Koronavirüsün ortaya çıkışı bir yıla yaklaşıyor. Bu virüs eşitlikçi herkese aynı şekilde bulaşıyor. Ayrım yapmıyor. Gibi deyimleri sık sık duyduk duyuyoruz. Bakalım bunlar doğru mu?
Enver Şen / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Tam tersi virüs herkese aynı şekilde bulaşmıyor, herkese aynı zararı vermiyor. Hem birinci dalgada hem de ikinci dalgada görüldü ki salgından en çok etkilenen kesimler, genelde işçi sınıfı, Avrupa’da yabancılar, azınlıklar, göçmenler, ABD Afro-Amerikalılar ve Latin Amerika kökenliler. Kürdistan ve Türkiye’de de bundan farklı değil. Başta Kürdistan’ın kuzeyi olmak üzere (burada hemen hemen halkın tümü için geçerli ) batıda ve büyük şehirlerde ise işçi sınıf, emekçiler, azınlıklar ve göçmenler en çok etkilenen kesimler oldu. Birinci ve ikinci dalgada alınan tedbirler getirilen yasaklar hep yukarıda saydığımız kesimleri kapsadı kapsıyor.
Bütün bu önlemlerin arkasında yatan ana gerekçe insanların sağlığından çok büyük şirketlerin ekonomik çıkarlarıdır. Avrupa Birliği’nin toplamda 750 milyar avrosu bunu çözmek için ayrıldı. Ancak üye ülkeler arasındaki görüş ayrılıkları programın uygulanmasını engelliyor. Engelleyen ülkeler Polonya ve Macaristan. Daha önce bu iki ülke aldıkları antidemokratik kararlardan -örneğin Polonya’da kürtaj Macaristan’da ise gösteri ve yürüyüş yasaları- dolayı Avrupa Birliği’nce sert bir şekilde eleştirilmişlerdi. Onlar da yardım yasasını engelleyerek bir nevi intikam alıyorlar. Bu da milyonlarca emekçiyi, sanat insanını, küçük esnafı güç durumda bırakıyor.
Dünyanın öbür ülkeleri de bundan farklı değil. Çocukları okula gidemeyenler, ekonomik kayba uğrayanlar bu insanlar. Hal böyleyken biz komünistler, sosyalistler, devrimciler demokratlar neredeyiz? Ne yapıyoruz? Avrupa’daki sol güçler -bazı küçük gruplar hariç- büyük oranda kapitalist ve neoliberal hükümetlerin aldığı önlemleri destekledi destekliyor. Bizler bu yetersiz ve tek taraflı olan tedbirlere karşı çıkıp kitleyi organize edemedik. Bir kez daha geç kaldık. Ancak sağcı ve faşist güçler eylemlere başladıktan sonra bu güçlere karşı cılız da olsa bir şeyler yapıldı yapılıyor.
Oysa bizler birçok şeyi yapabilirdik. Örneğin; kısa çalışma paralarının yükseltilmesi, evde iş yapmanın reddedilmesi (evde çalışırken bütün aile bundan etkileniyor, çocuklar, eşler çalışanla beraber çalışıyorlar, ayrıca çalışanların bir araya gelemeyecek olmaları işçilerin, çalışanların işyeri sorunları üzerinde konuşmaları, tartışmaları engelleniyor bu da örgütlenmeyi ve sendikalaşmayı olumsuz etkiliyor. Çalışanları izole ediyor emeğin değerini düşürüyor) veya Korona yasaklarının emekçileri zarara uğratmaması için Korona grevlerini yapmayı sendikalara önerebilir bu konuda çalışmalar yapılabilinirdi. Bunların hemen hemen hiçbiri yapılmadı yapılamadı. Bizler, sol güçler, komünistler, devrimciler, demokratlar içinde bulunduğumuz koşulları veya Koronavirüs ile oluşan olağanüstü durumu eylemsizliğimize, geç kalmışlığımıza bahane olarak gösterme hakkına sahip değiliz. İğneyi de çuvaldızı da kendimize batırmalıyız.
Dünya sosyalist sisteminin dağılmasından sonra Moskova taraftarı birçok komünist parti kendini dağıttı. Bu partilerin birçok eski yöneticisi “Sovyetler dağıldı, bizim de yapacak bir şeyimiz kalmadı” şeklindeki gerekçelerle kendilerini savunmaya çalışıyorlar. Tabi ki bu doğru olmadığı gibi aynı zamanda sorumluluktan da kaçmaktır. Hesap vermemektir. Geçmişten ders çıkarılıp yapılan hataların sorumluluğu yüklenilmezse doğruyu da bulamayız. Sovyetlerin ve dünya sosyalist siteminin dağılması şüphesiz büyük bir yenilgiydi fakat komünistler için her şeyin sonu değildi, olmamalı da. Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağılmasından sonrada Sovyet yanlısı birçok komünist parti (Örneğin Yunanistan Komünist Partisi, Portekiz Komünist Partisi veya Alman Komünist Partisi ve daha birçoğu) yaşamına devam etti. Bunların içinde PCP (Portekiz Komünist Partisi) Avrupa’da kitle içinde etkinliğini artıran partilerin başında geliyor. Diğerleri maalesef giderek küçülüyorlar. Bunlara biz KKP de dahiliz. Daralma küçülme sadece komünist partileriyle sınırlı değil. Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağılmasından sonra bütün sol derin bir şekilde etkilendi. Avrupa komünistleri denilen İtalya ve İspanya komünist partileri hemen hemen tümden yok oldu. Fransa Komünist Partisi yüzde 18’lerden yüzde 2,5-3’lere düştü.
Dünyanın en eski siyasi partisi olmakla övünen Alman Sosyal Demokrat Partisi yüzde 15 -16’ya kadar düştü. Fransa Sosyalist Partisi yok oldu. Sonunda Paris’teki merkezlerini satmak zorunda kaldılar. Bu da sorunun sadece Sovyetleri destekleyen komünist partileriyle sınırlı olmadığını gösteriyor. Örnekleri daha da çoğaltabiliriz, fakat bu bize bir şey getirmez. Evet, içinde bulunulan çıkmazı tespit etmek yetmiyor. O zaman bu çıkmazı aşmanın yollarını bulmaya çalışmalıyız. Sol derken neyi veya kimi kastediyoruz. Günümüzde tüm sosyal demokrat hayallerinden vazgeçen, işçi sınıfından oldukça uzaklaşan sosyal demokrat partileri buna dahil mi? Sosyalist sistemi o zamanda eleştiren Avrupa komünistleri denilen partiler niye tarihte silinecek noktaya geldiler. Sol literatürde kullanılan isçi sınıfı, patron, sömüren ve sömürülen yerine son 20 yıla yakındır kullanılan işveren, iş alan, çalışanlar gibi deyimlerin etkisi ne oldu. Devrimci dil neden ve nasıl bırakıldı. Komünistlerin en büyük artılarından olan enternasyonal dayanışma yerini nasıl ulusal solculara bıraktı. Halkların kendi kaderlerini tayin neden ve nasıl devletlerin ulusal çıkarlarına alet edildi. Örnek Avrupa solunun Katalonya’ya karşı tavrı tam bir çöküştü. Başka kıtalardaki sorunlara duyarlı olan bu partiler kendi sorunlarını görme cesaretini gösteremediler. Genelde İspanya’nın iç sorunudur denilerek geçiştirildi. Bu duruş biz Kürdistanlılar için yeni değil yüzyıla yakındır bununla uğraşıyoruz. Özelikle Kürdistan’ın kuzeyinde yakıcı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bu da Türkiyeli komünist ve sol güçlerin Kürtlerle olan ilişkisini belirliyor. Türk solunun büyük bir kesimi Kürtleri ve Kürdistan sorununu ya hepten görmemezlikten geldi ya da “yoldaşlar sosyalist devrim bu sorunu zaten çözer”in arkasına sığındılar. Bu görüş açıları Kürdistanlı komünistlerle Türkiyeli komünistleri giderek birbirinden uzaklaştırdı. Bugün hala bunun sıkıntısı çekiliyor. Bazı genel doğrular her zaman ve her ülke için geçerli olmayabiliyor. Biz Kürdistanlı komünistler açısından; emek-sermaye çelişkisi ve Kürdistan’a statü sorunu ayrı öneme sahip. Yani sınıf savaşımı statü savaşımı, paralellik ve öncelik sorunu. Kürdistan’ın güneyinde durum biraz daha değişik olmakla beraber bütün Kürdistan’ın bir statü sorunu var. Bizim coğrafyamız hala kabul edilmiyor. Bu sadece hükümet partileri için değil HDP dışındaki muhalefet için de geçerli. Bu yelpaze kendini sosyalist ve demokrat gören kimi parti ve guruplara kadar uzayan bir devlet politikası. Kürdistan’ın kuzeyinin tümü, Rojava ve Güney’in önemli coğrafyaları TC’nin işgalinde, Rojhilat ise İran’ın. Son günlerdeki gelişmeler TC’nin Rojava’da yeni bir işgale hazırlandığını gösteriyor. İran’da nerdeyse her gün Kürtler asılıyor. Şengal sorunu Êzidiler olmadan çözülmeye çalışılıyor. Türkiye, Irak, İran gibi işgalci üçlünün baskısıyla yapılan bu anlaşma Kürtleri bir adım ileri götüremez. Şengal Kürdistan toprakları içinde özerk konuma sahip olmalı. Êzidi güvenlik güçlerince korunmalı. Statüye sahip olmak Kürtlerin birliğinden geçer. ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) ile PYNK (Kürt Ulusal Birlik Partileri) arasında yapılan ancak ara verilen görüşmelerin yeniden başlayacak olması bizi ne kadar ümitlendiriyorsa, PKK ile KDP arasındaki gerginlikte o kadar endişelendiriyor. Gerginliğin giderilmesi için herkes elini taşın altına koymalı. Biz komünistlere düşen bu konuda ellimizden gelenin daha fazlasını yapmaktır.
27.11.2020