“Ne haz, ne ün, ne de güç.
Özgürlük, yalnızca özgürlük.”[1]
“Babam 1938-1940 arasında hapisteyken Adana’daki evimiz taşlanmıştı,” diyen oğlu Işık Öğütçü ekler: “Ne güzel ki şimdi alkışlıyorlar Orhan Kemal’i…”
TKP’li Orhan Kemal için parantez 1914 yılında açıldı. O şimdi 100 yaşında. Açılan parantez 1970 yılında kapandı. Aramızdan ayrılalı 44 yıl olmuş, şimdi yazdıklarıyla yaşıyor. Yaşamının en verimli çağında 56 yaşında yitirdik onu. Çileli ama, aydınlık arayan, ümidi karartmayan bir biçimde yaşadı, yazdı. Hak etmediğini hiç istemedi, ama hak ettiğini hiçbir zaman alamadı, borçlu değil alacaklı gitti.
Alacaklıydı elbet… Ölmeden önce yazdığı son cümleler emek ve hak adına büyük anlam taşır: “Eşe dosta selam. İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir.”
* * * * *
15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Asıl adı “Mehmet Raşit Öğütçü”. Babası İttihat Terakki Cemiyeti üyesi sonrasında da milletvekilliği ve bakanlık yapmış Abdülkadir Kemali Bey siyasal nedenlerle 1931’de Suriye’ye kaçınca, orta öğrenimini yarıda bıraktı ve Suriye’ye giderek bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı.
“Hayatımın eserlerime tesir ettiğine şüphe yok. Zaman zaman düşünürüm: 16 yaşımdan itibaren ekmeğimi kazanmak zorunda kalmasaydım ne olurdum? Okulda roman, hikâye, umumiyetle edebiyattan nefret ederdim. Varsa futbol, yoksa futbol. Edebiyat sevgisi bende çok sonra, hayata atılıp Hanyayı Konyayı anladıktan sonra başladı” diyen Orhan Kemal bir yıl sonra tek başına Türkiye’ye dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve katiplik yaptı. Bu yıllarda sabırla biriktirdiği gözlemleri, ilerde insanı ve ona inancını hiç unutmadan yazdığı kişileri için “Bütün tiplerimin gerçeğe uygun olduğunu temin edebilirim” demesini sağlamıştır. Tabi bir de Türkiye Komünist Partili İsmail Usta’sının kitaplarıyla dolan hayatı… “Yirmi yaşındaydım… Kafam bir türlü çözemediğim sorunlarla yara olmuştu. Ve bir gün bir kahve köşesinde tanıdığım işçi dostum İsmail Usta… Sonra kitaplar… Birçoğu İsmail Usta’nın hediye ettiği kitaplar,” diyen Orhan Kemal bu sayede mücadeleyle tanışmış ve edebi çizgisini toplumcu gerçekçi noktada derinleştirmiştir.
Söz konusu çerçevede O sanatçının sorumluluğunu şu sözleriyle vurgular: “Sosyal endişe, sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında verdiği kanaatlerin neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı olması lazım gelen sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır. Demek oluyor ki, peşin sosyal endişe. Fakat bu, sanatın ikinci plana itilmesi demek değildir. İkisi birbirinden ayrılmaz bir bütündür.”
1937’de çırçır fabrikasında (Milli Mensucat) bir işçi olan Nuriye ile evlenir, tıpkı ‘Avare Yıllar’ (1950) romanında evden ayrılan oğul gibi…
1938’de Niğde’de askerliğini yaparken, “Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak”, “yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1940’ta, Bursa Cezaevi’nde tanıştığı Nâzım Hikmet’in toplumcu görüşlerinden etkilendi; kendisinden Fransızca, felsefe, siyaset dersleri aldı.
Orhan Kemal’i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nâzım Hikmet oldu. İlk öykülerini Orhan Raşit takma adıyla yayımladı. İlk kez 1943’te ‘İkdam’ gazetesinde ‘Asma Çubuğu’ öyküsünde ‘Orhan Kemal’ adını kullandı. 1943’te tahliye olunca Adana’ya döndü. Amelelik, hamallık gibi işlerde çalıştı. 1944’te doğan oğluna Nâzım adını verdi.
1958’de ‘Kardeş Payı’ adlı öyküsü ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldı. 1966’da bir ihbar üzerine “hücre çalışması ve komünizm propagandası yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı; “suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.
1967’de ‘72. Koğuş’ oyunu ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969’da Türk Dil Kurumu Ödülü’nü ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı ‘Önce Ekmek’ adlı kitabı ile aldı.
Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine gittiği Sofya’da, tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te öldü.
* * * * *
Burada (tekrar pahasına) bir parantez açalım:
Orhan Kemal, milletvekilliği, parti başkanlığı da yapan yargıç Abdulkadir Ögütçü’nün oğludur.
Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey, 1924 yılında gazetesi ‘Toksöz’de, “Ben demokrasi isterim” diye yazan,[2] hem keskin bir kalem hem “iflah” olmaz bir muhalif siyasetçiydi.
Tahir Şilkan’ın ifade ettiği üzere, “Muhalif kimliği nedeniyle partisi kapatılınca Beyrut’a giden A. Kadir Öğütçü, orada mesleğini yapamadığı için zor günler geçirecek, yıllar sonra ülkesine, mesleğine geri dönebilecektir. Orhan Kemal, otobiyografik romanlarında (‘Babaevi’, ‘Avare Yıllar’, ‘Cemile’, ‘Dünyaevi’) bu dönemi, kendisinin, ailesinin yaşadığı sıkıntıları, acıları, üzüntüleri anlatır…
Gerçekte, ilk yol göstericileri, 1927 Adana Demiryolu Grevi’ne katılmış ustalardır. Orhan Kemal’in romanlarına kahraman yaptığı, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanını bitirdikten sonra, ‘Nadir’in Kahvesi’nde sabaha kadar romanından pasajlar okuduğu ustalar, ‘Eline sağlık Raşit… Az bile yazmışsın; Çukurova’da öyle şeyler oluyor ki, sana anlatsak bir değil beş roman yazarsın’ diyecektir. Orhan Kemal’in, Çukurova’da tarım ve fabrika emekçilerini anlattığı romanlarını anımsarsak (‘Vukuat Var’, ‘Hanımın Çiftliği’, ‘Kanlı Topraklar’, ‘Eskici ve Oğulları’, ‘Kaçak’), ustaların dileğinin yerine gelmiş olduğunu görürüz…”[3]
Nâzım Usta ile bir anısını; “Hapishanede çehrelerini sık sık görmeye mecbur olduğumuz bir topluluk var, kravatlı, bey ıskartası, muhasip, kasadar -hakaret olsun diye veznedar demiyorum- kâtip, tahsildar, maliye memuru, ne bileyim ben, bu çeşit ‘Küçük burjuva’lar. Bunların karakterleri malum: Hem kel, hem fodul. Bütün hareketlerinden, sözlerinden kendini beğenmişlikleri akar. Mesela Nâzım Hikmet’e bunlardan birisi der ki:
-Bana bak Nâzım, sen insandan anlamıyorsun azizim, sen insanları ayırt etmekten yoksunsun!
Ben kudururken Nâzım Hikmet ‘Sen insan ayırt etmekten yoksunsun,’ diyen ‘Serseriye’ hiç kızmaz, özellikle gülümser ve ona bomboş gözlerle bakar. Biliyorum bu bakış o kadar anlamsız ve boştur ki, anlayana sivrisinek saz… O böyle bakarken kim bilir hangi konu üzerinde düşünüyor, çok iyi bildiği karşısındaki bu budalayı -kim bilir kaç milyonuncu misalini- tekrar önündeki bir aynaya bakar gibi okuyor,”[4] diye aktaran Orhan Kemal’in onunla cezaevi yoldaşlığı, hem siyasi düşüncelerinde netlikte, hem de öyküye, romana yönelmesinde etkili olacaktır. İşsizlik, geçim kaygısı, umut, yazarlık uğraşındaki gelişmeler sonucunda, İstanbul’u mesken tutacak, İstanbul’un kenar mahalle insanlarını, sinema emekçilerinin dünyasını, sokaktaki “büyük insanlığın” macerasını anlatan, öykü ve romanlarını birbiri ardına yazacaktı.
Evet Harun Karaburç’un ifadesiyle, “Yoksul insanların yazarı”ydı O; ama asla “Umutsuz insanların yazarı” değildi Turhan Günay’ın zannettiği gibi…
* * * * *
Karl Marx, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” demişti ya; Orhan Kemal de, “Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değil ki. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak. Yurtseverlik, yurdunun insanlarını sevmek, yani, insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmak. Buna engel olanlarla savaşmak,” derdi…
Bununla bağıntılı olarak da M. Sadık Aslankara’nın, “Orhan Kemal’in uzun öykü/ kısa roman türü kapsamına alınacak anlatıları, kolaycılığa kaçarak oldubittiler hâlinde ya da kalemiyle geçinmenin yol açtığı bunaltıdan ötürü şıpınişi verimlenmiş ürünler değil,” diye resmettiği onun geleneksel gerçekçilik yaklaşımıyla yazdığı tüm yapıtlarında, Türkiye emekçisinin; sönük, gündelik yaşamından, onun yoksulluklarla dolu çevresinden; devrimci, ilerici bir sanatçının bilincinden ve ruhundan yükselen bir gerçeklik vardı…
Orhan Kemal’in edebiyatta etkin olduğu, 1940-1960 yılları; aynı zamanda Türkiye eleştirel gerçekçiliğinin estetik ve sanatsal olgunluk kazanmaya, belli başlı bir akım olarak kendini ortaya koymaya, aslında ülke edebiyatının gelişmesini yönlendirmeye başladığı dönemdir.
Toplumsal sorunlara karşı her zaman büyük bir ilgi besleyen gerçekçi edebiyat, özellikle köylerin ve kentlerin alt tabaka insanlarının yaşamını kapsıyor. XX. yüzyıl, halk kitlelerinin tarihini ön plana çıkartmıştır. Çeşitli ülkelerin edebiyatları bu süreci yansıtmıştır; bugün de yansıtmaktadır. Birçok ülkenin gerçekçi yazarlarının, bu arada Türk yazarlarının yapıtlarının da başlıca kahramanı, emekçi insandır.
200’ü aşkın öykü, 30’a yakın roman ve uzun öyküde Orhan Kemal; edebiyatını yaşamdan alınan malzemeyle zenginleştirmiş, güncel toplumsal sorunlar konusunda dikkatini bilemiştir. Yeni temalar, yeni konular, yeni kişiler yaratarak sınıf sınırının ötesinde duranlara karşı alt tabakaların yaşamının geniş bir tablosunu çizmiştir.
Orhan Kemal’in kahramanları; zanaatçılar, küçük memurlar, işçiler, köylüler ve ırgatlar, serserilerin elebaşları, evsiz barksızlar ve fahişelerdir. Yazar, fabrikatörlere, müteahhitlere, toprak ağalarına da ilgi duyuyor; ama onun en çok dikkatini çeken şey, büyük çağdaş kentteki emekçi halkın yazgısıdır.
Emekçi halk üzerine yazmak, Orhan Kemal için kişisel ve sanatsal bir eğilim değildir; bu, onun çok iyi düşünülmüş, sanatsal-estetik tutumudur. Yazarın bu tutumu özel söyleşilerinde, makalelerinde sürekli olarak ortaya konmuştur.
Yazara göre çağdaş sanatın en önemli malzemesi emekçi, çalışan insanlardır. Yazarın amacı kendi emeğiyle toplumun gelişmesini etkilemek olduğundan o, bunları görmezlikten gelemez. Orhan Kemal’in sanatçı olarak edebiyattaki tutumu; yalnız sorunsalı işleyen konularında, kahramanlarında ve anlatım biçiminde ortaya çıkmakla kalmaz; bu tutum aslında, Orhan Kemal’in, ulusunun yazgısına boyun eğişine büyük bir acıyla yaklaşmasında, çalışan kitlelerin bilincini uyandırmaya çalışmasında ve onları toplumsal etkinliğe çağırmasında kendini gösteriyor.
Ayrıca Herkül Milas’ın işaret ettiği bir ek daha: “Orhan Kemal ‘ötekine’, aynı yıllarda yaşamış Sait Faik gibi, ‘insancıl’ denebilecek bir açıdan yaklaşmıştır. Daha sonraları ve hele günümüzde bu bakış açısı, egemen anlayış olmasa da yaygınlık kazanmıştır. Bugün dünyayı ve çevrelerini Orhan Kemal gibi algılayanlar bunu, en azından bir dereceye kadar, bu yazara borçlu olduklarını bildiklerinden emin değilim. Ama edebiyat tarihçilerinin görevi bunu hatırlatmaktır. Bu konuda suskunluk yalnız yazara yapılmış bir haksızlık değildir; günümüzde hâlâ yeterince yerleşmemiş insancıl yaklaşıma uzak durmak anlamında bir davranıştır da. ‘Öteki’ konusu önemli bir konudur. Bu konuya yaklaşmak istemeyenler aynalarından kaçanlardır; bu kaçış ise derinliklerde bulunan ve karşılaşmak istemediklerimizle ilgilidir. Orhan Kemal’i bu açıdan ele alırsak, o bugün hâlâ aynı işlevi görmektedir: bize ayna tutmaktadır.”
* * * * *
Tamamlıyorum:
“Ona göre toplumun anlamadıkları, toplumu anlamayanlardı.”[5]
Ve nihayet “Maddi amaçla yazdığı romanları”na ‘İlhan Fahri Demir’ imzasını atan Orhan Kemal için şunu hatırlatır oğlu Işık Öğütçü:
“İlhan Fahri Demir’in edebiyat tarihimizde özel bir yeri vardır. Kalemini satmadan, bir yerlere eğilip bükülmeden çalışabilmek, zorluğa göğüs gererek ailesinin yaşam mücadelesini sürdürebilmek, her türlü kıskaca rağmen dürüst kalabilmek, inandığı doğruların adamı olmak önemliydi. O zoru seçti. Kendine yapılan onursuz teklifleri elinin tersiyle itmesini bildi. Onun için yüreklerde kalıcı oldu…”
19 Kasım 2014 09:27:37, Ankara.
N O T L A R
[1] Fernando Pessoa.
[2] Işık Öğütçü, Toksöz 1924-Abdülkadir Kemali’nin Muhalif Yazıları, Everest Yay., 2014.
[3] Tahir Şilkan, “İnandığım Doğruların Adamı Oldum”, Evrensel, 4 Haziran 2014, s.12.
[4] Orhan Kemal, Yazmak Doludizgin, Günlük, Tekin Yayınları, 2002, s.30-31
[5] Işık Öğütçü, Zamana Karşı Orhan Kemal-Eleştiriler ve Röportajlar, Everest Yay., 2012.