Site icon Rojnameya Newroz

“KADINLAR İÇİN OLABİLECEK EN KÖTÜ ALAŞIMIN ORTASINDAYIZ”

Kadına yönelik şiddete karşı 25 Kasımlarda, 8 Martlarda sokağa çıkıyoruz, bağırıyoruz, çağırıyoruz, ancak bütün odağımızı öldürülmemeye verdik. Oysa daha topyekûn bir bakış açısı gerekli.

 “KADINLAR İÇİN OLABİLECEK EN KÖTÜ ALAŞIMIN ORTASINDAYIZ”[*]

SİBEL ÖZBUDUN / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

“Tek başıma zaten neyi değiştirebilirim ki,

diyerek hiçbir şey yapmamak

kadar büyük bir yanlış yoktur.”[1]

 

Serpil İlgün (Sİ): Söyleme bakılırsa kadına yönelik şiddet konusunda bilinç yükseliyor, “farkındalık” artıyor, “duyarlılık” gelişiyor vs. ancak kadın cinayetleri, şiddet, taciz ve tecavüzler arttığı gibi daha da vahşileşiyor. Farkındalık gelişip bilinç yükseliyorsa kadına yönelik şiddet neden azalmıyor?

Sibel Özbudun (SÖ): Bir saptama yaparak başlayalım. Hatırlayalım, Şubat 2015’te Özgecan Aslan cinayetinin ardından ortalık adeta yıkılmıştı, her kentte protestolar oldu, sanatçılar açıklamalar yaptı, futbol kulüpleri bile bildiriler yayınladılar. Öyle bir sosyal bir vicdan oluştu ki, o zamanlar, “Kadınlar sokağa indiler, bundan sonra bitti bu iş” denildiğini çok net hatırlıyorum. Geçenlerde şöyle bir haber okudum, Özgecan’ın katlinden bu yana 1369 kadın öldürülmüş. Yani ne Özgecan, ne yine yoğun infial yaratan Ayşe Paşalı, ne de kamuoyunda tepkiyle karşılanan diğer isimlerden sonra kadın cinayetleri hız kesmedi. Aynı tempoyla devam ediyor.

Sİ: Neden? Buna ne yol açıyor?

SÖ: Nedenine geçmeden önce, çuvaldızı başkasına batırmadan iğneyi kendimize batıralım istiyorum. Kadına yönelik şiddet konusunda yürütülen muhalefet çok projeci bir mantığa oturdu. Düzenlenen kampanyalar, kamuoyu oluşturmak için baskı grupları oluşturmak, dernekleşmeler, istatistiklere dökmek, hükümet üzerinde baskı oluşturmak için gruplar oluşturmak vb. gibi işlere yönelindi. Yani kadının tümel özgürleşmesi perspektifinden uzaklaşıldı. Biz gençliğimizde sokağa çıktığımızda her şeyi isterdik, “Yerimiz mutfak değil, dünya” diye haykırırdık. Hayatın yükünün üzerimizden alınarak, kamu tarafından paylaşılmasını ve tümüyle eşit koşullarda hayata karışmayı isterdik. Bugün adeta öldürülmemek için devletten şefaat dilenir durumdayız.

Sİ: Ancak kadın örgütleri buna karşı şu savunmayı yapıyor: Yaşam hakkı, öldürülmemek her şeyin önüne geçti ve çok başat bir talep hâline geldi…

SÖ: Elbette öldürülmemek, yaşam hakkı talebi mücadelenin çok asli bir parçası ama biz konuyu fazla daralttık. Kadına yönelik şiddete karşı 25 Kasımlarda, 8 Martlarda sokağa çıkıyoruz, bağırıyoruz, çağırıyoruz, ancak bütün odağımızı öldürülmemeye verdik. Oysa daha topyekûn bir bakış açısı gerekli. Bunu belirttikten sonra sorduğunuz noktaya gelmek istiyorum; kadına ve tabii çocuğa yönelik şiddette üç vektörün işlerlikte olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi AKP iktidarında somutlanan, dine, İslâmiyet’e dayalı muhafazakârlık. İkincisi, irredentist yaklaşım, yani fütuhat mantığının iktidar eliyle topluma yerleştirilmesi. Üçüncüsü de neoliberal politikalar. Bu üç vektörün kesişim noktası dönüyor dolaşıyor kadınların sırtına yükleniyor, kadınların bedenleri üzerinde patlıyor. İslâmcılık, faşizm ve kapitalizmin kesiştiği bir noktadayız. Bundan daha kötü bir alaşım düşünemiyorum.

Sİ: İlk vektörünüzden başlarsak; muhafazakârlaşma kadına yönelik şiddete nasıl etki ediyor?

SÖ: Örneğin bizzat Cumhurbaşkanının dilinde ifadesini bulan, “Kadın mıdır kız mıdır belli değil” veya “Kadın erkek eşit değildir” veya “Kadınlar fıtraten zayıftır”, veya AKP’nin önde gelen bakanları, bürokratlarından gelen “Kadın ulu orta gülmeyecek”, “Hamile kadın sokağa çıkamaz”, “Kadınlar iş aradıkları için erkek işsizliği var”… gibi söylemler kadını değersizleştiriyor ve bu yolla da şiddetin önünü açıyor.

Sİ: Erdoğan’ın buna itirazını hatırlatalım: Geçtiğimiz yılki 8 Mart konuşmasında diyor ki Erdoğan, “Bir erkek bir kadına şiddet uyguluyorsa kimse bunun faturasını dinimize, kültürümüze çıkaramaz!”…

SÖ: Bu bir retorik, bir mugalatadır. Kaldı ki İslâm dininde kadını dövmeye cevaz var. Kur’an, kadınla erkek arasındaki eşitsizliği net bir şekilde tesis eder. İki kadının şahitliğinin bir erkeğe denk düşmesinden miras hukukuna kadar. Üstelik bir de İslâm’ın cami önünde satılan ilmihâllerden edinilmiş yorumlarından beslenen bir kesimin iktidarını yaşıyoruz.

Sİ: Sözünü ettiğiniz eşitsizlik ve tahakkümün ilahiyatçı, fıkıhçı, akademisyen unvanlı kişilerce giderek daha açık, daha yaygın ve daha kuvvetli ifade ediliyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

SÖ: İlk dönemlerinde AKP’nin örneğin AB ile bütünleşme retoriği vardı. Şunu da kabul etmeli: Seküler kamuoyu 5-10 yıl öncesinde bugünkünden çok daha fazla etkiliydi. Dahası, biz de sol olarak edilgenleştik, bunu da görmek lazım. Dolayısıyla elleri serbest kaldı. İşin başka bir yönü de şu; kamuoyu önündeki cumhurbaşkanı, bakanlar, bürokratlar böyle söylemlerde bulunurken, onların altındaki memurlar, muhtarlar, imamlar, polisler, sosyal hizmet görevlilerini düşünün. İşte, son örnek; bir dekan, üstelik Havacılık ve Uzay Bilimleri Fakültesi Dekanı (Mehmet Karalı) ‘Kadın evde oturup, çocuk doğursun, çocuk baksın. Yerel seçimde hiçbir kadın adaya oy vermeyeceğim’ diyebiliyor. Bu insanlar iktidar pozisyonunda olduklarını, dolayısıyla dilediklerini söyleyebilecekleri, yapabilecekleri gibi bir kanaat içindeler. Buradan güç alıyorlar ve giderek daha cüretkârlaşıp, frensizleşiyorlar. Kaldı ki AKP’nin siyasal alanda kazandığı her zafer bu muhafazakârlığın, en koyu, en gerici yanına dayalı bu yönelimin önünü giderek daha fazla açıyor.

Sİ: Bu da, şiddetin meşrulaşması, kanıksanması ve normalleşmesinin önünü açıyor…

SÖ: Elbette. Çünkü ortalamanın sosyal bilinci, dünya görüşü özellikle de kadına bakışı cami önlerinde satın alınmış ilmihâllerle ya da televizyondaki tele vaizlerle ya da sosyal medyadaki cehaletin uç boyutlarındaki yorumlarla, çeşitli fetva mercilerinden alınan fetvalarla sınırlı. Bu işin bir yanı; yani İslâm’ı referans alan muhafazakârlık. Öbür yandan savaşçı, militarist bir zihniyetin de alttan alta toplumda yayıldığı bir süreci yaşıyoruz. ‘Türkiye Osmanlı dönemindeki eski gücüne, eski nüfuzuna kavuşmalıdır’ söylemi alttan alta toplumu bir savaşa hazırlamadır. Bugün olmazsa yarın savaş ihtimaline toplumu hazırlayan bir mantık işbaşında. İktidarın gündeminde savaş olasılığı varsa, demokrat olamaz, insanlar hem fütuhatçı (fetihçi) hem çevreci olamazlar, hem fütuhatçı hem barışçı olamazlar, ya da kadınların, LGBTİ bireylerin haklarını savunuyor olamazlar. Hem savaşçı hem de örneğin çok kültürcü olunamaz… Bir yanıyla da böyle bir faşizan-militarist yöneliş var. Sahte, şişirilmiş bir öz güven ve şişirilmiş bir erillik aşılanıyor topluma. İrredentist hâlet-i ruhiye Kürtler üzerinde sınandı önce. Evet, şunu kabul etmek gerek, bugün AKP iktidarı saldırgan ve savaşı göze alan bir dış politika hattı izliyor. Bu ise içeride toplumu olabildiğince erilleştirmeyi ve monolitikleştirmeyi gerektirir.

Sİ: Buradan ikinci vektörünüze gelelim; iktidarın halkı devletle bütünleştirmesi olarak ifade edilebilecek “fütuhat mantığının” iktidar eliyle topluma yerleştirilmesi dediniz, bu, kadına yönelik şiddeti nasıl etkiliyor?

SÖ: Bu mantıkla olası dış serüvenler bir yana, içeride toplumu kontrol altına alma, örneğin ekonomik krizin yol açacağı olası patlamaların önünü alma, rıza üretme kolaylaşır. Bakın bugün haklarını arayan işçilere, itiraz eden herkese yöneliyor. Bugün itiraz eden herkes, erilliği kışkırtılmış faşizan güruhun tehdidi altındadır. Düşünsenize, bugün Türkiye’de AMK diye bir gazete çıkıyor ve artık yadırgamaz olduk. Ya da birkaç gün önce Maltepe’de Babil Kültür Evi önündeki balerin heykeline tecavüze kalkışıldı. Sosyal medyada gençler arasında bu korkunç eylemle dalga geçildiği, gülündüğü bir ortama geldiysek, bu faşizan, bu kışkırtılmış erilliğin toplumun kılcal damarlarını ne kadar sardığını gösteriyor. Evet, uzunca bir süredir bir antientelektüelizmin yaygınlaştığını görüyoruz ve bununla birlikte birçok insancıl değerin, örneğin kadınların özgürleşmesi ya da çocuk hakları ya da hayvanseverlik gibi insanı insan yapan değerlerin ayakaltına alındığı ve en avam, en alt değerlerin yüceltildiği bir kültürel bir ortamı yaşıyoruz.

Sİ: Üçüncü vektöre gelirsek, kadınları iş gücüne çekmeyle övünen neoliberalizm kadına yönelik şiddetin yaygınlaşmasında nerede durur?

SÖ: Neoliberal kapitalizm bir yönüyle evet, kadınları iş gücüne çekiyor, özellikle de genç kadınları. Ama kadınları iş gücüne çekerken konumlarını kırılganlaştırıyor. Neoliberalizmin kadınlara sevdasının nedeni, kadınları ucuz iş gücü kaynağı olarak görmesi. Yalnız ucuz değil, aynı zamanda geçici iş gücüdür kadınlar neoliberal kapitalizm indinde. Dolayısıyla bir yandan kadının domestik görevlerini vurgularken, yani ‘Hadi kadınlar yeteri kadar özgürleştiniz, biraz çoluğunuzla çocuğunuzla ailenizle ilgilenin’ derken bunun kadınların iş güçlerini ucuzlatacak bir faktör olduğunu hesaba katmaktadır. Bir başka deyişle kapitalizm kadını yalnız düşük ücretlere mecbur bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda çalışma hayatının getirdiği bir dizi haktan vazgeçmeye çağırıyor. Örneğin kadınların yığınsal olarak çalışmaya başlamasıyla birlikte işçi sınıfının temel taleplerinden biri olan kreş talebinden, emeklilikten, kıdem tazminatından, sağlık hakkından vs. feragat etmeye… Bu durum bir kere kadınların sırtından sermayeye muazzam bir artı transferi sağlıyor. Aynı zamanda yine kamunun sırtlaması gereken yeniden üretim masraflarını da kadının sırtına yüklüyorsunuz. Çocuklara, yaşlılara baktırıyorsunuz, yemek yaptırıyorsunuz oradan da kurtarıyorsunuz. Sermaye açısından bu bulunmaz bir nimet.

Sİ: Burada yine, Erdoğan’ın bu kez 2016 8 Martı’nda yaptığı konuşmasında kadın istihdamıyla ilgili sözlerini hatırlatalım: “Açık söylüyorum bana göre kadına en büyük zararı hayatı ekonomik özgürlük parantezine mahkûm eden anlayış vermiştir!”…

SÖ: Tam da bu! Kadınlar çalışmasın demiyorlar, gel geç çalışsınlar ama öncelikli olarak aile varlıkları olduklarını unutmasınlar. Çocuklarını, kocalarını, evlerini ihmal etmesinler. Mümkünse evlenmeden, daha genç yaşta, deneyimsiz, kıdemsiz iş gücü olarak kullanalım, sonra hadi kızım evine! Dolayısıyla AKP’nin, diğer alanlarda olduğu gibi, izlediği kadın politikaları da neoliberalizmle oldukça uyumlu.

Sİ: Değindiğiniz kadın örgütleri, akademi, kurulan platformlar önemli çalışmalar yapıyorlar, iktidar üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar vs. ancak kadın mücadelesinde de bir gerileme söz konusu olduğu yönünde değerlendirmeler var. Bunu siz neye bağlıyorsunuz? Ve nasıl aşılır?

SÖ: Evet bir öz güven kırılması söz konusu. Belirttiğim gibi bir kere aşırı uzmanlaştığımızı, aşırı sivil toplumculaştığımızı düşünüyorum. Kadın mücadelesini tekil bir unsura, örneğin sadece şiddete karşı mücadeleyle sınırlandırırsanız o zaman bağlamından soyutlarsınız. Dolayısıyla yeniden bağlama dönmemiz gerekiyor, yeniden topyekûn bir özgürleşme talebini dile getirmemiz gerekiyor. Bunun da sınıfsal eksenli bir mücadeleyle birlikte ele alınması gerektiği konusunda bir perspektif geliştirmemiz gerekiyor. Ölü toprağından kurtulmamız, topyekûn bir ‘hayır’ı dillendirmeye başlamamız lazım. Ancak böyle tekrar kaybettiğimiz bütün alanları yeniden tartışmaya ve kazanmaya açabiliriz. Bu da galiba yine sokaktan geçiyor. Meclisin de işlevsizleştirildiği bu şartlarda söz yine sokağa düşüyor. Kadınlar, uzak tutulmaya çalışıldığı sokağa kitlesel bir dönüş yapmak zorundalar. Sokağı kazandıktan sonra hayatı kazanabiliriz.

Ayrıca, kadın hareketini sadece kentli, okumuş, yazmış üniversite mezunu genç kadınların alanı ve ayrıcalığı olarak görmekten çıkarak fabrikalara, atölyelere yönelmeliyiz.

Beyoğlu’da meşaleli yürüyüş güzel ama Flormar işçilerine ulaşabilmenin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla kadın mücadelesinin öznesini alabildiğine genişletmesi gerektiği kanaatindeyim. Bunu yaparken de emekçi kadınlara açılması, çünkü esas sömürü ve kırılganlık orada yaşanıyor.

Sİ: Peki, özellikle kriz dönemlerinde ataerkinin yeni biçimler aldığı ve kadınların daha büyük bir cendere altına aldığı, şiddetin arttığı görüşüne ne dersiniz?

SÖ: İktisadi kriz artınca şiddet artıyor gibi mekanik bir bağlantı kurmak yanlış. Daha çok, sözünü ettiğim üç vektör çerçevesinde gelişen bir ilişki ağının kadına yönelik şiddeti ağırlaştırdığı kanaatindeyim. Neoliberalizm nedir, toplumda alttan üste sermaye transferidir. İşçilerin, emekçilerin boğazından kesersiniz, kamuyu minimize edersiniz, bunları sermayeye, özel sektöre aktarırsınız. Bunlar arasında kadın emeğinden sermayeye aktarılan transfer, gerçekten çok önemli. Bu kadınların konumunu daha da kırılganlaştırıyor. Çünkü kadın özgürlüğü bir bakıma kadına yapılan yatırım işidir. Yani kadınları özgürleştirmek, güçlendirmek mi istiyorsunuz, o zaman onlara ücretsiz iyi bir eğitim vermek zorundasınız, iş sağlayacaksınız, sosyal güvenceye kavuşturacaksınız, erkeklere ve kadınlara erkeklik ve kadınlık rollerini yeniden tanımalarını sağlayacak bir sosyalizasyon süreci başlatacaksınız, bu sadece okullarda verilecek bir şey değil, bütün bir medya, bütün bir toplumsal yaşamı dönüştürecek alanlar açacaksınız. Kadının sırtındaki ev yükünü alacak mekanizmalar geliştireceksiniz. Bunları kıstığınız ölçüde kadını şiddete açık hâle getirirsiniz.

Kriz momentleri ise, ister kadınları yığınsal olarak işgücünün dışına sürsün, isterse daha düşük maliyetli olduğu için kadınları çalıştırıp erkek işsizliğini arttırsın, daha düşük ücretler, daha uzun çalışma saatleri, daha ağır yaşam koşulları -meta ve hizmetlerin pahalılaşması- ve sosyal bütçedeki kısıntılar nedeniyle en çok kadınları vuruyor yine…

Sİ: İçinden geçtiğimiz dönem, tek adam tek parti rejimi inşasının alabildiğine hız kazandığı bir dönem olarak da ifade edildiği için soralım; bu sürecin, kadınlar açısından nasıl yansımaları var?

SÖ: Kadını birey olarak görmeyen zihniyet pekiştiriliyor bir kere. AKP’nin, ya da tek adamın zihniyetinde kadın, bireysel bir varlık olarak yok. Aile bireyi olarak var. Zaten dikkat ederseniz yeni söylemde kadın “eşim, karım, yoldaşım vb.” değildir, “ailem”dir. Eğer kadını erkekten güçsüz, zaaflı olarak algılıyorsanız, o zaman müstakil bir varlık olarak kadına yönelik bir politika inşa etmezsiniz. Ancak onu aile içinde himaye edecek önlemler, destekler düşünürsünüz. Çocukları yetiştirsin, kocayı işe güce hazırlasın, ekonomik krizler yaşandığında sofrayı eserip besersin, nereden ucuza alacağını bilsin. İlla çalışması gerekiyorsa evine iş alsın veya namuslarına halel gelmeyecek şekilde -yani “kadın işleri”nde- çalışsın, ama evlenip çoluk çocuğa karıştığında esas yerlerinin evleri olduğunu unutmasınlar.

Sİ: Şu tartışmayı da soralım; “kadına yönelik şiddeti, ‘erkekler bu ay şu kadar kadın öldürdü’, ‘erkek şiddeti yine bir kadının hayatına mal oldu’ gibi erkeğin özne olduğu ifadelerle sunmak, sistemi ya da şiddetin sınıfsal görünümlerini görünmez kılıyor.” Katılır mısınız? 

SÖ: Bilen bilir ben kendimi feminist olarak tanımlamıyorum, sınıfsal bölünmenin kadınlık ve erkeklik rollerini farklı tanımlamalara yol açtığını düşünüyorum. Dolayısıyla bütün erkekler bütün kadınlara düşman değil veya bütün erkekler erkek oldukları için şiddet uygulamıyorlar. Ama erillik başka bir şey. Erkekliği bir iktidar aracı olarak yorumlamak farklı bir şey. Ben bunun sınıfsal olduğu kanaatindeyim. Tarihsel olarak biçimlenmiş, ataerki dediğimiz sınıfsal bir görüngü olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bunun böyle ifade edilmesini doğru bulmuyorum. Sorun erkekliğin toplumsal ve kültürel olarak nasıl tanımlandığı. Erkeğe yüklenen bir dizi sosyal kodu erkeklerin bir iktidar aracı olarak algılamasında. Bu algının değişmesi gerekiyor.

Sİ: Kadınlara daha fazla değen yerel seçimlerin, adeta bir erkek alanıymışcasına tartışılmasını, öne çıkan bütün kentlerde kadın adayların gündeme bile gelmemesini nasıl değerlendirirsiniz? 

SÖ: Kentlerin “kentsel dönüşüm” adı altında talan alanlarına dönüşmesiyle birlikte, yakın zamana dek kadınların siyasal katılımı konusunda daha “yumuşak alan” olarak algılanan yerel yönetimlerin de giderek kadınlara kapanmakta olduğunu görüyoruz. Öyle ya, artık “yerel yönetimler” denildiğinde yaşanabilir, sağlıklı bir kentsel çevre yaratma uğraşı değil ihaleler, rüşvet, pay kavgası, yasaları, yönetmelikleri baypas etme becerisi, yandaş sermaye gruplarına peşkeş çekmeler, hatta giderek mafyatik müdahaleler geliyor akla. Kadınların pek kompetan olmadığı bir tarz. Dolayısıyla da bu alanda da ancak sembolik bir varlık gösterebiliyorlar.

 

N O T L A R

[*] Serpil İlgün, “Akademisyen Sibel Özbudun: Kadınlar İçin Olabilecek En Kötü Alaşımın Ortasındayız”, Evrensel, 24 Kasım 2018.

[1] Edmund  Burke.

 

Exit mobile version