğini savunur.

Bu söylemlerin uygulamadaki karşılığı ise, kadını toplumsal hayatın dışına sürmeye yönelik bir dizi politikanın hayata geçirilmesiydi:

Böylelikle, örneğin “İtalya’da, 20 Ocak 1927 kararnamesiyle faşist sendikalarca, kadın ücretleri eşdeğer erkek ücretlerinin yarışma indirilmiş; 30 Ocak 1927 kararnamesiyle kadınlara liselerde edebiyat ve felsefe okutulması yasaklanmış; 1928 kararnamesiyle öğretim kurumlarında kadınların müdürlük yapması yasaklanmış; 1928 kararnamesiyle, kız öğrencilere iki kat harç ödeme yükümlülüğü getirilmiş; 1 Eylül 1938 kararnamesiyle kamu görevlerinde kadınların kadro toplamının yüzde 10’unu doldurabileceği belirlenmiştir. 1942’de yürürlüğe giren Rocco yasası, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği ‘şeref suçu’ gibi bir madde ile ağırlaştırmış; 587. madde ile öfkeli babaya, kocaya ya da erkek kardeşe, şereflerini koruma durumunda kızı, karıyı ya da kız kardeşi öldürme ‘hakkı’ bahşedilmiştir. İtalya’da parlamenter demokrasi döneminde kadınların zaten sahip olmadıkları ‘oy hakkı’ ise, 1923’de 12 milyon seçmen yaşında kadından, okur-yazar, vergi veren veya ‘savaş dulu’ madalyası taşıyanlardan ‘iffetlerini korudukları’ bilinenlere olmak üzere 1 milyon kadına tanınmıştır.

Almanya’daysa “Naziler kadınları siyasetten dışlamak üzere ilk önlemi daha iktidara gelmeden 1921’de kadınları partinin liderlik kadrosundan çıkartmakla almış; iktidara gelince, kadınları siyasal haklarından yoksun bırakmış; yine iktidara gelişlerinin hemen ardından evli doktor ve devlet memuru kadınların işten çıkartılması; 1935’de orta öğretimde kadın öğretmenlerin sayılarının yüzde 15 azaltılması, üniversitede, kürsü profesörlüğüne kadm atanmasının önlenmesi, 1936’dan itibaren yargıçlık mesleğinin kadınlara yasaklanması; 1933’de üniversite öğreniminde Weimar döneminde oranları 1/5 olan kadınların 1/10’a indirilmesi kararlarını uygulamaya koymuşlardır. Ayrıca, kadınların toplumdaki yerini belirleyen ‘Kinder, Kirche, Küche’ (Çocuk, Kilise, Mutfak) sloganıyla uyumlu bir şekilde, kadınlara ilk ve orta öğrenimde verilecek eğitimin içeriği değiştirilmiş, programlara, ev ekonomisi, dikiş gibi dersler konulurken, kızlara matematik ve Latince okutulması yasaklanmış; 1934’den itibaren, kadınlar için, tarım kesimi ve çok çocuklu aileler arasında yerine getirilmek üzere zorunlu ‘sosyal hizmet yılı’ devreye konulmuş ve kadınların “en az 4, ortalama 6-7 çocuk” doğurmalarını teşvik etmek üzere, prim ve gamalı haç madalyası dağıtımı kampanyaları başlatılmıştır.

İtalyan ve Alman faşizmlerinden çok daiha kısa ömürlü (Fransa’daki) Petain rejiminin en dikkat çeken icraatı, 7 Mart 1942 de ‘çocuk düşürmeye karşı’ çıkartılan yasa olup, çocuk düşürenler ve bu ‘suça katılanların’ ölüm cezasına çarptırılmaları öngörülmesi olmuştu.”[20]

Türkiye’deki söylem ve politikalarla benzerlik çarpıcı, değil mi? Ama şaşırtıcı değil. Çünkü, Şirin Tekeli’nin deyişiyle “faşist ideoloji özünde, kriz şartlarına uyarlanmış bir ‘dinsel dayanaklı burjuva ideolojisinden’ başka bir şey” değildir…

Ve kriz koşullarında kendini köşeye sıkıştırılmış hisseden burjuva rejimi, kadın düşmanı söylemleri körükleyerek ve kadın karşıtı politikaları devreye sokarak bir taşla birkaç kuş birden vurmayı hedeflemektedir.

 

AKP’nin Kadınlara Karşı Savaşı

 

Evet, evet, şurası asla unutulmamalı, ihmal edilmemeli: AKP yalnızca “İslâmcı” bir parti değil, aynı zamanda “İslâmcı bir burjuva partisi”dir. Kuruluş motivasyonunu günümüzün neo-liberal kapitalizmi ile İslâm’ı bağdaştırmak, gövdesini oluşturan “Anadolu müteşebbisleri”ni küresel iktisadî-finansal “trend”lerle buluşturmak, oluşturur. Ancak bunu yaparken, “yeni (neo-liberal) söylemi”nde Fransız Devrimi’nden devraldığı temel özelliklerden (modernizm, sekülarizm, demokrasi vb.) soyunmuş, giderek bu değerleri kendi karikatürüne dönüştürmüş olan kapitalizme de “İslâm aşısı” yapmayı hedeflemektedir: kendini “Batılı” değerlerle kayıtlı saymayan bir “Ortadoğu-İslâm kapitalizmi” oluşturmak.

Bu girişimin bir yönü de, bir çeşit “neo-Osmanlıcılık” söylemiyle “ılımlı” Sünnî-İslâm ülkesi Türkiye’yi eski Osmanlı coğrafyası üzerinde lider kılan (ve olasıdır ki bu “liderliği” bir de “hilafet”le taçlandıran!) bir alt-emperyalizmi biçimlendirmektedir. Bunun için, Kemalist rejimin edilginleştirici “yurtta sulh, cihanda sulh” şiarı bir kenara atılacak ve Türkiye savaşı da göze alarak “lebensraum”una daha aktif bir biçimde müdahil olacaktır…

Bu “yeni” yönelişin olasılıklarından biri, bugün artık (AKP iktidarının biçimlenmesinde son derece aktif bir rol üstlendiği) Suriye sorunuyla birlikte kapımıza dayanan “savaş”tır. Ve kadınlar, savaş politikalarının en kolay gözden çıkartacağı kesimi oluşturmaktadır. Bir yandan gövdelerini namluya süreceği genç erkekleri motive etmek, toplumu savaş psikolojisine hazırlamak, militarize etmek için… (Kendini anti-şöven, ırkçılık karşıtı, barışçı, çevreci, özgürlükten, eşitlikten yana, feminist, farklı kimliklere saygılı vb. olarak tanımlayan bir gençliği savaşa ikna edemezsiniz… Bu durumda yapacağınız, bu değerleri “iç düşman” ilan edip toplumun etkileyebildiğiniz kesimlerine hedef göstererek gerilimi hem yüksek tutmak hem de kanalize etmektir – Ne diyordu Hitler?: “kadınların eşitliği mesajı, sadece Yahudi düşüncesinin icad edebileceği bir mesajdı ve muhtevası bu düşüncenin izlerini taşır…”) Bu amaçla “milli” bilincin derin yapılarını, bir toplumu harekete geçirecek en kaba asgari müştereklere, milliyetçiliğe, dinsel değerlere, geleneklere ve tümünün kutsadığı erilliğe çağrı çıkartırsınız. Bu, herbirinin “doğal” saydığı, kendisini içerisinde “evinde” hissettiği bir “kurulu düzen”e güzellemedir, aynı zamanda: hâkim ulus, hâkim din/mezhep, hâkim cinsiyet aidiyetleriyle tahkim olmak. Bu kurguda Kürde düşen devlete millete medyun, hâline şükreden uysal ve sadık unsura irca etmek, Alevîye düşen kimliğini unutup, ya da en kötü ihtimalle folklorik bir “renk” olarak özel yaşamına gömüp kamusala yansıtmamak, işçiye düşen rızkını veren patrona ve Tanrı’ya şükredip azla kanaat ederek çok çalışmak, kadına düşen ise evinde oturup kocaya hizmet etmek, olabildiğince çok çocuk doğurmaktır…

Ama kadınlar sözkonusu olduğunda bu “muhafazakâr senaryo”, teklemektedir. Basit bir nedenle: Kadınlara “evde oturun” demek, bir yandan sistemi ucuz ve uysal devasa bir işgücü deposundan yoksun bırakmak, bir yandan da erkek işçiye karısının ve çocuklarının açlıktan ölmeyeceği, sokakta kalmayacağı, soğukta donmayacağı ve temel ihtiyaçlarını asgarî de olsa karşılayabileceği bir ücreti güvence altına alabilmek demektir. Kapitalizm açısından imkânsız bir düş…

Zaten gerek Hitler, gerekse Mussolini rejimlerinin “kadınları çalışma hayatından sürme” projeleri ancak eğitimli, profesyonel orta sınıf kadınları için işlemiş, kadın öğretmenler, doktorlar, avukatlar, yığınsal olarak eve dönmek zorunda bırakılmış, böylelikle profesyonel yaşam kadın rekabetinden “temizlenmişti”. Ancak üretimi gerçekleştiren proleter kadın yığınları için durum farklıdır. Onlar ailelerini geçindirebilmek için sefalet ücretleriyle, bütün kazanımlarından feragat ederek, en kötü çalışma koşullarında çalışmayı sürdürmüşlerdir.

Ancak “Kinder Kusche, Kirsche” söylemi, onlar için farklı, ideolojik bir işleve sahip olmuş görünüyor: bu söylem emekçi kadınlara (ve de ailelerine) “kadının esas görevinin evi, eşi ve çocukları olduğunu” belleterek işgünü değersizleştirecek, talepkârlık düzeyini düşürecek yönde işlev göstermiştir. “Dışarıda çalışmak” zorunluluğu, böylelikle, “yuvasını ihmal etmek zorunda kalan” kadınlar için bir “hak” değil, bir “kusur”a, bir suçluluk duygusuna dönüşecektir. Ancak patronların gönüllerinden kopan en sefil ücretlere ve en kötü çalışma koşullarına katlanılarak telafi edilebilecek bir suçluluk duygusu…

AKP’nin kadın söylemleri ve kadın istihdamı politikaları da benzer bir niyeti açığa çıkartmıyor mu?

Hatırlayacaksınız, AKP, “kadının aile ve çalışma yaşamını bağdaştıracağı” iddiasıyla bir “kadın istihdam paketi” sunmuştu bir süre önce piyasaya. Bu pakette, doğum izninin uzatılması ve izni tamamlayan kadınların, istedikleri takdirde birkaç yıl (çocuklar 3 ya da 5 yaşına gelene dek) yarı-zamanlı çalışma opsiyonu tanınmakta bu süre içerisinde ücretin yarısının patron, yarısının ise İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması öngörülmekteydi. Daha da vahimi, doğum izniyle işinden ayrılan kadınların yerine özel istihdam büroları eliyle geçici personel alınması, yani taşeronluğun kurumsallaşması yer almaktaydı.

Patronların daha hazırlık hâlindeyken itirazlarını yükselttiği ve “bu koşullarda kadın işçileri kapı dışarı etmek zorunda kalacaklarını” duyurdukları, Başbakan Davutoğlu’nun “birinci çocuğa bir çeyrek altın… İkinciye iki çeyrek.. üçüncüye üç çeyrek…” söylemleriyle desteklenen ve kadınlara iş sağlamaktansa, onları çocuk doğurmaya teşvik etmek için hazırlanan bu “istihdam paketi”nin mesajı, açıktır: Kadınlar olabildiğince çok çocuk doğurmalıdır. Öncelikleri, aile hayatıdır. İlla çalışması gerekiyorsa, evlenmeden, ya da çoluğa-çocuğa karışmadan çalışıp çeyizlerini düzsünler, sonra da çocuklarına bakmak üzere evlerine dönsünler. Bu, hem onları çalışma yaşamının taşıdığı “ahlâki düşkünlük” riskinden koruyacak, hem esas görevleri olan “karşılıksız yeniden üretim” görevini hakkıyla yerine getirmelerine olanak sağlayacak, hem de…

Hem de AKP’nin gövdesini oluşturan muhafazakâr-maneviyatçı Anadolu sermayesine, kıdem tazminatı, SSK primi, toplu sözleşme, kreş… vb. bir dizi yükümlülükten kurtularak tepe tepe kullanabileceği bol, ucuz genç kadın işgücü sağlayacaktır.

Çünkü cinsiyet rolünü “yuvayı yapan dişi kuş” olarak bellemiş kadın emekçi, kendini “emekçi” olarak değil, “ev kadını” olarak kodlayacak, bu nedenle de “emekçi” olmanın getirebileceği taleplerden feragat edecektir. O, istihdam piyasasına -zorunluluk nedeniyle- 3-5 yıllığına katılmış, üç-beş kuruşluk çıplak ücretinden başka bir hakkı olmayan geçici elemandır. “Beyaz atlı prens”ini beklerken eline geçen üç-beş kuruşla gelecekteki yuvasına hazırlayacaktır kendini. Kısmeti çıktığında, ya da ilk çocuğunu doğurduğundaysa gönüllü olarak istihdam alanından çekilip, yerini yeni, ucuza, uzun saatler boyu çalışmaya razı, uysal, genç “geçici kadın işçiler”e bırakacaktır…

* * *

Şu hâlde, bu ülkede kadınların, yükselişine tanık olduğumuz “faşizmin kitle ruhu”ndan paylarına düşen, birkaç işlevin birden yerine getirilmesidir. Bir yandan AKP İslâmcı ajandasını kadınların bedenlerinde somutlamakta, bir yandan din-millet-erkeklik nosyonlarına dayalı bir muhafazakârlık-maneviyatçılık karışımının toplumun kılcal damarlarına nüfuz ettirerek hegemonyasını pekiştirmekte, bir yandan da toplumun saldırgan dürtülerini yayılmacı siyasalarını destekleyecek tarzda kanalize etmekte, yani bir “savaş psikolojisi”ni hazır tutmakta…

Bir yandan da kadın emeğini değersizleştirerek İslâmî renkli “yerel” kapitalizmine, bol ve ucuz kadın işgücü sağlayarak küresel piyasadaki rekabetteki elini güçlendirmektedir…

Bu politikayı boşa düşürecek olan ise, kadınların emeklerine, bedenlerine, özgürlüklerine sahip çıkma kararlılıklarıdır…

 

14 Kasım 2015 09:17:51, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Antakya Aka-Der Kadın Faaliyeti’nin 21 Kasım 2015 tarihinde ‘Suç Kimde? Devletin Savaş ve Kadın Politikaları Üzerine’ başlığıyla düzenlediği panelde yapılan konuşma… Bornova Nâzım Hikmet Kültürevi’nin 28 Kasım 2015 tarihinde “AKP Dönemi Şiddet Politikaları ve Kadın” başlığıyla düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç, No:173, Aralık 2015…

[1] Tess Gerritsen.

[2] Sibel Özbudun, “Vurun ‘Öteki’ne!”, Newaya Jin, No:128, Kasım 2015, s.4.

[3] “Manisa Valisi Ayrımcılık Yaptı”, Cumhuriyet,13 Kasım 2015, s.7.

[4] “Üniversitede ‘Ahlâk’ Duvarı”, Özgür Gündem, 7 Ekim 2015.

[5] “Antalya’nın Döşemealtı ilçesindeki Karataş İlkokulunda öğrencilerin karma oturmaları nedeniyle bir veli, 7 yaşındaki kız çocuğunu okula göndermemeye başladı. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ise çözümü, veliyi ikna etmek yerine sınıfı bölmekte buldu.” (“Velinin Kızlı-Erkekli Oturmasınlar Şikâyeti Sınıf Böldürdü”, Evrensel, 3 Kasım 2015.)

[6] “19. Milli Eğitim Şûrası’nda alınan, ‘anaokullarında değerler eğitimi verilmesi’ yönündeki tavsiye kararı, Osmaniye Kadirli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, ‘acil’ olarak hayata geçirildi. Buna göre, 3-6 yaş arası anaokulu öğrencileri, derse besmeleyle başlayacak, dua ve sureleri tecvit kurallarıyla öğrenecek. Çocuklara okulda Kur’an-ı Kerim dersi de verilecek. Buna göre öğrenciye Kur’an-ı Kerim’le ilgili genel bilgiler verilecek, Kur’an’dan bölümler okunacak, Kur’an alfabesinin ilk 5 harfi tekerlemelerle mahreçli olarak çalıştırılacak.” (“Anaokullarına ‘Acil’ Talimat: Dersler Besmele ile Başlayacak”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2014.)

[7] “Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız: 6 Yaşındaki Çocukla Evlenilebilir”, http://www.mynet.com/haber/guncel/sosyal-doku-vakfi-baskani-nureddin-yildiz-6-yasindaki-cocukla-evlenilebilir-1652066-1.

[8] “Kırmızı Mont, Beyaz Pantolon Yargı İçin Tahrik Sebebi”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2015, s.15.

[9] “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Cinayetlerini Raporladı”, http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2420/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-kadin-cinayetlerini-raporladi

[10] Bkz: “IŞİD’in En Büyük Kâbusu PKK’nin Kadın Savaşçıları”, Vivahiba,  4 Eylül 2014, http://vivahiba.com/article/show/isidin-en-buyuk-kabusu-pkknin-kadin-savascilari/

[11] Bkz. https://eksisozluk.com/bedelli-askerlik-yapanlara-pembe-kimlik-verilmesi–4605449?p=7

[12] “Savaş fahişeleri dahi işsiz bırakan bir hadisedir,” diyor Bertolt Brecht!

[13] “Bosna savaşında kadına yönelik cinsel şiddet ve sistematik tecavüzler bir ‘etnik temizlik’ aracı ve savaş silahı olarak kullanılmıştır. Tahminen 20 000 ile 60 000 arasında kadın ve genç kız Bosna’da sistematik ve toplu tecavüzlere uğramış, tecavüz kamplarında esir olarak tutulmuş, şiddete maruz kalmış ve toplama kamplarına gönderilmiştir. Bosna Hersek ve Hırvatistan’da çocuk ve genç yaştaki kızlar özellikle hedef olarak seçilmiş, gebe kalanlar düşük yapmalarını engellemek için esir alınmış ve ‘düşmanın çocuğunu doğurmaya’ zorlanmıştır.” (Nazlı Ece Duman, Savaş Suçu Olarak Tecavüz: Bosna’da Kadın Olmak, Ege Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, İzmir, 2014. https://www.academia.edu/6255049/Sava%C5%9F_Su%C3%A7u_Olarak_Tecav%C3%BCz_Bosnada_Kad%C4%B1n_Olmak)

[14] “ABD 2003 yılında işgal ettiği Irak’tan dün askeri törenle çekildi. Ülkedeki son asker de 31 Aralık’ta evine dönmüş olacak… Irak’ı ise fakirlik ve mezhep çatışmalarıyla dolu günler bekliyor. Irak Savaşı’nda 9 yılda en az 150 bin sivil hayatını kaybetti. Yaklaşık 900 bin kadın dul kaldı. Nüfusun yüzde 24’ünün temiz suya ulaşımı yok…” (“ABD Savaşı Bitirdi, Enkaz Irak’ta Kaldı”, Milliyet, 16 Aralık 2011.)

[15]Sivil toplum kuruluşu Uluslararası Af Örgütü (AI), Birleşmiş Milletler (BM) barış gücü askerlerinin dünyanın birçok ülkesinde tecavüz suçu işlediğini belirtti.” (Halkın Dostları, 21 Ağustos 2015,  http://www.halkindostlari.com/Haber/1/4764/bm-baris-gucu-askerleri-bircok-ulkede-tecavuz-sucu-isliyor.aspx

[16] Umarım, bu ifadeden faşizmin belirli bir tarihsel kesit (II. Paylaşım Savaşı)  ve bir siyasal coğrafyayla (Mihver devletleri) özgü olduğunu söylediğim sonucu çıkmaz. Faşizm kapitalist sistemin kriz ve sisteme yönelik tehdit koşullarında başvurmak üzere yedeğinde tuttuğu seçenektir; çeşitli biçim ve görünümlere bürünebilir. Ancak, savaşa hazırlanan saldırgan bir yönetim için elverişli bir aygıt olduğu, İkinci Paylaşım Savaşı öncesi ve süresince iyice açığa çıkmıştır.

[17] M. Macciocchi’den aktaran: Şirin Tekeli, “Faşizm ve Kadınlar”, İktisat Fakültesi Mecmuası, c. 38, sayı 3-4 (1984) s.417.

[18] Şirin Tekeli, a.y., s.418.

[19] Şirin Tekeli, a.y., s.419.

[20] Şirin Tekeli, a.y., ss.421-422.

 

Exit mobile version