Site icon Rojnameya Newroz

ENTERNASYONALİZM ÜZERİNE NOTLAR-4 / SİBEL ÖZBUDUN

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sosyalist dalganın yenilgisi, kapitalist sistemin önündeki sınırlandırıcı/dengeleyici engellerin yıkılması anlamına gelmiştir. Kapitalist sistem, yeryüzünün doğal ve insanî tüm kaynakları bundan böyle engel tanımaz bir saldırıya girişir.

 

ENTERNASYONALİZM ÜZERİNE NOTLAR[1 ]-4 / SİBEL ÖZBUDUN

“Sermayenin egemenliği enternasyonaldir.

Bu nedenle tüm ülkelerin işçilerinin kurtuluş

mücadelesi de ancak,

işçilerin uluslararası sermayeye karşı

ortak mücadelesi olduğunda başarılı olabilir.”[2]

KÜRESELLEŞME VE ANTİKAPİTALİST MÜCADELE

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sosyalist dalganın yenilgisi, kapitalist sistemin önündeki sınırlandırıcı/dengeleyici engellerin yıkılması anlamına gelmiştir. Kapitalist sistem, yeryüzünün doğal ve insanî tüm kaynakları bundan böyle engel tanımaz bir saldırıya girişir. Kapitalizmin, 1980’li yıllardan itibaren içine girdiği yeni yönelişin adı, “neo-liberalizm”dir; ve bir yandan sermayenin yeryüzü ölçeğindeki hareketliliğinin önündeki her türlü engelin ortadan kalkması, bir yandan da emeğin mücadelesiyle kazanılmış bütün hakların tasfiye edilerek “kamusal/sosyal”in kapitalist sistem tarafından temellük edilmesi mantığına dayanır. Böylelikle bir yandan kâra tahvil edilebilme olanağı olan tüm “kamusal” hizmet, mal ve alanlar (sağlık, eğitim, ulaşım, su, gaz, elektrik, toplu taşımacılık, sosyal güvenlik, hatta ordular, parklar, bahçeler gibi kentsel alanlar…) “özelleştirilerek” sermayeye transfer edilir, bir yandan da emek sektörü “deregülarizasyon” adı altında taşeronlaştırılır, güvencesizleştirilir, yarı-zamanlılaştırılır, örgütsüzleştirilir… Böylelikle geçmiş mücadelelerinin bütün kazanımlarından soyulur.

Neo-liberal küreselleşmenin ileri sanayi ülkeleri açısından bir anlamı, sermayenin yeryüzünde emeği, hammaddeyi ve işleme süreçlerini en bol, en kısıtsız bulabileceği, en ucuza mal edebileceği bucaklarına doğru engelsiz ve hızlı devinebilme yetisine kavuşmasıydı. Böylelikle Kuzey ülkelerindeki “paslı kuşak” olarak adlandırılan “ağır sanayi” yatırımları yoksul Güney ülkelerine doğru kaydırılırken işçi sınıfı da o güne dek hiç olmadığı ölçüde küreselleşecekti.

Böylece günümüzde uluslararası markalar Güneydoğu Asya’nın, Afrika boynuzunun, Latin Amerika’nın yoksul ülkelerindeki “ter atölyelerinde” günde 13-14 saat boğaz tokluğuna çalıştırılan kadınlar, çocuklar tarafından üretilmekte, merkezi New York’ta olan şirketlerin 7/24 halkla ilişkiler servisinde, Hindistan’da üstlenen Barbadoslular çalıştırılmaktadır.

Bu durum emeğin yeryüzü ölçeğinde ucuzlamasına ve güvencesizleşmesine neden olmuştur. Sosyalizmin güçlü ve prestijli olduğu dönemlerde pek çok ülkede sendikaların patronlara ve yönetimlere dayatabildiği “8 saatlik işgünü”, “öğle yemeği”, “servis”, “sağlık taraması” gibi haklar çoktan anlamsızlaşmış, geçerliğini yitirmiştir. Bugün bütün dünya işçileri, başka ülkelerin emekçileriyle tehdit edilmektedir; Almanya’da Alman işçisi mücadeleci davrandığında Türk işçisiyle terbiye edilmekte, o olmadığında Iraklı-Suriyeli-Afgan kaçak göçmenler ücretleri ve çalışma koşullarını daha da aşağıya çekecek unsurlar olarak yedekte tutulmakta, ya da yatırımcı Çokuluslu Şirket, sınıf mücadelesinin yükseldiği, vergilerin arttığı ülkeden tası tarağı toplayıp, bol miktarda boğaz tokluğuna çalıştıracağı işçi bulacağı başka coğrafyalara göçmektedir.

Benzer bir durumu, Türk işçilerin Kürtlerle terbiye edildiği, onlar kendilerine dayatılan koşullara itiraz ettiğinde ise Suriyeli mültecilerin sırada beklediği kıran kırana bir rekabetle Türkiye’de yaşamıyor muyuz? Örneğin Tuzla Deri Sanayii’nde büyük ölçüde Kürt işçilerin istihdam edildiği işletmeler…

“Genel ücret asgari ücret 739 liranın biraz üzeri. Ancak asgari ücretin altında ücretle işçi çalıştıran fabrikalar da var. Çalışma süreleri günlük 9 saat. Cumartesi de çalışma günü. Çoğu fabrikada zorunlu fazla mesai yaptırılıyor ve işçiler 12 saate kadar çalıştırılıyor. Sigorta primleri ise alınan ücret üzerinden değil asgari ücret üzerinden ödeniyor.

Ücretlerin düşük olduğu fabrikalarda, çalışma koşulları da ağır. Birçok fabrikada tuvalete gitmek yasak. Çay molaları 10 dakika, yemek molaları ise yarım saatle sınırlı. İşe gelinmeyen bir gün için işçilerin 3 günlük yevmiyesi kesiliyor. Üretimde hata yapılması hâlinde bu işçilerin ücretinden kesiliyor. Kamera sistemiyle işçiler gün boyu izleniyor. Özellikle metal iş kolunda iş kazaları çok yaşanıyor. Parmaklarını makineye kapatan işçiler, hiçbir tazminat ödenmeden işten atılıyor. Tekstil iş kolunda ise iş adeti usta tarafından belirleniyor. Gün içinde bu sayıyı tutturamayan işçiler ücretsiz fazla mesaiye kalarak rakamı tamamlamak zorunda bırakılıyor. Özellikle boya, kimya, tekstil, plastik gibi işkollarında meslek hastalıkları fazlaca görünüyor. Verem, solunum yolu hastalıkları, kıl dönmesi ve bel fıtığı sık görülen rahatsızlıklar arasında. Patron ve ustabaşlarının küfür ve hakaretleri olağanlaşmış. ‘Bizim fabrika cennet gibi’ diyen bir işçi şunları anlatıyor: ‘Asgari ücret alıyoruz. Çalışma saatleri de uzun ama bizim fabrikada küfür yok. Bir de ücretler zamanında ödenir’…”[28]

Tuzla’daki işletmelerin (ve daha pek çok yerdeki) patronlarının yaptığı açıktır: on yıldan uzun süren düşük yoğunluklu savaşın sonucunda siyasal ya da ekonomik gerekçelerle topraklarını, yurtlarını terk ederek Batı’ya sığınan Kürt işçilerin açmazlarından yararlanarak ücretleri ve diğer üretim giderlerini mümkün olabildiğince aşağıya çekmek… Bu, bir taşla iki kuş vurmaktır: bir yanda emek alabildiğine ucuzlayacak, bir yandan da emekçiler aynı sistem tarafından iliklerine dek sömürüldüklerinin bilincine varmadan birbirlerine düşecekler, öfkelerini birbirlerinden çıkartacaklar, böylelikle sınıf mücadelesinde birleşmelerinin önü alınacaktır…

Bunun yanı sıra, artık emekçiler mücadeleye kalkıştıklarında karşılarında “yerli” bir firmayı değil, uluslararası tahkim aracılığıyla kâr garantisi sağlamış bir Çokuluslu şirketi bulmaktadırlar. Bugün Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin yarıya yakını, toplam 159 Çokuluslu şirket tarafından gerçekleştirilmektedir. (Örneğin Çokuluslu şirketlerin katma değerdeki payı 1995 yılında yüzde 20.8’den, 2009’da yüzde 40.3’e, ihracattaki payı ise yüzde 29.1’den yüzde 49.1’e çıkmıştır…)[29] “Yerli” sermaye yabancı sermayeyle bütünleştikçe, taşeronlaşma artıyor, işten çıkarmalar yoğunlaşıyor, çalışma koşulları kötüleşiyor. (Taşeronlaştırılan Tekel işçilerinin karşılarında Çokuluslu Tütün Şirketi BAT’ı buldukları unutulmamalı…)

Şu hâlde, günümüzde neo-liberal kapitalizm, şirketler arasında uluslararası “evliliklerle” giderek tekelleşen ÇUŞ’larda vücut bulan küresel bir sistem oluşturmaktadır. Bu sistem, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Uluslararası Tahkim, G-20 gibi uluslararası karar alma aygı ve platformları tarafından koordine ve sevk edilir. Ve bu sistem, yeryüzü zenginliklerinin bir avuç hiper-zenginin elinde toplanırken milyarlarca insanın açlık sınırında yaşaması anlamına gelmektedir.

Bugün Microsoft patronu Bill Gates’in kişisel serveti, örneğin, 82 milyar doları bulmaktadır.[30] “Dünyanın en zengin adamı” olma konusunda onunla yarışan Meksikalı Carlos Slim ise 79.6 milyar dolara hükmetmektedir.[31]

Bu tahayyül-ötesi servetler, pek çok yoksul ülkenin gayrısafi hasılasından fazladır: Dominik Cumhuriyeti: 50 milyar 874 milyon dolar; Guatemala: 40 milyar 773 milyon dolar; Etiyopya: 30 milyar 941 milyon dolar; Tanzanya: 22 milyar 434 milyon dolar; Senegal: 12 milyar 657 milyon dolar; Eritre 2 milyar 254 milyon dolar…[32]

Yanısıra, dünyada 2 milyar 800 milyon insan günde 2 dolarla yoksulluğun, 1 milyar 200 milyon insan ise 1 dolarla açlığın pençesinde yaşıyor… Bunun somut sonucu, her gün 34 bin çocuk ile 15 bin yetişkinin açlıktan ölmesidir…

Şu hâlde günümüzde emekçilerin ilk defa tüm “ulusal” niteliklerinden soyunup uluslararasılaştığı söylenebilir. Bir avuç Çokuluslu Şirket dünyanın doğal kaynakları ve işgücü üzerinde çelik pençesiyle hükümranlık kurmuştur.

Buna karşılık, emekçiler, mücadelelerini eşgüdümleyebilecekleri, onca gereksinim duydukları uluslararası koordinasyon mercilerinden yoksun olmanın yanı sıra, ulus, etnisite, kültür, din, mezhep, cinsiyet, yaş, taşeronluk-kadroluluk, sektör, örgütlülük… vb. temelinde parçalanmış durumdadır. Bu parçalanma, artık küresel bir gövde oluşturan işçi sınıfının birlikte davranabilmesini engelliyor. Bu ise, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde sık sık tanık olduğumuz/yaşadığımız antikapitalist patlamaların sonuçsuz kalmasına, giderek manipüle edilmesine (Arap Baharı, Turuncu Devrim vb.) yol açıyor.

Dünya nüfusunun büyük bölümünün bir avuç çokuluslu şirketin tahakküm ve sömürüsü altında ölüm-kalım sınırında sıkıştığı bir ortamda emekçilerin savaşımlarını bölgesel ve uluslararası düzlemde ortaklaştırmaları hayatî önem taşıyor, oysa…

3 Aralık 2014, Ankara.

N O T L A R

[1] 12 Aralık 2014 tarihinde Kızılay AKA-DER’de yapılan konuşma…

[2] V. İ. Lenin, Seçme Eserler, C:1, s.467-468.

 [28] “İşçilerin Bölünmesi Patronlara Yarıyor”, http://www.ntvturk.com/demokrasi/12276-iscilerin-bolunmesi-patronlara-yariyor.html

[29] O. Murat Koçtürk, Meral Eker, “Dünyada ve Türkiye’de Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları ve Çok Uluslu Şirketlerin Gelişimi”, Tarım Ekonomisi Dergisi, 2002, 18(1): 41.

[30] “Breaking Down Bill Gates’s Wealth, The Wall Street Journal, 19 Eylül 2014, http://blogs.wsj.com/moneybeat/2014/09/19/breaking-down-bill-gatess-wealth/

[31] “Mexico’s Carlos Slim Reclaims World’s Richest Man Title From Bill Gates”, Forbes, 15 Temmuz 2014, http://www.forbes.com/sites/doliaestevez/2014/07/15/mexicos-carlos-slim-reclaims-worlds-richest-man-title-from-bill-gates/

[32] Tam liste için bkz. “Ülkelerin GSYİH’ya (Nominal) Göre Sıralanışı”, Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Clkelerin_GSY%C4%B0H’ya_(nominal)_g%C3%B6re_s%C4%B1ralan%C4%B1%C5%9F%C4%B1

Exit mobile version