Ana SayfaBAŞYAPITI ‘GABO’NUN KENDİSİYDİ, HAYATIYDI/ TEMEL DEMİRER

BAŞYAPITI ‘GABO’NUN KENDİSİYDİ, HAYATIYDI[*]/ TEMEL DEMİRER

“Bir sona geldiğin için ağlama,

onu yaşadığın için gülümse.”[1]

 

7 yaşındayken biz(ler)i bırakıp gitti Gabriel García Márquez…

“Öldü” denilen  ‘Gabo’, “Ben ölümden korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum”… “Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse”… “Kişi ölmesi gerektiğinde değil, ölebildiğinde ölür,” derken; ‘Kolera Günlerinde Aşk’ta da ekliyordu: “Hiçbir şey insana, kendi ölümü kadar benzeyemez…”

Doğrudur… “Ölüm” dedikleri, kalkıp gidişiyle hepimizi bir kez daha sarstı; ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, ‘Kırmızı Pazartesi’, ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’, ‘Labirentindeki General’, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’, ve ‘Albaya Mektup Yok’ vd. “büyülü” yapıtlarındaki gibi…

Yapıtları “büyülü”; kendisi de, “İnsanın kendini sanata adaması, tüm adanmışlıkların en gizemlisidir; insanın tüm hayatını vermesi ve karşılığında hiçbir şey beklememesi gerekir,” diyen bir “büyücü”ydü…

“Büyülü gerçekçilik”in öncüsü Márquez’in, ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ adlı otobiyografik yapıtındaki ifadeyle, “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır…”

“Ölüm” dedikleri, kalkıp gidişiyle ilk akla gelen 1982’deki o ünlü Nobel konuşması oldu. “Güzel ve yalnız kıta Latin Amerika”nın kükreyen sesiydi o. Konuşmasında Latin Amerika’nın “şeytansı diktatörlerine” meydan okurken, dini baskı aracı olarak kullanmalarına lanet ederken, Batı’nın ikiyüzlülüğünü de vurguluyordu. Batı, Latin Amerika edebiyatına, sanatına kucak açıyor ama toplumsal ve politik kimliğini, sömürgecilikten gelen bir alışkanlıkla yok sayıyor ve küçümsüyordu…

Kolay mı? “Márquez bilenmiş bir anti-emperyalistti. Sosyalistti. Sözü kadar eylemleriyle de politikanın içindeydi. Eşsiz bir anlatıcıydı. Sapına kadar gazeteciydi.”[2]

17 Nisan 2014 günü yitirdiğimiz Márquez’in, iki yıl önce demans (bunama) hastası olduğunu ve yazmayı bıraktığını açıklanmıştı.

6 Mart 1927’de Kolombiya’nın kuzeyindeki yoksul Aracataca kentinde doğdu. İki iç savaşa katılan, insan hakları eylemcisi büyükbabasından etkilenen yazar, büyükannesinin anlattığı halk hikâyeleriyle büyüdü.

Küçük yaşlardan itibaren anneannesi ve dedesinin yanında kalmış ve asker dedesinin karizmatik kişiliği ile küçük hikâyeler anlatan anneannesinin etkisinde büyüdü. Yaygın lakabıyla ‘Gabo’nun hayatında kendisinin de sıklıkla ifade ettiği üzere en önemli etki anneannesiydi. Anneannesinin anlattığı küçük hikâyelere ve onun anlatış tarzına hayranlıkla büyümüş, ilk üslup hocası olarak kendisine anneannesini gördüğünü bizzat kendisi birçok vesileyle ifade etmişti.

Cizvit okulunda hukuk öğrenimi gördü ve gazetecilik yapmak için okulu bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yapan Márquez, öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı. William Faulkner’dan etkilenen García Márquez, ilk romanını 23 yaşında yazdı. 1955’te yayımlanan ‘Yaprak Fırtınası’ ilk kitabıydı. Ardından 1961’de ‘Albaya Mektup Yazan Kimse Yok’ adlı romanını, 1962’de de iki eseri ‘Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’ adlı öykü kitabı ve ‘Kötü Saatte’yi yayınladı.

Yazar, en tanınmış romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı (1967) Meksika’ya ilk gidişinde yazdı.

Kitabı yazmak için günde altı paket sigara ile odasına kapanıp 18 ay boyunca durmadan yazdı ve kitabı bitirdi. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden etkilenerek yazdığı öykülerini ‘İyi Kalpli Erendina’ (1972) başlıklı yapıtta toplayan O, daha sonra sırasıyla ‘Mavi Bir Köpeğin Gözleri’ (1972), ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ (1975), ‘Kırmızı Pazartesi’ (1981), ‘Kolera Günlerinde Aşk’ (1985), ‘Labirentindeki General’ (1989) yayınladı.

Şilili bir göçmenin memleketine dönüş deneyimini anlattığı romanının 15 bin nüshası Şili hükümetince yakıldı. 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, 1986’da ünlü romanı ‘Kolera Günleri’nde Aşk’ı yayımladı.

Bir röportajında “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da geç öyle olacak” diyen Márquez, Fidel Castro’yla dosttu. Küba Devrimi’ni destekleyen yazar 1959’da Castro’yla tanıştı. Devrim için yazı ve röportajlar yayınladı. Her zaman politikanın içinde olan yazar Kolombiya hükümet ile gerilla örgütleri ELN, FARC arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yaptı.

Faulkner’ın etkisinde Kafka’nın sarstığı yüzyılın en büyük yazarlarından biri olan ‘Gabo’, Latin edebiyatının en önemli temsilcilerindendi.

Onun en büyük özelliklerinden birisi, kıtasının yalnızlığını paylaşmasıydı…

Hatırlanacağı üzere 1982’de Nobel komitesi, “Fantastik ve gerçek olayları hayal dünyasında harmanlayıp romanlarında ve kısa hikâyelerinde, bir kıtanın çatışmalarını ve hayatını yansıttığı” için Márquez’i Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görür. Nobel konuşmasının başlığı ise “Latin Amerika’nın Yalnızlığı”dır.

1999 yılında kanser teşhisi koyulan Gabo, arkadaşlarıyla daha az görüşür, telefonunu fişten çeker, yapacağı bütün seyahatleri ve programlarını iptal eder ve yazmak için adeta kendini eve kilitler. Bir taraftan gazete ve dergilere yazılar kaleme alırken bir taraftan da “son romanı” unvanını taşıyacak olan ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ı kaleme alır ve roman 2004 yılında yayımlanır. Bu kitaptan bir yıl sonra Márquez’e Alzheimer teşhisi konur.

Romanlarının büyük bölümü, Karayip Denizi kıyısında ya da kıyıya yakın yerlerde bulunan hayali ya da belirsiz kasabalarda ve köylerde geçen Márquez’in kitaplarının pek çoğu bir ölümle başlar. Kimisine göre ölümden korkan Gabo, “Ben ölümden korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum,” der ve ekler: “Ölümle ilgili problem şu: Sonsuza kadar sürüyor.”

“Sonsuza kadar süren ölüm”le arası hiç iyi olmayan ‘Gabo’, hep hayatı savundu. XX. yüzyılın büyük romancılarındandı. Latin Amerika Rönesansı’nın esin kaynağı, lokomotifi, canıydı sanki…

En büyük ilham kaynağı Hemingway, James Joyce ve Virginia Woollf’ün yanında Nobel konuşmasında “usta” olarak nitelendirdiği Wiliam Faulkner’du.

Márquez Küba lideri Fidel Castro’nun çok iyi arkadaşıydı. O kadar iyi ki, kitapları daha basılmadan ona gönderiyor ve o da hemen okuyordu. Castro Batı dünyası tarafından tecrit edildiğinde de hep onun yanındaydı.

Sandinistalara destek veren Ona, ABD, “komünist” olduğu gerekçesiyle, çok uzun yıllar vize vermeyi reddetmişti…

Asla eğilip, bükülmeyen dik duruşuyla, “Hiçbir zaman girift ‘anlatım teknikleri’ peşinde olmadım. Yakalamak istediğim tek şey, ‘şiir diliydi’. Romanlarımı hep ‘şiir diliyle’ yazmaya çalıştım,” diyen ‘Gabo’, anlattıklarında masalsı denecek olaylara yer verirdi. Örneğin dağda vurulan bir delikanlının kanı dağı ve ovayı geçip anasının ayakları dibinde göllenir. Ana ayaklarının dibindeki kanı görünce oğlunun öldürüldüğünü anlar. Bu anlatım eleştirmenlerce sürrealist ya da “büyülü gerçekçilik” diye tanımlanır. Márquez’se bu tür tanımlara tek yanıt verir: “Sürrealizmim (gerçek üstücülüğüm) Latin Amerika’nın realizminden (gerçeklerinden) kaynaklanıyor”.

Pek çok edebiyatçının hor gördüğü gazeteciliği de bu yüzden över: “Ben gazeteciyim. Ben her zaman gazeteci oldum. Eğer gazeteci olmasaydım kitaplarım asla yazılamazdı. Çünkü bütün malzemeler gerçeklikten alınmıştır.”

Evet O gazeteciydi… Hayatını kazanmak için yapıyordu bu mesleği… Ve 1950’li yıllarda işini kaybettiğinde aç kalma tehlikesi yaşamıştı. Paris’e gitmiş, çöp tenekelerindeki şişeleri toplayıp satmak zorunda kalmıştı.

“Onu kim işinden etmişti?” diye merak ederseniz; “Rojas Pinilla diye bir adam tarafından işinden edilmiş”…

O, Kolombiya’nın 19’uncu cumhurbaşkanıydı. Askeri darbeyle gelmiş bir diktatör yani…

Márquez’in çalıştığı gazeteyi kapattırınca, o da işsiz kalmıştı!

The Paris Review’deki söyleşide Peter Stone’un,  “Yazmaya nasıl başladınız?” sorusunu, “Çizerek. Karikatür çizerek. Okuma-yazmayı öğrenmeden önce evde ve okulda karikatürler çizerdim. Liseye geldiğimde ise adım yazara çıkmıştı. Oysa henüz hiçbir şey yazmamıştım! Dilekçe, broşür yazma gibi işleri hep bana yaptırdıkları için herkes bana yazar diyordu,”[3] diye yanıtlayan Márquez, Latin Amerika’dan çıkan birçok yazarın öncüsüydü. Edebiyatını besleyen iki atar damar çocukluğu ve gazeteciliğiydi…

Gabriel García Márquez, İspanyolca edebiyat ve özellikle Latin Amerika edebiyatı için ön açıcı bir isimdi. ‘Latin patlaması’ diye hatırlanan, 60’ların sonundan itibaren dili, politik tavrı ve yazdıklarıyla dünyada çok ilgi çeken Julio Cortazar, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa gibi yazarların öncüsü Márquez’di. Márquez’in büyülü gerçekliği, aslında çok zengin bir anlatı geleneğini hızlı, enerjik bir dille, herkesin seveceği yalın metinlere dönüştürebilmesiydi. Geniş kitleleri etkileyen, kendine çeken bu üslubuyla bir dünya yazarı oldu.

Bu özelliğiyle Márquez’in geniş yelpazesinde Emile Zola’nın gerçekçiliğine yakın tarzda kaleme aldığı siyasi öykü ve romanlarında, XX. yüzyılın ve özellikle de üçüncü dünya ülkelerinin diktatörleri anlatılır. Geleneksel gerçekçi üsluplarıyla bu eserler yazarın adıyla birlikte anılan büyülü gerçekçilikten uzak diyebileceğimiz yapıdadır. ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’,[4] ‘Labirentteki General’,[5] ‘Albaya Mektup Yok’,[6] ‘Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’[7] yazarın sevdiği motifleri kullanır.

Bu eserleri birbirlerine bağlayan motiflerin başında mekân olarak kullandığı hayali Latin Amerika kentleri gelir. Bu nedenledir ki Şili’den Meksika’ya her Latin Amerika ülkesi kendi kültüründen ve siyasi geçmişinden izler bulur onun yazdıklarında. Darbeler, deprem, sel gibi doğa felaketleri, veba ve kolera gibi salgın hastalıklar, Kuzey Amerika’nın güdümündeki diktatörler ve Kuzey’in sömürgeciliğine direnen yoksul dindar halklar, gerillalar, devrimciler, bu hayali kentleri bir kılar. Márquez’in bir diğer motifi, muhafazakârlarla liberallerin çatışmasından kaynaklanan iç savaşlardır. Bu motifiyle şiddeti ön plana alır.

Yazarın bir de ne ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ gibi büyülü ne de ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ gibi gerçekçi olan, her ikisinden de izler taşıyan stilde yazdığı romanlar vardır. İlk akla gelenler ‘Kolera Günlerinde Aşk’, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ ve ‘Kırmızı Pazartesi’dir. Bu romanlarında sanki aşkın ve tutkunun büyüsünün kendiliğinden ortaya çıkması için müdahale etmez kurguya. Bu romanlarda masalsı dilinin üstüne şeffaf bir tül sermiş gibidir, hayatın kendi büyüsünü görmemizi ister.[8]

1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, Márquez’in başyapıtı olarak tanınır.

“Latin Amerika’ya muzu zehir eden, ne yazık ki hâlâ da dünyanın en büyük ikinci muz şirketi olan, o zamanki adıyla United Fruit Company, bugünün Chiquita’sının suçlarına tüm Kolombiyalılarla birlikte tanıklık etti.

Muz plantasyonları ile çevrili Aracataca’da doğmuş ve büyümüştü Márquez. Bu yüzden Márquez’in ayrıntılı hayat hikâyesine yer veren, ikinci memleketi Meksika’nın gazeteleri Márquez’in ‘ideolojisinin ve edebi tutkusunun’ rotasını belirleyen en önemli olay olarak -Yüzyıllık Yalnızlık’ta da özel olarak aktardığı- 6 Aralık 1928’de gerçekleşen muz işçilerinin katliamını gösterdiler. (…)

Márquez, sadece dedesinden dinlemekle yetinmedi bu olayı. Grevin öncülerinden komünist işçi lideri, İşçi Birliği’nin kurucusu Raúl Eduardo Mahecha ile hapsedildiği cezaevinde röportaj da yaptı.”

1967 yılında Meksika’ya ilk gidişinde kaleme aldığı söz konusu yapıtı şöyle anlatır Márquez:

“Ağustos 1966 başlarında eşim Mercedes’le birlikte ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün elyazmalarını Buenos Aires’e göndermek için Mexico City’deki San Angel postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrua’nın adresi yer alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik hesabını tamamlayıp şöyle dedi: ‘Borcunuz 82 pesos.’

Mercedes kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: ‘Bizde sadece 53 pesos var.’

Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir parçayı Buenos Aires’e gönderdik. Bunları yaparken geriye kalanı yollamak için gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü, saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye veremezdik. Yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir de evlendiğimizde Soledad Mendoza’nın Caracas’da armağan ettiği bir mikser. Ayrıca yalnızca evlenirken kullandığımız ve uğursuzluk getireceğine inanıldığından asla rehine vermeye cesaret edemediğimiz yüzüklerimiz vardı. Bu seferlik, ne olursa olsun Mercedes onları vermeye karar verdi, birer emniyet garantisi olarak.”[9]

Márquez’in romanları, Latin Amerika bütünselliğinde Kolombiya ve Meksika insanını, olaylarını, çok boyutlu tarihini, kültürü ve ruhu ile karşımıza dikerken; hiç kuşkusuz/ tartışmasız güçlü bir yazar olduğunu da ortaya koyardı.

Çünkü O, bir yandan anlatırken bir yandan da anlattıklarıyla devasa bir evren kurabilen nadir yazarlardandı…

İyi de neydi Márquez’i bunca rakipsiz kılan?

Onun her şeyden önce bir mücevherci becerisi ile kullandığı “dil”inin çok baştan çıkarıcı, olağanüstü bir yetkinliği var/vardı!

Kolay mı? Carlos Fuentes, “Cervantes’ten bu yana İspanyolca yazan en iyi yazar” sözleriyle selamlamıştı Márquez’i…

İnsanı ve insanlığı çok iyi anlatan romanlar yazan ‘Gabo’, ne iyi ne de kötü yazardır. O ikisi de değildir; dâhi yazarlardan biridir.

Özetle: “… ‘Gabo’; entelektüel mirasının ötesinde, yüksek duyarlılığı, farklı bir derinliği olan bir yazardı…

Yapıtlarının, az yazarda rastlanan mükemmel bir mimarisi vardı…

İspanyol diline hâkimiyeti, sözcük seçimindeki titizliği, metinlere sinen ‘ritim ve tempo’ becerisi; ‘Gabo’nun ‘modern zamanlar Cervantes’i’ lakabıyla anılmasına yol açmıştı…

Ufak bir ‘koku’, bir ‘tat’ ya da bir ‘anı’… Onun satırlarında hemen ‘epik’ boyutlar kazanırdı”rken;[10] unutulmasın ki, “Gerçeklikteki tek büyü ona tahammül edebilme yeteneğimizdir ve bunun için hikâyeler kurarız. Márquez de bunun için neyi anlatırsa anlatsın, en usul öyküsünde bile bu tahammüle karşı duyulan o hayranlıktan kaynaklanan bir coşku duygusunu iletir okuruna. Gerçekliği büyüleyici bulmak ya da gerçeğin büyüleyici gizini ortaya çıkartmak değil bu, başka bir gerçeklik yaratabilmekteki büyüyü görmek. Eğer böyle olmasaydı, çağının siyasi gerçeklerine karşı bu denli ilgili ve yakın da olmazdı. Hikâye farklı anlatılabilirse eğer, insanlar bu farklı hikâyeye gönül verirlerse eğer, dünya tabii ki başka bir yer olabilir. Buna inancını hiç yitirmedi Márquez. Ve hep bu inancı biz de koruyabilelim diye tüm gücüyle, coşkuyla yazdı.”[11]

Tam da bunun için çağının öncü yazarlarından biri olarak, büyülü gerçekliği kurdu. Yeni bir rüzgâr yarattı, yeni bir renkle, yeni bir nefesle XX. yüzyıl Latin Amerika edebiyatını taçlandırdı.

Elbette ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ vd’leri muhteşem başyapıtlardı; ama asıl başyapıt ‘Gabo’nun kendisi, hayatıydı…

Ve nihayet “Ben sizden de değilim, diğerlerinden de; ben, ölüme dair yemin etmeyenlerden, tehdit savurmayanlardan, dinini veya ırkını aklının yerine koymayanlardanım. Ben hâlâ şiir okuyanlardanım. Ben ölürken vatanını yahut dinini değil, ‘sevgiliyi’ düşünecek olanlardanım,” diyen Ona dair söyleyeceklerimi tamamlıyorum…

Gidişindeki “büyülü gerçekçiliğin” en Márquez’vari örneğini, Onun Kolombiya’daki doğum yeri Aracataca’da yapılan külsüz ve tabutsuz “sembolik cenaze töreni” oluşturdu ve O, biz(ler)i bırakıp giderken, hepimize/ herkese şöyle haykırıyordu yapıtlarından:

“Bazen öyle konuşacaksınız ki karşınızdaki cevap veremeyecek. Bazen de öyle susacaksınız ki karşınızdaki konuşmaya cesaret edemeyecek.”

“Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için herşeyi yaparlar.”

“Önemli olan, hayatta başına ne geldiği değil, neyi nasıl hatırladığındır.”

“Gitme zamanı gelmişse ‘dur’ demenin; zaman geçmişse ‘dön’ demenin; ve aşk bitmişse ‘yeniden’ demenin: Hiçbir anlamı yoktur.”

“Birlikte gülüyorsanız mutluluktur. Birlikte ağlıyorsanız dostluktur. Ama birlikte susuyorsanız, bu aşktır.”

“Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün olduğunda bile. Kimin, ne zaman aşık olacağını bilemezsin.”

“Ne kadar yaşayabileceğini biliyor musun? O hâlde sarıl sevdiğine son nefesin gibi.”

“Gerçek arkadaş, elini tutan, kalbine dokunandır.”

“Bir adam babasına benzemeye başladığı anda yaşlandığını anlar.”

14 Ağustos 2014 09:56:37, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:171, Ekim 2015…

[1] Gabriel García Márquez

[2] Zeynep Oral, “İyi ki Varsın Márquez”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.16.

[3] The Paris Review Dergisi, No:82, Kış 1981… http://www.theparisreview.org/interviews/3196/the-art-of-fiction-no-69-gabriel-García-Márquez

[4] Gabriel García Márquez, Başkan Babamızın Sonbaharı, çev: Tomris Uyar, Can Yay., 2007.

[5] Gabriel García Márquez, Labirentteki General, çev: İnci Kut, Can Yay., 1992.

[6] Gabriel García Márquez, Albaya Mektup Yok, çev: Handan Saraç, Can Yay., 2000.

[7] Gabriel García Márquez, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, Öyküler, çev: İnci Kut, Can Yay., 1992.

[8] Asuman Kafaoğlu-Büke, “Sonsuz Bir Boşluk Bırakarak Gitti”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:684, 25 Nisan 2014, s.16-17.

[9] The Guardian, Saturday Review’da 24 Kasım 2001 tarihinde yayımlanan yazı, Kasım 2004’te Kitap-lık Dergisi’nde çıktı.

[10] Nilgün Cerrahoğlu, “Márquez’in Ardından”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.13.

[11] Sırma Köksal, “Gracias Gabo…”, Vatan Kitap, Yıl:10 No:123, 15 Mayıs 2014, s.22-23.

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights