Site icon Rojnameya Newroz

  CHÁVEZ VENEZÜELLA’SINDA NE(LER) OLUYOR?… / TEMEL DEMİRER

 

Dünyanın 5. büyük petrol ihracatçısı olan; ABD’nin petrol ihtiyacının yüzde 25’ini karşılayan ve “Küçük Venedik” anlamına gelen ismi “kâşifi” Christopher Colombus tarafından konulan Venezüella; bir sömürgecilik öyküsünün tüm karakteristiklerini de bağrında taşımaktadır.

 

CHÁVEZ VENEZÜELLA’SINDA NE(LER) OLUYOR?

BOLÍVARCI HALKÇILIK MI, SOSYALİZM Mİ?

TEMEL DEMİRER

I. AYRIM: BOLÍVAR FİGÜRÜ

I) CHÁVEZ’İN EMPERYALİZM KARŞITLIĞI

      I.1) DIŞ İLİŞKİLER İLE DAYANIŞMA

II) CHÁVEZ GERÇEĞİ

      II.1) HAYATI VE DEDİKLERİ…

      II.2) NEDEN ÖNEMLİYDİ?

      II.3) YAPTIKLARININ -DETAYLI- DÖKÜMÜ

                II.3.1) EKONOMİK AÇIDAN

                II.3.2) SOSYAL AÇIDAN

                II.3.3) SİYASAL AÇIDAN

                II.3.4) BİR KERE DAHA: OLANLAR, YAPILANLAR

III) CHÁVEZ İCRAATININ SORU(N)LARI

        III.1) ULUSALLAŞTIRMA, KAMULAŞTIRMA YETER Mİ?

        III.2) CHÁVEZ “DİKTATÖR” MÜYDÜ?

        III.3) POST-CHÁVEZ GELECEK

        III.4) NİCOLAS MADURO

        III.5) VE “MUHALEFET”

II. AYRIM: CHÁVEZ PRATİĞİ VE SOSYALİZM

II) İNŞA HÂLİNDEKİ SOSYALİZM İÇİN BİR TASLAK

      II.1) SONUÇ: İLERLEMEYEN GERİLER!

 

CHÁVEZ VENEZÜELLA’SINDA NE(LER) OLUYOR?

BOLÍVARCI HALKÇILIK MI, SOSYALİZM Mİ?[1]

TEMEL DEMİRER

 

“Çelişki,

aptalların gerçeğe

taktıkları isimdir.”[2]

 

Bolívarcı halkçı Hugo Rafael Chávez Frias’ın Venezüella’sı ile “XXI. yüzyıl sosyalizmi” diye sunulan “deneyimi”ne dair konuşmak çok zordur.

Bunun ilk nedeni; reel sosyalizmin sektörel ülkeler topluluğunun likidasyonu ile yükselen neo-liberal saldırganlık karşısına dikilen cüretkâr bir meydan okuma olmasıysa; verili koordinatlardaki “son” nedeni de, karşı-devrimci bir müdahaleye maruz kalmasıdır.

Eleştirel desteğimizin altını daima çizmek, göstermek ve öne çıkarmak zorunda olduğumuz Chávez’in Venezüella’sı, emperyalizme kaşı mücadelenin önemli ve ileri bir mevziiidir. Bu hiç unutulmamalı ve daima anımsatılmalıdır…

Sadece bu kadar mı? Elbette değil…

Dünyanın 5. büyük petrol ihracatçısı olan; ABD’nin petrol ihtiyacının yüzde 25’ini karşılayan ve “Küçük Venedik” anlamına gelen ismi “kâşifi” Christopher Colombus tarafından konulan Venezüella; bir sömürgecilik öyküsünün tüm karakteristiklerini de bağrında taşımaktadır.

5 Temmuz 1811 günü “Libertador”u Simón Bolívar’ıyla bağımsızlığını kazanan ülke, uzak ve yakın tarihinde, müthiş sınıf mücadelelerine tanıklık etmiş bir coğrafyadır…

Chávez’in ‘Movimiento V (Quinta) República’ (MVR) yani ‘Beşinci Cumhuriyet Hareketi’ öncesinde, 95 yaşındaki Caracas’lı Mavis Mandes’ın ‘The Guardian’a, “İnsan olmak anlamında hiçbir şeydik,” dediği…

2008’de, 1 Mayıs’ı coşkuyla kutlamış işçilerine yüzde 30 zam yapan…

2005’de ABD’li yoksullara ucuz petrol yardım kararı alan ve uygulayan…[3]

Çoğu insanların “petrole dayalı sosyalist ülke” olarak (ve “Ya petrol olmasaydı?” sorusunu) dillendirdiği…

Yer yer, “Sosyalist bir ülke değil; sadece ulusalcı atılımlar yapıyor” diye betimlenip, “Venezüella örneği gösteriyor ki, ülke içerisinde neo-liberal saldırganlık yok edilmedikçe bu reformlara devam edilemez,” değerlendirmelerinin muhatabı olan…

Bolívar’sız, Chávez’siz kavranılması mümkün olmayan bir coğrafya…

Şimdilerde burada bir “sokak isyanı” var. “Yeni hükümet politikaları”na karşı bir başkaldırı söz konusu…

Kimilerine göre, “ Venezüella yol ayrımında”; yaşananlarda ABD’nin payını var elbet.

En zengin yüzde 10’luk kesiminin, en yoksul yüzde 10’ununa oranla 50 kat daha varlıklı olduğu; dünyanın beşinci petrol üreticisi Venezüella, 1.5 milyon varili ABD’ye olmak üzere günde yaklaşık 3.2 milyon varil petrol ihraç ediyorken; asıl soru(n), ülkenin sürdürülemez kapitalizm karşısında, sosyalizme yürümek yolundaki ikircimlerinde; Bolívarcı halkçılığı aşamamasında…

 

  1. AYRIM: BOLÍVAR FİGÜRÜ

 

Bolívar, özelde Latin Amerika, genelde ise dünya tarihinde büyük bir önem taşıyan anti-sömürgeci örnek; anti-emperyalist mücadelenin esin kaynağıydı…

Bolívar’ın yaşamı boyunca karakterinin ayrılmaz parçası olduğu anlaşılan ‘çelik iradesi’nin açık yansıması daha gençlik yıllarından itibaren ortaya çıkar. Özellikle 1805 yılındaki İtalya gezisinde, henüz 22 yaşındayken Monte Sacro’da, “Atalarımın tanrısının, şerefimin, vatanımın üzerine ant içiyorum ki, İspanyol muktedirlerin bizi boyunduruk altında tutmak için kullandıkları zincirleri kırana dek bedenimin ve ruhumun huzura kavuşmasına izin vermeyeceğim,” diye ettiği yeminden asla vazgeçmemiştir.[4]

Nitekim söz konusu yeminden sekiz yıl sonra, 1813’te Venezüella’dan İspanyolları kovmasıyla “Libertador/ Kurtarıcı” olarak anılmaya başlanan Bolívar ömrünün sonuna kadar büyük düşü “Birleşik bir Güney Amerika devleti kurma” yolunda mücadele etti…

Aydınlanma filozoflarını iyi bilen, bu fikirleri güçlü hitabetiyle aktarırken Güney Amerika’nın özgün koşullarına “uyarlamalar” yapan Bolívar’ın, söz konusu çerçevede kimileri tarafından “liberal”, kimileri tarafından “diktatörlük heveslisi biri”, kimileri için de “özgürlükçü” olarak görülüp, değerlendirilmesinde şaşırtıcı olan bir şey yoktur.

Çünkü Turgut Telli’nin ifadesiyle, “Muhafazakârlardan sosyalistlere, liberallerden dindarlara, anti-emperyalistlerden demokratlara ve otorite yanlılarına kadar herkesin farklı farklı şekillerde sahiplendiği biriydi Bolívar…”

Gabriel García Márquez’in ‘Labirentindeki General’ kitabında anlattığı Güney Amerikalı komutandan, Bolívar’ın fikirlerinden Che Guevara da bir hayli etkilenmiştir.

O; Latin Amerika halklarına ait ölümsüz bir türküde, “Bolívar gösterdi yolu, Guevara izledi onu” dizesiyle kıtayı özgürleştirmeyi ve birleşik bir Cumhuriyet kurmayı amaçlayan devrimciydi…

Tam adı Simón José Antonio de la Santísima Trinidad Bolívar Y Palacios’ydu. Çok eski tarihlerde Venezüella’ya yerleşen zengin bir ailenin çocuğuydu. 24 Temmuz 1773’de Caracas’ta doğdu. On dört yaşına geldiğinde edebiyat, aritmetik, tarih ve Latince öğrendi. Zengin bir aileden geldiği için daha sonra öğrenimine devam etmek üzere İspanya’ya giderek uluslararası ilişkiler, tarih, matematik, edebiyat, Fransızca öğrendi.

  1. Carlos İspanya’sının zayıflığını anladı. Paris’te devrimci coşkunun etkisinde kaldı. Kahramanlaştırdığı Napolyon’un devrime ihanet ederek “İmparator” unvanını alması, Bolívar’ı düş kırıklığına uğratacaktı.

Güney Amerika’ya dönen Bolívar, Avrupa’da benimsediği adalet ve özgürlük idealleri ile ülkesindeki halkın bu düşüncelere karşı duyduğu ilgisizlik arasındaki zıtlıktan çok etkilendi. Bu nedenle kurtuluş eyleminin eğitim görmüş ‘Criollo’ azınlığı önderliğinde gerçekleşebileceği sonucuna vardı. Sorun bu azınlığın sayıca çok az oluşundaydı.

1810’da Venezüella’ya döndüğünde sömürge karşıtı güçler ile Caracas’ta Venezüella’nın bağımsızlığını ilan etti.

Sonra İngiltere’ye giderek tarafsızlık sözü alıp, döndü. Caracas’ı Napolyon’un kardeşi Joseph’in komutasındaki İspanyol ordusunun elinden aldı.

İspanyollar tarafından yakalanıp Kolombiya’ya sürgün edildi. Burada Kolombiya ordusunun başına geçip, başkent Bogota’yı 1814’de ele geçirdi. Ancak imkânsızlıklar nedeniyle ağır yenilgiler aldı ve Jamaika’ya kaçtı.

Haiti’de yeni güçler topladı ve tekrar Venezüella’ya saldırdı. Ciudad Bolívar şehrini ele geçirdi ve tek başına yönetmeye başladı.

Uzun yıllar boyunca bu bölgeden İspanyollara karşı mücadele etti ve 1821’de Venezüella, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru’nun bulunduğu ve o zamanlar büyük Kolombiya olarak adlandırılan bölgeyi İspanyol sömürgesinden kurtarıp ilk başkanı oldu.

İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşını yürüttüğü ordusu, İspanyol kökenli ama yenidünya doğumlu Criollolar’dan, Amerikan yerlisi-Avrupa melezi mulattolara, Fransızca konuşan Haiti siyahîlerden, Maya ve İnca yerlilerine ayrıca Fransız ve İngilizler askerlerine kadar çok çeşitli birçok etnisiteden müteşekkil kozmopolit ötesi bir örgüttür.

Güneyde José de San Martin’in ordusunun Arjantin ve Şili’yi bağımsızlığa kavuşturmak için harekete geçtiği yıl, San Martin’den bağımsız olarak, Bolívar’ın ordusu da kuzey eyaletlerinin bağımsızlığı için yürüyüşe geçmiştir.

Bugünkü Venezüella, Kolombiya, Panama, Ekvador topraklarını İspanyol sömürgecilerden kurtarır. Bu arada Şili’den sonra Peru’ya girmiş José de San Martin düşmana üstünlük kuramayınca Bolívar’dan yardım ister. Bolívar askerleriyle Peru’ya -İspanya’nın yeni dünyadaki sömürgelerinin başkenti Lima’ya- girip San Martin ile birleşir.

San Martin monarşist, Bolívar cumhuriyetçidir. Kısa zamanda hükümet politikaları uzlaşmayan bu iki adam arasında yöntem çatışması su yüzüne çıkar. San Martin, Bolívar’ın lehine geri çekilir. Böylece Bolívar, Peru’nun da kurtarıcısı olacaktır. Bugünkü Bolivya topraklarını düşmandan temizleyip diğer kurtarılmış bölgelere katarak “Büyük Kolombiya”yı kurar. İlk başkanı olur. Dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu İspanya, bir kaç yıl içinde yeni dünyadaki tüm topraklarını kaybetmiştir.

George Washington isminin ABD halkı için ne anlamı neyse, Latin Amerika’nın altı ülkesi için Simón Bolívar da aynı anlama tekabül eder. Bolivya, Bolívar’ın ülkesi demektir.

Kimi sebeplerden dolayı da imparator olmaya kalkışmakla suçlandı, iktidardan çekilmek zorunda kaldı.

Kurduğu bölgede Peru’nun kuzeyi Bolivya olarak ayrıldı. Bolivya’nın anayasası bizzat Bolívar tarafından yazılmasına ve yüzyılın en önemli siyasal belgelerinden biri olmasına rağmen hiç uygulanamadı.

1827’de generaller arasındaki kişisel çatışmalar iç savaşa dönüştü ve büyük Kolombiya bölünmeye başladı. Tüberküloz hastalığına ve hayalinin bölünüp yok olmasına dayanamayan “Libertador” 17 Aralık 1830’da ölümsüzleşti.

İdeolojik olarak bir XIX. yüzyıl liberalidir. Güney Amerika’nın İspanyol sömürgeciliğinden kurtulması için çabalamıştır.

Bir Fransız ile sohbetinde, sömürgeci Avrupa ve Latin Amerika hakkında, “Nasıl olmamız gerektiğini öğretmeye kalkmayın; bizi kendinize benzetmeye çalışmayın; kendinizin iki bin yılda zar zor becerebildiğiniz şeyi bizim yirmi yılda başarmamızı da beklemeyin,” diyen -masonlar locası üyesi- büyük general için 1858’deki bir yazısında, “Sahtekâr, dönek, fesat, yalancı, korkak ve çapulcu” der K. Marx…

Kreol burjuvazisinin temsilcisi olan Bolívar’ın, mazlum halkları toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri değiştirmeyen anti-emperyalist bir mücadeleye sevk ettiğini, esas olarak yaptığı devrimin Avrupalı burjuva devrimlerinin “soluk bir taklidi” olduğunu, siyahî mazlumların sayısal çoğunluğundan ürktüğü için onlara “özgürlük” bahşettiğini, sonuç olarak “Amerika’nın yeni Napolyon’u” olan bu zatın İspanyol boyunduruğundaki kıtayı Britanya ve ABD eline teslim etmek için askerî anlamda destek aldığını tespit eder Marx…[5]

Yukarıda da ifade ettiğim gibi, XIX. yüzyıl devrimci liberali olan Onu, muhafazakârlardan sosyalistlere, liberallerden dindarlara, anti-emperyalistlerden demokratlara ve otorite yanlılarına kadar herkes farklı farklı şekillerde sahiplenirken; Chávez için anti-sömürgeci, bağımsızlıkçı Bolívar, başat bir anti-emperyalizm figürü olmuştur.

 

  1. I) CHÁVEZ’İN EMPERYALİZM KARŞITLIĞI

 

Emperyalizm sermayenin küresel çapta merkezileş(tiril)mesiyken; anti-emperyalizm, kapitalist-emperyalizm karşıtlığıdır. Yayılmacılık, sömürgecilik karşıtlığı olarak doğası gereği ulusalcılık, milliyetçilikle bitişikken; emperyalizm çağında, radikal politikanın turnusol kağıdıdır anti-emperyalizm…

O hâlde Joao Pedro’nun, “Bolívarcı devrimciler emperyalizmi yok etmeye hâlâ kararlı,” vurgusunda ifade edildiği gibi devrimci geçmişin bugüne taşınması olarak Bolívarcı Chávez, Venezüella’nın İspanya’dan bağımsızlık mücadelesinin başlamasının 200. yıldönümü için 19 Nisan 2010’da, “Venezüella bundan böyle ne Yankilerin, ne de başka bir ülkenin sömürgesi olmayacak. Gerçek bağımsızlığın zamanı 200 yıl sonra artık geldi,” derken; Chávez’in anti-emperyalizmi ABD’nin kâbusu oldu…

Mesela… 2005’de Condoleezza Rice, Chávez’in “Bölge için bir tehdit” olduğunu açıkladı. CIA Venezüella’yı “5. sıcak bölge” listesine aldı.

Medya patronu Pat Robertson açık açık Chávez’i öldürmenin milyonlarca dolar harcamaktan daha kolay olacağını söyledi.

2006’da dönemin ABD ulusal istihbarat direktörü John Negroponte, Venezüella’yı ABD için bir tehlike olarak adlandırdı.

Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ise Chávez’i Hitler’le karşılaştırdı.

Beyaz Saray, Venezüella’yı “Terörizme karşı yeterli desteği vermeyen” ülkeler listesine koydu. ABD’li şirketlerden silah ya da askeri malzeme almasını yasakladı.

2008’de Pentagon, 4. filosunu, Latin Amerika ve Karayipler’de görevlendirdi. 1950 yılında devre dışı bırakılan 4. filo o zamandan beri çalışmıyordu.

2010 yılında Kolombiya’da “anti-Amerikancı güçlere karşı” 7 askeri üs kurma kararı aldı. Uluslararası basında Chávez’in “bir diktatör, bir tiran, Amerika düşmanı, bir terörist” olduğu yazılmaya başlandı. Venezüella’nın imajı şiddet, güvensizlik, suç, yozlaşma ve kaos olarak şekillendirilmeye çalışıldı.

Kıtayı sömürmeye doyamayan ABD ve batılı emperyalistler için Chávez’in varlığı sadece Venezüella petrolü meselesi değildi elbet. Birçok Latin ülkesinde iktidarı alan ve Chávez etrafında toplanan görece halkçı, ilerici hükümetlerin ekonomik ve politik ortak örgütler kurarak güçler dengesini sarsmasıydı.

Chávez ile birlikte Amerika halkları için Bolívar İttifakı (ALBA), Güney Amerika Ulusları Birliği (UNASUR), Petrocaribe, Petrosur, Telesur, Alba Bankası, Güney Bankası ve Karayip ve Latin Amerika Devletleri Topluluğu (CELAC) gibi ortak kurumlar oluşturuldu. Bu örgütlerin hiç birinde ne ABD, ne de bölgenin elitleri yer aldı…

Evet Chávez, ABD’nin kâbusu oldu…

Amerikalı avukat Eva Golinger, ‘Chávez Şifresi’ başlıklı yapıtında, 2002’deki darbe dönemini belgelerle aktarırken ‘Demokrasi İçin Ulusal Yardım’ (‘NED’) projelerini hakkında, “ABD’nin Venezüella’da ‘demokrasiyi sözde teşvik’ için NED ve USAID aracılığıyla yaptığı harcamalar, sadece 2000-2005 yılları arasında 30 milyon doları geçti,” notunu düşerken; Başkan Obama, 3.7 trilyon dolar ile ABD tarihinin en pahalı -ve önemli sosyal programlarda ve federal iş imkânlarında kesintileri de içeren- 2012 bütçesinde, Venezüella’daki Chávez karşıtlarına da özel bir fon ayrılmasını öngördü. Yakın tarihte ilk defa, Dış Operasyonlar bütçesi Chávez karşıtlarına en az 5 milyon dolarlık yardım yapılacağını açıkça belirtiyordu.[6]

Unutulmasın Anita Ogurlu’nun ifadesiyle, “Amerikan vergi mükelleflerinin parasının çoğu, Chávez’e ve ALBA’ya karşı olan azimli gruplara sızmak ve onları finanse etmek için kullanılıyor. Latin Amerika’da, Amerika Birleşik Devletleri’ne ait 15 askeri üs bulunuyor.”[7]

“Neden” mi?

Gayet basit: XX. yüzyıl emperyalizminin en etkili ideologlarından Henry Kissinger, 60’lı yıllarda batı yarıkürede yükselen sosyalizm karşısında “Eğer ABD Latin Amerika’yı kontrol etmekten aciz kalırsa bütün dünyaya nasıl hükmeder?” demişti.

Bugün Kissinger’ın kaygısı gerçekleşti ve emperyal güçlere sıkıntı veriyor. Ama bu kez komplocu pençeleriyle halkların uyanışını bastıramayacaklar. O dönemde imparatorluk, “arka bahçe”sindeki ülkeleri bastırabilmek için darbeler, zalim diktatörlükler, politik cinayetler, kayıplar, işkenceler gibi bir dizi yöntemi devreye sokmuş ve neo-liberal ekonomi modellerinin uygulanmasını sağlamış, bu da bölgenin tarihinde yaşanmış en büyük yoksulluk, yabancılaşma ve dışlanmaya neden olmuştur.

Emperyal güçlerin saldırgan stratejileri XX. yüzyılın sonlarında devrimci Küba dışında tüm Latin Amerika ülkelerinde Washington’ın çıkarlarına hizmet eden ve neo-liberal temsili demokrasinin ekonomik modeliyle yöneten hükümetleri iş başına getirmişti. Devrimci bir asker olan Chávez 1992’de Andres Perez’in yolsuzluklara batmış, cinayetlere karışmış hükümetine karşı bir ayaklanma başlattığında Washington önceleri ciddiye almamıştı. (Darbe girişimi başarısız olmuştu.) Halk hareketleri başladığında imparatorluğun kaygısı arttı.

Mart 1992 tarihli gizli bir raporda “Venezüella’da başarılı olacak bir darbe, yarıküredeki ABD çıkarlarını çok ciddi biçimde etkileyecektir. Perez’in ekonomik politikasının kısa vadede alt ve orta sınıflar üzerinde negatif bir etkisi olsa da biz Venezüella’nın ihtiyacı olan ekonomik modelin bu olduğuna inanıyoruz. Bu hükümetin yıkılması bölgeye bu ekonomik modelin uygulanabilirliği konusunda soğuk bir mesaj olur. Venezüella’daki bir darbe bölgede örnek olur” denmekteydi. Kissinger’dan alıntılarsak eğer ABD Venezüella’yı denetleyemezse bölgeye nasıl egemen olabilirdi?

İmparatorluğun temel kaygısı yoksulluğun artması ya da orta sınıfın yok olması değildi kuşkusuz, amaç neo-liberal modelin ne pahasına olursa olsun uygulanabilmesiydi. Ancak bu yolla bölgedeki egemenliğini sağlama alabilirdi. Chávez 1998’de başkanlık seçimini kazandığında Washington ne yapacağını bilemedi. Resmi politika önce “bekle ve ne olacak gör” idi. Birkaç kez bazı yollar deneyerek yeni seçilen başkanı satın almak istediler, sonuç alamadılar. Venezüella, bağımsızlık, egemenlik ve devrimci onur yolunu seçmişti. Anayasa değişikliği, petrol yasasındaki reform gibi ilk girişimler ABD’nin çıkarlarını ve Venezüella üzerindeki nüfuzunu zedelemişti. Chávez’in sesi tüm Latin Amerika’da duyulmaya ve halkları uyandıran bir devrim türküsü gibi yankılanmaya başlamıştı. Bundan sonra Chávez’i nötralize etmek için bitmeyen komplolar dönemi başladı.

Washington sınırlarının güneyinde XXI. yüzyılda sosyalist, anti-emperyalist gerçek bir devrimin imkânsız olduğunu düşünüyordu. Saldırı dalgaları peş peşe geldi. 2002’de darbe girişimi, ekonomik sabotajlar, suikast girişimleri, muhaliflere milyonlarca dolarlık yardımlar, medya aracılığıyla yürütülen vahşi psikolojik savaş. Ama amaçlarına ulaşamadılar ve devrimci güçler tüm kıtada ayaklandılar.[8]

Söz konusu ayaklanma neo-liberalizme karşı halkçı bir itirazdı. Ancak burada “Emperyalizm, yayılmacılıktır; kaynak aktarımıdır ve parazit özellik taşır…” vurgusuyla bir parantez açarak eklemek gerek: Emperyalizmin başlıca özelliği kapitalizme içkin bir kavram olmasıdır. Yani emperyalizm özel olarak kapitalizmin bir uygulanış biçimidir. Bir sermaye hareketi ve kapitalizmin özel olarak dünya sistemi hâline gelmesidir. Belli başlı kapitalist merkezlerle onlara bağlı pazarların hiyerarşik bir sıraya bağlanması, finans kapitalin yüksek oranlı bir biçimde hareket alanı bulmasıdır.

Emperyalizmin gerçek kavramının militarize edilmiş bir kapitalist merkezin temel siyaseti olduğunu görüyoruz. Yani kendi sermayesini üretirken bir yandan da fazla ürünleri ihraç eden, finans köpüklerini aktaran, gümrükleri düzenleyen bunun yanında ise dünyanın her yerinde bir çıkarı bulunan ve el atan bir sistem anlamına gelir emperyalizm.

Ona karşı mücadele, elbette kapitalizm karşıtlığından soyutlanamazken; Chávez önderliğindeki hareketin, kapitalizm karşısındaki “yerel tutumu” sorunludur.

Çünkü “popülist” tarz-ı siyaseti, kapitalist devlet formunu ilga edip, ondan özgürleşmeden, bölüşüm mekanizmalarını yeniden düzenlemekle iktifa eder.

Bu çerçevede dengelerle oynamaya çalışan bir “dengeci”dir Chávez pratiği…

Evet O; anti-emperyalist bir halkçı devlet başkanıdır; “milliyetçi” ilan edilmesi doğru değildir!

Ülkesinin sola yönelmesi ve yoksullardan yana tavır koyması, sosyalizan söylemi heyecan vericidir. Ancak komünistler, Chávez’in daha kat etmesi gereken uzun yolu olduğu ve ileri doğru atılmadıkça geriye düşeceğinin bilincindedirler.

Venezüella Komünist Partisi’de (VKP), Chávez’i “Emperyalizme karşı yurtsever, sermayeye karşı halkçı bir devlet başkanı” olarak nitelerken; “bir Marksist olduğu” iddialarına itiraz ederler.

Evet Chávez’le, yoksullar adına önemli gelişmelerin olduğunu, istatistikler olduğu kadar yakından yapılan gözlemler de doğrulamaktadır. Ancak 10 yıllık sürede en yoksul ile en zengin arasındaki farkın yüzde 40’lardan, yüzde 25’lere düşürülmüş olması yeterli değildi.

Sürekli mücadele eden bir toplum bundan daha fazlasını hak etmektedir. Her şeye karşın Chávez’den söz edilirken en çok bahsedilen şey Onun ülke siyasetinin gündemine bağımsızlığı ve yoksulluğu sokmuş olduğu gerçeğidir.

Bu doğrudur. Ancak Chávez, iktidara geldiğinde, burjuva devlet mekanizmasını yıkıp, orduyu ve polisi kaldırıp halkı silahlandırmadı.

O söz verdiği ve elzem “toprak reformu”nu gerektiği ölçekte yapmadı…

Chávez iktidara gelmeden önce dış borçların ödenmesini erteleyeceklerini söylüyordu. İç hem ve dış borçları tek taraflı olarak kaldırmadı… Chávez bunu yapmadı. Üstüne üstlük borçlarını günü gününe ödemeye devam ederken; “Anti-Amerikancılıkla anti-emperyalizm aynı şey değildir,” itirazlarını devreye soktu.

Nihayet ABD’de yaşasaydı Obama’ya oy vereceğini belirten Chávez, Obama ile kendisinin yeniden seçilmesi hâlinde iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesinden de umutlu olduğu vurgusuyla, özel bir televizyon kanalına açıklamasında Obama için “iyi adam” ifadesini kullandı.

 

I.1) DIŞ İLİŞKİLER İLE DAYANIŞMA

 

Öncelikle, hızla sıralayalım…

  1. i) Chávez Ortadoğu’da tüm dünyayı tehdit edecek bir nükleer savaş riski olduğunu ileri sürüp, “Bu riskin ilk suçlularının, birçok atom bombasına sahip olan ABD ve müttefikleriyle İsrail olduğunu” söyledi.
  2. ii) Filistin’e büyükelçi atayacağını ve elçilik binası açacağını duyururken, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ı ağırlayan Chávez, İsrail’e de “Soykırımcı devlet” dedi ve ekledi: “Kendimizi Filistin devletinin kurulmasına adamalıyız. Venezüella Filistin, Filistin Venezüella’dır. Mücadelemiz ortak. Yıkan, öldüren ve Filistin halkını yok etmeyi amaçlayan soykırımcı İsrail’e karşı verdiği mücadelesinde Filistin halkının yanındayız” dedi.

Chávez “devrimci savaşçı” diye selamladığı Fransa’daki mahkûm Çakal Carlos için “Filistin mücadelesinde hepimizi temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün askeriydi” ifadelerini kullanırken; Kolombiya’daki askeri üslerde daha fazla asker bulunmasına olanak tanıyacak anlaşma nedeniyle ABD’yi “Kolombiya, Güney Amerika’nın İsrail’i. ABD’nin niyeti budur. Bu şekilde diğer Güney Amerika ülkelerini gözetleyebilecek” diye eleştirdi.

iii) ‘Londra Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne göre, Venezüella hükümeti FARC’ı, ABD ve Kolombiya’ya karşı bir müttefik olarak görüyorken; FARC gerillalarının Venezüella topraklarında saklandığını iddia eden ve bu konuda uzun süredir anlaşmazlık yaşadığı komşusu Kolombiya’yla diplomatik ilişkileri kesti ve orduya sınırda önlemleri en üst seviyede arttırma emri verdi.

Chávez, ABD’nin Venezüella-Kolombiya savaşını kışkırtabileceğini belirtip, ordudan olası savaş için hazır olmasını isteyince; Kolombiya da, topraklarında ABD’ye daha fazla üs sağlayacağını açıklamıştı.

Bunun üzerine komşusu Kolombiya’nın ülkesine saldırması durumunda ABD’ye petrol satışının durdurulacağını söyleyen Chávez, Kolombiya sınırına hava ve piyade birlikleri konuşlandırdıkları vurgusuyla, “Kolombiya Devlet Başkanı Álvaro Uribe’nin iktidarda bulunduğu süre içinde her an bir şey yapabilecek durumda bulunduğunu, bunun bir savaş tehdidi olduğunu” kaydetti.

Daha sonra ABD’nin Latin Amerika’daki nadir müttefiklerinden Kolombiya ile Venezüella arasında, Uribe döneminde Venezüella ile esen savaş rüzgârları, başkanlığı Juan Manuel Santos’un devralmasıyla dostluk rüzgârlarına döndü. Santos FARC ile diyaloğa kapıları kapatmazken, Chávez “Birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Barışçı devrimimiz Kolombiya’ya tehdit değil. Venezüella’da gerilla veya teröristlere izin vermiyoruz” dedi.

  1. iv) Vatandaşı İliç Ramirez Sanchez, namı diğer Çakal Carlos’a övgü yağdıran Chávez, Onun için “Teröristlikle suçluyorlar, ama o aslında bir devrim savaşçısıydı. Ben bugün onu savunuyorum ve yarın Avrupa’da ne diyecekleri benim için hiç fark etmez,” dedi.
  2. v) Chávez, Falkland için Arjantin’e desteğini açıkladı.
  3. vi) Arjantin ve Bolivya’da Çin’dekine benzer yeni indirimli perakende mağazalar zincirlerinin açılacağını duyuran Chávez, “Hükümet tarafından açılacak mağazalarda gıdadan arabaya ve giysiye kadar pek çok şey satılacak,” dedi.

Chávez, ‘Comerso’ adı altında “sosyalist pazarlar birliği” yarattıklarını ifade ederek, “Onlara gerçek bir pazarın nasıl olacağını göstereceğiz. Spekülatif olmayan, cimri olmayan, ama insanlar için bir pazar olacak” diye ekledi.

Vd’ler, vb’leri…

Özetle Chávez, emperyalizm karşıtı politikalarıyla sempati toplarken uluslararası ilişkilerde Rusya, Çin, İran, Libya ile birlikte hizalandı.

Uluslararası ilişkilerde başka seçeneği olmayan talihsiz/ sevimsiz zorunluluk tablosunda İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Chávez’e “Cesur kardeşim” diyerek, “ABD emperyalizmine sonuna kadar birlikte karşı koyacaklarını” söylerken; “İran’ın Venezüella’da füze üssü inşa ettiği” gibi kimi spekülasyonlar devreye sokuldu!

Bu arada ABD’nin “arka bahçesi” olmaktan çıkıp solcu liderler kuşağına dönen Latin Amerika’ya çıkarma yapan Rus Başkanı Vladimir Putin, Venezüella ile askerî, enerji ve mali işbirliğini derinleştiren anlaşmalarla denizaşırı müttefikliği pekiştirdi. Chávez’le petrol, ulaştırma, tarım, havacılık dahil pek çok alanda 31 anlaşma imzalayıp nükleer santral inşaatı ve uzay programına yardım sözü verdi.

İmza törenlerinin ardından ortak basın toplantısında Chávez, nükleer santralle ilgili “Barışçıl nükleer enerji istiyoruz. Atom bombası yapacak değiliz” dedi.

Chávez, Putin’le görüşmesi sonrasında düzenlenen ortak basın toplantısında, “Biz atom bombası yapmayacağız, nükleer enerji geliştireceğiz. Kendimizi petrol sonrası döneme hazırlamak zorundayız” dedi. Putin de, Venezüella’nın savunma gücünü desteklemeye devam edeceklerini söyledi. İki ülke arasında enerji ve savunma alanlarında bir dizi işbirliği anlaşması imzalandı.

Venezüella’nın 2005’ten beri Rusya’dan savaş uçakları, helikopterler ve 100 bin Kalaşnikof tüfek dahil 4 milyar doları aşan silah almasına ABD’nin tepkisi sorulunca, Chávez “ABD ülkemize silah satılmasını engelliyor. Yanki imparatorluğu bizim küçük bir uçak sahibi olmamızı bile istemiyor. Aslında Washington’ın ne düşündüğü umurumuzda değil. Burada Washington’a karşı ittifak kurmuyoruz” karşılığını verdi.

Ayrıca Rusya’nın Venezüella’da otomatik tüfek ve fişek fabrikaları inşa ettiğini açıklayan Büyükelçi Vladimir Zaemskiy basın toplantısında, Rus mühendisleriyle Venezüella inşaat firmalarının inşa ettikleri AK-103 tüfek ve fişek fabrikası çalışmaya başladığında, 1500 kişiye istihdam sağlayacağını söyledi.

 

  1. II) CHÁVEZ GERÇEĞİ

 

Pablo Neruda’nın, “Her yüzyılda Latin Amerika’da bir Bolívar doğar,” sözünü hatırlatan Chávez dünya siyaset sahnesine alışılmış bir romantik devrimci kahraman olarak çıkmadı.

Ataol Behramoğlu’nun, “Küba devriminin savaş alanında can veren büyük öncüsü, büyük şair José Martí’ye, onun yüz yıl sonraki öğrencileri Guevara’ya, Castro’ya benzemiyordu.

Kendi ülkesinin ve kuşkusuz bütün Güney Amerika’nın devrimci önderi Simón Bolívar’ın XIX. yüzyıla özgü Byron kahramanı görünümünden de yoksundu.

Yaşamıyla, görünümüyle, günümüzün bir insanı, sıradan bir yurttaş gibiydi.

Sanıyorum başarısı da tam burada, günümüzün insanı olmasındadır,”[9] diye betimlediği O; icraatlarıyla -nihai kertede- toplumsal reformcuydu; devrimci değil…

Toplumsal tabanı varoşlarda yaşayanlardan, yoksul köylülere uzanan O; Venezüella’da “El amigo del pueblo” olarak tanınan; ülkesinin tam bağımsızlığı savunan; ABD’ye karşı dik duran lideriydi.

Zenginlerin sevmediği; ABD’li petrol tekellerini ve içerideki komprador burjuvaziyi üzen; bütçenin yarıya yakınını sağlık, eğitim vb sosyal harcamalara ayırmasıyla tanınan Chávez, emperyalist sömürü mekanizmasını tasfiye yolunda ileri adımlar atan sosyalist eğilimli, başarılı bir popülistti.

Chávez, “halkçı” bir yönetim anlayışını benimsemişti. Bu “halkçı” politikaları yapmış olduğu ilerici reformlarla sürdürmüştü.

“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” diye betimlenen Chávez, “Ülkemdeki çocuklar et yediğinde ben de gönül rahatlığıyla yiyeceğim” diyen bir önderdi…

Don Kişot’u andıran; petrol rezervlerini halk adına kullanan; -Bonapartist karakterli- Bolívarcı geleneğin savunucusu; halk hareketinin lideriydi.

Kolay mı?

2005’teki bir röportajında Chávez, bütün dünyada sosyalizm yok olurken kendisinin sosyalizmi seçmeye Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ romanı okuduktan sonra karar verdiğini söylemiş. ‘Sefiller’i en ince detayına kadar inceleyip, hakkında pek çok kereler konuşmuş. O zamanın Fransa’sını Venezüella’ya, hatta tüm Latin Amerika’ya benzetirmiş.

2007’de Fransız basın ile gerçekleştirdiği bir toplantıda “Jean Valjean ile tanışmak ister misiniz? O zaman Latin Amerika’ya gidin. Benim bildiğim birkaç tane var. Fantine’i görmek ister misiniz? Latin Amerika’da pek çok Fantine var” demiş.

Bu kitabı daima elinin altında tutup hükümetinin alt sınıflara, “Victor Hugo’nun diyeceği gibi hayatlarının çoğu sefalet içinde geçmişlere” adanmış olduğunu söylemişti.

Kendisi yüzde 60 oyla seçilmesine rağmen, ABD ve diğer Avrupa ülkelerinin karşı çıktığı; Avrupa ve ABD bankalarındaki 221 ton altın rezervini Venezüella’ya getirten devlet başkanıydı.

“Los que mueren por la vida no pueden llamarse muertos/ Yaşam için ölenlere ölü denemez” diye anılmayı hak eden; önemli bir siyasi figürdü.

Kitleleri peşinden sürüklemiş, hak ve adalet kavramlarını uygulamış; İran Devlet Başkanı Ahmedinecat’ın “Şehit Chávez, İsa ile birlikte geri dönecek” dediği bir liderdir.

“Vicdanlı insanlar mutlaka galip gelecekler,” sözüyle hatırlanan O; “Bizim siyasetten anladığımız, bugün için gerçekleştirilmesi mümkün olanı yapmak değil, bugün imkânsız gibi görünen şeyleri yarın mümkün kılabilme sanatıdır,” demişti.

Özetle uygulamaya koyduğu radikal siyasal dönüşümleriyle neo-liberalizme karşı halkçı bir alternatif oluşturan Chávez; uyguladığı sosyal ve ekonomik programlarla ülkedeki zenginlik ve kaynakları, topluma aktarıp; halkın yönetime katılmasının önü açmayı denedi…

Kendisine karşı 2002 yılındaki başarısız darbenin yıldönümünde başkanlık sarayının önünde toplanan binlerce yandaşına seslenen Chávez, sosyalist hükümetin darbe girişimlerine karşı hazır olduğunu söyledi. Yandaşlarının ve orduyla hükümetin eğittiği sivil milislerin darbeyi önleyeceği vurgusuyla, “Kimse devrimi yıkamaz,” diye haykıran Chávez renkli bir kişilikti, sansasyoneldi, ikondu, sempatikti, medyatikti…

Seçimle, Venezüella tarihinin en yüksek oy oranı ile (yüzde 57) iş başına gelmişti.

Yaptığı ve anti-demokratik olduğu söylenen anayasa değişiklikleri de yine halkoyuna sunulup onaylanmıştı.

Kendisine direnen ve CNN’ce özgürlük mücadelesi veriyor olduğu söylenen “sivil toplum kuruluşları” dünyanın en yoz sendikaları, zengin dernekleri ve Katolik kilisesinden oluşmakta ve ABD finansmanıyla var olabilmekteydiler.

Bu arada milli eğitim bütçesini elinde tutan Katolik kilisesinden bu ayrıcalığını almış ve eğitimi de millileştirmişti.

Pat Robertson adlı Amerika’lı Evangelist papaz tarafından hakkında idam fetvası çıkarılmış devrimciydi.

“Demokrasi” denilen şeyi sınıfsal bağlamından kopuk yorumlayan liberallere göre, “diktatör” devlet başkanıydı…

Hakkında Eduardo Galeano şöyle demişti: “Chávez bir şeytandır. Neden? Çünkü dünyanın en önemli doğal zenginliği olan petrole sahip olan ülkede okuma ve yazma bilmeyen 2 milyon Venezüellalı, artık okuyor ve yazıyor. Bu ülkede bir kaç yıl yaşadım ve daha önce ne olduğunu çok iyi biliyorum. Ona petrole sahip olduğu için ‘Suudi Venezüella’ derlerdi; iki milyon çocuğun kimlik belgesi olmadığı için okula gidemediği…

Bir hükümet geldi, şeytani, zebani hükümeti, ve ‘çocuklar belgeli ya da belgesiz okullara kabul edilmelidir’ söyleminde olduğu gibi aslında ‘basit’ şeyler yapmaya başladı. Ve tüm dünya başına üşüştü: ‘Bu Chávez’in kötülerin en kötüsü olduğunun göstergesidir’. (…)

Chávez onu dayanışma için kullanmak istedi. Güney Amerika’daki ülkelere, özellikle Küba’ya yardım etti. Küba doktor yolladı, Venezüella karşılığını petrol ile ödedi. Ama bu doktorların kendisi aynı zamanda bir skandalın da kaynağıydı. Venezüellalı doktorların yabancı doktorların ülkelerinde çalışması nedeniyle oldukça kızgın olduğu söyleniyordu.

Tam o zamanlarda, Prensa Latina muhabiri olarak oradaydım, ortalıkta doktor yoktu. Doktorlar Chávez’in dünyaya indiğinin kanıtıydı, çünkü onun asil evi cehennemdi. Demek ki, haber okuduğunuzda, onu tümüyle çevirmeniz gerekiyor. Şeytani ölüm makinesini anlamak için şeytaniliği böyle okumalısınız.”

Oktay Ekinci’nin, “Özel yaşamında belki romantikti ama siyasal kavgasında sonuna kadar ‘gerçekçi’ydi,” dediği Chávez’in politikaları, toplumunun alt sınıflarının çıkarlarına uyumluydu…

Bunun için de kimilerine göre, “varoş delikanlısı”ydı; kimilerine göre, “Das Kapital ile İncil’i bir arada okuyan”; kimilerine göre de “XXI’inci yüzyıl dünyasında ulusal bağımsızlık ve demokratik sosyalizmin öncü ve simge lideri”; yani çeşitli yorumların muhatabıydı…

Ancak ne, nasıl olursa ve sunulursa sunulsun: “Globalleşme aldı başını gitti, kapitalizm şaha kalktı” denilen bir dönemde dahi sömürü karşısında dimdik durulabileceğini tüm dünyaya kanıtladı; ezilenlerin umuduydu…

O sadece Venezüella’yı değil, Tüm Güney Amerika’yı temsil ediyordu.

Neo-liberalizme karşı direncin simgesi; yoksulların sesi oldu. “Köklü değişiklikleri gerçekleştirebilmesi içsel olduğu kadar dışsal olgulara da bağlıdır,” gerçeğini bir kez daha anımsatan icraatlarıyla, insanlık için elbette bir umuttu; devrimin kendisi olmasa da…

 

II.1) HAYATI VE DEDİKLERİ…

 

Tam adı Hugo Álvaro Chávez Benitez’di.

Onu siyasal olarak var eden, neo-liberalizme karşı Caracazo isyanıydı. Tam da bununla XX. yüzyılın sonunda Latin Amerika yeni bir “kurtarıcı” ile tanışmıştı. Simón Bolívar’ın öğretisiyle donanmış bu eski asker Bolívar’ın düşünü gerçekleştirmek için yola çıkmıştı. Tüm Latin Amerika’yı büyük anavatana dönüştürmekti.

 

“MÜCADELE DOLU YILLAR”
4 Şubat 1992 Hükümete darbe girişimi sonrası genç asker Chávez, 2 yıl hapse mahkûm oldu.
6 Aralık 1998 Seçimlerde oyların yüzde 56’sını alarak devlet başkanlığı koltuğuna oturdu.
11 Nisan 2002 Chávez’e karşı grev sokak çatışmalarına dönüştü. Muhalif askerler Chávez’in istifa ettiğini açıkladı.
14 Nisan 2002 Chávez yanlısı on binlerce kişi saray önünde toplanırken Chávez destekçisi askerler de binayı kuşattı. Böylece ABD destekli darbe girişimi başarısız oldu.
2 Aralık 2007 Yeniden aday olmasının önünü açan anayasal değişikliklerin oylandığı referandumdan ‘hayır’ sonucu çıkması, Chávez için ciddi bir yenilgi oldu.
30 Haziran 2010 Kanser olduğunu ve geçirdiği ameliyatta pelvik bölgesindeki tümörün alındığını açıkladı.
7 Ekim 2012 Siyasi hayatının en zor seçimi olarak görülen seçimlerde üçüncü defa devlet başkanı seçildi.
5 Mart 2013 Yaşamını yitirdi.

 

1954 yılında Sabenata’da doğdu. Eğitimci bir anne babanın 6 çocuğundan ikincisiydi. Yarı yerli yarı Afrikalı bir Zamboydu. Bu özelliğiyle övünür ve Yankee’leri iki kez kızdırdığını söylerdi. Gençliğinde beysbol, resim, müzik ve şiirle ilgilenmişti. Başkanlığı sırasında her konuşmasında ünlü ozanlardan şiir okumayı ve büyüdüğü yörenin halk türkülerinden Llanero söylemeyi severdi. 1971 yılında askeri akademiye girdi. Askerlik kariyeri sırasında Bolívarcı subaylarla birlikte Che Guevara, Fidel Castro ve Salvador Allende’den etkilenerek bir örgütlenme oluşturmuştu. Bağımsızlık, refahın eşit paylaşılması, yolsuzluğun ortadan kaldırılması temel amaçlarıydı.

1989 yılı Chávez için bir dönüm noktası olmuştu. Caracazo olarak bilinen halk ayaklanmasında hükümetin emriyle ordunun giriştiği katliamda 3 binden fazla kişinin öldürülmesi Bolívarcı subayların sabrını taşırmıştı.

Venezüella’da diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı bir durum vardı: Venezüella oligarşisinin tam anlamıyla kontrol altında tutamadığı tek kurum orduydu. Caracazo olayı genç subaylar arasında büyük bir öfke yaratmış ve Bolívarcı Dönüş hareketinin yayılmasına neden olmuştu. Bu hareketin önderi genç bir albay olan Chávez’di. 4 Şubat 1992’de IMF’ye teslim olmuş hükümete karşı başlatılan ordu ayaklanmasının komutanı da oydu. Darbenin başarısız olması üzerine “şimdilik başaramadık” diyerek tüm sorumluluğu üstlendi ve yargılanarak hapse atıldı.

“Por Ahora” yani “Şimdilik” sözü Venezüella halkını derinden etkiledi. Chávez ve arkadaşlarına daha ağır bir ceza verilememesinin nedeni halkın ve subayların gözündeki bu itibarlarıydı. Baskılar nedeniyle bir süre sonra serbest bırakılacaklardı. Olanları Havana’da uzaktan izleyen kıtanın yaşayan devrimci önderi Fidel, 1994 yılında Havana Üniversitesi’nde Bolívar üzerine bir konuşma yapması için Chávez’i Küba’ya çağırdı ve havaalanında bizzat karşıladı.

Hapisten çıktıktan sonra kurduğu 5. Cumhuriyet Hareketi partisiyle politikaya atılan Chávez, yoksulluğun halkın yüzde 66’ını kapsadığı petrol zengini Venezüella’da yoksulların ve yoksullaşanların desteğiyle 1998’deki başkanlık seçimlerini o zaman dek görülmemiş bir zaferle kazandı.

Yolsuzluk ve yoksulluk karşıtı bir programla yola çıkmıştı. Bolívarcılar iktidara geldiğinde ülkenin durumu vahimdi. Yüzde onluk bir kesim, ulusal gelirin yarısının sahibiydi. Caracas’ta zenginlerin yaşadığı gösterişli banliyöler, yoksulların, yok sayılanların inanılmaz koşullarda yaşadığı tepelerdeki teneke evlerle çevriliydi. Barrio denilen bu mahalleler Bolívarcı devrimin hedefi ve motor gücüydü.

Petrol geliri artık yoksulların yararına projelere harcanıyordu. Eğitim, sağlık, beslenme alanına yapılan yatırımlarla barrio’lardaki insanların yaşamında belirgin düzelmeler olmuştu. Küba ile yapılan anlaşmalarla çok sayıda hekim, sağlıkçı ve öğretmen barrio’larda çalışmaya başlamışlardı. Chávez her şeyden önce insanlara onurlarını geri vermişti. Radyo programı ‘Alo Presidente’ ile onların dertlerini dinledi, çözüm bulmaya çalıştı.

Darbeyle sonuç alamayan Venezüella oligarşisi bu kez henüz ellerinde bulundurdukları petrol şirketlerini greve sokarak ülke ekonomisini sarsmaya ve Chávez’i düşürmeye çalıştı. İşverenler sendikasının düzenlediği genel grev petrol şirketi PDVSA’nın devletleştirilmesiyle son buldu. Muhalefet bir kez daha yenilmişti. Ancak bu kez 1999 anayasasında yer alan bir maddeyi kullanarak Chávez’den kurtulmayı denediler.

Anayasa gereğince seçilmiş başkan ve diğer yöneticiler seçmenlerin belli bir oranının isteğiyle geri çağrılabiliyordu. Yani bir tür güven oylaması gibi bir referandumla yeniden seçime girmeleri gerekiyordu. Chávez, imzaların doğruluğunu bile denetlemeden muhalefete meydan okudu ve 2004’teki referandumu da büyük bir zaferle kazanmış oldu. Halk referandum için örgütlenirken ‘Uh, ah Chávez no se va/ Chávez gitmeyecek’ sloganını yaymıştı.

Sonraki tüm seçimlerde de kullanılacak olan bu slogan çok popüler oldu. Bütün bu sınavlardan güçlenerek çıkan Bolívarcılar Chávez’in önderliğinde dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip olan Venezüella’da XXI. yüzyıl sosyalizmini kurmak için pek çok projeyi hayata geçirdiler. Kurulan misyonlarla eğitim, sağlık, konut, çocuklar ve yaşlıların korunması, kadınların toplumsal hayata katılımı, toprak ve tarım reformu gibi yoksulluğu ve cehaleti ortadan kaldırmayı, daha eşit ve adil bir yaşamı hedefleyen çalışmaların yanı sıra katılımcı demokrasiyi amaçlayan Bolívarcı çevreler aracılığıyla da halkın politik yaşama katılımı sağlandı.

O; “Yoksulluğun ilahi bir plan olduğu büyük bir yalandır. Tanrı açlık ve yoksulluk isteseydi denizde balık, ormanda meyveler armağan etmezdi. Tanrı, insanların ulaşabileceği ve herkese yetecek kadar zenginliği tüm insanlara sunmuştur. Ama birileri bunların çoğunu almak için ‘Tanrı sizlere yoksulluk karşısında sonsuz ve mutlu hayat verecek,’ demektedir. Yoksulluk arttıkça ve tanrının herkes için verdiği zenginliklere birileri daha fazla el koydukça tanrı adına konuştuğunu ileri sürerek yoksulluk karşısında ‘sus’ diyen din adamları da çoğalmaktadır. Latin Amerika yoksulluk karşısında susanların coğrafyası olmayacaktır!” derdi…

20 Eylül 2006’da BM Genel Kurulu’nda, Bush’un konuşmasının ertesi günü, “Dün, şeytan buradaydı… İnsan soyunu kurtaralım, ABD imparatorluğunu bitirelim…”

BM’deki bir diğer konuşmasında; “İmparatorluğa isyan edelim… Silvio Rodriguez’in söylediği gibi, yeni yeni bir çağ doğuyor… Şimdi yapmamız gereken dünyanın geleceğini tayin etmektir. Şafak yeniden söküyor. Bunu Afrika’da, Avrupa’da, Latin Amerika’da ve Okyanusya’da görebilirsiniz,” diye haykırmıştı…

“Rakiplerimin anlamadığı şey şudur ki Hugo Chávez, Chávez değil, Venezüella halkıdır. ‘Bay Bush siz bir eşeksiniz, bir de kötü İngilizcemle söyleyeyim. Mr. Bush, ‘You are a donkey!’…’ Venezüella hiçbir zaman neo-liberalizme geri dönmeyecek ve XXI. yüzyılın sosyalizmine doğru dönüşümünü sürdürecek,” demişti…

“Amerika, Şili örneğinde olduğu gibi bir daha bizi içerden vuramayacak. Artık bu hataya düşmeyeceğiz… Atom bombasına ihtiyacımız yok, çünkü bizde zaten bir tane var: Venezüella halkı. Bu halk 100 atom bombasının gücüne sahiptir,” diyen bir liderdi…

11 Eylül 2008’de ABD büyükelçisinin sınırdışı edilmesinden sonra, “Defolun gidin, pislik Yankeeler,” demişti…

 

“UNUTULMAYAN SÖZLERİ”
2003’te Latin Amerika’nın yerli halklarından bahsederken: “Cristof Colomb, insanlık tarihindeki en büyük işgal ve soykırımın mızrak başıdır.”
2005’te Alo Başkan adlı televizyon programında: “Zengin olmak kötüdür, insanlık dışıdır.”
19 Şubat 2006’da, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, Venezüella’yı İran’ın yancısı ve bölgedeki demokrasinin önündeki tehdit olarak nitelendirmesi üzerine: “Unutma küçük kız, ben yayladaki dikenli bir çiçeğe benzerim. Yanımdakileri güzel kokularla mutlu ederken beni sarsmaya çalışan ahmakları kanatırım. Uğraşma benimle Condoleezza. Uğraşma benimle kızım”
2006’daki İran ziyaretinde: “İsrail Hitler’i eleştiriyor, tıpkı bizim gibi. Ama kendi yaptıkları, Hitler’in yaptıklarına benzer, hatta daha kötü.”
2006’da ABD Başkanı George W. Bush’a hitaben: “Sen bir eşşeksin, Bay Tehlike. Sen korkak, katil, soykırım mimarı, alkolik, sarhoş, yalancı ve ahlâksız bir insansın. Dünyadaki en kötü kişisin. Büyük psikolojik sorunların var, biliyorum.”
2006’da BM Genel Kurulu’nda, Bush’un konuşmasının ertesi günü: “Dün, şeytan buradaydı. Ortalık hâlâ sülfür kokuyor.”
2008’de ABD Büyükelçisi’nin sınırdışı edilmesinden sonra: “Defolun gidin, boklu Yankeeler.”
2011’de kapitalizmi eleştirirken: “Mars’ta daha önce hayatın varolmuş olabilir. Ama belki de Mars’a da kapitalizm geldi ve gezegeni tüketti.”
2011’de Obama’dan bahsederken: “Sen bir hilekârsın. Afrika’daki insanlar sana ten rengin nedeniyle, baban Afrikalı diye güvendi. Ama sen Afrika’ya ihanet ettin, bir utançsın.”
2011’de NATO’nun Libya’ya saldırmasının ardından: “Libya halkını bombalayarak mı kurtaracaksınız? Çılgın imparatorluktan müthiş bir strateji. Uluslararası anlaşmalar nerede? Mağara devrine döndük.”

 

2007 yılında Şili’de yapılan zirve toplantısında kendisine “Kapa çeneni,” diyen İspanya kralı Juan Carlos’a, “500 yıldır buradayız ve hiç susmadık, hele bir kralın söylemesiyle hiç susmayız. Bir kral da benim gibi devletin başıdır. Aradaki tek fark benim üç kez yüzde 63 oy ile seçilmemdir. Biz eşit seviyedeki devlet başkanlarıyız, yerlilerin lideri Evo Morales de İspanya kralı Juan Carlos da eşittir,” yanıtını vermişti…

  1. Bush’un, “Benim tanrıyla irtibatım var. Her gün tanrıyla konuşuyorum” sözlerine, “Hayır, senin tanrıyla bir irtibatın yok. Her gün konuştuğun da tanrı değil, şeytan,” diye karşılık vermişti…

Raúl Reyes’in katli ardından “Gerçek bir devrimci olan Reyes’e saygılarımızı sunuyoruz,” dediği konuşmasında Kolombiya hükümet başkanına “Yalancı, mafya patronu, uyuşturucu hükümetine ve ABD’nin dalkavuğu olan hükümete liderlik eden milis” açıklaması ile de katliama karşı tavrını koymuştu…

Kopenhag’a düzenlenen İklim Zirvesi’nde dünya liderlerine, “İklim kapitalist bir banka olsaydı, zengin ülkeler onu çoktan kurtarmışlardı,” demişti…

“İnsanlık açsa, açıktaysa, yoksulluk ve sefalet içinde acılar çekerek yaşıyorsa bunun tek sorumlusu ABD canavarının beslediği soysuzluktur. Yeneceğiz, vicdanlı insanlar mutlak galip gelecekler,” diye haykırmıştı…

 

II.2) NEDEN ÖNEMLİYDİ?

 

Chávez’in iktidara gelişi ardından adı bağımsızlık kahramanı Simón Bolívar’a atfen Bolívarcı Venezüella Cumhuriyeti olarak değiştirildi.

Bu isim özellikle ABD’ye karşı yönetim içinde güçlenen anti-emperyalist söylemin bir parçasıydı. Chávez, Güney Amerika’nın tek sosyalist ülkesi Küba’yla ilişkileri geliştirdi, kıtada solcu hükümetlerin iktidara geldiği dalgaya öncülük etti. Çoğu yabancı sermayeye ait petrol şirketlerini kamulaştırdı. Artan devlet gelirlerinin daha eşit paylaşılacağı sözünü de sosyal programlarla tutmayı başardı. Yoksullar için başlattığı konut, eğitim ve sağlık programlarıyla “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” adını verdiği süreci başlattı.

Chávez’in “büyüklüğünü” saptamak yeterli değil. Bir adım ileri giderek “Chávez olayını” anlamak, dersler çıkarmak gerekir. Yorumlarda, tüm “olayı” Chávez’in kişiliğine indirgeyen bir eğilim egemen. Bu noktada kaldıkça ne eleştirel bir yaklaşım üretmek, ne de ders çıkarmak olanaklı.

Bu noktayı “Chávez nereden çıktı” sorusuyla aşabiliriz. Latin Amerika halklarının sömürgecilikle, emperyalizmle, CIA destekli psikopat, katil askeri diktatörlerin eliyle kana bulanmış, ırkçılıkla soykırımlarla kirletilmiş tarihi var…

Bu “tarihsel zemin” bize antiemperyalist halk ayaklanmaları, Bolívar, Martí gibi liderler, halkçı ve komünist/anarşist bir direniş geleneği sunuyor. Bu gelenek, ulusal bağımsızlık düşüncesine sadık, sol eğilimli bir asker-sivil entelektüeller tabakası üretebiliyor.

Bu tarihsel zemini, 1970’lerden bu yana, özellikle 90’larda yoğunluğunu arttıran toplumsal muhalefeti, Chávez öncesi rejimlere karşı mücadele eden sol hareketleri, öğrencileri, sendikacıları, işçileri ve köylüleri ekleyerek ayrıntılandırmak gerekiyor. Chávez işte bu “tarihsel zeminin”, geleneğin, muhalefet dalgasının ürünü.

Bu dalganın 1989’da Chávez’i üreten noktasında, 3 bine yakın işçinin, emekçinin askerler tarafından katledildiği ayaklanma var. Aynı yıl Chávez’in orduda “ulusalcı-devrimci” bir grup subayla gizli bir örgüt kurduğu, sol gruplarla ilişki kurmaya başladığı söyleniyor. Hızla ilerleyerek 1992 darbesini atlar 1998 seçimlerine gelirsek… Chávez bu değindiğim dalganın üzerinde ulusalcı-Bolívarcı bir “kalkınma-modernleşme” talebinin ifadesi olarak iktidara geldi.[10]

Toparlarsak: “Her şeyin bittiği”, “tarihin sonu”nun geldiği bir dönemde Chávez sadece Venezüella emekçilerinin, “ötekilerinin”, değil tüm dünya emekçilerinin, yoksullarının, “ötekilerinin” umudu olmuştu.

Herkes Chávez’e ve halkçı deneyimine teşekkür etmelidir!

Neo-liberalizmin mutlak zaferinin ilan edildiği, “tarihin sonu geldi” safsatalarının geçer akçe olduğu o karanlık zifiri günlerde estirdiği sol dalga için…

Umutların bitmeye yüz tuttuğu bir dönemde, “başka bir dünya”nın mümkün olduğunu hatırlattığı için…

Asırlardır yağmalanan kıtada, Latin Amerika’nın ABD’nin “arka bahçe”si olmadığını gösterdiği için…

Bulduğu her fırsatta emperyalist barbarlığın kirli, karanlık ve gerçek yüzünü göstermekten geri kalmadığı için…

Emperyalizmin tekerine çomak soktuğu için…

Irak bombalanırken, Libya talan edilirken, Suriye kuşatılırken küresel egemenlere meydan okuduğu için…

Kendilerini “görünmez ve dışlanmış” hisseden insanlara “kimlik bilinci ve güven duygusu” kazandırdığı için…

Yarattığı devrimci dalga Latin Amerika’da solcu iktidarlar kuşağının oluşmasına yol açtığı için…

Yaşlı, yorgun, zaman zaman yılgın dünyanın mazlum ulusları ve halkları için umudun adresi olduğu için…

Yoksulların, ezilenlerin emekçilerin iktidarına olan inancımızı artırdığı için…

Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik değerlerine bağlılığı için…

ABD ve küresel güçleri karşına almaktan çekinmeden mazlum ülke ve halklardan yana tavır aldığı için…

Eski ve yeni emperyal güçlerin uslanmaz temsilcileri George W. Bush’a “Şeytan”, İspanya kralına “Kes sesini” dediği için…

Milyonlarca insana bedava sağlık, eğitim ve barınma hizmetleri verdiğin, yoksulların yaşam koşullarını iyileştirdiği için…

Daha fazla sömürü daha fazla kar hırsıyla ülkesini yağmalayan kan emici kartelleri kamulaştırdığı için…

Bolivya, Ekvator, Nikaragua, El Salvador ve Küba gibi ülkelerdeki sol-sosyalist rejimlerle gösterdiği dayanışma için…

Simón Bolívar’ın bağımsızlık rüyasını yaşama geçirmeye çalıştığı için…

Ölümüyle dahi dünyanın tüm ötekilerini naaşının başında toplayabildiği için…

Bugün kalbimizin yarısı Caracas’ta, “barrio”larda attığı için…

Adaletli, eşit ve özgür bir dünyanın ancak sosyalizme açılarak gerçekleştirilebileceğini savunduğu için… teşekkürler edilmelidir Hugo Rafael Chávez Frias’a…

Özetle Chávez’le dört kez görüşen ABD’li yazar James Petras, “Çok insancıl biriydi. Çok açık görüşlüydü. Sözünü sakınmayan biriydi. İnsanlarla sohbeti müthişti ve son derece dost canlısıydı. Gösteriş yapmazdı, çok sadeydi ama aynı zamanda derinlikliydi de. Sürekli kitap okumasından etkilenmiştim” diyor ve ekliyordu:

“İlginç olan eleştirilerimi tartışırken o hep notlar alıyordu. Eleştirileri reddetmedi, bunları kabul etti. Örneğin ‘evet, geçmişten miras bürokrasi problemlerimiz hâlâ var’ diyordu. Hiçbir zaman kendine hakaret edilmiş gibi hissetmedi ya da hiç demogojik bir tavır almadı. Eleştirileri hiçbir zaman bastırmadı…

Venezüella tarihinden etkilenmişti. Venezüella’yı özgürleştiren Simón Bolivvar’ın takipçisiydi. Marksizm’in de öğrencisiydi. Çağdaş Marksist yazarları da takip ederdi. Ayrıca bir de askeri kişiliği vardı. Bütün bir tanım yapmak istesem, Bolívarcı-Hıristiyan-sosyalist bir liderdi derdim…”[11]

 

II.3) YAPTIKLARININ -DETAYLI- DÖKÜMÜ

 

Chávez, Venezüella için ne yapmıştır? Ekonomik, siyasal, toplumsal düzlemde hızla sıralarsak…

  1. i) Ekonomik alanda: Devletin ekonomi üzerindeki kontrolü artmıştır ve ardı ardına kamulaştırmalar başlamıştır. Venezüella’daki en önemli kurum olan PDVSA (devlet petrol tekeli- ulusal petrol endüstrisi) kamulaştırılmıştır. Buradan elde edilen devlet gelirleri sosyal harcamalar için kullanılmıştır. Bunun dışında önemli görülen temel bütün endüstriler kamulaştırıldı.

PDVSA’dan elde edilen gelirler genel olarak ülkenin kenar mahallerinin sosyal harcamaları ve kooperatifleştirilmesi desteklendi, buradaki üretime kaynaklar ayrıldı. Bu fabrikalarda üretilen ürünler ülke genelinde satılarak elde edilen kârlar bütün işçiler arasında dağıtılmıştır. Böylece üretime katılmayan halkın büyük bir kesimide üretime katılmaya başlamıştır. Böylece ekonomi canlanmıştır.

Tarımsal alanda toprak reformu yapıldı. Pek çok uluslararası şirketin elinden usulsüz ve sahte belgelerle toprak satın aldıkları iddiası ile toprakları geri alındı ve topraksız köylülere dağıtıldı. Devlet tarafından bu toprak sahiplerine çok düşük veya sıfır faizli krediler, uzun vadeli geri ödemeler, bedava tohum, traktör ve hayvan gibi krediler sağlandı.

  1. ii) Siyasal alanda: Siyaset alanında çok büyük değişiklikler yaşanmıştır. Dünyanın en güvenli seçim sistemini oluşturuldu. Böylece seçim sonuçlarına güven arttı. Siyasal katılımcılık desteklendi.

Özellikle nüfus cüzdanı bulunmayan bu yüzden siyasal katılım hakkına sahip olmayan insanlara kimlik kâğıdı dağıtıldı ve siyasete katılımları özendirildi.

Kadınlar pozitif ayrımcılığa tabi tutuldu.

Azınlık hakları, dilleri, kültürleri ve parlamentodaki temsilleri düzenlendi ve anayasal güvence altına alındı. Siyaset alanında desteklendi ve yerel kültürlerin korunması ve geliştirilmesi için çalışmalar yapıldı.

Mahalleler de komünal konseyler kuruldu. Bu mahallelerin her açıdan kendilerini yönetmeleri sağlandı.

iii) Toplumsal alanda: Chávez göreve geldiğinden beri özellikle toplumsal alanla ilgili çok fazla düzenleme yapmıştır. Eğitim, sağlık, kadın ve aile konuları ve fakirliğin önlenmesi gibi konularda pek çok değişikliğe gidildi.

Varoşlar olarak adlandırabileceğimiz “Barrio’ denen mahallelerde örgütlenmeler düzenlemeye başladı. Bu örgütlenmeler bir mahallenin kendini tamamen ekonomik, politik ve toplumsal olarak yönetebilmesine olanak sağlıyordu. Bu mahallelerde ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri, düşük hizmetli ürün satan marketler ve üretimde bulunan, ne üreteceğine işçiler tarafından karar verilen fabrikalar bulunuyor.

Ücretsiz okuma yazma ve meslek edindirme kursları açılmış bu sayede 2005 yılında Venezüella okuma yazma oranını yüzde 100 olarak ilan etmiştir.

Eğitimini yoksulluk veya genç yasta anne olduğu için yarıda bırakmak zorunda kalanlar için ücretsiz eğitim veren eğitim kurumları açıldı. Ülkenin her yerinde bu tür öğrencilerin eğitimlerine devam edebileceği Bolívar üniversiteleri açılarak herkesin üniversite mezunu olabilmesine olanak tanındı.

Toplumda dezavantajlı konumdaki kadınlar Chávez dönemiyle birlikte kendi ayakları üzerinde durabilmeye başladılar.

Siyasal hakları güvence altına alınan yerli halklar daha özgüvenli bir şekilde dillerine, kültürlerine ve geleneklerine sahip çıkmakta ve bu konuda çalışmalar yapabilmektedirler.

Tıp alanında yaşanan gelişmeler Küba ile ilişkileri geliştirmiş, özellikle takas yöntemiyle ticaret yapılmış ve Küba’dan gelen doktorlar bu mahallelerde ücretsiz hekimlik yaparak halka hizmet sunmayla başlamıştır.

İyi de “Chávez demokratik bir lider miydi?”

Venezüella’yı irdeleyen bazı siyasetçiler ve uzmanlar için Chávez tam bir şeytanken bazıları için de tapılası ve halkını düşünen bir lider, sosyalist gençlik için bir fenomendir.

Aslı sorulursa: Venezüella’daki kitle hareketinin başından beri ulusal ve uluslararası sol hareket içinde birbirinden yanlış iki tutum kendisini gösterdi. Biri Venezüella’daki “süreci” yere göğe sığdıramayan, başarılı bir devrimin gerçekleşmiş olduğunu ve devrimin sağlamlaştırılması ya da ilerletilmesi gerektiğini savunan çizgiyken; diğeri, buna tepki olarak doğan ve Venezüella’daki süreci reddetmekte cisimleşti.

Ancak Venezüella’da hiçbir şey bitmiş falan değildir. 2002’de başlayan devrimci sürecin mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesiyle taçlanmadığı görülmektedir.

Özetle Chávez dönemini, objektif olduğunu varsayabileceğimiz bazı veriler üzerinden[12] değerlendirmeyi toparlarsak:

Ekonomi: Venezüella’da Chávez döneminde, 10 yılda yoksulluk oranı yüzde 71’den yüzde 21’e, aşırı yoksulluk oranı yüzde 23’ten yüzde 8’e düştü.

2003’te 2 bin 225 dolar olan hane halkı tüketimi, 2011’de 3 bin 707 dolara yükseldi. Ülke nüfusu yüzde 23 arttı. Muhalefetin bir gıda krizinden söz etmesine karşın, başarısız darbe denemesinin hemen ardından 2003-2011 döneminde süt üretimi yüzde 230, sığır eti üretimi yüzde 19, tavuk eti üretimi yüzde 60, pirinç ve mısır üretimleri de sırasıyla yüzde 25 ve 116 artmış. Tahıl üretimine ayrılan toprakların alanı ikiye katlanarak 673 bin milyon hektardan 1 milyon 251 bin hektara çıkmış. Elektrik üretimi de 1999’da 80 milyar kilovattan 2009’da 118.9 milyar kilovata yükselmiş.

Kamu açığının ve borçlarının GSMH’ye oranıysa sırasıyla yüzde 7.4 ve 51.3 ile AB ülkeleri ortalamasından daha düşük. “İddialar”a göre, “Venezüella komünist diktatörlük”; ama kamu sektörünün toplam ekonomi içindeki payı yalnızca yüzde 18.4. İhracatın yüzde 90’ı petrole bağımlı, imalat sanayi üretimi, GSMH’nin yüzde 14’ü düzeyinde seyrediyor. Tüm bunlar Venezüella’nın henüz modern bir sanayi ekonomisi olamadığını söylüyor ama kaynakların halk için kullanımı açısından dikkatle çalışılması gereken, önemli bir örnek olduğunu gösteriyor.

Demokrasi toplumsal adalet: Venezüella’da 1998’den bu yana yapılan seçimlerin ve referandumların sayısı 17. Chávez bunlardan biri hariç hepsini büyük seçmen desteğiyle kazandı. Bu seçimler, gözlemcilik yapan ABD’nin eski devlet başkanlarından Carter’e göre dünyanın en iyi seçim uygulaması örneklerini oluşturuyorlar. Chávez döneminde yoksullar arasında başlatılan seçmen kaydı kampanyası sayesinde seçmen sayısı ikiye katlandı. Venezüella’da, Chávez öncesine göre 6 bin adet daha fazla seçmen sandığı var.

“Chávez’e diktatör” deniyor, ama medya çoğunlukla muhalefetin elinde yayın yapmaya devam ediyor. 2007 referandumunu kaybeden Chávez hiçbir sorun çıkarmadan sonucu kabul ediyor. Muhalefetin tanımıyla bile ülkede, darbeyi fiilen tezgâhlayanlar da dahil, yalnızca 12 siyasi tutuklu var.

Venezüella’da 6 milyon çocuğa her gün bedava yemek veriliyor. Bedava halk sağlığının kapsamı yüzde 100’e yaklaşmış, eğitim harcamalarının GSMH içindeki payı da 10 yılda yüzde 100 artmış. Chávez döneminde Venezüella’da yoksullara yönelik 350 bin yeni konut yapılmış.

Chávez’i eleştirenler, “Onun petrol gelirleriyle seçmeni satın aldığı”nı ileri sürüyorlar. Ülkenin kaynaklarını halkın çoğunluğunun gereksinimlerini gözeterek sosyal adaleti geliştirmek için harcamak ne zamandan beri demokrasi değil de rüşvet sayılıyor? Chávez’in üç büyük siyasi rakibi Radonski, Machado ve Mendoza; ülkenin en büyük üç holdinginin sahipleri. Muhalefetin tabanını oluşturan kentli burjuvazi ise ayak takımının mahallelerine taşınmaya başlamasından şikâyetçi.

Sonuç olarak Chávez’in büyüklüğünün iki damarı var.

Birincisi, Chávez’in halkı için, onunla birlikte ve onun adına davranma çabası, halkçı-demokratik özelliği. İkincisi daha önemli: Chávez, “tarihin yönü” denen şeyin aslında olmadığını, “pratiğin realitenin koyduğu sınırları yıkarak dünyayı yeniden yapabileceğini” kavramış, bu kavrayışa uygun yaşamış biri.[13]

 

II.3.1) EKONOMİK AÇIDAN

 

Harvard Üniversitesi ‘Latin Amerika Çalışmaları Merkezi üyesi’ Thomas Ponniah’ın, “Yeni devletçi sol projenin -en kötüsünü değil- iyisini uygulayabilip uygulayamayacağı”[14] sorusunu dillendirdiği Venezüella’nın Chávez’li kesitinde aşırı yoksulların oranı yüzde 11’den yüzde 6.97’ye düştü. Aynı zamanda, ortalama yaşam süresi ve toplam nüfus da önemli biçimde arttı ki bu da daha iyi ve kapsamlı bir sağlık hizmetinin etkisidir.

Özellikle, yerli halkla ilgili önemli bir veriden bahsetmek gerekir. On yılda sayılarında önemli bir artış oldu. Nüfusun yüzde 3’üne ulaştılar. Bu da gösteriyor ki, yalnızca sağlık hizmetlerinin kalite ve sayısındaki artış değil, aynı zamanda bu hizmetten daha fazla kişinin, özellikle nüfusun eskiden beri bunlardan mahrum edilmiş kesiminin, faydalanması da sağlanmış.[15]

Chávez 1999’da seçildiği zaman, işgücünün yüzde 14.5’i işsizdi ve kişi başına milli gelir 4105 dolardı. 2009’a gelindiğinde işsizlik yaklaşık olarak yarıya inmişti (yüzde 7.6) ve kişi başına milli gelir iki kattan fazla artarak 11.404 dolara çıkmıştı! Ve bu, nüfusun 1999’da 23 milyon 867 binden 2009’da 28 milyon 583 bine önemli bir artış gösterdiği koşullarda gerçekleşti. Yoksulluk da azaldı: 1999’da yüzde 23,4 iken, 2011’de kayıtlı aşırı yoksulluk içindeki insan oranı yüzde 8.5’e düştü.

Chávez, 1999 yılında ilk defa devlet başkanı seçildiğinde Venezüella’da özel sektörün ekonomideki yeri yüzde 65’ti. 14 yılda bu oran sadece yüzde 60’a düştü.

Chávez çok önemli bir şey yaptı; zenginlerin sömürdüğü petrolü devletleştirdi, geliriyle yoksulluğa savaş açtı. Çok büyük yatırımlarla sağlık ve eğitim hizmetinin niteliğini yükseltti, herkes için ulaşılabilir hâle getirdi.

Yoksulluktaki büyük düşüşün üzerini hiç bir medya manipulasyonu örtemiyor. Birçok başka şirketi de devletleştirdi Chávez, halkını da iyi örgütledi aslında ama bir şeyi yapmadı, üretim ilişkilerini değiştirmedi. Zenginler zengin kalmaya, ekonomiyi ellerinde tutmaya devam etti. Ülkenin petrol dışında sanayisi verimli değil, üretim yetersiz, gıda ihtiyacının üçte ikisi ithalatla karşılanıyor.

13 yılda gıda ithalatı tam “yüzde 366” artmış. Tüm dünyada anti-emperyalizmin ve ABD emperyalizmine karşı mücadelenin simgesi olan Venezüella’nın, ABD’den yaptığı ithalat sadece 2012 yılında yüzde 71.6 yükselmiş.[16]

Çeşitli sosyal sorunları çözmeye çalışmak için misyonlar kurma politikası toplumda önemli bir etki yarattı. Örneğin bebek ölüm oranları şimdi 1999’dakinden daha düşüktür; 1999’da yeni doğan her 1000 bebekten 20’si ölürken, 2011’de bu oran her 1000 bebekten 13’e düşmüştür. Bu, Barrio Adentro Misyonu (sağlık), Mercal Misyonu (yiyecek dağıtımı) ve Habitat Misyonunun (konut) çalışmasının doğrudan bir sonucudur.

Robinson Misyonu yaklaşık 1.5 milyon yetişkinin okuma-yazma öğrenmesini sağladı. Hatta bazı yorumcular şu anda Venezüella’yı “okuma-yazma bilmeyenin kalmadığı” bir ülke olarak tanımlıyorlar.

Toplumun geniş bir çeşitlilik gösteren sorunlarına eğilmeye çalışan başka pek çok misyon bulunmaktadır. Bunlar, Venezüella’ya 2011’de 60 milyar dolar kazandıran (1999’da petrol gelirleri 14.4 milyar dolardı) petrol ihracatı patlaması sayesinde finanse edilmişlerdir.

Chávez’in 14 yıllık iktidarı boyunca Venezüella’da yoksulluk oranını yüzde 44, gelir dağılımı eşitsizliğini ise yüzde 54 oranında düşürmeyi başarmış; ve sadece bu nedenlerden dolayı bile emperyalizmin neo-liberal ideologlarının baş düşmanı hâline gelmişti.

Söz konusu 14 yılda Venezüella’da, 14 bine yakın yeni klinik inşa edilmiş (daha önce 40 yıl boyunca ülkedeki klinik sayısı sadece 5 bin civarında idi); Barrio Adentro adı verilen temel bakım programı aracılığıyla 1.4 milyon hayat kurtarılmış; nüfusun yüzde 96’sına temiz su ulaştırılmıştı.

Ülkede on yıl içinde yılda ortalama yüzde 4.3’lük bir büyüme sağlanmış; işsizlik oranı ise yüzde 11.3’ten, yüzde 7.7’ye indirilmişti.

Bu süreçte Venezüella’nın fert başına geliri 13.000 dolara yükselmişti.

Dahası, küresel durgunluğun derinleşerek sürmekte olduğu 2011 ve 2012’de Venezüella ekonomisi reel olarak yüzde 4.2 ve yüzde 5.6 oranında büyüme göstermişti.

Neo-liberal medya, Venezüella’nın ekonomik ve sosyal kazanımlarını “petrol fiyatlarındaki olumlu konjonktüre” ve “denetimsiz ve israfa açık kamu harcamalarına” bağlamakta ve “bir defalık” bir sıçramanın sonucu olarak yorumlamaktaydı. Oysa ekonomik veriler bu savlarla hiç bağdaşmamaktadır.

Kamunun toplam borcu milli gelire oran olarak sadece yüzde 45.5 düzeyinde ve sıkça referans verilen meşhur Maastricht kriteri yüzde 60’ın da hayli altında seyretmektedir. (AB ortalaması yüzde 82). Ülkede uzun yıllardır yüzde 20’nin üstünde seyreden ve Türkiye ile dünyanın en yüksek enflasyona sahip olduğu vurgulanan Venezüella’da enflasyon oranı yüzde 13.7’ye geriletilmiş durumdadır.

Dahası, Chávez’in liderliğindeki hükümetlerin peşi sıra izlediği vergi reformları sayesinde, Venezüella kamu maliyesinin on yılda elde ettiği vergi geliri (toplam 251.6 milyar dolar), kamunun petrol gelirini aşmaktadır. Dolayısıyla, Venezüella kamu gelirleri sadece petrol fiyatlarına bağlı durumda değil, vergilendirmeye dayalı normal kaynaklara dayanmaktadır.[17]

Örneğin seçimleri izlemek için gittiği Venezüella’da Owen Jones, “Düzenli olarak Chávez’e saldıran özel medya şirketleri toplam izleyicinin yüzde 90’ına ulaşıyor. Chávez karşıtı propaganda posterleri hemen her yerde görülüyor. Chávez’in muhalefeti bile onun Venezüella tarihinde yoksullarla ilgilenen ilk devlet başkanı olduğunu kabul ediyor… Chávez 1998’de ilk kez devlet başkan seçildiğinde yüzde 25 düzeyinde olan aşırı yoksulluk bugün yüzde 8.6’a gerilemiş… Petrol ihracatı da 14.4 milyar dolardan 60 milyar dolara yükselmiş,” diyor…[18]

Chávez, kendisini seçen halkın, seçmenin taleplerine cevap veriyor, ona hizmet ediyor, devlet kaynaklarını onların yaşam koşullarını iyileştirmekte, “toplum konseyleri”, “yerel planlama konseyleri” gibi yapılarla, okuma yazma programlarıyla örgütlenmesini, kültür düzeyini yükseltmekte, “durumunu anlamasını” kolaylaştırmakta kullanıyor. Chávez iktidara geldiğinden bu yana üniversiteye gidenlerin sayısı yüzde 100’den fazla artıyor, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetine kavuşuyor, devletten emekli maaşı almaya hak kazananların sayısı dört kat artıyor…[19]

 

CHÁVEZ ÖNCESİ VE SONRASI EKONOMİK BÜYÜME[20]
  GSYİH (Yüzde) ÜRETİM SEKTÖRÜ (Yüzde) TİCARET SEKTÖRÜ (Yüzde)
CHÁVEZ ÖNCESİ 6 YIL 2.2 -15.9 -4.5
CHÁVEZ’İN İL 8 YILI 30.3 34.3 76.3

 

Bir kez daha vurgulayayım: Chávez’in “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak 2006’dan itibaren tanımladığı rejim, yoksullar açısından hissedilir bir olumlu değişim getirdi. Büyük bir petrol rezervine sahip ama dünyanın en eşitsiz ülkelerinden biri olan Venezüella’da, 1998’de halkın yüzde 44’ü yoksuldu. Bu oran 2011’de yüzde 26’ya düştü. Aşırı yoksulluk da aynı yıllar arasında, yüzde 17’den yüzde 7’e geriledi. Eğitim, sağlık, gıda yardımı alanlarında yoksullara ve alt-orta sınıflara yönelik programlar eşitsizlikle mücadelenin belkemiğini oluşturdu. Kişi başına ulusal gelir 4100 dolardan 10.800 dolara yükseldi. İşsizlik yüzde 14’ten yüzde 7.6’ya düştü. Bunlar, Chávez’in üçüncü kez seçilmesini açıklayan ana veriler…

Ne ki, Venezüella’da iktisat alanında büyüme, neredeyse sadece petrol fiyatlarının artışına bağlı. 1999’da net petrol geliri 14.4 milyar dolar olan Venezüella’nın, 2011’deki petrol geliri 60 milyar dolar oldu. Devletleştirilen petrol devi Petrofinas’ın, varili 40 dolar civarında tespit edilen petrol fiyatının üstünde yaptığı satış gelirleri, özel bir fona aktarılıyor. Doğrudan Chávez’in denetiminde olan bu bütçe dışı fon, sosyal politikaların finansmanı için kullanılıyor. Bu petrol bağımlı büyümenin birçok ülkede olduğu gibi sonucu, Venezüella’nın eskisine göre çok daha fazla ithalata bağımlı olması. Venezüella parası Bolívar 1999’dan bugüne çok büyük bir değer kaybına uğradı ve 2012’de enflasyon yüzde 30 civarında.

Chávez yönetiminin doğrudan sorumlu olmadığı ama çözmekte başarısız kaldığı büyük toplumsal sorun ise, günlük yaşama hâkim olan şiddet. Venezüella yılda ortalama yüz bin kişi başına 45 cinayet oranıyla yalnız Latin Amerika’da değil, dünyada en ön sıralarda yer alıyor. Bu oran 1999’da 25’ti.[21]

 

II.3.2) SOSYAL AÇIDAN

 

“Biz Avrupa ülkelerinin kolonilerine karışmayacağız, Avrupa ülkelerinin de Latin Amerika’ya yönelik herhangi girişimini güvenliğimize karşı hareket olarak görürüz. Amerika kıtası ABD’nindir,” şeklinde özetlenebilecek ABD Başkanı James Monroe’nun adıyla anılan doktrini (1823) sonrası, diğer Latin Amerika ülkeleri gibi Venezüella, Chávez öncesinde emperyalist talanın hegemonyasındaki bir ABD sömürgesiydi; “arka bahçesi”ydi…

Ancak Latin Amerika’nın damarlarının artık kesilmemesi için, XVIII. ve XIX. yüzyılda José Gabriel Tupac Amaru Peru’da; Emiliano Zapata ile Pancho Villa Meksika’da; Augusto Nicolas Calderon Sandino Nikaragua’da; Agustin Farabundo Martí Rodriguez El Salvador’da; José Julian Martí Parez Küba’da; Simón Josa Antonio de la Bolívar Kolombiya, Venezüella ve Bolivya’da; Antonio José de Sucre Venezüella ile Bolivya’da; Ezequiel Zamora Venezüella’da; XX. yüzyılda Fidel Castro, Ernesto Che Guevara Küba’da statükoya büyük darbeler vurup, başkaldırmışlardı…

XXI. yüzyılın başlarındaysa Chávez, anti-emperyalist bir yönetim oluşturdu; ülkesine “sosyalist doğrultu” vermeye çalışıyordu. Chávez, Komünist Partisi (PCV) eleştirel desteğiyle eşitsizliğe, emperyal dayatmalara karşı politikalar üretti. “Devrimci, demokratik, katılımcı ve ilerici çizgi” üzerinde yürüyor, “düşleri”ni yönetim güçlendikçe programına koyuyordu.

Yoksul köylülere toprak dağıtması, yerinden yönetim için önünü açtığı konseyler, meclisler, komünler, anti-emperyalist siyaseti, eğitimi, sağlığı ücretsiz hâle getirmesi, eğitim ve sağlık alanında muazzam yatırımlar yapması, yoksullar için konut yatırımları, petrol şirketlerini ulusallaştırarak geliri halka yönlendirmesi, işsizlik ve yoksulluğu ciddi oranda geriletmesi, çalışma saatlerini düşürmesi övgüyle karşılanıyor.

“Chávez’in başını çektiği Bolívarcı devrim yoksulluk ve sefalet içerisinde bırakılan halklar arasında kısa süre içinde büyük bir umut oldu. Çünkü; devrimle birlikte geçmişte yapılan haksızlıklar ve adaletsizlikler sorgulandı, en önemlisi de ülkenin zenginliklerinin bir avuç asalağın elinde toplanması yerine, halkla paylaşılmasına başlanmıştı. Sağlık, eğitim, yoksulluk konusunda sağlanan ilerleme bunun en somut ifadesi. Dünya genelinde kamu kuruluşları özelleştirilirken, Venezüella’da özelleştirilen kamu kuruluşları yeniden kamulaştırıldı.

Bunu söylerken, Chávez ve yoldaşlarının sosyalist bir düzen kurduğunu kastetmiyoruz. Mevcut olanın sosyalizm olmadığını kendileri de biliyordu. Ama dünyanın içinden geçip geldiği koşullara bakıldığına Venezüella’da atılan atımlar, elde edilen başarılar yetersiz gelebilir, ama az da değildi.”[22]

Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi, Chávez iktidara geldiğinde tüm kıtada yalnızdı. ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika kıtası Friedman’ın neo-liberal ekonomi politikalarının kobayı olmuştu. Amerikalılar okulunda eğitilen ABD yanlısı orduların faşist darbelerinin ardından tüm direniş hareketleri sindirilmişti. Chávez uyuyan devi uyandırdı. Onun ardından Brezilya’da İşçi Partisi Lula’nın önderliğinde iktidarı alacak, Arjantin’de halk ayaklanmaları IMF yanlısı politikacıların yerine Peronist Kirschner’i seçimle işbaşına gelecekti.

2005’te Arjantin’de yapılan Mar Del Plata Zirvesi’nde Fidel, Chávez, Kirschner’in girişimleriyle ABD’nin istediği ALCA (Amerika serbest ticaret anlaşması) reddedilmiş ve Bush kovulmaktan beter olmuştu. Artık Latin Amerika’da başka bir rüzgâr esiyordu. Kıtanın ezilenleri bu yeni kalkışmanın önderi olarak Chávez’i görüyordu. Tupac Amaru, Simón Bolívar, José Martí, Augusto Sandino, Fidel, Che Guevara, Salvador Allende gibi.

Bolivya’da Evo Morales, Nikaragua’da Sandinist devrimin komutanı Daniel Ortega, Honduras’ta Zelaya, Şili’de Michele Bachelet, Uruguay’da Mujica, Paraguay’da Lugo 2000’lerde kıtanın dümenini sola kıran liderler oldular.

Chávez’in girişimleri ve desteği ile kurulan ALBA, PETROCARİBE, UNASUR, MERCOSUR, CELAC gibi örgütlenmeler Latin Amerika ve Karayib halklarını büyük anavatan düşünü gerçekleştirmek üzere birleştirmiş, sömürünün ve kâr dürtüsünün yerini dayanışma ruhu almıştır.

Tarık Ali’nin ifadesiyle, “Chávez, Castro ve Che Guevera’yı tarihsel bir çerçeve içinde gördü. Onlar, Bolívar ve arkadaşı Antonio José de Sucre’nin XX. yüzyıldaki halefleriydi. Kıtayı birleştirmeye çalışmışlardı ama bu, denizi sürmek gibi bir şeydi. Chávez, bu fikre bahsi geçen dörtlüden daha çok yaklaştı. Venezüella’daki başarıları, kıta genelinde yankı buldu: Bolivya ve Ekvador’da zafer yaşandı. Lula ve Dilma yönetiminde Brezilya bu sosyal modeli izlemedi ama Batının onları birbirine düşürmesine de izin vermedi. Batılı gazeteciler Lula’nın Chávez’den daha iyi olduğunu söylerken, Lula 2012 yılında halka açık bir toplantıda, Chávez’i desteklediğini ve onun ‘kıta’ için öneminin asla görmezden gelinmemesi gerektiğini söylemişti.”

Bunların kaçınılmaz artısı da, Chávez ve Latin Amerika sosyal hareketlerinin en büyük başarısı Güney Amerika serbest pazarı, ALCA’nın çökertilmesiydi. Zapatistalar’ın 1 Ocak 1994’te San Cristobal Las Casas’ı ele geçirip NAFTA’ya bayrak açmaları gibi, Chávez liderliğindeki Bolívarcı hareket de açtığı bayrakla ALCA’yı çökertti ve bu, kapitalist krizi daha erkene taşıdı. Güney Amerika ülkelerinin kasasındaki 400 milyar doların ABD’ye akmaması krizi doğrudan tetikledi. Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Venezüella, Bolivya, Nikaragua, Küba, Dominik ve Ekvador, Antigua ve Barbuda ile Saint Vincent ve Grenada’nın, Bolívarcı alternatif ALBA’da birleşmesi, ALCA’nın çöküşüyle el ele gitti.

Aynı zamanda Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Bolivya, Şili, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Venezüella’nın oluşturduğu MERCOSUR, ALCA’ya alternatif bir serbest pazar anlaşması doğurdu. Kıtanın büyük abileri Brezilya ve Arjantin’in başını çektiği, ABD ile ALCA gibi doğrudan doğruya “enseye vur lokmayı al” ilişkisi yerine, AB gibi ABD karşısında kendi hâkimiyet alanını özerkleştiren bu birlik, kıtanın tartışmasız en güçlü pazar birliği oldu.

Böylesi bir tabloda Venezüella petrolünü sömüren yabancı şirket ve yatırımcıları ülkeden kovmak, enerji kaynakları ve tesislerini devletleştirmekle işe başlayan Chávez, buradan elde ettiği geliri halka dağıttı, sosyal programlara kanalize etti. Petrol gelirinin 1999’daki 14 milyar dolardan 2011’de 60 milyar dolara ulaşmasıyla kişi başı milli gelir, iki buçuk katına çıktı.

Monsanto’dan, Cargill’e tüm emperyalist GDO devlerine meydan okuyan Chávez, petrol gelirlerini sadaka verir gibi dağıtmadı. Eğitim, sağlık ve konut yetersizliği sorununu çözmeye yönelik bir seferberliği finanse etmekte kullandı. O kadar başarılı oldu ki, tüm kıta için model oluşturdu. Neredeyse sıkı ABD müttefiki Kolombiya hariç, tüm Latin ülkelerinde halk kendilerine Chávez’i model alan solcu liderleri iktidara getirdi.

O bu tutumlarıyla; Metin Yeğin’e göre, “Mülkiyet düşmanıydı. ‘Bir işyerinde çalışanların, yarısından bir fazlası yani 100 kişilik bir iş yerinde 51 kişi, 30.000 kişilik iş yerinde 15.001 kişi imza verdiğinde, o işyeri işçilere, çalışanlara verilecek’ yasası çıkarttı. Sadece çıkartmakla kalmadı birçok kez uyguladı bile. Mesela 30.000 kişinin çalıştığı SİDOR, çelik fabrikası patronların elinden alınıp, işçilere verildi. Zavallı patron koca fabrikasından oldu. Parasını aldı ama olsun. Sen o kadar yıl çalış, uğraş sonra bir kırmızı urbalı gelsin elinden alsın, ekmek tekneni pardon çelik tekneni.

Tembelliği seviyordu. Çalışma saatlerini günde 6 saate indirmeyi önerdi. Gerçi çalışkan Venezüella halkı bu referandumu reddetti. Arkasındaki planı anladı çünkü. Plan şuydu. Herkes bu kadar az saat çalışacak, ülke gerileyecek ve Küba Venezüella’yı ele geçirecekti. Düşmedi bu oyuna halk.

Bölücüydü. Ülkedeki bütün ‘İndian’lara, yerlilere kendi bölgelerinde, özerk yönetim hakkı, anadillerinde eğitim hakkı tanıdı. Bunun geliştirilmesi için okullar açtı. Sadece yerlilerin söz sahibi olduğu özel bütçeler düzenlendi. Maazallah burada olsaydı Kürtlere filan, böyle haklar verirdi.

Halkın tarihine duyarsızdı. Mesela televizyon dizilerinin hangisinde at binilip, kılıç kuşanılması gerektiğine hiç aldırmıyordu. Medeniyet düşmanıydı. Cristoph Colomb’un heykelini yıkıp Bolívar heykeli diktirdi. Bir anti-sömürgecilik, anti-emperyalizm tutturmuş gidiyordu. Hâlbuki başkanlık sarayı da kolonyal dönem mimarisiydi.”[23]

Çalışma saati haftalık 44 saatten 40 saate indirildi, çocuk ölümleri azaldı, eğitim ve sağlık ücretsiz hâle getirildi, ‘konut edindirme misyonu’ sayesinde yüz binlerce kişi ev sahibi oldu. İç pazarı canlandırmak için yapılan sosyal yardımlar enflasyonu arttırdı. (Venezüella yüzde 30’la Latin Amerika’nın en yüksek enflasyona sahip ülkesidir.) Petrol fiyatlarında düşüş sıkıntı yarattı. Ama 13 yılda 9 oylamadan sadece birini kaybetti. En güçlü rakibi Henrique Capriles Bolívarcı lidere ancak 10 puan yaklaşabildi.

Venezüella 10 yılda sosyal harcamalarını yüzde 60 oranında (774 milyar dolar) arttırdı. (Türkiye’de ise durum pek iç açıcı değil. Devlet 2012’de GSYH’nın yüzde 13’ünü sosyal harcamalara ayırdı. Bu oran AB üyesi ülkelerde ortalama yüzde 29’luk bir orana sahip…)

Daha önce petrolden sağlanan gelir aristokrat burjuva sınıfı için harcanıyordu ancak Chávez’den sonra işler değişti. Sel yüzünden evlerini kaybeden insanlara bir buçuk yıl içinde 250 bin konut yapılması bunun en iyi göstergesi…

Venezüella’nın yaşadığı değişime biraz daha derinden bakacak olursak; Chávez’den önce emekli maaşı alan insanların sayısı 387 binden, günümüzde 2.1 milyona yükselmiştir.

Venezüella, dünyada insanların kendini en çok mutlu hissettiği 5. ülkedir. Venezüella, bu istatistikle Finlandiya’yı yakalamıştır ve bu oldukça kayda değer bir durumdur.

Venezüella’da her 3 kişiden bir eğitim kurumunda eğitim görmektedir. Ayrıca eğitim, anaokulundan üniversiteye kadar tamamen ücretsizdir.

1980 yılında gıdanın yüzde 90’ını ithal eden ülkede bu oran günümüzde yüzde 30’a düşmüştür. 5 milyon insan tamamen ücretsiz yemek yemektedir. Bunlar gibi birçok önlem sonucunda 1998 yılında yüzde 21 olan yetersiz beslenme oranı, yüzde 5’e kadar düşmüştür.

Nüfusun yüzde 96’si temiz suya sahip. Ülkemizde musluktan su içme oranını düşünürsek bu istatistik daha iyi anlaşılacaktır.

Chávez’den önceki hükümetler 40 yılda 5 bin klinik inşa ederken, 10 yılda 13 bin klinik inşa edilmiştir.

“Chávez’in yaratmaya çalıştığı sistemin en önemli özelliği ise insanların demokrasiye gerçek katılımların sağlanması. Diktatörlükle yaftalanan Chávez’in ülkesinde 30 bin komünal konsey bulunmaktadır. Bu konseyler, halkın sorunlarını ve sosyal ihtiyaçlarını belirliyor. Devlet de sosyal harcamalarını bu komünlerden çıkan kararlara göre yapıyor. Demokrasinin yalancı oy kullanmalardan ibaret olmadığının en güzel kanıtıdır bu komünler.”[24]

Ancak emperyalist medya için Chávez bir “diktatör”. Ünlü yazar Eduardo Galeano’ya göre 14 yılda 15 kez seçim yapılan bir ülkede 2007’deki referandum dışında tüm seçimleri kazanan, bu referandumdaki az farklı yenilgisini de hemen kabul eden tuhaf bir “diktatör”. Venezüella’da demokrasi olmadığını iddia eden Avrupalı parlamenterlere Brezilya’nın eski başkanı Lula tam tersine demokrasi fazlası olduğunu söyler ve “Venezüella’da her yıl mutlaka bir seçim vardır, olmasa da Chávez bir neden bulup seçime gider,” diye ekler.

Carter Vakfı’nın ülkedeki sistemin dünyanın en iyi seçim sistemlerinden biri olduğunu açıklaması, katılım oranının yüzde 80’leri aşması, muhalif adayın bile temiz bir seçim olduğunu kabul etmesi Batı basınını ikna etmişe benzemiyor; Chávez hâlâ “diktatör”dür onlar için!

Hilal Kaplan’a bile “Chávez’in Hakkı Chávez’e”[25] dedirten O yani Batı’nın “demokrasiden nasibi yok” diye suçladıkları Chávez, Ignacio Ramonet’nin ‘Le Monde Diplomatique’de yazdığı yetkin analizde dile getirdiği gibi, bugüne kadar tamı tamına dürüstlüğü hiçbir uluslararası kuruluş tarafından tartışılmayan 15 demokratik seçim gerçekleştirmiştir. Ramonet’ye göre Chávez’in Venezüella’sında özgürlüklerin kısıtlandığı, düşünceye sansür uygulandığını savlamakta sakınca görmeyenler, televizyon ve radyo yayınlarının yüzde sekseninin özel sektörün elinde bulunduğunu söylemekten kaçınıyorlar…

Chávez ülkede ne değiştirdi sorusuna halktan birinin verdiği şu yanıt soruyu ve seçim sonuçlarını en anlamlı şekilde açıklamakta: “Chávez halkın bilincini uyandırmıştır.”

Bunlar işin artısı; eksileri de var. Mesela Ahmet İnsel’in, “Bir diğer sosyal sorun, büyük ölçüde petrol rantı ve ithalat üzerine oturan ekonominin, rejimin çeperlerinde yer alan yeni bir zengin sınıf yaratmış olması. ‘Boliburguesia’, yani Bolívarcı burjuvazi adı verilen bu yeni sınıfın taşkın zenginliğinin önemli kaynağı, yolsuzluk ekonomisi,” diye altını çizdiği yolsuzluk ve bürokrasi gibi…

 

II.3.3) SİYASAL AÇIDAN

 

Latin Amerika’yı inleten askerî diktatörlüklerin gerisinde hep ABD vardı. Bugün kıtaya hâkim sol yönetimler Amerikancılığa alternatif sunuyorken; hâlâ ABD’nin elinin uzanmadığı yer yok.

ABD’nin “arka bahçe”si olarak gördüğü Latin Amerika, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’e kaptırmama gerekçesiyle komplo, darbe ve diktalarla savaş alanına çevrildi. ABD, bu diktatörlüklere Condor (Akbaba) gibi adlar taşıyan operasyonlarla suikast, katliam, işkence rejimleri uygulattı. Sadece Akbaba 60 bin cana mal oldu.

Akbaba’ya Arjantin, Şili, Uruguay, Paraguay, Bolivya, Brezilya, Ekvador ve Peru’daki diktatörlükler destek vermişti. Bu diktatörleri yetiştirmek için ABD’de okul bile var. ABD Dışişleri’ne bağlı School of Americas (Amerika Kıtası Okulu), 1946-2001 arası 61 bin Latin askerle polis eğitti. Leopoldo Galtieri, Efraín Ríos Montt, Manuel Noriega, Hugo Banzer gibi diktatörler, Augusto Pinochet’nin subayları, 1981’de El Mozote katliamına imza atmış El Salvador’un Atlacatl müfrezesi ve bazı uyuşturucu karteli üyeleri en meşhur mezunlarından.

Bu gidişatın kader olmadığını ise Fidel ile Che 1959’da ABD destekli Batista rejimini devirerek gösterdi. Ama Latin Amerika’nın kendisini bulması ve solculuğun anavatanına dönüşmesi için Soğuk Savaş’ın bitmesi gerekecekti.

Chávez 1998’de iktidara geldiğinden beri ülke farklı dönemlerden geçti. Anayasa Meclisi süreci, halkı radikalleştirdi. Toprak ve eğitim gibi konular politikleşti. 2001’e geldiğimizdeyse Chávez’in o ana kadar önemli hamleler yaptığı, ancak henüz tek bir temel taşı kamulaştırmadığı görülüyordu. Chávez, devletin petrol şirketi olan lider kadrosuna saldırmaya başladı. Çünkü devletin esas gücü burada yatıyordu. Sonuçta bir petrol devletinden bahsediyoruz.

Bütün bu radikal demokratikleşme süreci 2002’de muhalefetin liderliğinde gerçekleşen darbe sonucunda yerini elindekileri korumaya, faşizmin ilerlemesini durdurmaya çalışan defansif bir mücadeleye bıraktı. 2004’te Chávez’in başkanlıktan düşürülmesi için yapılan referandum ise Chávez’e karşı yapılan komploydu ve o da başarısız oldu. Bu zaferin ardından ülkedeki sağcıların gücü tamamen tükendi. Aradan yıllar geçmesine rağmen bir daha toparlanamadılar. Ne bir politika geliştirebildiler ne de düzgün aday çıkartabildiler. Ellerinde kalan tek şey medya üzerindeki hâkimiyetleri…

Özetin özeti: Latin Amerika’da refahı arttırmak için, anti-emperyalist uluslararası işbirliği örgütlerinin kurulmasına ön ayak olan Chávez’in, Venezüella’da ABD’nin onca baskısına karşın yaptıkları az mıdır?

Elbette değildir!

 

ALBA 2004’te bölgedeki ülkelerin sosyal ve ekonomik entegrasyonunu geliştirmek amacıyla Küba ile birlikte ALBA (Latin Amerika İçin Bolívarcı İttifak) örgütünü kurdu. Venezüella, Antigua ve Barbuda, Bolivya, Küba, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, Nikaragua, Aziz Vincent ve Granadinler ile birlikte 8 üyeye ulaşan ALBA, kendi para birimi olan ve 2010 yılında sanal işlemlerde kullanılmaya başlayan Sucre’yi bastırarak 8 ülkede tedavüle sokmaya hazırlanıyor.
GÜNEYİN BANKASI 2009’da bölge ülkelerinin IMF politikalarına uymak zorunda kalmadan kredi kullanabilmesi amacıyla Venezüella, Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Ekvador ve Bolivya tarafından kurulan Güneyin Bankası (Banco del Sur) da bir diğer önemli yapılanma. Banka, 20 milyar dolarlık başlangıç sermayesi ile bölgedeki toplumsal programları ve altyapıyı geliştirmeyi hedefliyor.
PETROCARİBE Karayiplerdeki ülkelerin petrolden daha ucuza faydalanabilmesi için Chávez tarafından kurulan bir ittifak. 2005’te kurulan Petrocaribe aracılığıyla bölge ülkeleri alacağı petrolün yarısını önden ödeyerek geri kalanını 2 yıl ertelemeyle ve 25 yıl taksitle ödeyebiliyor.
CELAC Hedefini “Latin Amerika’da emperyalizmin karşısında birlikte durmak, ülkeler arası entegrasyonu ABD’nin etkisi olmadan gerçekleştirmek” olarak açıklayan CELAC (Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu) da 2010 yılında Chávez’in önderliğinde, Venezüella’nın başkenti Karakas’ta kuruldu. Fransa, Hollanda, Danimarka ve Birleşik Krallık’ın toprakları ve Meksika dahil olmak üzere Güney ve Orta Amerika’daki tüm ülkelerin üye olduğu birlik 600 milyon kişiyi temsil ediyor. Yapılanma olarak Avrupa Birliği’ne benzeyen örgütün bir internet uzantısı bile var.
UNASUR Güney Amerika Uluslar Topluluğu (UNASUR) da Chávez döneminde kurulan bir başka örgüt. 2004’te kurulan UNASUR, kendisinden önce var olan 2 ortak pazar anlaşması And Ulusları Topluluğu ile Güney Ortak Pazarı’da (MERCOSUR) birleştirdi. Avrupa Birliği gibi, UNASUR’un da bir parlamentosu var ve ortak pasaportu var. Simón Bolívar’ın izinden gittiğini açıklayan topluluğun yönetim merkezleri ise Ekvador ve Bolivya’da yer alıyor. Savunmadan altyapı yatırımlarına, ekonomik gelişmeden topluluk üyesi yurttaşların ülkeler arasında serbestçe gezmesine, yaşamasına ve çalışmasına kadar büyük etkileri olan topluluğun 12 üyesi, 2 gözlemci üyesi bulunuyor. UNASUR’a sadece Güney Amerika kıtasındaki ülkeler üye.

 

Serdar Kızık’ın, “Neo-liberalizmi reddeden, stratejik sanayilerde devletin varlığının önemini vurgulayan, ABD’ye kafa tutan, kooperatifleşmeyi doruklara çıkaran Chávez, küreselleşmenin dayatmalarına karşı bir çıkış yolu gösteremedi mi? “Yeni tipteki bir sosyalizmi, makineleri veya devleti değil, insanları her şeyin üzerinde tutan, insancıl bir düzen olarak yeniden talep etmeliyiz” demişti,” diye sunduğu Chávez deneyimi; nihai kertede Metin Yeğin’in, “Venezüella bir toplumsal laboratuar durumunda; baştan beri devam eden ikili iktidar,” saptamasıyla karakterize olan bir siyasal deneyimdir.

Kimilerinin “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak sunduğu yönelim hakkında Venezüella’nın Lara eyaletinden, Venezüella Antifaşist Gençlik Akımı merkez yöneticisi (ve aynı zamanda bir üniversite örgütü olan Sosyalist Devrimci Üniversite Cephesi üyesi) Angélica González’in, “Hâlâ kapitalist bir ülkeyiz ama devrim ilerliyor”;[26] Ulaş Başar Gezgin’in, “Venezüella, sosyalizme yürüyor. İnsanlarda umut var… Ancak sosyalizme yavaş bir geçiş söz konusu. Sosyalist bir hükümetin daha ilk yılda yapabileceği çeşitli uygulamaların 14 yılda hâlâ yapılmadığını görüyoruz,”[27] tespitlerinin altı özenle çizilmelidir.

Chávez’de ifadesini bulan Latin Amerika’daki başkaldırı, “Günümüzün küreselleşmiş neo-liberal dünyasında sol ve ilerici halkçı hareketler için ileriye doğru bir yol bulma arayışlarına bir cevap” olarak nitelenmektedir. Bu bağlamda Latin Amerika’da “Açık siyasal bir perspektifle, yeni, dogmatik olmayan halkçı bir sol doğmaktadır.”[28]

“İyi de bu bir sosyalizm midir?” sorusunun yanıtını Murad Şahin, ‘Chávez Geride Sosyalist Bir ‘Miras’ mı Bıraktı?’ başlıklı yazısında şöyle yanıtlar:

“Gerçekte, Chávez’in sözünü ettiği ‘Bolívarcı Devrim’ ve ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ asla bir reform programından daha fazla bir şey değildir. Kuşkusuz devrimci Marksistler işçilerin ve kitlelerin koşullarını iyileştiren reformlara karşı değildirler. Bununla birlikte bizim karşı olduğumuz şey reformizmdir. Biz, bir gün sosyalizme ulaşacağımız son noktaya erişeceğimiz ümidiyle kapitalizm altında koşulları reforme etme ve iyileştirme düşüncesine karşıyız. Bu reformist yaklaşım sosyalizmi devletleştirmeyle eşitlemektedir ve dolayısıyla bir ülke sanayide ne kadar çok devletleştirmeye giderse o kadar ‘sosyalist’ olur!”

Kim ne derse desin, “Post-Chávez Dönemi”, Metin Yeğin’in işaret ettiği üzere soru(n)larla doludur:

“Venezüella’da karşılıklı azalan ve çoğalan güçleriyle, sürekli değişken bir ikili iktidar durumu hâlâ devam ediyor. Yani bir yandan hâlâ dünyada hâkim olan neo-liberal politikalara aykırı görünen sosyal politika unsurları, mesela ücretsiz sağlık, parasız eğitim, öte yandan geleneksel iktidar nimetleri ve Venezüella’ya özgü petrol gelirinin önemli kısmını pay kopartan Bolívarcı burjuvazi, spekülasyon ve ana yapısı değişmeyen bir ekonomi. Bir yanda her an gecekondulardan aşağı inilebileceğini bilen bu gücünün farkında bir halk, öte yandan her şeye rağmen yeterince örgütlenemeyen, Chávez olmadan birleşmesi güç ve her şeyden önemlisi onsuz bir dinamizmi yakalayabilmesi kuşkulu bir toplumsal yapı.

Latin Amerika’yı da bir Post-Chávez dönemi bekliyor. Bolivya’dan Nikaragua’ya, Guatemala’ya kadar bütün ülkelerde sağ ve sol cenahın seçim politikaları, Chávez dostluğu ve düşmanlığı üzerine dönüyordu. Bolivya’da Evo Morales’in, Nikaragua’da Daniel Ortega’nın kazanmasında, Guatemala’da seçiminde sağın galip çıkmasında, Honduras’ta Zelaya hükümetine karşı yapılan darbede, her zaman en önemli figür Chávez’di. Bana göre en önemlisi de sosyal hareketlerle beraber Chávez, neo-liberalizmin Güney Amerika ayağı ALCA’yı işlevsiz kılmıştı. Bütün bu durum tabii ki diğer unsurlarla beraber yeni bir duruma evirilecek.”[29]

 

II.3.4) BİR KERE DAHA: OLANLAR, YAPILANLAR

 

Ekonomik, sosyal, siyasal planda işaret ettiklerimizle birlikte Chávez döneminde yapılanların bir dökümünü -tekrar pahasına- ayrıntılandıralım:

Yoksulların yaşam koşullarını iyileştirildi; seçildiği anda yüzde 25 olan aşırı yoksulluk yüzde 8.6’a kadar geriledi.

Toplum konseyleri ve yerel planlama konseyleri gibi örgütlenmelerle halkın gücü harekete geçirildi.

Yerel sorunlarla ilgilenen 30 bin yerel halk konseyi oluşturuldu, halkın sosyal sorunların tespit ve çözümüne doğrudan katılımı sağlandı.

Sosyal hizmetlere ayrılan bütçe yüzde 60.6 oranında artırıldı (772 milyon dolar) bütçenin yüzde 42.3’ünü sosyal yatırımlara ayrıldı.

On yılda okullaşma oranı yüzde 85. Devlet okullarında öğretmen sayısı beş kat arttı, 65 binden 350 bine ulaştı.

Halkın eğitim düzeyi artırıldı. Üniversiteye gidenlerin oranı yüzde 100’e çıkarıldı.

Milyonlarca insana bedava sağlık hizmeti veriliyor. Devletten emekli maaşı alanların sayısı dört kat arttı.

Chávez’den önce yoksulluk yüzde 40 kusurdu, sonrasında 27.5’a geriledi. 2007’deki sosyal yatırım, 98’e kıyasla kişi başına üç kat arttı, çocukların eğitim/sağlık hizmetleri çok daha iyi karşılanıyor.

Bütçenin sağlık, eğitim ve barınma işlerine ayrılan kısmı ortalama yüzde 25.

Chávez, bir yandan yerelliği öne çıkaran, bir yandan da kamuculuğun, bir başka deyişle planlı devletçiliğin ağır bastığı bir ekonomi politika uyguluyor.

Ekonomi politikalarında hedef kitle yoksullar, beyaz olmayanlar, gençler, engelliler, kısaca toplumun üretenleri ve horlananlarıydı.

1999’da yüzde 14.5 olan işsizlik oranı 2009’da yüzde 7.6’ya düştü.

Kişi başına gayrisafi milli hasıla 12 yılda 2 kat arttı.

1999’da yüzde 23.4 olan açlık sınırındakilerin oranı da 2011’de yüzde 8.5’e geriledi.

Petrol ihracatı 1999’da 14.4 milyar doları bulurken 2011’de 60 milyar doları geçti.

Venezüella Latin Amerika’da en adil gelir dağılımına sahip ülke hâline geldi.

Chávez’in görevdeki kaldığı sürede yoksulluk yarı yarıya ve aşırı yoksulluk ise yüzde 70 oranında azaldı.

Milyonlarca Venezüellalı ilk kez sağlık hizmetlerine ulaştı ve birçok öğrenciye sağlanan ücretsiz eğitimle üniversiteye kayıt oranı ikiye katladı. Eşitsizlik de kayda değer bir biçimde azaldı. (Oysa Venezüella 1980’den 1998’e kişi başına reel gelirdeki yüzde 14’lük düşüşle Latin Amerika’daki en büyük ekonomik başarısızlıktı.)

Venezüella ekonomisi on yılda yüzde 47.4 büyüdü. Sadece 2012’nin ilk döneminde büyüme oranı yüzde 5.6 olarak açıklandı.

Yerel sorunlarla ilgilenen 30 bin yerel halk konseyi oluşturuldu, halkın sosyal sorunların tespit ve çözümüne doğrudan katılımı sağlandı.

On yılda sosyal hizmetlere ayrılan bütçe yüzde 60.6 oranında artırıldı. (772 milyon dolar) bütçenin yüzde 42.3’ünü sosyal yatırımlara ayrıldı.

Eşitsizlik yüzde 54, yoksulluk yüzde 44 oranında azaldı.

Sosyal güvenceye sahip olanların sayısı üç kat arttı.

‘Misyon’ adı verilen sosyal programlardan 20 milyon Venezüella vatandaşı yararlandı.

Chávez öncesinde ciddi bir sorun olan okuma-yazma sorunu UNESCO verilerine göre tamamen ortadan kalktı.

Parasız eğitim sayesinde bugün Venezüellalı anaokul yaşındaki çocukların yüzde 72’si anaokuluna gidiyor. İlköğretimde okullaşma oranı yüzde 85.

Binlerce yeni okul inşa edildi. Devlet okullarında öğretmen sayısı 5 kat arttı. 65 binden 350 bine ulaştı.

Bolívarcı üniversiteler adıyla yeni ve ücretsiz üniversiteler kuruldu. Üniversiteye devam eden gençlerin oranı yüzde 83’e yükseldi ve bu bakımdan Venezüella Latin Amerika’da ikinci, dünya da ise 15. sıraya yükseldi.

1998 yılında nüfusun yüzde 21’inin yetersiz beslenmeden muzdarip olduğu ülkede, bu oran yüzde 5’e indi.

1980’lerde gıda ürünlerinin yüzde 90’ı ithal edilirken bu oran yüzde 30’a düşürüldü.

4 milyonu çocuk 5 milyon Venezüellalı’ya okullarda ücretsiz gıda sağlanıyor.

Bir buçuk yılda yoksullar ve orta gelirliler için 250 bin ucuz konut üretildi.

Çocuk ölümlerinin oranı binde 25’ten binde 13’e düşürüldü.

Nüfusun yüzde 96’sının temiz suya ulaşımı sağlandı.

1998 yılında 10 bin kişiye düşen doktor sayısı 18’den 58’e yükseldi.

Sadece ‘Barrio Adentro’ isimli ücretsiz birinci ve ikinci basamak sağlık hizmeti verilmesini içeren programla ülkeye gelen 8 bin 300 Kübalı doktor, 7 bin klinik kurdu, bu kliniklerde 1.4 milyon insanın hayatı kurtarıldı.

6 yılda 19 bin 840 evsiz sokakta yaşamaktan kurtarıldı.

Özel sübvansiyonlar sayesinde normal fiyatların yüzde 34-40’i arasında daha ucuz satış yapan kamu eczaneleri ağı oluşturuldu.[30]

Chávez’in iktidarı sırasında gerçekleşenler aşağıdaki rakamlardan takip edilebilir.

Aşırı yoksulluk: Yüzde 20.3’ten, yüzde 9.4’e düştü.

Genel yoksulluk: Yüzde 50.4’ten yüzde 33.07’e düştü.

Zengin ile yoksul arasındaki fark: Yüzde 28.1’den yüzde 18’e düştü.

Çocuk ölüm oranı: Yüzde 21.4’ten yüzde 13.9’a düştü.

Asgari ücret: 100 bin Bolívar’dan 614 bin 790 Bolívar’a (154 dolardan 286 dolara) yükseldi. Bu Latin Amerika ülkeleri arasında en yüksek rakamdır. (Ayrıca 2 milyon 58 bin 373 özel ve kamu işçilerine verilen yardım sepeti bilet ve diğer yardımlar).

Eğitim: Yüzde 3.38’den yüzde 5.43’e yükseldi (GSYİH’ye göre sosyal yatırım).

Anaokulu eğitimi: Yüzde 44.7’den yüzde 60.6’ya yükseldi.

Orta ve çeşitli dallarda eğitim: Yüzde 27.3’ten yüzde 41’e yükseldi.

Yüksek öğrenim: Yüzde 21.8’den yüzde 30.2’ye yükseldi.

Okulda beslenen kişi sayısı: 252 bin 284’ten bir milyon 815 bin 977 kişiye çıktı.

İnternet ulaşımı: 680 binden 4 milyon 142 bin 68 kişiye ulaştı.

Sağlık: Yüzde 1.36’dan yüzde 2.25’e yükseldi (GSYİH’den ayrılan pay).

İçilebilir suya erişim: Yüzde 80’den yüzde 92’ye ulaştı.

Kanalizasyon: Yüzde 62’den yüzde 82’ye ulaştı.[31]

Bunlara şunlar da eklenmeli: 1998’de ilk Chávez hükümetinden önce nüfusun yüzde 21’i yetersiz besleniyordu; Bu rakam yüzde 30’dan daha aza düştü. Misyon Agro-Venezüella, 454 bin 238 çiftçiye kredi sağladı ve 2012 yılında da 39 bin çiftçi kredi aldı. Dört milyonu okullardaki çocuklar olmak üzere beş milyon Venezüellalı ücretsiz yiyecek alıyor ve 6 bin yemek salonu 900 bin kişiyi besliyor. Çiftçilere yardım etmek için yapılan toprak reformu ve uygulanan politikalar, yurt içi gıda arzını artırdı.

Sağlık ve kamu sağlığı ile ilgili en önemli verilerin bazıları söyle:

1998 yılında 10 bin kişiye 18 hekim düşerken bugün 10 bin kişiye 58 hekim düşüyor ve kamu sağlık sistemi 95 bin doktora sahip.

Önceki hükümetler 40 yıl boyunca 5 bin 81 klinik inşa ederken Bolívarcı hükümet sadece 13 yılda 13 bin 721 klinik inşa etti (yüzde 169, 6’lik bir artış).

Barrio Adentro (yani, 8 bin 300 Kübalı doktordan yardım alınan temel bakım programı) 7.000 kliniği ile 500 milyon kez muayene yaptı ve yaklaşık 1.4 milyon hayat kurtardı.

Venezüella şimdi bölgenin en büyük yoğun bakım ünitesine sahip.

Yüzde 34-40 arasında tasarruf sağlayan ve kamu eczaneleri ağını oluşturan 127 eczanede sübvanse edilen ilaçlar satılmakta.[32]

Ulusal bir sağlık sistemi oluşturuldu ve bütün Venezüellalıların sağlık sitemine ücretsiz erişimi sağlanmış oldu. 2005 ve 2012 yılları arasında 7873 sağlık kuruluşu ülkede inşa edildi.

Her 100.000 kişiye düşen doktor sayısı 1999 yılında 20 iken 2010 yılında bu sayı 80’e çıktı. Diğer bir deyişle yüzde 400 oranında arttı.

‘Mission Barrio Adentro’ 1 adı verilen çalışma ile 534 milyon defa tıbbi kontrol yapılmasını sağladı. 17 milyon kişi katıldı. 1998 yılında 3 milyondan az insan düzenli sağlık kontrolüne tabi tutulabiliyorken 2003 ve 2011 yılları arasında 1.7 milyon kişinin hayatı bu sağlık kontrolleri ile kurtarılmış oldu.

1999 yılı ortalama yaş beklentisi 72.2 seviyelerinde iken 2011 yılında bu sayı 74.3 seviyesine yükselmiştir.

Mucize Operasyonu adı verilen tedavi sayesinde katarakt veya diğer hastalıklar yüzünden görme yetisini kaybetmiş olan 1.5 milyon Venezüellalı tekrar görmeye başladılar.

‘Birleşmiş Milletler İnsanı Gelişim Endeksindeki’ seviyesi 2000 yılındaki 83’lük (0.656’dan) seviyesinden 2011 yılındaki 73. (0.735 ) seviyesine fırladı.

GINI adı verilen katsayıya göre ülkedeki eşitsizlik oranı 1999’daki oran olan 0.46’dan 2000 yılında 0.39’a düştü.

‘Birleşmiş Milletler Gelişme Programı’ raporlarının endeksine göre Venezüella GINI katsayısının en düşük olduğu ülke olmasının yanında Güney Amerika’da eşitsizliğin en düşük olduğu ülkedir.

Çocuklar arasında düzenli gıda alamama endeksi 1999’dan bu yana yüzde 40 oranında düşüş gösterdi.

1999 öncesinde emekli sayısı 387,000 iken bu sayı 2.1 milyondu.

1999 yılından beri ülkede 700.000 ev inşa edilmişti.

1999’dan günümüze yerel çiftçi ve köylülere toprak reformuyla 1 milyon hektardan fazla arazi dağıtılmıştı.

Toprak reformu orta çaptaki çiftçileri de içine almaktadır. Tamamı göz önüne alındığında toplamda 3 milyon hektardan fazla çiftlik alanı çiftçilere dağıtmıştı.

1999’da Venezüella tüketilen gıdanın yüzde 51’ini üretiyordu. 2012’de gıda üretimi yüzde 71 oranına yükseldi. Ancak aynı dönemde tüketim de yüzde 81 oranında yükseldi. Eğer tüketim aynı oranda kalsaydı aynı süre içerisinde ülkenin üretim artışı yüzde 140 oranına tekabül edecekti.

1999 yılından bu yana et tüketimi ülkede yüzde 75 oranında artmıştır. Bunun yanında ortalama kalori tüketimi ise yüzde 50 oranında artmıştır. Bu durumu sağlayan temel etken gıda satışını yapan ve yüzde 30 oranında indirim sağlayan MERCAL, Houses Food ve Red PDVAL isimli devlet destekli gıda marketlerinin 22.000 tanesinin ülkenin her yanına dağılması olmuştu.

FAO (BM Gıda ve Tarım Organizasyonu) verilerine göre Venezüella Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde gıda sorunlarını yok etmede en başarılı ülke olmuştu.

PDVSA isimli ülke petrollerini çıkaran Kamu İktisadi Teşekkülü’nün ulusallaştırılması sayesinde Venezüella enerji egemenliğini tekrar kazanmıştı.

Elektrik ve telekomünikasyon kurumlarının (CANTV ve Electricidad de Caracas) yabancıların elinden alınıp ulusallaştırılması sayesinde özel monopollerin hâkimiyetini bitirdi ve herkesin elektrik ve telekomünikasyon altyapısına kolayca erişimini sağladı.

1999’dan günümüze her alanda 50.000’den fazla kooperatif oluşturularak ekonominin bütün sektörlerinde kazanımlar sağlandı.

1999 yılında bütün çalışanların yüzde 65’i asgari ücretle çalışırken 2012’de bu oranda çalışanların oranı yüzde 21.1 oranındaydı.

Hâlen hiç çalışma hayatına atılmamış yetişkinler asgari ücretin yüzde 60’ına varan oranda devlet yardımı almaktaydılar.

Çalışmayan kadınlar ve engelliler asgari ücretin yüzde 80’ine varan oranda emeklilik maaşı almaktaydılar.

Çalışma saatleri günde 6 saat, haftada 36 saat toplam olmak üzere aşağı çekilmiştir. Bu yapılırken ücretlere düşüş değil bilakis yükselme olarak yansıtma yapılmıştı.

Devletin toplam cari açığı 1998’de yüzde 45 olan seviyesinden 2011 yılında yüzde 20’lik seviyeye çekilmiştir. Ülke Dünya Bankasını bütün borçlarını ödedikten sonra ekonomisinin yapısından çıkarmıştı.

2012 yılında ülkenin büyüme oranı yüzde 5,5 ile dünyadaki en yüksek değeri kaydetti.

Kişi başına düşen milli gelir 1999’daki seviye olan 4.100 dolardan 2011 yılında 10.810 dolar seviyesine yükselmişti.

‘2012 Dünya Mutluluk Verileri’ne göre Venezüella Costa Rica’nın ardından Latin Amerika’nın en mutlu halkına sahip ikinci ülkesi, dünya çapında ise 19. sırada yer alarak Almanya ve İspanya’dan daha ön sıralarda gelmekteydi.

Venezüella Amerika kıtasına ABD’nin yaptığı yardımlardan çok daha fazlasını yapmıştır, 2007 yılında 8.8 milyar dolarlık kredi, hibe, enerji yardımıyla 3 milyar dolar yardım yapan ABD’nin yardım tutarını üçe katlamıştı.

Tarihinde ilk defa Venezüella kendi uydularıyla uzayda yer almış (Bolívar ve Miranda isimli uydular) ve uzay teknolojisine hâkim olmuştur. Bütün ülke internet ve telekomünikasyon altyapısına sahip olmuştur.

2005 yılında Petrocaribe isimli şirketin kurulmasıyla Latin Amerika ve Karayipler’de 18 ülkenin dahil olduğu, 90 milyon insanın güvenli enerji ihtiyacını karşılama işlemi gerçekleştirilmiştir. Bu şirket bölge ülkelerine petrolde yüzde 40 ila yüzde 60 oranında iskontolar yapmıştı.

2004 yılında Küba ve Venezüella arasında imzalanan anlaşma ile ALBA ülkeleri kendi aralarında dayanışma ve işbirliğine gittiler. Bu anlaşma insan faktörünü sosyal projelerinin merkezine koymuştur ve yoksulluk ve sosyal dışlanmayı yok etmeyi amaçlamaktadır.

Chávez CELAC ülkelerinin işbirliği anlaşmalarında 33 ülkeyi bir araya getirerek Karayip ve Latin Amerika ülkelerini ABD ve Kanada’nın baskısından kurtarmıştı.

Chávez Kolombiya’daki barış çalışmalarına doğrudan destek vermişti. Devlet Başkanı Juan Manuel Santos’un açıklamaları aynen şu şekildedir: “Eğer mevcut projede bir yere gidilecekse ve şimdiye kadar bir şeyler yapılmışsa bu tamamıyla Chávez’in kendini konuya adamışlığı ve katılımcılığı sayesinde olacaktır.”[33]

Dış politikada da mazlumlardan yana tavır aldı; ABD’ye meydan okudu.

Ancak Chávez’in, başkanlık koltuğuna oturmasıyla sosyal sınıflar arasında müthiş bir kutuplaşma başlamıştı.

 

III) CHÁVEZ İCRAATININ SORU(N)LARI

 

Chávez’in halkçı uygulamalarının, ağır soru(n)lar içerdiğini görmezden gelemeyiz.

Bu sorunların en önemlisi, Chávez’in halkçı programının tümüyle petrole bağımlı olmasıdır. Petrol fiyatlarının düşmesi durumunda bu program çıkmaza girmektedir.

CIA’nın yayınladığı ‘The World Factbook’un 2006 verilerine göre, petrol gelirleri, Venezüella’nın ihracat gelirlerinin yüzde 90’ını, federal bütçe gelirlerinin yüzde 50’sini, gayrisafi yurtiçi hasılasının da yüzde 30’unu oluşturuyor.[34] Bu durumda Chávez’in ancak, petrole aşırı bağımlı ülke ekonomisini dönüştürebilmesi ve çeşitlendirebilmesi durumunda başarıya ulaşabileceği öngörülmekteydi. Ancak bu hedefe varması çok şüpheli gözüküyordu.

Bunun yanında Venezüella’daki sosyal programlar aracılığıyla gerçekleştirilen eğitim, sağlık ve altyapı yatırımları uzun vadede insani sermayeye yapılmış yatırımlardır ve geri dönüşleri olacaktır. Ama diğer tür sübvansiyonlar ve kamu projelerinin hepsi için söylenebilir mi? Burası kesin değildir.

Ayrıca Chávez petrolün finanse ettiği sübvansiyonlarını komşu ülkelere de bahsediyor ve bunun karşılığında Latin Amerika’da politik etkinliği artıyorsa da bu sübvansiyonlarla ancak bir yere kadar mümkün olabilecektir…

Petrol bağımlılığı sorunu Venezüella dışındaki petrol üreticisi ülkeleri de ilgilendiriyor: Fiyatların artmasıyla yükselen petrol gelirlerini en iyi nasıl harcamalı ya da artık fonları nasıl biriktirmeli ve mevcut borçları azaltmalı?

Bugün çok harcarsanız yarın fiyatlar düştüğünde elinizde bir şey kalmayabilir (gelecek borç yükünüz artar), öte yandan hiç harcamayıp sadece biriktirirseniz (ve borç stokunu geri öderseniz, faiz dışı fazla), ülkenin altyapı yatırımları, sağlık ve eğitim hizmetleri güdük kalabilir. Ülke ekonomisinde çeşitlenmenin ve yapısal dönüşümün gerçekleşmesi güçleşebilir.

Soru(n)ların en önemlisi, hükümetin bol keseden harcamacı, genişlemeci mali politikaları sonucunda Venezüella ekonomisinin giderek daha çok petrole bağımlı hâle gelmesiyle ilgilidir.

Kamu harcamalarının GSYH’ye oranı yüzde 20’lerden 2006 itibariyle yüzde 38’e yükselmiş. Çoğu sosyal yardım içerikli bu harcamalardaki artışı finanse eden kaynağın petrol satış gelirlerindeki artış olduğunu cümle âlem biliyorken; Venezüella hükümeti, pek çok ürünün fiyatını kontrol altında tutmaya çalışıyor, yani sübvanse ediyor.

Ancak bu resmi fiyat kontrolleri, azgınca artan hükümet harcamalarının ve likiditenin şişirdiği talep karşısında iflas ediyor. Özellikle bazı temel besin ürünlerinde kıtlıklar ortaya çıkmaya başlamış. Bu kıtlıklar özellikle de devletin işlettiği ve yoksulların sübvansiyeli fiyatlardan alışveriş yaptığı ‘Mercal’ adlı süpermarketleri de etkilemişti.

Söz konusu soru(n)ların çözümü ancak, mülkiyet, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin kapitalizmin sınırlarını aşan önlemlerle mümkündür.

 

III.1) ULUSALLAŞTIRMA, KAMULAŞTIRMA YETER Mİ?

 

Bu noktada birisi kalkıp da “Chávez’ci kamulaştırma yetmez mi?” diyebilir…

O hâlde burada bir parantez açarak ilerleyelim: Chávez kamulaştırma projesini hayata geçirip, ilk olarak enerji sektöründen başlayıp, ABD’li Caracas elektrik şirketinin hisselerini devralmıştı. Ancak kamu yararının gerektirdiği düzlemde, mülkiyet ilişkilerine el atıp, büyük burjuvaziye dokunamadı.

Doğrudur!

  1. i) Enerji başta olmak üzere stratejik sektörlerde kamulaştırma yapan Chávez, hükümetin teşvik ettiği tarım projelerini finanse etmeyi reddeden bankaları kamulaştırma uyarısında bulunmuş ve anayasaya uymayan ve görevini yerine getirmeyen özel bankaları kamulaştırmaktan hiç çekinmeyeceğini belirtmişti.
  2. ii) “Chávez taraftarlarının çoğunlukta olduğu parlamento, medya kuruluşu sahiplerinin ve bu kuruluşlarda hissedar olanların bankacılık sektöründe yer almasını yasakladı. Yasaya göre iletişim, bilgi, telekomünikasyon şirketlerinde yönetici ve hissedar olanlar, bankalarda benzer mevkilerde bulunamayacak”tı.

iii) Fiat’ın kontrolündeki Chrysler, General Motors, Ford, Toyota, Mitsubishi, Mack ve Iveco’nun 2008’de 135 bin 42 adet otomobil ve kamyon ürettiği Venezüella’da Chávez, yabancı otomobil şirketlerine, “Ya teknolojinizi yerel şirketlerle paylaşın ya da ülkeyi terk edin” uyarısında bulunup, “Sizi toplanıp ayrılmaya davet ediyorum. Buraya Rusları, Belarusluları ve Çinlileri getiririm,” demişti.

  1. iv) Chávez, 4 Aralık 2009 başında dört özel bankanın kapatılmasının ardından, başka özel bankalara da müdahale edebileceği vurgusuyla, “Radarlarımızı bir başka bankalar grubuna çevirdik. Venezüella’nın bankacılık sistemindeki özel bankaların hepsine müdahale etmem gerekirse, ederim,” diye eklemişti.
  2. v) Hem Marksist hem de Hıristiyan olduğunu ilk kez ilan eden Chávez Meclisteki toplantıda insanlığın ancak kapitalizmin işini bitirdikten sonra selamete ereceğini söyleyip, asgari ücrete yüzde 25 zam yaptığını açıklamıştı. (Venezüella’da, yüzde 25’lik artışın ardından, asgari ücret 2010 yılında 521 ABD doları olmuştu.)
  3. vi) Sanayide “millileştirme politikası” uygulayan Chávez, “Sosyalist devrimi demokratik olarak radikalleştirerek daha da ileri gideceğiz. Çünkü bu gerekli” deyip; Simón Bolívar’a atfen, “Sadece sosyalizm yoluyla sefaletten kurtulabiliriz. Sosyalist ve Bolívarcı devrimi derinleştirmeye kararlıyım ve kendimi buna adadım,” diye eklemişti.

vii) Chávez, Fransız Casino Guichard Perrachon’un sahibi olduğu Exito hipermarket zincirinin kamulaştırılması talimatını verdi. Devalüasyonla kamulaştırmalar hız kazandı.

Hükümet, devalüasyondan bu yana, kâr sağlamaya çalıştığı düşünülen 200’den fazla şirketi kamulaştırdı. Cumhurbaşkanı Chávez, ayrıca fiyatları aşırı biçimde artırmakla suçlanan şirketleri kamulaştırma tehdidinde bulundu. Örneğin Chávez, Amerikan pirinç işleme şirketi Cargill’i kamulaştırmıştı.

İrlanda’nın büyük mukavva-karton fabrikası ‘Smurfit Kappa’nın da 1700 hektarlık okaliptüs arazisini kamulaştırdı. Venezüella’da 2003 yılından bu yana pirinç, tavuk, şeker ve diğer ürünlerde fiyat kontrolü uygulanıyor. Chávez, 2009 yılında da ülkedeki en büyük telekom, elektrik ve çimento şirketlerini kamulaştırdı.

2006 yılında Venezüella, yabancı petrol şirketlerinin hisselerinin en az yüzde 60’ını devlet elindeki PDVSA’ya devretmeleri yönünde bir yasayı geçirmişti.

Ülkede ayrıca elektrik, telekomünikasyon ve doğalgaz sektörlerinde de kamulaştırma süreci başlatılmıştı.

Yasanın imzalamasından sonra petrol zengini Maracaibo Gölü’nde faaliyet gösteren şirketlerin mallarına el koymaya başlamıştı. Venezüella, ağırlıklı olarak BP, Conoco Phillips, Exxon Mobil, Chevron, Total ve Norveç’in Statoil ASA gibi uluslararası petrol devlerince işletilen petrol yataklarını kademeli olarak devlet denetimine almış, uygulama, ConocoPhillips dışındaki şirketlerce kabul edilmişti.

Kamulaştırma, petrol devleri Exxon Mobil ve ConocoPhillips’in ülkeyi terk etmesine ve tazminat davası açmasına yol açmıştı.

Chávez, yabancı petrol şirketlerine Venezüella Ulusal Petrol Şirketi’nin denetimini kabul etmedikleri takdirde mal varlıklarının kamulaştırılacağını söylüyordu.

viii) ‘Venezüellanalysis’ın haberine göre 2014 bütçesine göre hükümetin ‘Ulusal Toprak Enstitüsü’ (INTI) 350 bin hektarlık bir alanı kamulaştırmayı hedefliyor. 2001’den 2011 yılına kadar INTI, Hugo Chávez’in çıkarmış olduğu yasa ile birlikte 3.6 milyon hektarlık tarım arazisini kamulaştırmıştı.

  1. ix) Venezüella’da yaşanan tuvalet kâğıdı sıkıntısı üzerine bir fabrikaya el kondu, denetimi orduya verildi. Venezüella hükümeti, ülkede uzun süredir yaşanan tuvalet kâğıdı sıkıntısı nedeniyle bir fabrikaya el koydu. Fabrikanın denetimi orduya geçti. Tuvalet kâğıtlarının üretimi ve dağıtımını subaylar denetleyecek. Hükümet, tuvalet kâğıdı sıkıntısından “vicdansız” tüccarları sorumlu tutup, dengesizlik yarattığını savunmuştu.
  2. x) Hilton Oteli’nin kamulaştırıldığı günlerde Venezüella’nın İstanbul Başkonsolosu José G. Bracho Reyes, “Belki devrimle bir yeryüzü cenneti yaratamayız ama en azından kapitalizmin vahşiliği sonucu dünyanın ve insanlığın tamamen çöküşünü engelleme olanağı bulacağız,”[35] demişti demesine ama!

Kamulaştırma sadece taşınmazlar için kullanılan bir kavramken (taşınır malların cebren devlet eline geçmesine devletleştirme denir); tek başına yetmez!

El koymanın, kamulaştırmadan en büyük farkı karşılığında bir bedel ödenmemesidir. Müsadere bir yaptırımdır. Kamulaştırma ise devletin bir tasarrufudur.

El koyma, özel mülkiyete son verilmesi; bunun kamusal bir teşekküle devredilmesi anlamına gelen yaptırım çeşididir.

Yani devlet veya kamu yararının gerektirdiği durumlarda istimlaktır!

Yani özelleştirmenin tam tersidir. Üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyeti tesis etme hâlidir!

Yani özel mülkiyete, kamu yararına el konmasıdır!

Özetle Chávez’ci kamulaştırma, devrimci bir el konmaya dönüşememişti…

 

III.2) CHÁVEZ “DİKTATÖR” MÜYDÜ?

 

Hakkında “pop (star) felsefeci” Slavoj Zizek’in, Chávez Venezüella’da başlarda başarılıydı, favelalarda yaşayan herkesi sisteme, siyasi süreçlere dahil etti. Şimdi gittikçe Latin Amerikan popülizmine kapılıyor, bu da Venezüella’nın petrole sahip olduğu için hayatta kalabilen ülkelerden biri olmak demek. Avrupalı solcular için uzaktaki bir devrimi desteklemek çok havalı ve moda ama ben bu uzak devrimleri idealize etmekten yana olmadım. Lula, Brezilya’da ekonomik açıdan daha az radikal olsa da daha ilginç bir model. Gelecekte devrimlerin Güney Amerika’da olacağını düşünmüyorum. Popülizm felaket getiren bir ideoloji. Arjantin’de olanları hatırlayalım; ben Peron’a çok eleştirel yaklaşıyorum, popülizm işlemeyen bir model. Yeni devrimler Latin Amerika’da olmayacak,”[36] derken ‘The Washington Post’un da, “Latin Amerika’yı sarmış görünen popülist otoriterlik dalgası, geri çekilmeye başlıyor. Hem seçmenler hem siyasetçiler, Venezüella ve müttefiklerinde derinleşen ekonomik ve toplumsal düzensizliği yakından takip ediyor ve hâliyle bunu artık istemediklerine hükmediyor (en son örneği Peru). Fakat Venezüella’da ve Chávez yamaklarının kontrolündeki diğer ülkelerde, iktidarın kötüye kullanımı ve insan hakları ihlâlleri, düzeleceğine daha da vahimleşiyor,”[37] diye eklediği Chávez’i karalama kampanyasının temel argümanı Onun bir diktatör olduğu “iddiası”dır!

Bu elbette doğru değildi!

Ancak bu yalanın bu denli popüler olmasının ardındaki gerçek, egemen(lerin) medya(sı)dır.

Gerçekten de Atilio Boron’un, “Venezüella Devlet Başkanı’nın hastalığı ABD imparatorluğu medyasının ve yerel işbirlikçilerinin saldırganlığını ikiye katladı”;[38] Elif Görgü’nün, “Sağ muhalefetin bu süreçte en önemli silahı holding medyası. Venezüella’da medyanın yüzde 80’ı özel sektörün elinde ve ülkenin en büyük iki gazetesi açıkça Chávez düşmanı” notunu düştükleri egemen medyanın temel argümanı yalan, manipülasyon ve dezenformasyondu; şöyle ki:

  1. i) Venezüella, ABD’nin yeni Caracas Büyükelçisi adayı Larry Palmer’ın ülkeyi insan haklarını ihlâl etmekle ve terörle işbirliği yapmakla eleştirdiği açıklamasına tepki gösterdi. Palmer, ABD Senatörü Richard Lugard’ın sorularını yanıtlarken, Venezüella’daki ifade özgürlüğü hakkında endişelerinin olduğunu belirtmiş ve Venezüella hükümeti ile Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) gerillaları arasında “açık bağ” olduğunu öne sürmüştü…
  2. ii) ‘Los Angeles Times’tan Marc B. Haefele, “Venezüella ve Arjantin devlet başkanlarının en belirgin ortak özellikleri, ülkelerinde muhalif bir medya fikrine karşı duydukları düşmanlıktır,”[39] diyordu…

iii) Vaclav Havel’e göre de, “Muhalif lider Alvarez Paz’ın tutuklanması, Chávez’in eleştirileri susturmak için hukuku istismar etmesinin son örneği. Devlet onaylı kanunsuzluğun radikal bir formu Caracas’ı ele geçirdi. Gücün ezilenleri savunma iddiasıyla da olsa keyfi kullanılması özgürlüğe aykırı”ydı…[40]

  1. iv) Venezüella, Amerikan Devletleri Örgütü’ne (OAS) bağlı Amerikalar Arası İnsan Hakları Komisyonu’nu, ülkedeki hükümetin insan haklarını ihlâl ettiğini öne sürmek için istatistiki bilgileri çarpıtmakla suçladı. Chávez de, başkanını “mafya” diye tanımladığı komisyondan ayrılacaklarını söyledi.

Merkezi Washington’da bulunan OAS komisyonunun yayımladığı raporda, Venezüella’da yasama ve yargının bağımsız olmadığı savunularak, “Ülkede yargısız infazlar, işkence, kayıp olayları, yönetimin kötüye kullanılması ve devlet yetkililerinin insanlık dışı davranışları alarm düzeyinde” deniliyor. Raporda ayrıca, Chávez yönetiminin reformlarının, “yönetime insan haklarını engelleme hakkı veremeyeceği” belirtiliyordu.

Oysa Venezüella’da 3 Ağustos 2009 günü muhalefete ait ‘Globovision’ televizyonunun binasına yaklaşık 30 kişiyle beraber baskın düzenleyen Venezüella Halk Birliği (UPV) lideri Lina Ron teslim oldu ve gözaltına alındı.

Olayı sert bir dille kınayan Chávez, kendi hükümetini destekleyen UPV üyesi göstericilerin yasalarla yüzleşmek zorunda oldukları vurgusuyla baskını “karşıdevrimci ve ülkedeki barışı tehdit eden bir girişim” olarak niteledi. Olayın muhaliflerin kendisini “diktatör” olarak gösterme çabalarına yardım ettiğini belirtti.

Ayrıca İçişleri Bakanı Tareck el Aissami, bu tür şiddet eylemlerine karşı olduklarını belirterek olayı kınadı.

Bunun yanında Chávez’in konuşmalarının yayımlanmasını öngören yasaları ihlâl ettiği gerekçesiyle uydu ve kablodan yayın yapan ‘Radyo Caracas ve Televizyonu’nun (RCTV) yayınının kesilmesi üzerine pek çok şehirde düzenlenen protestolardan Merida şehrindeki gösteriler sırasında Chávez yanlısı 15 yaşındaki lise öğrencisi Josino José Carrillo öldürüldü.

Özetle hemen her şey, “Devlet Başkanı Chávez’e karşı yürütülen uluslararası karalama kampanyaları had safhaya ulaştı” vurgusuyla Ignacio Ramonet’nin işaret ettiği gibiydi:

“Tüm kanıtlara karşı, nefret medyası hâlâ Venezüella’da politik özgürlüklerin kısıtlandığını, düşünce özgürlüğüne karşı sözde bir sansürün olduğunu iddia etmeyi sürdürüyor. Televizyon kanallarının ve radyo yayınlarının yüzde 80’inin özel sektörün elinde olduğunu söylemekten kaçınıyorlar. 1999’dan beri Venezüella’da hiçbir uluslararası kuruluşun sorgulamadığı 15 demokratik seçimin gerçekleştiğini görmezden geliyorlar.

Gazeteci José Vicente Rangel’in işaret ettiği gibi Venezüella’da her yurttaş binlerce siyasi parti, sendika ya da sosyal organizasyondan birine üye olabilir ve herhangi bir sınırlama olmaksızın kendi görüşlerini ve düşüncelerini tartışmak için ülkenin her yerinde dolaşabilir.

Chávez’in başkan seçilmesinden bu yana sosyal yatırımlar 1988-1999 dönemine oranla 5 kat arttı. Venezüella’nın Birleşmiş Milletler’in 2015 için belirlediği Milenyum Hedefleri’nin neredeyse tamamına ulaşmış olması belirleyici anahtar olacak. Yoksulluk 1999’da yüzde 49.4 iken 2006’da yüzde 30.2’ye, aşırı yoksulluk ise yüzde 21.7’den yüzde 7.2’ye düşmüştür.

Böylesi özendirici sonuçlar bu kadar nefreti hak ediyor mu?”[41]

Elbette hayır!

Hem de sosyolog James Petras’ın, Uruguay’da yayın yapan ‘Radyo Centenario’daki Diego Martinez’le röportajında, Venezüella’da seçim sonrası muhalefetin tavrını ve hükümetin yapması gerekenler üzerine görüşlerini dile getirirken, muhalefetin şiddet savaşı sürdürdüğü vurgusuyla, “Hükümet şiddetin son bulması için kadife eldivenlerini çıkarıp daha sağlam, daha güçlü bir duruş sergilemesi ve örnek cezaları uygulamaya koyması gerekmektedir,” dediği koşullarda…[42]

Kim inkâr edebilir? Chávez ile 15 yılda referandumlar da dahil 14 defa sandığa gitti Venezüella halkı. Burjuvazi her seferinde sandıkta yenildi. 2013’ün Aralık ayında yerel seçimler yapıldı ve uzun zamandır ilk defa 20 aylık seçimsiz bir döneme girildi. Bu yüzden şimdi Venezüella’da sokaklar karıştı diye çok şaşıranlara sormak gerekiyor, “Peki ya ne olacaktı?”

Sandıkta sürekli kaybeden ama sandığı kullanarak ve orta sınıfları yedekleyerek sağ partiler etrafında politik olarak örgütlenen Venezüella burjuvazisi, başka ne yapacaktı?

Latin Amerika’da, başta Şili ve Brezilya olmak üzere neo-liberal iktidarını sürdüren ABD, dünyanın en zengin petrol kaynaklarından biri olan yanı başındaki Venezüella’dan vaz mı geçecekti?

Kapitalizm, kendisine lanet eden ama yerle bir etmeyen bir iktidarı hâlâ kendi kurallarıyla işleyen ekonomiyle sabote etmeye kalkmayacaktı da ne yapacaktı?

O hâlde, kimmiş diktatör?

 

III.3) POST-CHÁVEZ GELECEK

 

Melih Altınok’un,[43] Salih Tuna’nın,[44] Cüneyt Özdemir’in[45] -dolaylı olsa da- alkışladıkları Chávez, sosyalizan bir halkçıydı. Milliyetçi değil, anti-emperyalisti.

Evet, “Chávez anti-emperyalist, ülkesinin bağımsızlığı, halkının mutluluğu için mücadele eden, sosyalizme olan sempatisini saklamayan bir önderdir. Ülkenin doğal kaynaklarına sahip çıkmış, eğitimden sağlığa kadar halk yararına uygulamalar gerçekleştirmiş, yoksulluğu ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Asker olması, darbeye başvurmuş olması onun bu özelliklerini değiştirmez.”[46]

Kim ne derse desin Chávez çok önemli bir siyasal figürdü. Ve yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, “Post-Chávez Dönem”, gelecek ağır soru(n)lara gebedir.

Yığınların ardından “Chávez no se va/ Chávez gitmeyecek!”, “Chávez no nos dejes/ Chávez bizi bırakma!” diye haykırdığı ve ölümü üzerine Sean Penn’in, “Amerika’lılar hiç tanımadıkları bir dostunu kaybetti,” dediği Chávez’in son sözleri -Başkanlık Muhafızları Komutanı José Ornella’ya göre-, “Ölmek istemiyorum” oldu.

Elbette yaşam için ölenlere “ölü” denemez…

“Ötekilerin” lideri Chávez’i Caracas’ta, uğurlayan kırmızılar giyinmiş milyonlarca kişiden birinin ifadesiyle, “Chávez Bolívarcı Devrimin oğludur, onu çıkaran halk yenisini de çıkarır…”

26 yaşındaki Anibal Arcineiegas’ın, “Liderden çok babamız gibiydi, bizim de görülmemizi sağladı,”[47] sözleriyle betimlediği Onun için kalabalıklar Caracas sokaklarında birbirlerine sarılarak ağladı, “hepimiz Chávez’iz” sloganları attı, “Devam kumandan” yazılı tişörtler giydi. Caracas’ta bütün dükkânlar kapalıydı.

“Acım tarifsiz” diyen 39 yaşındaki Yamilina Barrios, duygularını “O ülkemiz için en iyisiydi. Umut ediyorum ki ülke sakinliğe kavuşur ve onun bize bıraktığı görevleri sürdürmeye devam ederiz” cümleleriyle dile getirdi.

“Chávez sonsuza kadar yaşayacak” diyen 49 yaşındaki Jamila Rivas “Yaptıklarının boşa gitmediğini göstermeliyiz” derken “Chávezcilik bitmeyecek” diyen 56 yaşındaki Nancy Jotiya da “Biz onun halkıyız, mücadele etmeye devam edeceğiz” şeklinde konuştu.

Başkentin, Chávez’in de idolü olan Latin Amerikalı büyük devrimci Simón Bolívar’ın adını taşıyan meydanında toplananlar arasında bulunan 50 yaşındaki ev kadını Aleida Rodriguez de üzüntüsünü “Ona hayrandım, o büyük bir adamdı” sözleriyle dile getirdi.

Elinde Chávez’in üniformalı bir fotoğrafını taşıyan belediye işçisi Carlos Perez de “O babamız ve kurtarıcımızdı” diyerek gözyaşı döktü.[48]

Bu madalyonun bir yüzü; ötekine gelince: Galatasaray Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Selcan Serdaroğlu, “Chávez’siz Chavizmo’nun yaşayıp yaşayamayacağı toplumun hafızasıyla ve dış dünyayla ilişkisinin ne kadar geçirgen olduğuyla ilgili,” notunu düşerken; Sami Kohen de ekliyor:

“Güçlü liderini kaybeden her ülkede şu soru sorulur: O olmadan rejim yaşayabilecek mi?… Her hâlükârda, önümüzdeki dönem Chavizm için büyük bir sınav olacaktır.”

Gerçekten de böyle oldu! “Post-Chávez Dönem”in soru(n)ları seçimlerle boy verdi. Önceki seçimlerde söz konusu soru(n)lar daha ağırlaşırken; devlet başkanlığı seçimini, Chávez’in varisi Nicolas Maduro kazandı. Maduro’nun oyların yüzde 50.8’ini aldığı seçimlerden, rakibi muhalefet partisi lideri Henrique Capriles ise oyların yüzde 49.1’ini topladı.

Katılım oranının yüzde 78.71 olduğu seçimlerde, Maduro’nun 234 bin 935 oy farkla seçimi önde bitirdi.

2012’nin Ekim’indeki Chávez’in zaferiyle sonuçlanan seçime katılım yüzde 81’di. Chávez, oyların yüzde 54’ünü alarak üçüncü kez devlet başkanı seçilirken, rakibi Capriles yüzde 45’te kalmıştı.

 

III.4) NİCOLAS MADURO

 

Caracas’ta 23 Kasım 1962’de dünyaya gelen Nicolas Maduro, liseden sonra eğitimine devam etmedi, 1970’ler ve 1980’lerde Caracas metro sistemi çalışanlarını temsil eden sendika için çalıştı.

‘Beşinci Cumhuriyet Hareketi Partisi’nin (MVR) kurucularından Maduro, 1998’de Temsilciler Meclisi’ne, 1999’da Kurucu Meclis’e, 2000 ve 2005’te Ulusal Meclis’e girdi.

2005’te ve 2006’nin ilk yarısında meclis başkanlığı görevini yürüten Maduro, 2006 Ağustos’unda dışişleri bakanı, 2012 Ekim’de de devlet başkanı yardımcısı oldu. 2006-2011 arasında meclis başkanlığı yapan Venezüellalı politikacı Cilia Flores ile evli Maduro, sakin tabiatı, hemen her zaman gülümseyen yüzü ve diyaloga açık siyasi kimliğiyle dikkati çekiyor.

Chávez, zaman zaman bazı çevreler tarafından “üniversite eğitimi olmayan bir kamyon şoförü olduğu için” eleştirilen Maduro’yu “devrimci, gençliğine rağmen muazzam tecrübeleri olan, büyük bir fedakârlık ve çalışma kapasitesiyle en zor durumların dahi üstesinden gelebilecek biri,” diye nitelemişti.

Chávez’in aksine, sakin yapılı biri olan Maduro, 1992’de darbe girişimi suçlamasıyla hapse atılan Chávez’in bırakılması için kampanya yürüttü.

Ardından en yakın danışmanlarından biri hâline geldi. Yeni anayasa taslağını hazırlayan kurucu meclisin üyesiydi. Daha sonra, ulusal mecliste başkan yardımcılığı ve başkanlık yaptı. 2006’da Dışişleri Bakanı yapılması, üniversite eğitimi almadığı için eleştirildi.

Daha sonra yani Chávez’in hayatını kaybetmesinin ardından yaptığı açıklamada, Ali Primera’nın “Yaşam için ölenlere ölü denemez” şarkısını hatırlatan Nicolas Maduro, hep ikinci keman oldu.

Kazandığı devlet başkanlığı seçimleri sonrası başlayan ve yedi kişinin ölümüyle sonuçlanan çatışmalardan, oylar yeniden sayılıncaya kadar seçim sonuçlarını geçerli kabul etmeyeceğini belirten ABD’nin Caracas Büyükelçiliği’nin, şiddet olaylarının arkasındaki Neonazi gruplarına maddi destek sağladığını belirten Maduro, “Sağcı muhalefetle işbirliği yapıp ülke ekonomisi ve elektrik ağını sabote ettikleri” savıyla 3 Amerikalı diplomatı da sınırdışı etti.

Maduro’nun iddiaları boşuna değildi.

Örneğin ABD dış politikasının etkili kuruluşlarından ‘Brookings Enstitüsü’, ABD Başkanı Obama’ya sunduğu bir bildiride, Venezüella’da bir darbe girişimi olması hâlinde Washington’un bunu desteklemesi önerisinde bulundu.

Geçmişte California’daki ‘Deniz İhtisas Okulu’ndaki ‘Ulusal Güvenlik İlişkileri Bölümü’nün başkanlığını yapmış olan Trinkunas Harold Trinkunas tarafından kaleme alınan ‘Venezüella Şiddet İçinde Parçalanıyor’ başlıklı bildiride, ABD yönetiminin, Nicolas Maduro hükümetine yönelik herhangi bir darbe olasılığına karşı harekete geçmesi istendi.

Bildiride, “Venezüella’da ihracat gelirleri azalıyor, enflasyon büyüyor ve temel tüketici ürünlerinde yaygın bir eksiklik var. Aynı zamanda Maduro yönetimi, Venezüellalılara, para politikasında bir değişikliğe neden olacak barışçıl seçenekleri yasakladı” ifadeleri kullanılarak, Venezüella’da olağanüstü durum olduğu ifade edildi.

Ancak metnin dikkat çekici başlığının aksine, bildiride Venezüella’daki şiddet seçeneği ancak gelecekteki bir olasılık olarak gösterildi: “Venezüella’nın ekonomik açıdan kötü yönetilmesi, şiddet içerikli bir halk tepiksini kışkırtma riskinin bulunduğu bir seviyeye ulaştı.” Metnin ilerleyen kısımlarında bu “şiddet riskinin” hâlâ düşük bir olasılık olabileceği de belirtildi.

 

III.5) VE “MUHALEFET”

 

Venezüella’da ABD destekli bir “sokak isyanı” var. İsyanın iki muharrik öğesi var: İlki ABD ise, öteki de “yeni hükümet politikaları”…

Aslı sorulursa bu “yeni” bir şey de değil.

Çünkü 7 Ekim 2012 tarihli seçimlerde yenilen liberal Henrique Capriles taraftarlarına, “Sakın yenilmiş gibi hissetmeyin. Venezüella’nın her köşesine tohumlar ektik. Bu tohumlar, gelecekte yüzlerce ağaca dönüşecek,” diye haykırırken; Chávez sonrasındaki devlet başkanlığı seçimlerinde Maduro’nun az bir farkla ipi göğüslemesi sonrasında, yandaşları ve karşıtları meydanlara inerken; 15 Nisan 2013 gecesi ve 16 Nisan 2013’de çıkan çatışmalarda 7 kişi yaşamını yitirdi, 60 kişi yaralandı…

Yani denilebilir ki “yeni” gibi sunulmaya çalışılan ol hikayat, eski(meyen) bir şey…

15 Şubat 2014’de sabah saatleri itibariyle başkent meydanlarını dolduran hükümet karşıtları, Venezüella bayrağının renkleri mavi, sarı ve kırmızı giysiler içinde dikkat çekti. Düzenlenen gösterilerde iki hükümet karşıtı öğrenci ve bir Maduro yanlısının ölmesiyle ülkede gerginlik had safhaya ulaşmıştı.

Maduro eylemleri “darbe girişimi” olarak yorumlayıp, “Sizi temin ederim Venezüella’da darbe olmayacak. Demokrasi sürecek, devrim devam edecek” diye uyarıp, “Şiddete başvuran herkes tutuklanacak” diye ekledi.

Maduro, olaylardan muhalefetin içine sızan ve yönetimi devirmeye çalışan “küçük faşist grupları” sorumlu tuttu. Ölenlerden birisinin Maduro’nun “14 yaşından beri tanırım” dediği Chávez yanlısı kolektiflerden birisinin üyesi Juan Montoya’yken; Bolívar meydanından seslenen Maduro, muhalefetin darbe peşinde olduğunu öne sürüp; Kolombiya’nın eski devlet başkanı Uribe’nin de hükümet karşıtı hareketin arkasında olduğunu ve bu eylemleri finanse ettiğinin altını çizdi.

“Sokaklardaki tüm insanlardan barışı savunmalarını istiyorum,” diyen Maduro, Uribe’nin de adını zikrederek, faşistlere meydan vermeyeceklerini açıklayıp, “Bunun arkasında Uribe var. Bu faşist hareketi o yönlendiriyor ve finanse ediyor. Uribe, 11 Nisan 2002’de de Chávez’e yönelik başarısız darbe girişiminde yaptığı gibi Venezüella televizyon kanalı NTN24’ü kullanmaya çalıştı,” dedi.

ABD ve Uribe mamûlatı olaylara göz atacak olursak, karşımıza şunlar çıkar:

“Öncelikle teslim edilmesi gereken bu istikrarsızlık hâlinin uzun yıllara yayılan bir hâl olduğunu ve önemli ölçüde kanıksanageldiğini görebiliriz. Bu süregelen istikrarsızlık durumunun en temelde belirleyeni ise petroldür elbet!

ABD ve müttefiklerinin bölgede özellikle Venezüella gibi zengin petrol kaynaklarına sahip bir ülkede egemenlik arayışı içerisinde olmayacağını düşünmek safdillik olur.

Maduro’nun ilk tepkisi de bu yönde oldu. 2002’de Chávez’e karşı yapılan darbenin bir benzerini organize edebilmek için bir süredir ülkede istikrarsızlığın körüklendiğini öteden beri dile getiriyordu. Bu doğrultuda üç ABD’li diplomat sınırdışı edildi. Burada ayrıca eski Kolombiya Devlet Başkanı (2002-2010) Uribe’nin ismi ön plan çıkıyor.

Uribe bölgede özellikle paramiliter gruplar, uyuşturucu kartelleri ve Kolombiya ordusu içinde koruduğu ilişkileri sayesinde, ABD politikalarının şahin kanadını temsil ediyor.

Nitekim başkanlığı döneminde bölgedeki bütün militarist gelişmelerin destekçisi olmuştu. 2002’deki Venezüella’da Chávez’e karşı sahneye konan darbe sürecine de aktif destek verdiği biliniyor. Ayrıca Kolombiyalı paramiliter grupların sabotaj amaçlı, onun desteğinde sık sık Venezüella’ya sızdığı belirtiliyordu.”[49]

Bunlara ek olarak Maduro, hükümet karşıtı gösterilere katılanlarla görüşmekle suçladığı üç Amerikan konsolosluk görevlisinin sınır dışı edileceğini açıkladı.

“Faşistler hiç umutlanmasın, çünkü geri adım atmayacağız,” diyen Maduro, olayların arkasında ABD’nin olduğunu vurgusuyla ekledi: “Yankiler defolun. Çok yaşa Chávez, sabotajcılar dışarı”…

“Dış güçler”in boylu boyunca içinde olduğu tezgâh karşısında Maduro, Venezüella’ya yönelik komplolara dahil olduğu gerekçesiyle Panama ile tüm diplomatik ve ticari ilişkilerin durdurulduğunu açıkladı. Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) için de “OAS, buradan sonsuza kadar git” diyerek uluslararası girişimcilerin aracılık tekliflerini reddetti.

CNN’i ülkeden atmakla tehdit etti. CNN için çalışan muhabirlerin basın kartları iptal edildi.

Bunların yanında istihbarat servisi ‘Sebin’ tarafından gözaltına alınan San Cristobal Belediye Başkanı Daniel Ceballos, halkı isyana teşvikle suçlandı. Yüksek Mahkeme de göstericilere destek veren San Diego Belediye Başkanı Enzo Scarano’ya 10 ay, daha önce barikatları kaldırması yönündeki emre uymadığı için de 15 gün hapis cezasına çarptırdı.

2014’ün Şubat’ında muhalif lider Leopoldo Lopez tutuklanırken önde gelen Milletvekili Maria Corina Machado hakkında vatana ihanet ve terör suçlamasıyla soruşturma açıldı.

Metin Yeğin’in satırlarıyla toparlarsak:

“Siyasal literatürde ‘Bonapartist diktatörlük’ diye isimlendirilebilecek bir ikili iktidar, dengelerin tahtıraveldi üzerinde gidip geldiği, çok önemli bir sürecin, devrimci bir sürecin yaşandığı bir ülkedir Venezüella. Bu süreci etkileyen çok önemli, iki olay oldu. Bir tanesi, herkesin bildiği, Chávez’in hayatını kaybetmesi, hatta çok muhtemel öldürülmesiydi. Bu dengedeki en önemli figürünü yitiren Bolívarcı devrim, Maduro ile kendisini sürdürebilse de yaşanılanların ortaya çıkmasının en önemli unsuru bu. Ancak bu Chávez olsaydı benzer gelişmeler hiç olmayacaktı anlamına da gelmiyor.

Bir diğeri, bana göre henüz dünya siyasal alanında da yeterince anlaşılamayan, ABD’nin Latin Amerika’da ve dünyada, artık kaybediş sürecinin durmasıdır. ABD sahalara geri döndü. Bunun dönüm noktası, Latin Amerika’da Honduras cuntasıydı. Daha önce yazdığım gibi, Obama’nın Bush’tan farklı olarak uyguladığı ‘Domino şiddeti’ yani doğrudan bütünsel saldırılar yerine, kritik müdahaleler ile süreci etkileyen nokta saldırılarıyla bunu yaptı. Honduras darbesinden sonra, önce Guatemala’da ‘Sosyal Demokrat’ iktidarın kaybetmesi, aynı zamanda El Salvador’da FMLN koalisyon iktidarının neredeyse hiç bir sol politikasını gerçekleştirememesi, Nikaragua’da zaten sadece ismi kalan Sandinist ‘sol’, Şili ‘sol’ hükümeti, Brezilya Devlet Başkanı eski gerilla Dilma’nın, işçi lideri Lula ‘sol’u yani bütün bu süreci, domino etkisiyle hizaya getirdi. Bu darbe ile Venezüella çizgisi de Brezilya orta sahasına kadar geri çekilmeye zorlandı. Tabi bu durum Venezüella için ya daha radikal bir noktaya sıçraması ya da kaybetme manasına geldiğinden şiddetli çatışmaların yaşanacağı bir durum ortaya çıkardı.

Venezüella’da biri muhalefetten, diğeri Bolívarcı hareketten öldürülen iki kişi için aynı silahın kullanıldığını açıklayan Başkan Maduro’nun dediği gibi, bu cinayetlerin ardında doğrudan Kolombiya eski Devlet Başkanı Urribe’nin olması da çok muhtemel doğrudur. Fakat bu sağcı muhaliflere karşı Bolívarcı hareketlerin hiç bir zaman silah kullanmadığı ve hatta kullanmayacağı anlamına da gelmiyor. Fakat klasik polisiye roman analizi ile baktığımızda bile bu durum, hükümet aleyhine olacağından, bundan mümkün olduğunca kaçındıkları kesindir. Yani Venezüella’da, gösterilerde herkes eli belinde çatılara bakar. 2 Nisan faşist darbesine karşı halkın Chávez’i geri almasında ya da 1989’da halkın neo-liberalizme karşı isyanı ‘Caracosa’da olduğu gibi, herkesin gözü çatılardan keskin nişancıların açtıkları ateştir.

Venezüella’da çatılardan yeniden ateş açılıyor, bu çatı Venezüella oligarşisi, Kolombiya paramiliterleri ve sahaya ağırlığını iyice koyan ABD’dir.”[50]

“Uluslararası basının yazdığı gibi gösterilerin önderliğini başından beri yapan öğrenciler. Birçok isyanda toplumsal olarak dinamik bir güç olan öğrencilerin başı çekmesi çok şaşırtıcı değil, ama bu genellikle ‘sol’ bir çizgide olur. Buna rağmen neden Venezüella’da ‘Sol’ bir hükümete karşı, öğrenciler protestoların en ön saflarındalar? Birincisi uluslararası basın, egemenlerin basını birçok şeyde olduğu gibi bu konuda da yalan söylüyor olabilir, ama değil, yalan söylemiyor. Ancak eksik söylüyor. -Ya da Mahir’in dediği gibi, ‘her eksik şey yanlıştır.’ -Bolívarcı hükümet baştan beri öğrencilerle anlaşamıyordu. Bizdekinden çok daha küçük bir oligarşinin, zenginliklerin çok büyük bölümünü elinde tuttuğu ülkede, neo-liberal politikaların en önemli unsurlarından biri olan eğitimin özelleştirilmesi, paralı hâle getirilmesiyle zaten üniversitelerde neredeyse yoksul öğrenci kalmamıştı. Yani öğrenciler sınıfsal olarak genellikle başka bir yerde duruyorlardı. Bu arada birçok üniversite, özerkliklerinin ortadan kaldırıldığı iddiasıyla başta öğretim görevlileri olmak üzere çok uzun zamandır Bolívarcı hükümetle çatışma hâlindeydiler. Burada bir soru; siz eğer Bolívarcı devrim hükümeti olsaydınız, üniversitelerin özerkliklerini kaldırır mıydınız?

Şimdi bir adım daha geriye gidiyoruz. Neden üniversiteler Bolívarcı hükümete karşılar? Zaten en önemli nokta burası… Çünkü Bolívarcı hükümet klasik üniversitelerin yanında Bolívarcı eğitim okullarını açtı. Mesela Kübalı doktorların, eğitimcilerin, devrimci sağlık eğitimleriyle özellikle yoksul çocukları doktor oldular. Bu klasik üniversitelerden mezun doktorların tadını kaçırdı. Onların gerçek tıp eğitimi almadıklarını söylediler. Kübalı doktorlar ‘ajan’dı zaten ve Venezülellalı doktorları işsiz bırakıyorlardı. O zaman hükümet onları gecekondu mahallelerinde ve yoksul köylerde çalışmaya çağırdı. Onlar başka ülkelere, özellikle Kolombiya’ya iyi maaşlarla çalışmaya gitmeyi tercih ettiler. Bir ‘beyin göçü’ ortaya çıktı. Bu dar da olsa var olan orta sınıfın gidecek ‘iyi kalitede’ doktor bulamamasına da yol açtı. Aynı zamanda Bolívarcı hükümet, bu üniversitelere belli oranda yoksul öğrenci almayı da zorunlu kılarak özerkliklerine müdahale etti. Siz bu durumda ne yapardınız?

Şimdi eksik olan şeye geri dönüyoruz. Muhalefetin öncülüğünü öğrenciler yapıyor, ama onlara karşı çatışanlar da çoğu öğrenci, Bolívarcı öğrenciler. Onlar bir yandan seyyar satıcılık yaparken, motorlu kurye ve ‘mototaksi’ şoförüyken, geceleri ve hafta sonları okullara giden öğrenciler. Siz onları öğrenci olarak tanımlar mısınız? Caracas’ta kaldığımız yerde, bir gün sonra yapacakları gösteriye sağcı öğrencilerin saldırması karşısında, kendilerini korumak için getirdikleri havai fişekleriyle birlikte uyuyorduk. Aynı zamanda ‘devrim’e yapılacak bir saldırıya karşı birçok mahallede silahlı halk milislerinin olduğu da bir gerçektir. Muhalefete göre iktidarın kendi yandaşlarını silahlandırmasıdır bu. Siz silahlandırır mıydınız?”[51]

Herkesin bilgisi dahilinde olduğu üzere: “Chávez’in ölümünden bu yana Venezüella sağı sokağı ısındırmaya zaten başlamıştı. Uzun zaman Henrique Capriles gibi halktan çok uzak ve çok elit lideriyle devam eden ancak sonuç alamayan burjuvazi, sokak eylemlerinin en önünde yer alabilecek daha ‘halka yakın’ ama demokrasiye daha uzak yeni liderini bir süredir bulmuştu.

Başta ABD ve Avrupa medyası, Lopez’in kendi kendine ‘Polise teslim olmasını’ bir kahramanlıkmış gibi sunuyor ama Lopez’in geçmişinden söz eden pek bulunmuyor. Leopoldo Lopez, sağın bütün liderleri gibi eğitimini ABD’de tamamlamış ve zengin bir ailenin oğlu. Sağ liberal partilerle politikaya atılmış ve belediye başkanlığı yapmış Lopez, sokağa da uzak değil. Chávez’e yönelik Nisan 2002 darbesi sırasında sokakları dolduran darbe destekçileri arasında o da vardı. Seçimlerde de Capriles’in liderliğinde kurulan Demokratik Birlik Masası (MUD) bloğunda politika yaptı, Capriles sandığı kurtaramayınca liderlik ona kaldı.

Ekonomik sabotajlarla ve yüzde 56’ya kadar çıkan enflasyonla burjuvazinin ekonomik oyun tahtasında çevirerek sarstığı ülkede uzun zamandır televizyonlarda ‘Sokağa çıkın’ çağrısı yapıyordu. Bu arada hükümet bir yandan ekonomiyi elinde tutmaya çalışır ama diğer yandan kapitalistleri masaya çağırırken, arkasında kapı gibi ABD bulunan burjuvazi boş oturmadı…

Bu arada zaten yıllardır Venezüella sağı ile iş birliği içinde olan ve dünyanın en güvenilir seçimleri olduğu hâlde ‘seçimler şaibeli’ diye her seferinde tarafını belli eden ABD de boş durmadı. Gazeteleri ‘demokrasi ve özgürlük’ propagandasına girişirken hükümetin genel sekreterleri John Kerry ‘Venezüella hükümetinin muhalifleri tutuklamasından rahatsızız’ açıklaması yapmakta gecikmedi.”[52]

Burada eklemeden geçmeyelim: ‘Latin American Herald Tribune’ün haberine göre Maduro, üç Hava Kuvvetleri generalinin darbe girişimi yaptıkları gerekçesiyle tutuklandığını açıklayıp, komplonun çöktüğünü belirterek, “Yabancı güçlerin askeri müdahalesi gibi hayaller var,” dedi ve ekledi:

“ABD’de protestolar ‘barışçıl’ olarak nitelenmiş, Venezüella hükümetinin ise protestoları şiddetle bastırdığı söylenmiştir. Bu hikâyeye göre, Amerikan hükümeti Venezüella halkıyla aynı tarafta yer alıyor. Gerçekte ise, ülkenin yüzde 99’unun siyasi yaşamın dışına itildiği ve yalnızca küçük bir azınlığın -ABD’li şirketler dahil- ülke petrollerinden yararlanabildiği düzenin geri gelmesini isteyen yüzde 1’in yanında duruyorlar.”

14 Mart 2014’de Venezüella Dışişleri Bakanı Elias Jaua da, “Ne zaman şiddeti izole etmeye ve düşürmeye başlıyoruz Bay Kerry hemen bir deklarasyonla ortaya çıkıyor ve sokak eylemleri yeniden hareketleniyor. Bay Kerry, tüm dünyaya duyuruyoruz ki Venezüella’da şiddeti teşvik ediyorsunuz. Sizi Venezüella halkının katili ilan ediyoruz,” diyordu.[53]

Gerçekten de; “Venezüella’ya gidip, günlük hayatın muhalif protestolardan ne kadar az etkilendiğini gördüğümde şaşırdım. Ben bile medyanın imaj kampanyasının etkisi altında kalmıştım” diye yazmış 20 Mart 2014 tarihli ‘The Guardian’da Mark Weisbrot…

Ayrıca, ‘The New York Times’da 28 Şubat 2014’de çıkan bir başka makalesinin başlığını da William Neuman şöyle atıyordu: “Caracas’ın gecekondu halkı soruyor, hangi eylemler?”

Gazeteci, yoksul mahallelerde hayatın normal akışına tanıklığını ifade edip, “Caracas’ın orta ve üst sınıfları kitleler hâlinde sokağa dökülüp, barikatçılara dönüşürken, kentin en yoksul kesimlerinde hayatın her zamanki gibi devam ettiği”ni belirtti. Yoksul mahallelerden eylemlere katılımın bireysel düzeyde olduğunu yazıyordu.[54]

Konuya ilişkin olarak bazı kaynaklar, göstericilerin sistematik olarak ülkenin en muhtaç ve marjinalleştirilmiş kesimlerinin yararlandığı kamu refahı ile ilgili kurumları hedef aldıklarını, bu şekilde devletin sinir merkezlerini zayıflatmayı denedikleri analizini yapıyordu.

IPS’ye konuşan New York Binghamton Üniversitesinden Sosyoloji Profesörü James Petras, “Hükümetin kurduğu düşük fiyatlı ürünlerin satıldığı süpermarketlere, Kübalı doktorların ücretsiz sağlık hizmeti sunduğu kliniklere ve eğitim kurumlarına yönelik saldırılar gerçekleştirildi,” diye ekliyordu.

Özetin özeti: “Venezüella’da karşı devrim güçleri bir kez daha sahnedeydi. CIA ile koordineli çalıştıkları bilinen sağcı çeteler Bolívarcı yönetimi devirmek için sokaklarda. Daha geçen nisanda sağcı Henrique Capriles’in yerine Maduro’nun devlet başkanlığına seçilmesini protesto için sokağa çıkmışlardı. Bizzat Capriles’in çağrısıyla. Bu grupların ABD Büyükelçiliği tarafından finanse edildiğine ilişkin belgeler ortaya çıkmıştı…

Venezüella bu tarz kalkışmalara yabancı değil. Sahnelenmeye çalışılan bu oyun benzer senaryolarla daha önce de gösterime sokulmuştu. ‘Arka bahçe’de ABD hegemonyasına dur diyen Chávez’in işbaşına geldiği 1999’dan bu yana çok sayıda benzer provokasyona imza atıldı. Askeri darbe girişimleri, sabotajlar, kitle gösterileri, sokak çatışmaları gibi her seferinde farklı yöntemler deneyen Amerikancı muhalefet, tüm girişimlerinde hüsrana uğradı. Kullanılan argümanlar, ortaya atılan gerekçeler hep aynıydı…

Uluslararası medya ve gerici muhalefet odakları son kalkışmanın nedenini yüksek enflasyon ve işsizlik olarak gösteriyor. Oysa olaylar Maduro’nun halkı fahiş fiyatlardan korumak için çıkardığı fiyat kontrolü yasasının yürürlüğe girmesinin ardından başladı. Temel gıda maddelerinin en fazla yüzde 30 karla satılmasına izin veren yasa bir takım odakları rahatsız etti.

Elbette ki uluslararası medya bu gerçeği es geçti. Onlar, petrol zenginliğine rağmen Venezüella’da şeker, yağ ve tuvalet kağıdı gibi temel ürünlerin sıkıntısı yaşanıyor iddialarını kullanmayı tercih etti. Tek taraflı yayınları servis edinmeyi misyon edindi. Sağcı işletmelerin sosyalist hükümeti zor durumda bırakmak için sürdürdükleri ekonomik savaşı görmezlikten geldi. Maduro daha birkaç ay önce ‘asalak burjuvazi’ye ve mali spekülatörler savaş ilan ettiğini duyurmuştu.

Venezüella örneği de gösterdi ki eline her silah alan, sokağa çıkan insanlığın kurtuluşuna hizmet etmez. Sırf mevcut düzene karşı itiraz ettikleri için birileri kirli günahlarından arınmaz. Bir isyan, kalkışma ya da ‘devrim’ sınıfsal karakterine, taleplerine ve de ittifak ettiği güçlere bakılarak değerlendirilmeli. Bu kriterlerin dikkate alınmadığı yaklaşımlar ne yazık ki sağ sapmaya yol açar. Tıpkı Suriye ve Arap Baharı’nda olduğu gibi.

Öyle olmasa Küba’ya karşı yıllardır mücadele veren Miami’deki kontra çeteleri de savunmak gerekebilir. Onlar da ‘muhalif.’ Ya da bir dönem Angola’da solcu hükümete karşı savaşan sağcı UNİTA gerillaları dünyanın en sempatik hareketi olurdu. Şili’de sosyalist lider Allende’nin CIA destekli kamyoncular greviyle devrildiği unutulmamalı. Polonya’daki ‘reel sosyalizm’in de Lenin tersanesinde Vatikan ve Washington tarafından desteklenen Dayanışma Sendikası tarafından alaşağı edildiği de… Özetle, her ‘direnene’ güzelleme yapılmaz.”[55]

Venezüella yönetiminin de, Maduro’nun da hata ve eksikleri yok demiyorum. Ancak, meseleyi, “Muhafazakâr veya devrimci söylemli olmaları, otoriter demokrasilerde iktidarların muhalefete tepkilerini farklı kılmıyor,”[56] diyen Ahmet İnsel gibi anlamıyor ve algılamıyorum…

Mesele kimilerinin toptancılığındaki kadar “basit ve sıradan” değil.

Örneğin ‘Evrensel’den Nuray Sancar 20 Temmuz 2103 tarihli ‘Hola Latin Amerika’ başlıklı ve Ahmet İnsel’in 18 Şubat 2014 Radikal’de çıkan ‘Otoriter Demokrasilerde Darbe Umacısı’ yazılarındaki gibi…

Sancar ve İnsel, Chávez ve yeni başkan Maduro’nun Erdoğan’la eşdeğer olduğu “iddia” ediyorlar. Sancar, “Oradaki yöneticilerin uygulamaları Erdoğan’ın yıllardır yaptığına çok benziyor”. İnsel de, “Chávezci rejim… Medyaya artan bir sansür uyguluyor, muhalif basının yandaş sermaye sahipleri tarafından satın alınmasını destekliyor,” diyor.

Her iki yazarın nasıl ortak bir noktada buluştuklarını anlamak herhâlde zor olmaz, bir şartla tabii ki. Venezüella ve Türkiye veya Chávez rejimi ile Erdoğan aynılar mı? Sorusunu yanıtlayarak.

Sancar, “Oradaki yöneticilerin uygulamaları Erdoğan’ın yıllardır yaptığına çok benziyor,” tespitini doğrulayabilmesi için tek bir soruya cevap vermesi gerekir: Erdoğan kaç özel şirketi kamusallaştırdı? Bütün eğitim sistemini parasız hâle mi getirdi? Gelir dağılımı arasındaki farkları karşılaştırırsa Sancar, hangi ülke gelir dağılımında daha adilleşti son 10 yıl içerisinde? Erdoğan, hangi ana dili anayasa güvencesi ile bir hak olduğunu resmi eğitim ve devlet dili olarak meclisten geçirdi?

ABD kongresinde Venezüella muhalefetine yardım amaçlı onanmış 5 milyon dolar sadece devede kulak. Bakmak isteyen, yasal belgeleri ile ABD devletinin iki önemli yardım kuruluşunun Internet’de kayıtlarını inceleyebilirler.[57] İnsel herhâlde, Türkiye’de ki Gezi/ Haziran İsyanı’nın ABD tarafından finanse edildiğini iddia edemez…

2002’de Chávez’e karşı girişilen darbe teşebbüsünde ABD’nin ne rol oynadığını, darbe öncesi ve sonrası yapılan planların ve finansın kimden geldiğini anlamak isteniyorsa, deliller orta yerdedir.[58]

RTÜK ve CONATEL arasında ki benzetme ise hiç doğru ve objektif değil. Birincisi RTÜK Erdoğan’a açık suikast çağrısı yapan bir televizyon kanalına izin vermez. İkincisi, Venezüella’daki 5 büyük televizyon kanalı özel ve muhalefet yanlısı kanallar. Bu 5 şirket televizyon pazarının yüzde 90’nına sahipler. 12 ulusal gazetenin sadece ikisi Chávez rejimi yanlısı diğer 10 gazete muhalefet yanlısı ve özel sermaye tarafından kontrol ediliyor. Ulusal radyo istasyonların sadece bir tanesi devlete ait iken geri kalan 12 radyo istasyonu özel ve muhalefet yanlısı…

Venezüella Türkiye gibi baskıcı bir ülke mi? (İnternet yasak değil Venezüella’da). Maduro ve Chávez Erdoğan gibi otoriter mi? (Venezüella’da tek bir gazeteci cezaevinde değil). O zaman: “Erdoğan’ın yıllardır yaptığına çok benziyor” tespiti neye dayanıyor?[59]

Bir şey daha: Twitter’in yasaklanmasını anti-demokratik bulduğunu açıklayan Maduro, “Twitter bir sosyal silahtır. Halkla binlerce şeyi paylaşmama yarıyor. Fikirlerin tartışıldığı bir iletişim aracı. Bana yapılan haksızlıklarda seçmenlerime doğruyu söylemem için bulunmaz bir fırsat” sözlerini etti. Maduro, “Bana darbe yapılırsa halkımı en çabuk Twitter aracılığı ile harekete geçiririm, neden bu silahı susturayım ki,” dedi…[60]

 

  1. AYRIM: CHÁVEZ PRATİĞİ VE SOSYALİZM

 

Buraya kadar izaha gayret ettiklerimiz ekseninde Chávez Venezüella’sına ya da Chávez pratiğine ilişkin olarak “Bolívarcı halkçılık mı, sosyalizm mi?” sorusunun -gerekçeli- net yanıtına geçersek…

Öncelikle Chávez, anti-emperyalist bir Bolívarcı. Ancak anti-emperyalizm, anti-kapitalizme mündemiç değil.

Örneğin yabancıların kontrolündeki kurumların, “ulusal”laştırılmasından yana olunsa da; “yüksek vergiler”e karşın ABD şirketleri Venezüella’da hâlen faaliyet gösterebilmekte…

Yani emperyalizme, onu var eden kapitalizmden kopul(a)madan karşı çıkılırken; siyasal, ekonomik ve toplumsal halkçı talepler -petrol geliriyle- karşılanıyor.

Bu çerçevede, sistemin nedenlerine değil, yıkıcı sonuçlarına karşı tavır alınırken; kaynaklar devlet mülkiyetine alınıp, toplumun yararına sunuluyor.

Yani Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle, “Chávez yönetimi, kendi başının çaresine bakacak kaynaklara sahip kapitalist sınıfla ilgilenmiyor. Chávez, belki ekonomiyi kapitalist ölçütlere göre iyi yönetemiyor, ama batırmamayı başararak halkın refahını yükseltmeye devam ediyor; uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çıkarlarına, onları tümüyle reddetmese bile öncelik vermiyor.”[61]

Chávez hükümetinin sağlık, yaşam ve eğitim alanlarında iyileştirmeyi öngören “Misiones Sociales= Sosyal Misyonlar” başlıklı programının böylesi önlemleriyle, ülkedeki yoksulluk yüzde 80’den yüzde 60’a düştü.

İşsizliğin, yüzde 22’den yüzde 10’lara kadar düşürdüğünü iddia ediliyor.

Sağlık alanında 7 bin klinik ve yüksek teknolojiye sahip 20 sağlık merkezi kurulurken; eğitim alanında ‘Robinson Misyonu’ adı altında başlatılan okuma yazma kampanyası ile 1.6 milyon kişiye okuma yazma öğretildi.[62]

Söz konusu tabloyu Erol Anar, “Chávez ilginç neo-popülist bir lider; sevenleri çok seviyor, sevmeyenleri ise nefret ediyor. Eski bir rütbeli asker. Emperyalist ülkelere, özellikle ABD’ye ve neo-liberalizme karşı sert çıkışlar yapıyor… Latin Amerika’da neo-liberalizme ve emperyalizme karşı net politikalar izleyen bir lider. Lula, ya da Ekvador devlet başkanı gibi sol gösterip, sağ vurmuyor,”[63] diye yorumluyor…

Popülizmini, petrodolar gelirleriyle finanse eden Chávez pratiğini “solidarist korporatizmin halkçılığı” olarak yorumlamak da mümkündür.

Bu kapsamda çeşitli meslekleri ve toplumsal grupları bünyesinde barındıran emekçi insanlar topluluğuna halk denirken; halkçılık da, çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesidir.

Doğası gereği, milliyetçilik/ ulusçulukla bağıntılı olan halkçılığın aslî ilkesi “ayrıcalıklara ve farklılıklara karşı olmak”tır.

Popülist, halkı temel alan ve halk yararını gözettiğini iddia edendir.

İngilizcesi “populism”dir; ne liberalizm, ne sosyalizm, ne de kolektivizmdir.

Halk, ayrıcalıklara sahip bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır; “halkçılık” ise bu kesimlerden yana bir iktisadî-siyasi hat sürdürme iradesidir. Bu cumhuriyetçilik ve ulusçuluk ilkelerinin zorunlu sonucudur.

Milliyetçi ve devletçi sosyalizasyondur.

Ayrımı reddeder, eşitliği öngörür; sosyal dayanışmacıdır.

Nihai kertede “sınıflar üstü”dür; mülkiyet ilişkilerine kördür.

Öğrenilen bir kavram olarak mülkiyet konusunda çok önceleri J. J. Rousseau demişti ki:

“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, bu bana aittir, diyebilen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak, sonra da hemcinslerine, bu sahtekâra kulak vermeyin, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz, diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu.”

Büyük ayrıcalıkların, eşitsizliklerin, sömürünün kaynağıdır; yağmayı, talanı meşrulaştırır.

İnsanın özgürce gelişimini engelleyen yabancılaşmanın katalizörüdür.

Doğası gereği hak hırsızlığı, adalet arsızlığıdır.

Bir insanın bir şeyden yararlanma hakkından çok, başkalarını o şeyden men etme hakkıdır.

İnsan doğasına aykırıdır; adaletsizliğin temelidir.

Özetle; kapitalizmin devamının, (“biz”) köleler tarafından sürdürülmesini sağlayan “hak”tır; emekçiler için “ağza sürülen bir kaşık bal”dır.

“Kutsal” falan olmayandır, yağmadır, hırsızlıktır; “La propriete, c’est le vol” denilendir.

Mülkiyet hakkı, kişinin eşya üzerindeki hâkimiyetidir ve de özel mülkü olanın mülk sahibi olmamanın adaletsizliğini fark etmesi zordur.

Mülkiyet derken mülkiyetin üretim ve tüketim olarak ikiye ayrılacağını bilmek gerekiyor. Tüketim araçları ev, diş fırçası gibi… Sosyalist sisteminde tanıdığı kişisel bir haktır. Ancak üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, artı değer sömürüsünü getirir ki, bu da hırsızlıktır. Artı değer sömürüsü çalışmadan emeğin sahibi olmadır.

Kapitalist yaklaşım, mülkiyet hakkının dağılımındaki farklılığın (yani eşitsizliğin) gelişmenin anahtarı olduğunu ve bu hakkın en önemli olgu olduğunu vaaz ederken; mülkiyet hakkı konusunda sosyalist yaklaşım bu hakkın her bireyde “eşit olması” gerektiğini söyler.

Kolektif mülkiyet malların ortak kullanımıdır. Yani özel mülksüzlük; ortak mülkiyet demektir.

Birçok kimsenin ve nesnenin bir araya gelmesidir; bireye değil toplumun bütününe ait olma durumudur.

Burada anımsatmadan geçmeyelim: Devlet merkezli planlı ekonomi =(eşittir) sosyalizm falan değildir. Devletçi kalkınma kavramı bazen kapitalizmin de uğradığı evrelerden biri olabilir.

Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin, devlet kontrolünde olması hâli, bazen Chávez pratiğindeki gibi kapitalist küreselleşmeye, neo-liberalizme karşı, üretim ve dağıtım süreciyle ilgili örgütlenmeyi emekçiler lehine demokratikleştiren alternatif özelliği kazanabilir.

Ancak bu bir sosyalizm değildir; olamaz da…

“İyi de sosyalizm nedir” mi?

 

  1. II) İNŞA HÂLİNDEKİ SOSYALİZM İÇİN BİR TASLAK

 

“Sosyalizm, gerçekleşemeyecek bir düş değildir. Toplumsal evrim sürecinde bir ileri adımdır,” der Leo Huberman ‘Sosyalizmin Alfabesi’nde…

Sosyalizm, öncelikle burjuva kapitalist sistemin devrimle alaşağı edilmesidir.

Uluslarüstü ve uluslararası bir harekettir.

“Biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin Sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz,” der V. İ. Lenin sosyalizm için…

Sosyalizm (ya da komünizm) V. İ. Lenin’in ‘Devlet ve Devrim’de ifade ettiği gibi, sınıfların, devletin, sınırların ve ayrımcılığın olmadığı dünya çapında bir sistemdir. Sosyalizm tek bir ülkede, bölgede ya da yerelde kurulamaz. Sosyalizm ancak dünya çapında veya bölgesel düzlemde kurulabilir. Bunun en temel nedeni de, sosyalizmin ortadan kaldıracağı kapitalizmin bir dünya sistemi olmasıdır.

İşçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırıp komünist topluma varabilmesi için bir ara asamadan geçmesi gerekir ki bu geçiş döneminin adı proletarya diktatörlüğüdür (ya da aynı anlama gelmek üzere, işçi demokrasisidir). İşçi sınıfı, devrimle birlikte burjuvazinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş olan devlet aygıtını yıkacak, onun yerine kendi ihtiyaçlarına uygun bir devlet (sönümlenen devlet) kuracaktır. Bu devletin idaresinde, kapitalizmde egemen olan demokrasi baş aşağı çevrilecek ve gerçek bir demokrasi hâline getirilecektir: İşçi ve emekçilere demokrasi, burjuvaziye diktatörlük! İşçi sınıfı bu demokrasiyi kendi özyönetim organları olan Sovyetler/ şuralar aracılığıyla işletecek, üreten olduğu gibi yöneten de olacaktır…

Kolay mı? Sosyalizm, kâr ve sömürüye dayalı özel mülkiyet yerine ortak mülkiyetin, azınlık yerine üretenlerin -doğrudan demokrasiyle- yönetimi özgür üreticiler topluluğudur.

Fırsatlar ile imkânların eşitliğiyle betimlenen kolektivist ideolojidir.

Kâra göre değil ihtiyaca göre üretimdir. Eşitlik, adalet, özgürlük saç ayağının toplumsallaştırılmasıdır. (M. Gorki’nin ‘Ana’sı, sosyalizmi anlatan iyi kitaplardandır.)

Toplum çıkarlarını birey çıkarlarına üstün tutan, kolektif mülkiyet ile kamu denetimi örgütlenmesidir.

Leon Troçki’nin ifadesiyle, “İnsan’ın oksijene olan ihtiyacı gibi sosyalizmin de demokrasiye ihtiyacı var”dır.

Sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi falan da değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişim/ dönüşüm, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulmasıdır.

Bunun yolu da bireysel kâr için bireysel çaba yerine, ortak yarar için ortaklaşa çabadır.

Mesela kumaş, para kazanmak için değil, insanlara giysi sağlamak için üretilir, bütün öteki mallar da öyle…

Kullanım için yapılan planlı üretimle, herkese, her zaman iş sağlanırken; insanların içindeki ekonomik depresyon, issizlik, yoksulluk ve güvensizlik duygusu kaybolur, bunun yerini beşikten mezara kadar güvenlik duygusu alır.

Nâzım Hikmet’in, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine” veya “sevgilimizin bizden ne şan, ne para,/ vefadan başka bir şey beklemeyişi” ya da “sosyalizm,/ devirmek dağları elbirliğiyle,/ ama elimizin öz biçimini,/ öz sıcaklığını yitirmeden,” dizeleriyle betimlediğidir…

İktidar ile üretim araçlarının emek tarafından kontrol edildiği toplum fikrine dayanan bir düşüncedir.

Fabrika, toprak gibi üretim araçların kamuya ait olduğu yardımlaşma-dayanışma düzeni olarak da adlandırabileceğimiz ve bu sebeple de artı değerin (kâr) topyekûn topluma mal edilmesi sistemidir.

“Yarin yanağından gayri, her şeyi, her yerde, hep beraber” diyenlerin düzenidir sosyalizm; üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile tüm sorunların çözümleneceğini iddia etmez. Bunun sadece uzun yürüyüşte dev bir ileri adım olduğunu ifade ederler.

Sosyalizm, özel mülkiyete karşıdır. Piyasa, fiyat mekanizması ve rekabetin hiçbir zaman toplum yararına işlemediğini öngörür.

Sosyalizm, komünizme geçiş dönemini hazırlaması gereken geçici bir evredir.

Sınıfsız bir toplum yaratmayı amaçlayan harekettir.

Sosyalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir.

Karl Marx kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesinin kaçınılmazlığını, tümüyle ve yalnızca, çağdaş toplumun gelişiminin ekonomik yasasından çıkarmaktadır.

Üretimin toplumsallaşması, sonunda, üretim araçlarının toplumun malı olmasına, “mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi”ne yol açmak zorundadır.

Ancak unutulmamalıdır ki Marx sosyalizmi bir geçiş aşaması olarak tarif etmekle beraber, kendi sistematiğinde nihai hedef olarak belirlediği sınırsız, sınıfız ve sömürüsüz bir dünya komünizmdedir.

Nihayetinde sınırlar ve sınıflar kalktığında devlet mekanizması da eski anlamıyla yok olacaktır. Bunun ötesinde yani ileriki dönemin ana hatları dışında bir şey çizmemiştir Marx…

Sosyalizm için V. İ. Lenin söyle der: “İşte kapitalizmin bağrından henüz çıkmış bulunan ve bütün alanlarda eski toplumun izlerini taşıyan bu sosyalist toplumu, Marx, komünist toplumun ‘birinci’, ya da alt evresi olarak adlandırır. Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün almak hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır.”

Fakat burada geçerli olan “eşit nitelikte emeğe eşit nicelikte ürün” ilkesi esasen birçok bakımdan eşit olmayan bireyleri bir tuttuğu için henüz burjuva hukuku geçerlidir. “Bir yandan üretim araçlarının ortaklasa mülkiyetini korurken, bir yandan da emek eşitliğini ve ürünlerin bölüşümündeki eşitliği korumakla yükümlü bir devletin zorunluluğu, bu nedenle sürer. Bundan böyle, kapitalistler olmadığı, sınıflar ve dolayısıyla tepesine binilecek bir sınıf olmadığı için, devlet sönümlenir.”

Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürür ne de cenneti yeryüzüne indirir. İddia edilen şey: Sosyalizmin kapitalizmin büyük kötülüklerine çare bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağı ve insanlar için daha büyük bir refah ve mutluluğun kapılarını açmaya yönelik -her aşamasında geri dönüşün mümkün olduğu- bir ileri adımlar dizgesi olduğudur.

Sosyalizm, zorunlu olarak, kapitalizmden devraldığı sömürü ilişkilerinin izlerini, yarattığı tahribatı, alışkanlıkları bir çırpıda kesip atamaz.

Bir altüst oluşu, burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasını içerip, yeni bir toplum kurmayı hedefleyen devrim, kapitalizmin yarattığı tahribat kolay kolay giderilemez. Kapitalizmin kirini-pasını, yarattığı olumsuz alışkanlıkları, çürümeyi, yabancılaşmayı bir çırpıda yok edemez.

Sosyalizm hiçbir zaman insanlara cennet vaat etmemiştir. Hele yüzyıllara varan sorunları, yüzyılların yarattığı önyargı, alışkanlıklar ve yaşam biçimini değiştirmek hiç kolay değildir.

Sosyalizm, bir cennet yaratmayacaktır. İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunların çözümüne talip olacaktır. Çünkü kapitalizmden sosyalizme geçiş düz bir hat izlemeyip, sosyalizm sorunsuz olmaz.

İnsan sosyal bir varlık ise, sosyalizm de en olması gereken ve “insana ait olan”dır.

“Maximization of leisure time” diyerek özetlenebilir. Yani “özgür/boş zamanın en fazlalaştırılması”dır…

Sosyalizm, insan(lık)ın özgürleşmesi organizasyonla ilgili ekonomi-politik teoridir. Sosyalizmin amacı, temel üretim araçları ile sosyal dağıtımı demokratik esaslara göre yönetmektir. Sosyalizm de rekabet yerine dayanışma, kâr yerine sosyal hizmet ve adil paylaşım söz konudur.

İnsanlık için son(suz) umuttur.

İnsanların, birbirinin üzerine basarak değil, el ele tutuşarak yaratıldığı bir güzellik dünyasıdır.

Nâzım Hikmet’in, “Çocukların ama bütün çocukların kırmızı elmalar gibi gülüşü” dizeleriyle betimlenendir.

Varoluşu sınıflı sömürünün veya kapitalizmin bünyesindeki özel mülkiyetçi kötülüklerin hayat bulmasına olanak vermemektir.

Sosyalizm ekonomik bir model olmanın ilerisinde etik ve moral değerleri de içeren bir ideolojidir.

Bir insanın bir başka insan üzerindeki sömürüsü ile bir ülkenin diğer ülke üzerindeki sömürüsünün kalkmasıdır; üretim ve tüketimde toplumsal olandır…

Kapitalizme karşı başkaldırının ifadesidir; ücretli kölelik sisteminin panzehiridir.

Toplumculuktur; toplumun ortak çıkarlarını gözeten bir sistemdir.

Ekmek ve özgürlük demektir; İnsanlığın kurtuluşudur.

Sosyalizmden ümit kesmek, kapitalizmden ümidi kesmemiş olmanın dışa vurumudur.

Sosyalizmin kolektif işçi sınıfının düzeni olduğunu ve bu düzenin, ancak ve ancak az veya çok şiddetli, zora dayalı bir devrim sonucu kurulabileceğini inkârdır.

Toplumsal mücadeleler ile sürdürülen sosyalizm, kesinlikle devlet kapitalizmi demek değildir.

Che’nin yalın bir şekilde, “Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur,” diye ifade ettiğidir…

Tüm insani değerleri kabul edip, benimser ve korur. Çünkü herkesin emeğine göre ekmektir sosyalizm.

Emeğin karşılığını almasıdır; sosyalizmde kimse açlıktan ölmez. Ancak bir sürü işçi çalıştırıp, az maaş vererek zengin de olamazsınız.

Siyasal ve sosyal eşitlik düşüncelerini dile getirirken; toplumun bir azınlığa hizmet etmek yerine dayanışma prensibine bağlı kalarak kendisine hizmet etmesini önerir.

Toplumsal ve bireysel dengeyi (maddi-manevi olarak) sağlayabilendir.

Onur çığlığı, isyan ateşi, direnç ışığı ve insanın insan olma gereğidir.

Sosyalizm katılımcılıktır; doğrudan demokrasidir. İktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrolüdür.

Sosyalizm salt ekonomik bir sistem değil, yüksek sosyal ahlâkın düzenlediği sosyo-ekonomik yapıdır…

Nihayetinde emeğin/ özgürlüğün ahlâkıdır.

Bir duvar yazısı, “Sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır” derken; sosyalizm hakkında konuşmak aslında kapitalizm denen mevcut sisteme karşı yükselen memnuniyetsizliğin alternatif ifadesidir.

Sosyalist üretim ilişkilerinde kapital sahiplerinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti ortadan kaldırılarak kamu mülkiyetine geçilir.

“Gerçekçi ol imkânsızı iste”dir. Sosyalist planlamadır. Eşitlikçi iktisadi sistemdir.

Üretim araçlarında özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti sağlamayı ve insanın insan sömürmesini önlemeyi amaçlar. Buna göre üretim kâr amacı ile değil, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için yapılır.

Kaçınılmaz olarak Onursuzluğun, adaletsizliğin reddidir. Özünde insan(lık)ı özgürleşmesidir.

Veya “Sosyalizm nedir” diye sorulan -günde 18 saat yeraltında çalışan- Bolivyalı maden işçisinin, “Güneşi hergün görebilmek” yanıtıdır…

Yani sosyalizm özgürlüğün toplumsallaştırılmasıdır.

Çeşitlilik ve çoğulculuktur.

Toplumsal ihtiyaca yönelik üretimdir. (Malum: Kapitalizm tüketime, sosyalizm ihtiyaca yöneliktir.)

Ezilen insan(lık)ı ayağa kaldıran ideolojidir.

Sosyalizmin toplumculuğu, “tüm insanların bir araya gelmesiyle oluşan yapı”dır.

Sefaletten saadete yönelen eşitlikçi özgürlüktür.

“Nasıl” mı?

CNN muhabiri devrim sonrası bir Küba köyüne gider. Sırtında küfeyle tütün tarlasından dönen Kübalı yaşlı kadını durdurur ve sormaya baslar.

-“Ülkenizde devrim olalı beş yıl oldu ve görüyorum ki yasam biçiminizde çok da bir değişiklik olmamış. İnsanlar yoksullukla boğuşuyor, yiyecek sorunu yaşıyorsunuz en basitinden elektrik bile yok su an evinizde…

-“Evet” der köylü ve ekler: “Devrim sonrası ambargodan kaynaklı çeşitli sıkıntılar yaşıyor olabiliriz. Evet şu anda evimizde elektrik olmayabilir. Ama eminim şu an Fidel’in de evinde elektrik yoktur. Eşitlik böyle bir şey olsa gerek…”

Sosyalizm de, “Herkesten emeğine göre, herkese emeği kadar”dır. Komünizm de, “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar”dır.

Herkesten yeteneği kadar alıp, ihtiyacı kadar vermek, çok yüksek bir üretim düzeyi gerektirir.

Marx’a göre, komünizme giden yolun ilk evresi…

İnsanlara insan gibi yaşama hakkı verir.

İyilik güzelliktir… Maviliklere sürülen motorların da benzinin bitmemesidir.

Bebelerin Kürtçe gülmesidir. Türkçe emeklemesi, Arapça anne deyip Çince mama yemesidir.

Sevgiliye karanfil almasını bilenlerin, aç kalıp da karanfil parasını yememesidir.

Suçun yok olmasıdır, cezanın da… Çalacak bir şey olmamasıdır. Boşalan hapishaneleri annelerin kiler zannetmesidir. Eskiden taş atan çocukların artık suda taş sektirmesidir.

Samanın zamanı gelir diye saklanmasına gerek kalmamasıdır. Samanlıkların hep seyran olmasıdır.

Tüm ağaçların yemiş vermesi ama tek bir dalın bile eğilmemesidir.

Prometheus’tur; emek’ten yanadır; “şiir” gibidir.

Beraber yaşamanın cebr-i âlâsıdır; ısrardır; halkın kendini yönetmesidir.

Terry Eagleton’in tanımıyla, “Başkasının mutluluğundan mutlu olma hâlidir.”

Başka bir ifadeyle “aşktır.”

Nevzat Çelik’in dizelerindeki “türkiye’de kürt olacağız/ kürtlerde ermeni/ ermenilerde Süryani/ gidip almanya’da türk olacağız

hollanda’da surinamli/ fransa’da cezayirli/ iran’da azeri/ amerika’da zifiri zenci olacağız/

çoğalan zencide mutlaka kızılderili/ israil’de Filistinli/ köpeğin karşısında kedi/ kedinin karşısında kuş olacağız

kuşun karşısında börtü böcek/ hakemler hep karşı takımı tutacak/ ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı

çiçeklerden kamelya olacağız/ az kolumuzun tarafında/ solda olacağız,” cüretidir sosyalizm…

Nihai kertede sosyalizm bir arayıştır, inşadır.

Bir, rejim değil, yaşam biçimidir.

 

II.1) SONUÇ: İLERLEMEYEN GERİLER!

 

Chávez pratiğinin, sözü ettiğimiz inşa hâlindeki sosyalizm ile bir ilişkisi olmadığı çok açıktır.

Her ne kadar “Devrim sürüyor. Daha da ileri gidiyor,” vurgusuyla Venezüella’nın Türkiye Büyükelçisi José Gregorio Bracho Reyes, “Devrim ilerliyor. Ama devrim varsa karşı devrim de vardır her zaman. Hem Venezüella’daki ulusal sağ hem de emperyalistler ellerinden geleni yapıyor. Mesela büyük şirketler ülkeyi terk edip Kolombiya’ya gidiyor. Sabotajlar, üretimi düşürmeler. Milyonlarca insanın hepsinin devrimci olması imkânsız. Eğer silahlı olmayan bir devrimse… Biz şunu söylüyoruz sürekli: Biz sosyalizmi inşa ediyoruz. Venezüella’da iki model çarpışıyor. Ve bugün ‘tamam her şey bitti’ diyemiyoruz. Bu inşa sürecinde bir devrimdir… Aceleci değiliz ama durmadan da ilerliyoruz,”[64] diyorsa da Venezüella sosyalist değil; sadece ulusalcı atılımlar yapan bir ülkedir.

Venezüella örneği gösteriyor ki, ülke içerisinde neo-liberal saldırganlık yok edilip, özel mülkiyet ilişkilerine müdahale edilmedikçe, halkçı reformlar sürdürülemez.

Evet, doğrudur: “Venezüella yol ayrımında”dır.

Venezüella’daki şiddet olayları, muhalefetin karşı devrim planlarını, kendi içindeki çatışmasını ve ABD’nin yaşananlardaki payını bir kez daha gündeme getirdi. Birçok cephede aynı anda savaşan Venezüella karşı devrimin pençesinden kurtulmak için anti-kapitalist önlemleri öne çıkararak, tekelci kapitalist özel mülkiyete el koyan mülkiyet değişimini devreye sokmalıdır… Yoksa!

Hayır Engin Demiriz’in, “Venezüella, dünyada emperyalizme, kapitalizme karşı bir direnişin odağı ve neo-liberal vahşi sömürünün bir seçeneği olabileceğini gösterdi,”[65] saptamasındaki hâli göklere çıkararak, halkçılık noktasına takılıp kalamayız!

Çünkü bir devrim ilerlemiyorsa, geriliyor demektir…

“Sosyalizmi yeniden icat etmeliyiz. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm olmaz ama yenisi ortaya çıkacaktır.[66] Bunun için çekişme üzerine değil de işbirliği üzerine kurulmuş olan sistemler geliştirmemiz lazım,” diyen Chávez pratiğinin ilerlemediği, ortada “yeni bir şey” olmadığı ve kendini tekrarla sınırlandığı, hepimizin/ herkesin malumudur.

Ancak görünen odur ki, “Sosyalizmin tarihini yeniden incelemenin, sosyalizm kavramına itibarını yeniden iade etmenin… ve XXI. yüzyıl sosyalizmine gidecek bir yol keşfetmenin” gerekliliğini açıklayan Chávez pratiğinin, “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” vurgusu, ne olup olmadığından bağımsız, geniş bir çevreyi etkilemiştir.

Mesela D. L. Raby’e göre, “XXI. yüzyıl sosyalizmi birçok bakımdan öncellerinden farklı olacak ve önceki ortodoksinin tersine, kesin belirlenmiş formüller sunmayacak, bilakis öncekilerden daha yaratıcı, daha dinamik ve son aşamada daha esnek olacaktır veya daha doğrusu olmalıdır.”[67] Ancak D. L. Raby’nin işaret ettiklerinde, öznel “dilek ve temenniler” dışında herhangi bir tarif söz konusu değildir.

  1. Utku Şentürk’ün, “İlk defa Porto Alegre Dünya Sosyal Forumu’nda Chávez tarafından telaffuz edilen XXI. Yüzyıl Sosyalizmi kavramı,[68] küresel ölçekte ciddi bir yankı uyandırdı. Birçok ülkedeki komünist ve sosyalist partiler, XXI. Yüzyıl Sosyalizmi açılımını benimseme eğilimi gösterdiler, farklı siyasi görüşlerden birçok aydın, akademisyen ve siyasetçi bu yeni kavramı selamladı,” diye betimlediği “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” hakkında, “Chávez dünyadaki sosyalizm uygulamalarının halkların eşitlik ve özgürlük özlemlerine yeterince cevap veremediğinin farkındaydı. ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ kavramı böyle bir arayışın ifadesi kabul edilebilir. Konuşmalarında Troçki’den Gramsci’ye Rosa Lüksemburg’a uzanan referanslarla ünlü devrimcilerden öğrenme isteğinin altını çizse de, ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi katılımcı ve demokratik olmalı’ yolunda isabetli saptamaların ötesinde ideolojik ve pragmatik çerçeve bir türlü çizilemedi. Chávez’in başlattığı yerden bu arayışı derinleştirme sorumluluğu ise hepimizin önünde duruyor,”[69] diyen Hayri Kozanoğlu’nun ifadelerine katılmak mümkün değildir.

Çünkü “hümanist yeni tip bir sosyalizm” vurgusu; “eski(meyen)ye itiraz” dışında yeni bir ekonomi-politika önermenin uzağındadır; olsa olsa bir “retorik”tir.

Söz konusu “retorik”in yani “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” söyleminin ardında Latin Amerika’da yükselen “sol dalga” gerçeği yatıyordu.

Anımsanacağı üzere: “90’lı yıllarda, ‘Latin Amerika’ yeniden kıpırdadı. 70 ile 90 arasında kıtadaki hemen her ülke faşist diktatörlüklerle yönetilmeyi denemiş, büyük acılara ve kayıplara rağmen halklar sürekli olarak mücadelelerini sürdürmüş, örgütlerini yeniden inşa etmeye çalışmış, yıkılan faşist diktatörlüklerin elebaşılarını yargılamış, pek çoğunu mahkûm etmiş, az çok bir demokrasiye kavuşmuşlardı. Ama daha ilerisini istemenin vazgeçilemez hakları olduğu genlerine kazınmıştı bir kere. O yüzden, ‘sosyalizm’, ‘eşitlik’, ‘özgürlük’, emperyalizme hayır’, ‘faşizme hayır’ diyen partilerin, örgütlerin arkasından yürüdüler. Bu kez ille de ihtilalci yollardan gitmeleri gerekmediği söyleniyordu üstelik; genel seçimlerle istediklerini yapabilirlerdi. Böylece, hemen hemen aynı anda, Venezüella’da Chávez, Brezilya’da işçi sendikacı kökenli Lula, Arjantin’de Kirchner, Bolivya’da, Morales, Şili’de Michelle Bachelet, hepsi ‘ezilen sınıflardan ya da eski gerilla hareketlerinden gelen sosyalist’ başkanlar olarak seçildiler.

Bu gelişme karşısında, ‘Yeni Sosyalizm’, ‘XXI. Yüzyıl Sosyalizmi’ kavramı icat edildi. Kazanılan seçimler, özellikle Marksist devrim ve sosyalizm teorisinden umudunu kesmiş aydınlar arasında ‘kapitalizmin dönüştürülmesi’ veya ‘aşılması’,’kapitalizmin ötesi’, ‘Alternatif Küreselleşme’, ‘Dayanışmacı Ekonomi’, ‘Dünya Demokrasisi’, ‘Bolívarcı Devrim’, ‘XXI. Yüzyıl Sosyalizmi’, ‘Demokratik Sosyalizm’,’Özgürlükçü Sosyalizm’ gibi bir kısmı Marksizm’den de eski olan kavramların yaygın kullanımına yol açtı. Yeni bir sosyalizm çağına giriliyordu!

‘İşçi sınıfının tarihsel rolü’, ‘işçi sınıfı önderliğinde devrim’,’devrimde Komünist Partisi’nin önderliği’,’ üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermek’, ‘proletarya diktatörlüğü’ gibi lafları hiç etmeyen, hatta bunları eskimiş ve geçersiz ilan eden bu sosyalizm, kısa sürede özelleştirmeler, piyasanın belirleyiciliği kavramına dayanan uygulamalara hız verilmesiyle balon gibi sönmeye başladı.

Yalnızca Chávez emperyalizme karşı direniyor, halkçı toplumsal uygulamalarda hız kesmiyordu.

Özellikle petrol şirketlerine karşı etkin bir ulusallaştırma programını yürürlüğe koyduktan sonra, halkın hayat düzeyinde ve örgütlenmesinde, eğitimde ve sağlıkta önemli gelişmeler sağlandı. Chávez, ‘yeni insanın inşasını hedef alan’ bir ‘sosyalizm’, ‘Bolívarcı Sosyalizm’ adını verdiği ekonomik ve sosyal uygulamalara yöneldi. Gerçi özel mülkiyet ve sermaye sınıfının etkin varlığı devam ediyordu ama petrol gelirlerinin büyük ölçüde sosyal uygulamalara ayrılması halkın yaşamında gerçekten önemli iyileştirmeler sağlıyordu. Chávez, işçi sınıfı iktidarından söz etmiyordu, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel biçimi hiç umurunda değildi, aksine, ‘ıslah edilmiş bir kapitalizm’. ‘kapitalizmin aşılması’ gibi, sermaye sistemini esas alan reformlar peşinde olduğunu söylüyordu. Ama buna ‘sosyalizm’ diyordu. Çünkü halkın istediği sosyalizmdi, özlediği sosyalizmdi…

Chávez, diğer ‘sosyalist’ başkanlar gibi fos çıkmadı. Çünkü dayandığı önemli bir petrol geliri vardı ve inandığı yolda yürürken önüne çıkan engelleri güç kullanarak bertaraf etmekten çekinmemişti. Büyük tantanayla ‘yeni bir devrim’ olarak ilan edilen ‘seçilmiş başkanların XXI. Yüzyıl sosyalizmleri’ fasa fiso işler hâlinde sönerken onun uygulamaları halkını mutlu etti. Doğrudur, Venezüella halkı ‘baba’ bildiği başkanını kaybetti. Kendilerine biraz olsun nefes aldıkları, aç ve açıkta kalma korkusunu yendikleri bir dönem yaşattı.”[70]

Hepsi buydu; bu kadardı; ne bir fazla ne de bir eksik…

Yeri geldi hatırlatayım: Meclisteki 2010’un yeni yıl konuşmasında, “Marksist ve Hıristiyan olduğumu ilk kez buradan ilan ediyorum. Ben Marksist olduğum kadar Hz. İsa’nın da müridiyim. Aynı şekilde Amerika’nın kurtarıcısı Simón Bolívar’ın da… İsa’nın kapitalist olduğunu kim söylüyor? İsa hepimizden daha radikaldi. İsa, ‘Zenginin cennete gitmesi iğne deliğinden geçmekten daha zordur’, derdi”[71] söylemiyle “Chávez, iyi bir Hıristiyandı… Sosyalizmle Hıristiyanlığı birleştirmeye çalıştığı bir tür sosyalizm savunucusuydu. Böyle sosyalizm olur mu? Tabii ki olmaz. Avrupalı bir danışmanı ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ adını takıp ‘piyasa’yla ilişkilendirmeye çalışmıştı. Olur mu? Bu hiç olmaz!

Sosyalizme dair söyledikleri bir yana… Chávez büyük adamdı. Hem de iyi bir adamdı…

Chávez, evet, ‘sosyalizmi’ problemdi, sosyalist değildi… Ulusçuydu. Yurtseverdi. Dünyanın tüm ezilen uluslarıyla arası iyiydi.

Emperyalizm karşıtlığı onun halkçı damarını besledi. Yoksullarla arası iyiydi, yoksullar onu seviyordu, çünkü petrolü ulusallaştırarak el koyduğu uluslararası şirketlerin halktan gaspetmiş olduğu gelirleri tekrar halka yöneltmiş, halk için harcamıştı. Venezüella’da sağlık da parasızdı, eğitim de. Yoksulların belirli bir gelir seviyeleri garanti edilmişti. Emperyalistler ve Venezüella tekelleri onu devirmeye çalıştılar hep. Halk ise sevdi ve savundu.”[72]

Tekrarlıyorum: Hepsi buydu; bu kadardı; ne bir fazla ne de bir eksik…

Ya radikal sosyalizm mi?

Hatırlatayım: Her şeyin yok olduğunu düşündüğün anda gelecek hâlâ yerindedir…

 

7 Nisan 2014 17:40:28, Ankara.

 

N O T L AR

[1] Özgür Üniversite’nin 19-20 Nisan 2014 tarihinde İstanbul’da ‘Alternatif Bir Ekonomik Model Mümkün’ başlığıyla düzenlediği sempozyumun birinci oturumunda yapılan konuşma… Arasöz Dergisi, Ocak 2016…

[2] Paul Valery.

[3] Venezüella Analysis, 18 Kasım 2005.

[4] Norbert Rehrmann, Simón Bolívar, Çev: Hulki Demirel, İletişim Yay., 2012.

[5] Karl Marx, “Bolívar y Ponte”, Aralık 1857-7 Ocak 1858, marxists.org

[6] Eva Golinger, “Obama, Chávez Karşıtlarını Finanse Edecek”, Birgün, 4 Mart 2011, s.10.

[7] Anita Ogurlu, “İyi Bir Yaşam İçin Ulusal Plan: Quito 2012”, Birgün, 29 Haziran 2012, s.10.

[8] Eva Golinger, “Arka Bahçeden Çok Kutuplu Dünyaya”, Aporrea, 25 Ekim 2010.

[9] Ataol Behramoğlu, “Chávez Örneği”, Cumhuriyet, 16 Mart 2013, s.6.

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Chávez’in Ardından – II”, Cumhuriyet, 13 Mart 2013, s.4.

[11] Mahmut Hamsici, “Hugo Chávez: James Petras Venezüella Liderini Anlatıyor”, Gündem, 12 Mart 2013, s.12.

[12] http://Venezüellanalysis.com/analysis/7513

[13] Ergin Yıldızoğlu, “Chávez’in Ardından – 1”, Cumhuriyet, 11 Mart 2013, s.11.

[14] Thomas Ponniah, “Devletçi Solun Yenilenmesi mi?”, Sendika.Org, 24 Kasım 2011.

[15] Eric Draitser, “ABD ve Venezüella, Yoksulluk ve İlerleme”, Evrensel Pazar, 10 Mart 2013, s.16.

[16] Elif Görgü, “Venezüella’da Dönülmez Akşamın Ufku”, Evrensel Pazar, 21 Nisan 2013, s.11.

[17] Erinç Yeldan, “Chávez’in Öğrettikleri”, Cumhuriyet, 13 Mart 2013, s.9.

[18] The Independent, 8 Ekim 2010.

[19] The New York Times, 9 Ekim 2012.

[20] Tamara Pearson, “Venezüella Kapitalistlerin Golf Sahası Değildir”, Birgün, 4 Mart 2011, s.10.

[21] Ahmet İnsel, “Chávez’in Zaferi ve Çelişkili Venezüella Tablosu”, Radikal, 9 Ekim 2012, s.14.

[22] Yücel Özdemir, “Güle Güle Comandante”, Evrensel, 9 Mart 2013, s.11.

[23] Metin Yeğin, “Kapitalizm Kanser Yapar”, Gündem, 21 Mart 2013, s.17.

[24] Semih Samyürek, “Hugo Chávez’in Venezüella’sı”, Radikal, 7 Mart 2013, s.15.

[25] Hilal Kaplan, “Chávez’in Hakkı Chávez’e”, Yeni Şafak, 10 Mart 2013, s.15.

[26] Angélica González, “Hâlâ Kapitalist Bir Ülkeyiz Ama Devrim İlerliyor”, Evrensel, 24 Eylül 2012, s.8.

[27] Ulaş Başar Gezgin, “Chávez Sonrası Venezüella Nereye Gider?”, Evrensel Pazar, 10 Mart 2013, s.14-15.

[28] D. L. Raby, Demokrasi ve Devrim, Günümüzde Latin Amerika ve Devrimi, çev: Ertan Günçiner, Yordam Kitap, 2007, s.15-16.

[29] Metin Yeğin, “Chávez Öldü mü?”, Gündem, 26 Nisan 2012, s.13.

[30] Chávez dönemi istatistikleri: Carles Muntener (Halk Sağlığı Profesörü, Toronto Ünv.), Joan Benach (Halk Sağlığı Profesörü, Barcelona Pompeu Fabra Ünv.) Maria Paez Victor’un (Sosyolog, Venezüella) “Los Logros de Chávez y La Revolución Bolívariana/Chávez ve Bolívarcı Devrim’in Başarıları” başlıklı makalelerinden alınmıştır.

[31] http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=20702

[32] Asad İsmi, “The Bolívarian Revolution Gives Real Power To The People.” The Canadian Centre For Policy Alternatives Monitor, December 2009/January. http://www.policyalternatives.ca/…evolution-part-iv

[33] Cem Kaplan, “50 Maddede İcraatları”, 13 Şubat 2013…http://blog.radikal.com.tr/…Chávez-icraatlari-16853

[34] https://www.cia.gov/…rld-factbook/geos/ve.html#econ

[35] Ozan Özlem, “Venezüella Başkonsolosu José G. B. Reyes: Avrupa Solu ‘Light’ Hâle Geldi; Biz Solun Değerlerini Savunduk”, Birgün, 8 Kasım 2009, s.6.

[36] Slavoj Zizek, “Avrupa’nın Geleceği Osmanlı Gibi Olmalı”, Radikal, 2 Ekim 2011, s.40-41.

[37] “Ekvador’da Medya Özgürlüğü Boğuluyor”, The Washington Post, 29 Temmuz 2011.

[38] Atilio Boron, “Chávez’in Zor Sınavı”, Venezolana de Television, 6 Temmuz 2011.

[39] Marc B. Haefele, “Latin Amerika’da Özgür Basın Sorunsalı”, Los Angeles Times, 13 Nisan 2011.

[40] Vaclav Havel, “Chávez Adaleti Esir Aldı”, The Guardian, 3 Nisan 2010.

[41] Ignacio Ramonet, “Venezüella Savaşı Kızışıyor”, Le Monde Diplomatique, Eylül 2010.

[42] “Demokrasiye Karşı Şiddet Savaşı”, Evrensel, 27 Nisan 2013, s.11.

[43] Melih Altınok, ‘İtirazım Var’, Taraf, 12 Mart 2013, s.5.

[44] Salih Tuna, “Buyurun Bakalım Bu da Chávez’e ‘Fethullahçı’ Selamı”, Yeni Şafak, 9 Mart 2013, s.2.

[45] Cüneyt Özdemir, “Chávez’i Bir Tek Nihat Doğan Anladı, O da…”, Radikal, 8 Mart 2013, s.8.

[46] Ahmet Yaşaroğlu, “… ‘Komutanlardan’ Chávez Olur mu?”, Evrensel, 15 Mart 2013, s.9.

[47] “Caracas’ta Kızıl Dalga”, Cumhuriyet, 9 Mart 2013, s.12.

[48] “Hepimiz Chávez’iz”, Cumhuriyet, 7 Mart 2013, s.8.

[49] Akyan Sever, “Venezüella’da Neler Oluyor?”, Gündem, 22 Şubat 2014, s.14.

[50] Metin Yeğin, “Venezüella’da Neler Oluyor?”, Gündem, 20 Şubat 2014, s.12.

[51] Metin Yeğin, “Venezüella’da Neler Oluyor? -II”, Gündem, 27 Şubat 2014, s.27.

[52] Elif Görgü, “Venezüella Çatışıyor; Ya Ne Olacaktı?”, Evrensel, 23 Şubat 2014, s.7.

[53] “Venezüella’dan ABD’ye Sert Yanıt”, Evrensel, 6 Nisan 2014, s.7.

[54] Elif Görgü, “Venezüella’da Yoksullar Eylemde Değil Hedefte”, Evrensel, 6 Nisan 2014, s.7.

[55] İbrahim Varlı, “Venezüella’da Karşı Devrim!”, Birgün, 18 Şubat 2014, s.14.

[56] Ahmet İnsel, “Otoriter Demokrasilerde Darbe Umacısı”, Radikal, 18 Şubat 2014, s.14.

[57] National Endowment for Democracy (NED), ve the US Agency for International Development (USAID)

[58] Bkz: http://www.democracynow.org/2004/11/29/cia_documents_show_bush_knew_ofhttp://books.google.co.uk/books/about/The_Chávez_Code.html?id=k51AwjhxmekC&redir_esc=y

[59] Ronnie Turus, “Nuray Sancar ve Ahmet İnsel”, 19 Şubat 2014… https://groups.google.com/forum/#!topic/kuyerel/NIc9PYhUMeo

[60] Mehmet Çiftçi, “Venezüella Lideri: Twitter’ı Yasaklatmam Çünkü…”, Hürriyet, 23 Mart 2014… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26067148.asp

[61] Ergin Yıldızoğlu, “Chávez ‘Olayı’…”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2012, s.10.

[62] http://www.radioagencianp.com.br/

[63] Erol Anar, “Venezüella Üzerine Notlar (1)”, Evrensel, 29 Temmuz 2012, s.10.

[64] Arif Koşar, “Venezüella Eşeğe Eşek Diyen Ülke!”, Evrensel, 8 Eylül 2013, s.9.

[65] Engin Demiriz, “Che’ye Armağan”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2012, s.9.

[66] “Yeni”den söz eden Chávez’in, 22 Nisan 2007 tarihli ‘Alo Başkan’ programında, “Kendimi Troçkist olarak tanımlayamam fakat kendimi Lev Troçki’ye yakın hissediyorum. (…) Örneğin sürekli devrim son derece önemli bir tezdir. Herkes onu okumalı, incelemeli,” (http://sdyeniyol.org/…catid=72:duenya dan&itemid=124) demesi “eski(meyen)” tartışmalardan kopamadığının, kopulamadığının anlamlı da bir verisidir.

[67] D. L. Raby, Demokrasi ve Devrim, Günümüzde Latin Amerika ve Devrimi, çev: Ertan Günçiner, Yordam Kitap, 2007, s.243-347.

[68] Brezilya’daki ‘Dünya Sosyal Forumu’nun kapanış konuşmasında vizyonunu şöyle tarif eder: “Her gün daha fazla emin oluyorum ki, aklımda hiç bir kuşku yok ki ve pek çok aydının dediği gibi, kapitalizmi asmak gereklidir. Ama kapitalizm, kapitalizmin kendisiyle aşılamaz, sosyalizmle, gerçek sosyalizmle, eşitlik ve adaletle aşılabilir. Ama aynı zamanda kuşku duymuyorum ki bunu demokrasi altında yapmak mümkündür ama Washington’un empoze ettiği tarzda demokrasiyle değil.

Sosyalizmi yeniden icat etmeliyiz. Bu, Sovyetler Birliği’nde gördüğümüz gibi bir sosyalizm olamaz, rekabet yerine işbirliğine dayalı yeni sistemler geliştirdikçe ortaya çıkacaktır.

Dünya kapitalist sisteminin çerçevesi içinde dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun vahim fukaralık sorununu çözmek olanaksızdır. Kapitalizmi aşmalıyız. Ama Sovyetler Birliği’ndeki sapmayla aynı şey demek olan devlet kapitalizmine de başvuramayız. Sosyalizmi bir tez, bir proje, bir yol olarak sahiplenmeliyiz ama her şeyin önüne makineleri veya devleti değil insanları çıkaran, hümanist yeni tip bir sosyalizmi.”

[69] Hayri Kozanoğlu, “Bu Dünyadan Chávez Geçti”, Birgün, 12 Mart 2013, s.10.

[70] Aydın Çubukçu, “Başkan Baba’nın Mirası!”, Evrensel Pazar, 10 Mart 2013, s.12-13.

[71] “Marksist Hıristiyanım”, Radikal, 17 Ocak 2010, s.9.

[72] Mustafa Yalçıner, “İşte Ulusallık Abidesi: Chávez”, Gündem, 9 Mart 2013, s.13.

 

Exit mobile version