Site icon Rojnameya Newroz

HANGİMİZ ÖZGÜRÜZ Kİ? / SİBEL ÖZBUDUN

 Sevgili Adil Okay benden, cezaevleri ile ilgili hazırladığı kitap için bir önsöz isteyince, bir yumru düğümlendi boğazıma…

Söze hangi birinden başlamalı, körelmiş, sağırlaşmış vicdanları biraz olsun harekete geçirebilmek için, hangisini anlatmalı?

HANGİMİZ ÖZGÜRÜZ Kİ?[1]

SİBEL ÖZBUDUN

“Mektuplarımız gelir

Zarfında mapushane kokusu

Tanımam çoğunuzu

Oturup bir çay içmişliğimiz yoktur

Ne de görmüşlüğümüz

Bir sigara içimi

Ama Nâzım’ın dediği gibi

Bir gün ölebiliriz yan yana aynı siperde

Aynı ekmek, aynı hasret, aynı hürriyet için.”[2]

 

Sevgili Adil Okay benden, cezaevleri ile ilgili hazırladığı kitap için bir önsöz isteyince, bir yumru düğümlendi boğazıma…

Söze hangi birinden başlamalı, körelmiş, sağırlaşmış vicdanları biraz olsun harekete geçirebilmek için, hangisini anlatmalı?

Örneğin:

Habere göre cezaevindeki yaşça büyük ve güçlü çocuklar, kendilerinden küçük ve güçsüz çocuklara yönelik cinsel istismarda bulundu, tecavüz etti. Kamuoyunda ‘Şakran Cezaevi’ diye bilinen İzmir Çocuk ve Gençlik Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürü Hamit Karslıoğlu’nun infaz kurumu içindeki psikososyal birime gönderdiği 2 Aralık 2014 tarihli evrakta, çocukların “anüslerinden vücutlarına ne kadar uzunlukta hortumu alacakları yönünde kendi aralarında iddiaya girip denedikleri”, “metal çay kaşığını dörde bölerek yuttukları” gibi ifadeler yer alıyor.

Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) 2014 yılında hazırladığı Şakran Çocuk Cezaevi’nde kalan çocuklara işkence raporu sonrası kurum yöneticilerine herhangi bir hukuksal yaptırım uygulanmadı. ÇHD İzmir Şube Başkanı Şule Arslan Hızal, Şakran’da yaşananları rapor ettikten sonra herhangi bir hukuksal işlem yapılmadığını, yalnızca ilerleyen günlerde cezaevi yönetiminde değişiklik yaşandığını kaydetti. Devletin cezaevine kapattığı çocukları korumakla yükümlü olduğunu, bunun yerine cezaevinde yaşanan işkencelere göz yummanın suç olduğunu vurguladı.[5]

Ağırlaştırılmış müebbet cezası gibi insanlık onuruna aykırı bir uygulamaya, daha mahkûm olmadan tabi tutuldu. 23 saat tek başına hücrede bırakılıyor. Günde bir saat havalandırmaya çıkarılıyor, o da gardiyanla birlikte. Oysa yasaya göre ağırlaştırılmış müebbet mahkûmları dışında herkes bütün gün havalandırmayı kullanabilir. Hapishane idaresine defalarca başvurdu, diğer tutuklularla, kendi arkadaşlarıyla birlikte kalmak istediğini söyledi. Reddedildi.

Bu arada tutuklandığı yer de, ailesi de, mahkemesi de İstanbul’da. Hâliyle İstanbul’a sevkini istedi. Dedim ya, duruşmaları İstanbul’da görülecek. Zaten neden en baştan İzmir’e götürüldüklerinin de bir açıklaması yok. Arkadaşlarını İstanbul’a gönderdiler. Ama Deniz Kahraman hâlen Şakran’da, tek kişilik hücrede. Adalet Bakanlığı da sevk talebini reddetti. Ailesi İzmir’e götürüldüğünden beri ziyaretine gidemiyor. Tamamen yalnız. Tek kişilik hücrede disiplin cezası bile almamış olmasına rağmen aylardır tutulduğu ve havalandırma hakkını kullanamadığı için, yani kanuna aykırı şekilde tecrit koşulları dayatıldığı için hapishane idaresi ve gardiyanlar hakkında “görevi kötüye kullanma ve işkence” suçlarından suç duyurusu yaptı. İzmir Valiliği’ne ve Savcılığa dilekçe gönderdi. Cevap yok.

… Ancak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm olanlar ölene dek, Deniz Kahraman da belirsiz bir süre için tek kişilik hücrede. Devletin de “ceza” diye adlandırdığı koşullarda.[8]

Tecritin içinde soluk borularının kitaplar olduğunu belirten Oğuz, mektubunda şu ifadelere yer veriyor: “Onlar daima yasaklarlar ve daima özgür tutsakların direnişiyle karşılaşırlar. Yine bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bu saldırının yeni adı kitap sınırlaması. Hücrelere aldığımız kitap sayısı kişi başı 15’i geçemiyor. Bunun nedenini sorduğumuzda ‘kurum güvenliği’ cevabını alıyoruz. Ve soruyoruz ‘Kitap neye zarar verir?’, ‘Bu kitaplarla bomba mı yapılır? Ateş mi edilir?’ Bizim Robinson olmamamızın, düşüncelerimizi korumamızın, insan olarak kalmamızın nedenlerinin başında ‘Direnerek üretmemiz, üreterek direnmemiz geliyor’. Yaşamımızın temelini yazı ve okuma faaliyeti oluşturuyor.

Kitap yasağıyla üretimin fiilen yasaklandığını belirten mahkûm, kitap yasağının nedenini sorduklarında “Biz kitapları yasaklamıyoruz sadece sınırlıyoruz” cevabını aldıklarını söylüyor.“Kitapları yasaklayarak bizi tecritin karanlığında boğmak istiyorlar” diyen Ozan Oğuz “Çizgisiz defter de yasak. Sanırım gerekli düzen ve tertibi sağlayamadığı gerekçesiyle alınmıyor. Renkler de yasak, sadece mavi, siyah ve kırmızı serbest…” bilgisini de veriyor.[9]

Böyle sonsuza kadar uzatılabilir, ama burada keseyim…

Bu ülkede yaşayan insanların çok büyük bölümünün ruhu duymuyor; ya da, daha kötüsü, umursamıyorlar. Ama Türkiye cezaevlerinde hüküm süren koşulları tek sözcükle betimlemek gerekirse, vandalizm diyebiliriz. Tutsaklar (evet, evet: “tutuklu” ya da “hükümlü” konumunun kendilerine tanıdığı ve uluslararası sözleşmelerde kayıtlı haklardan keyfî olarak yoksun bırakıldıkları, hak ihlallerine ilişkin şikâyetleri ve suç duyuruları hemen her zaman sümenaltı ya da örtbas edildiği… sürece onlar, “savaş tutsağı” statüsünün bile tanınmadığı tutsaklar…) cezaevi yönetimlerinin ellerine terk edilmiş durumda. Hiçbir yasa ya da yönetmelikte tanımlanmamış “suç”lardan dolayı, keyfî biçimde cezalandırılıyorlar: tek başlarına hücreye atılıyor, mektup ve görüş yasağına tabi tutuluyor, hücreleri hoyrat baskınlarla tarumar ediliyor, kişisel eşyaları kırılıp dökülüyor. Kışın ısıtılmayan hücrelerinde, sınırlı sayıda bulundurabilecekleri kazaklarla ısınmaya çalışıyorlar. Kitap, defter, kalem gibi siyasal tutsakların vazgeçilmez ihtiyaçları sınırlandırılıyor. Mektuplaşmaları keyfi biçimde engelleniyor, dışarıda serbestçe satılan gazete ve dergiler “sakıncalı yayın” diye kendilerine verilmiyor. İstekleri dışında doğdukları, yaşadıkları yerden uzaklara, binlerce kilometre uzaktaki cezaevlerine gönderiliyorlar. Böylelikle aileleri de alıyor cezalardan nasibini. Hasta tutsaklar kelepçeli sevk ediliyor, bunu reddettiklerinde ise muayene olanağından yoksun bırakılıyorlar. Hoş muayene edildiklerinde dahi bir aspirin tutuşturulup geri gönderiliyorlar. Dile kolay, 6 ayda 212 ölü çıktı bu yıl Türkiye cezaevlerinden.

Çocukların durumu beter: Dayak, taciz, tecavüz rutin uygulamalar. Çocuk İnfaz Kurumlarında küçük yaştaki mahkûmlar, daha büyük çocukların cinsel saldırılarına karşı korunmuyor… Pozantı’nın tüyler ürpertici anısının belleklerde kol gezmesine rağmen.

Çıplak aramaya maruz bırakılan kadın tutsaklar, aşağılanmanın en “yaratıcı” biçimlerine tabi kılınan trans bireyler…

Anlayacağınız, cezaevleri, yalnızca “genel ve özel önlemeyi sağlamak, bu maksatla hükümlünün yeniden suç işlemesini engelleyici etkenleri güçlendirmek, toplumu suça karşı korumak, hükümlünün yeniden sosyalleşmesini teşvik etmek, üretken ve kanunlara, mizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmak”[15] vb. amaçlarla tesis edilmiş hürriyet kısıtlayıcı kurumlar değillerdir. Onlar, -hele ki siyasal tutsaklar sözkonusu olduğunda- Devletin tutsakları elinde rehin tuttuğu, “dışarıdakiler”e gözdağı verdiği, kimi zaman intikam aldığı, kimi zaman siyasal pazarlık konusu yaptığı kurumlardır.

Bu ülkede yaşayan herkes, devletin canı istediğinde pervasızca kırıp döktüğünü, hele ki “ensesi kalınlar”dan olmayan yurttaşlarına karşı fütursuz bir hoyratlık sergileyebileceğini, kişisel ya da aktarılmış deneyimleriyle bilir. Sözkonusu cezaevleri olduğundaysa, bu fütursuzluk daha da sınır tanımaz, deyim yerindeyse sadistçe boyutlara ulaşır. Tutsak, devleti temsil ve onun adına hareket eden bir yetkililer silsilesinin “patria potestas”ı[16] altındadır; eti de kemiği de devletindir. Her türlü suçun hedef tahtası olabilecek, her türlü ihlal nasıl olsa sümenaltı edilecek, kovuşturulmadan dosya kapatılacaktır. Ailesinin, avukatlarının, arkadaşlarının itirazları, Türk adaletinin loş, tozlu koridorlarında varsın yankılansın, dursun… İçine düştükleri Kafkaesk labirentten er geç yılacaklardır ne de olsa!

Bu kadar mı umutsuz?

Tabii ki hayır. Çünkü Onlar, umutsuzluğa kapılmayı reddediyorlar. Teslim olmuyorlar. Yazıyor, çiziyor, resim yapıyor, içlerinden birinin uğradığı haksızlığı hep birlikte hücrelerinin parmaklıklarına vurarak, marşlar, sloganlar haykırarak protesto ediyor, çiçek yetiştiriyor, kuş besliyor, dergi çıkartıyor, binbir yaratıcı yoldan birbirleriyle haberleşiyor; F Tipinin ruhları teslim almaya yeminli yalıtılmışlığında, her gün dayanışmanın yeni biçimlerini üretiyorlar. Durumlarından haberdar olmamız, bir ses vermemiz için bize mektuplar gönderiyorlar…

F Tipi’ne geçildiğinden beri onlarca kitap yayınlandı cezaevlerinden. Şiirler, öyküler, romanlar, bilimsel araştırmalar, siyasal değerlendirmeler… Ne tecrit dinlediler, ne tretman, ne sürgün. Kimse hayattan kopartamadı onları. Son 15-16 yılı F tipi hücrelerde olmak üzere, 25. yılını dolduran da var aralarında, AKP ceberutluğunun “slogan attı, halay çekti, poşu taktı” diye örgüt üyeliğinden içeri attırdığı gençler de… Sayıları her geçen gün artıyor. Beton duvarlar arasında buldukları her çatlaktan hayata boy atan inatçı, direngen çiçekler…

Bu kitapta onların seslerini duyacak, yazdıklarını okuyacak, çizdiklerine bakacaksınız. Umuyorum ki, okuduklarınız, gördükleriniz, duyduklarınız cezaevlerindeki dostlarımızı hayatlarımızdan silip atmaya, onları kesif bir unutulmuşluk pusu içerisinde terk etmeye yönelik suskunluk duvarını yıkma kararına sürükler sizi de… Siz de tutsak dostlara ses verenler, “hapishanelere bir esinti yollayanlar” arasına katılırsınız.

Çünkü cezaevlerinde insanlar ölmeye, tutsakların yaşamı keyfî ve zorbaca uygulamalarla cehenneme çevrilmeye, çocuklar tecavüze uğramaya, kadınlar çıplak aramalara tabi tutulmaya devam ettikçe, hangimiz özgür olabiliriz ki?

Ellerine, yüreğine sağlık, Adil Okay…

 

11 Aralık 2015, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Adil Okay, Hapishanelere Esinti Yollayalım, Ütopya yayınevi, Ankara, Ocak 2016… içinde yayınlandı…

[2] Metin Demirtaş.

[3] Türey Köse, “Türkiye’nin Cezaevi Rekortmenlerinden Gülbahar’dan Mektup”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2015, s.7.

[4] Hakan Dirik, “Mahkûma Çalar Saatli İşkence”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2015, s.10.

[5] “Devlet, İçeride de Koruyamıyor”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2015, s.7.

[6] “Cezaevlerinde Hak İhlâlleri Arttı”, Gündem, 9 Nisan 2015, s.7.

[7] “Zülfikar Çizimine Yönetim El Koydu”, Milliyet, 3 Mayıs 2015, s.22.

[8] Ayça Söylemez, “19 Yaşında, Hücrede ‘Unutuldu’…”, Birgün, 30 Haziran 2015, s.9.

[9] Ceren Çıplak, “Bu Cezaevinde Renkler Bile Yasak”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2015, s.16.

[10] Ceren Çıplak, “Sen misin Gazeteye Cezaevi Yasağı Yazan”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2015, s.3.

[11] Ceren Çıplak, “Amasya’da P Tipi Yasak”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2015, s.19.

[12] “Raporlara Rağmen Tahliye Edilmedi”, Gündem, 13 Ağustos 2015, s.13.

[13] “Ağır Hasta Tutsağa Hücre Cezası Verildi”, Gündem, 4 Ağustos 2015, s.4.

[14] İsmail Saymaz, “Bu Yılın İlk 6 Ayında 212 Kişi Cezaevinde Öldü”, Radikal, 23 Ağustos 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/ bu_yilin_ilk_6_ayinda_208_kisi_cezaevinde_oldu-1420449

[15] Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi İle Ceza ve Güvenli Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük.

[16] Patria potestas: Eski Roma hukukunda hane reisinin ailesi (karısı, erkek çocuklar, evlenmemiş kız çocuklar, gelinler, hizmetkârlar, köleler) üzerinde sahip olduğu öldürme dahil mutlak yetke.

 

Exit mobile version