“Aşk, Travma ve Toplumsal İnşa” başlıklı konuşmama bir saptama ile başlamam “olmazsa olmaz”.
Egemenlerin biz(ler)e ezberlettiği alışkanlıklara bağımlıyız; bu yüzden ezberlenmesi kolay olan düzene, kurallara ve birilerinin bize ne yapacağımızı söylemesine ihtiyacımız var ki; “olağan” dedikleri tam da budur!
AŞK, TRAVMA, TOPLUMSAL İNŞA VEYA DEVRİM, KAPİTALİZM, SOSYALİZM[1]
TEMEL DEMİRER
“Artık hep hayal ettiğimiz
yeni bir başlangıcı değil;
hiç düşünmediğimiz
mutlu sonu istemeliyiz.”[2]
“Aşk, Travma ve Toplumsal İnşa” başlıklı konuşmama bir saptama ile başlamam “olmazsa olmaz”.
Egemenlerin biz(ler)e ezberlettiği alışkanlıklara bağımlıyız; bu yüzden ezberlenmesi kolay olan düzene, kurallara ve birilerinin bize ne yapacağımızı söylemesine ihtiyacımız var ki; “olağan” dedikleri tam da budur!
Egemenlerin “olağan” dediklerini, insan(lık) dışı bir olağanüstülük olarak nitelediğim için “Aşk, Travma ve Toplumsal İnşa” konusunu, olması gerektiği üzere “Devrim, Kapitalizm ve Sosyalizm” başlığı altında irdeleyeceğim.
“O da neden” mi?
Gayet basit: Antonio Gramsci’nin, “Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz,”[3] saptamasıyla formüle ettiği içinden geçtiğimiz kesitte “Aşk”, “Devrim’den; “Travma”, “Kapitalizm”den ve “Toplumsal İnşa” da “Sosyalizm”den bağımsız düşünülemez ve bağımsız değilken; “Ubi re vera/ Sözün doğrusu” budur!
Örtük, dolayımlı konuşulan, hatta konuşmak yerine mırıldanılmakla iktifa edilen bir anlamsızlık zamanıdır içinden geçtiğimiz. Buna insan(lık)ın “hiç”leştirilmesi de diyebiliriz!
Evet, “artık keder bile keder/ vermiyor; acı, acıyı unuttu;/ güneşle kandili ayırdedemez olduk/ -kanserli saatler/ sevinç, bulaşıcı bir sayrılık/ gibi tiksinç; kapılar çürüyor/ durdukları yerde;/ açmanın anlamı yok,/ kapamanın da…/ -hiç… hiç…”[4] dizelerinde betimlenen vahşet kesitinde “Aşk” da, “Travma” da, “Toplumsal İnşa” da; sözcük anlamında sadece aşk, travma ve toplumsal inşa olmaktan çıkmıştır…
Mesela aşk… “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” diye haykırdığı şarkısında aşkın en iyi tarifini verir Sezen Aksu ve Boris Pasternak’tan bu yana da “Yeryüzünün ilk aşkıyız biz,” diyen ihtilalciler; aşkın aşk olduğu Ekim günlerinden bugüne Adnan Yücel’in “Yeryüzü aşkın yüzü olacak” tutkusu, devrimsiz aşk, aşksız da devrim olmayacağının en iyi kanıtıdır…
Mesela travma… O sadece, ruhsal, fiziksel örselenme ve etkileri kapsamında ele alınabilir mi?
2016’da 62 milyarderin serveti, dünyanın en yoksul yüzde ellisini oluşturan 3.6 milyar insanının toplam varlıklarından daha büyükken;[5] ‘Oxfam’ raporuna göre, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin serveti yüzde 99’un toplamına eşitken;[6] SIPRI, 2011-2015 arasında dünyadaki silah ticareti raporunda, uluslararası silah ticareti hacminin 2011-2015 yılları arasında, 2006-2010 yıllarına göre yüzde 14 oranında arttığı açıklamışken;[7] yani insan(lık)ın yaşadığı küresel travma; Ken Livingstone’un, “Büyük dünya kapitalizmi her gün Hitler’in öldürdüğü insanlardan fazla insan öldürür. Ve o çılgındır,” uyarısını bir kez daha kanıtlarken…[8]
Mesela toplumsal inşa… Sürdürülemez kapitalizm koşullarındaki devasa yıkım ile ekolojik felaket ufku; Karl Marx’ın, i) “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir”; ii) “Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir”; iii) “Cimri aklını kaçırmış bir kapitalisttir, kapitalist ise aklı başında bir cimri”; iv) “Asacağımız son kapitalist, muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktır”; v) “Burjuvazi, kendi ölümünü getirecek silahları yapmakla kalmayıp, o silahları kullanacak insanları da yaratmıştır -modern işçileri, proleterleri!” uyarıları görmezden gelinerek aşılabilir mi?
Evet, evet, tıpkı Karl Marx’ın işaret ettiği üzere: i) “Tarih, arzularını ve amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan insanların eylemlerinden başka bir şey değildir”; ii) “Bir kimsenin özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak gelişmesinin şartıdır”; iii) “Madem ki insanı biçimlendiren yaşadığı koşullar; koşullar en insani şekilde biçimlenmelidir” ve bunun biricik koşulu, radikal sosyalizmdir.
Biliyorum; içinden geçilen “(post) Modern Zamanlar”da kimileri buna “Hayır” diyecektir.
Bu tür bir vazgeçişte şaşırtıcı hiçbir şey yok![9] Çünkü çok önceleri Karl Marx’ın, “Çağımızda hakikâtin coşkusu, coşkuların da hakikâti yok” diye betimlediği vasata dair söyleyebileceğim tek şey; kulaklarımda çınlayan Cemal Süreya’nın, “ölüm geliyor aklıma birden ölüm/ bir ağacın gövdesine sarılıyorum,” dizeleri olabilir![10]
“UYGARLIK KRİZİ”: SÜRDÜRÜLEMEZ -GELECEKSİZ!- BUGÜN
Theodor Adorno’nun, “Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir,” notunu düştüğü sürdürülemez kapitalizmin bugününde; insan(lık)ın felaketi, sessizce odasında, hapsedildiği odasında oturup, itiraz etmeyen kabullenmesinden boyun eğişinden kaynaklanırken; Wilhem Reich’ın uyarısını anımsamamak mümkün mü?
“Evet sen böylesin, küçük adam! Tüketmeyi, bitirmeyi, kaşıklamayı ve yiyip yutmayı çok iyi biliyorsun, ama var etmeyi bilmiyorsun. Bu yüzden ne ise o, neredeysen orada kalıyorsun, yaşamın boyunca can sıkıcı bir büroda, bir hesap makinesinin ya da çizim tahtasının önünde, ya evlilik kıskacında, ya da çocukları sevmeyen bir öğretmen olarak okulda kalıyorsun. Gelişmiyorsun, yeni bir şeyler düşünme şansın yok, çünkü sen sadece aldın ve hiçbir zaman vermedin, başka birisinin hazırlayıp önüne koyduğunu sen sadece kaşıkladın.”[11]
Yeri gelmişken anımsatmadan geçmemeliyim: “Yetişkin bir G/wi (ilkel bir kabile) haftada ortalama 33 saatten biraz daha az çalışmak zorundadır. Ama bu yine de, Batılı gelişmiş ülkelerin ileri teknolojik düzeydeki ekonomilerinin çarklarını döndüren insanların ortalama haftalık çalışma süresinden daha kısadır.”[12]
Modern insan(lık)ın kapitalizm koşullarında köleliliği tam da budur; böyledir!
Köleleştirilmiş “Sıradan insan uygarlığın lanetidir. Ama o denli sıradandı ki, olağandışıydı”;[13] veya “Nerede ki birileri her şeyi ele geçirir, orada elleri boş kalanlar da mutlaka olur,”[14] “Toplumumuzda, olup bitenleri en iyi bilenler, aynı zamanda dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır”;[15] “Bazı kişiler vardır ki umutsuzlukları bile gülünç olur”;[16] “Artık bizim yaşamımızda hiçbir düzen kendini savunamaz. Bu her yaşımızda kanımızı emen, bizi tüm duygu ve yaşamlarımızı ölümü istercesine yaşamakta olduğumuza inandıran hiçbir düzen kendini savunamaz,”[17] saptamalarıyla altı çizilen sürdürülemez bugündeki köleleştirilmiş modern insan(lık)ın trajedisidir!
Sözünü ettiğim trajedi devasa bir insan(lık) travmasıdır.
Hani hayatla ilgili ümit ve beklentilerin sıfıra indirgendiği; kısa ve uzun vadeli hedeflerin yoksandığı asosyal hâldir; sürüleştirilmedir sözünü ettiğim.
Bu kadar da değil; Yunanca’da “yara” kelimesinden gelen travma ile anksiyete (kaygı[18]) içiçedir
Sürdürülemez bugünde giderek popülerleşen travma sözcüğü, çok sık kullanılır oldu! Hem de fiziksel boyutundan çok, “Bireyin ruh sağlığını bozan olumsuzluklarla karşılaşması durumunda ortaya çıkan sarsılma, psikolojik hasar görme, işlevsizlik durumudur,” diye tanımlanan mental/ zihinsel yanıyla.
Kabul edin ya da etmeyin sürdürülemez bugünün efendisi kapitalizm, akıl/ ruh sağlığımıza da kastediyor. İnsan(lık)ı travmatik bir labirentte debelenmeye yani depresyon ve histeriyle taçlanmış çürüme/ çözülmeye mahkûm ediyor!
Sürdürülemez bugün çürüme/ çözülmeye: Geri dönülmez, iflah olmaz şekilde olumsuza, kötüye, zararlıya doğru değişme, dağılma, bozulmadır; “Uygarlık Krizi”dir!
Ama sadece bu kadar değil; çürüme/ çözülme aynı zamanda yeni bir doğumun yolunu döşeyen bir üretkenliktir.
Bir yanıyla depresif, histerik eğilimleri körükleyerek (“demir ökçe” gibi) tehlikelerin önünü açan “Uygarlık Krizi”; aynı zamanda da insan(lık) için (Kiraz Zamanı gibi[19]) yeni imkânlar sunmaktadır.
Her türlü mutsuzluk ve üzüntü durumu için kullanılan depresyonun, zor zamanlarda yaşanan, kaçış hâli olduğunu bilmeyen yoktur.
İnsanın sorunlarının çözümünün ölüm olduğunu düşünüp durduğu, kaçınılmaz bir yabancılaşmayla her şeyin elinden kayıp gittiğini varsayan tepkisizlikte somutlanan depresyon içinden çıkılamayan bir kısır döngüdür; ağlamanın gülmekten çok daha kolay hâle gelmesidir; huzursuzluk, memnuniyetsizliktir.
Kendine güveni yitirmiş; sorumluluk duygusu olmayan soru(n)lardan kaçmak, varolan soru(n)ları büyütmek bağlamında bir ruhsal bozukluk olan depresyon kelimesi, Latince “depressio”, “çöküş” anlamındaki “deprimere” fiilinden türetilmiştir.
Çökmüş bir duygu hâli; bıkkınlık, isteksizlik; kendini değersiz hissetme, küçük görme, beğenmeme, suçlu ya da günahkâr hissetme; kararsızlık; sürekli mutsuzluk hissi; hayatın anlamsızlığı üzerine düşünme durumu; hiçbir şey düzelmeyecek düşüncesi; umutsuzluk, bitkinlik ve güçsüzlük; yabancılaşma ve toplumdan izolasyon; “yapamıyorum, olmuyor” serzenişi; duygusal zayıflıkta somutlanan ne istediğini bir türlü bilememe; yetersizlik hissetme; tembellik ve bezginlik ya da güneşi unutturan hissizleşme; robotlaşma; boğazındaki milyonlarca düğüm; içindeki bitmek tükenmek bilmeyen sessiz çığlıklar atmak, sesini duyuramamaktır…
Umutsuz, cesaretsiz, isteksiz, yorgun, bitkin, çökkün, çaresiz, korkak ve kayıp özellikleriyle modern toplum hastalığı diye nitelendirilen depresyon, bir nevi -öğrenilmiş- çaresizliktir…
Geçmişe dair pişmanlık; şimdiye dair değersizlik; geleceğe dair ümitsizlikte somutlanan “bitkisel hayat” yani eylemsizliktir…
Eskilerin “halet-i ruhiye bozukluğu” dedikleri; Jacques Lacan’ın, “Ahlâki korkaklık” olarak nitelediği depresyon yaşamdan uzaklaşma, yaşama sevincinin tükenmesi durumu; geleceğe ilişkin hiç bir istek ve heves taşımama; amaçsız ve ümitsiz kalma; hayatı ile değişiklik yapma gücüne sahip olamama hissidir…
Hayattan kopmaktır, uzaklaşmaktır sevdiklerinden, sonrasında yabancılaşmadır, doyumsuz bir melankoli eşliğinde![20]
Bunalım sarmalında hastalık hastası olmaktır; hayal kurmayı unuttuğun gündür; hayata dargınlıktır; hayatın anlamını yitirdiği zamanlar; anlam verememek, anlam vermek istememek, anlamlılığını yitirmektir…
Yapılacak bir sürü şey varken hiçbirini yapamamak. Sadece sorunlara yakınarak çözüm üretemeyecek kadar kötü olmaktır; tepkisizliktir bir anlamda; içine düşülen, çıkılamayan kara deliktir…
Göksel’in, “Depresyondayım, unutuldum, aldatıldım, sevgilimden ayrıldım, çok yalnızım,” şarkısındaki üzere sürdürülemez kapitalizmin dünyası depresyondadır. Çünkü hergün bir yerlerde birileri ağlatılıyor, çocuklar tecavüze uğruyor, kadınlar “namus” diyerek vuruluyor, birileri egemen şiddette maruz bırakılıyor, silahlar ölüm kusuyor, kimileri soğuktan titriyor, açlıktan ölüyor! Daha neler neler…
Dünya depresyondadır çünkü sürdürülemez kapitalizm gündemdedir.
Bu alın yazısı falan değildir; zaten böyle bir şey de yok!
Ancak hiçbir şey çaresiz değildir; o, çaresizliği yaratan biziz…
Yeter ki sürdürülemez kapitalizmin yarattığı nevrozlara “Hayır” diyelim ki, histeri de bunlardan birisidir.
Nevroz tipinde akıl hastalığı olan; Yunanca’da “Dölyatağının dolaşması” anlamına gelen ve panzehiri cesaret olan hastalık olarak histerinin topluma -özellikle kriz kesitlerinde- “toplumsal bilinç/ conscience collective” olarak mal edildiği bir “sır” değildir…
Evet, bilincinde olmasak dahi parçası olduğumuz toplumsal bir bilinç var; buna “zamanın ruhu” diyorlar ki, bu da bireyin üzerinde dış bir baskı yapmaya muktedirdir. Buna ideolojik hegemonya, resmî ideoloji, ataerkillik baskı, aile, okul, DİA (devletin ideolojik aygıtları) vb’i diyebiliriz.
Toplumda hangi toplumsal eylemlerin ya da toplumsal ilişkilerin meşru ya da beklenen eylem ve ilişkiler olduğunu belirleyen bu egemen kurallar bütünü: Toplum olarak ruh hastası olmamızın; toplumsal paranoyalarımızın; toplumsal davranış bozukluklarımızın nedensel çerçevesidir de!
Bu çerçeveyi parçalayacak tek şey aşk=devrimdir.
“AŞK” DEYİNCE…
Emma Goldman’ın da işaret etti gibi, “Aşk, ezelden beri insan ilişkilerinin en güçlü faktörüdür.”[21]
“Faktördür”,[22] çünkü aşk, sevgiliyle simbiyotik bir “bir olma” hâli içinde yücelme duygusudur. Aşk ilişkisi diğer bütün ilişkilerden daha değerli ve daha geliştiricidir.
Slavoj Zizek’in “Aşk bir yükselme hâlidir,”[23] diye betimlediği gerçek, “metafizik” bir mesele değil, “Devrimci praksis”dir.[24]
İçinde asla kötülük bulunmayan aşk, farklı olanda benzerlik görme gücüdür; tamamlanmaktır.
“Aşk, mantık vadisinin üstündeki tepenin zirvesinde oturur. Yaşamın en uç noktası, varoluşun arındırılmış bir biçimidir.”[25]
Vassilis Vassilikos’un, “Düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır,” dediği aşk konusunda Rosa Luxemburg da, “Onlar birbirlerine aitti; öyle olmak istediklerinden değil, başka türlü olamadıklarından,” notunu düşer.
Aşk eşitlik peşinde koşmaz, onu yaratırken; Sabahattin Ali’nin, “… ‘Elleriniz ne kadar soğuktu!’ dedim. Tereddütsüz cevap verdi: ‘Isıtın!’ Ve her ikisini birden uzattı,”[26] satırlarındaki cüretkâr içtenliğin ateşidir.[27]
Kolay mı? “İki kalbin anlaşması ilkbaharı yüz yıl uzatır.”[28]
“Aşık olmak demek insanın kendi kendini aşması demek”ken;[29] “Derin bir feragata kabiliyeti olanlar, derin bir aşkla sevmekten korkmayabilirler,”[30] derdirten “Aşk ateş gibi yakıtsız kalınca söner.”[31]
Sadece gözle değil, tutkuyla, coşkuyla gören aşk konusunda yakınmak, aşkın ölümüdür
Kolay mı? Vergilius’un, “Omnia vincit amor et nos cedamus amori/ Aşk her şeyi fetheder ve biz aşka boyun eğeriz,” dediği gerçeğe ilişkin Ovidius da hepimize hatırlatır: “Militat omnis amans/ Her aşık bir savaşçıdır”.
Yunus Emre’nin, “Aşık olamayan adem benzer yemişsiz ağaca”; Miguel de Cervantes’in, “Aşkın gözlükleri öyle pembedir ki bakırı altın, yokluğu varlık, gözdeki çapağı inci gibi gösterir”; Halil Cibran’ın, “Kalbin, aklın anlamadığı akılları vardır,” dedikleri konuya ilişkin en önemli saptama Nicolas Chamfort’a aittir: “Aşk hakkında hem her şey doğru, hem de her şey yanlıştır. Hakkında söylenecek hiçbir şeyin saçma olmadığı tek şey aşktır.”
Kimileri, “Aşk, zaten kendi dışına çıkmak değil midir?”[32] diye sorarken; kimilerine göre de, “İnsan duygularının en tehlikelisi aşktır.”[33]
Nihayet “Elveda proletarya”cı André Gorz’un “en az toplumsallaşabilen”[34] kategorisine indirgemek gafletine düştüğü “Amor vincit omnia/ Aşk her şeyi fetheder”.
Jose Ortega y Gasset, “aşık olmak” hâlini bir dikkat olgusu; ama normal insanda ortaya çıkan anormal bir dikkat durumu olarak açıklamakta. “Aşık olmak” başlangıçta bundan öte bir şey değildir; dikkatin anormal bir biçimde başka birisine takılması. St. Augustine, nesneye kapılıp gitme durumunu şöyle dile getirir. “Sevgim ağırlık merkezimdir. Ben onun sayesinde hareket ediyorum.”
Platon’un ‘Theia Mania/ Kutsal Delilik’ dediği hâldir aşk; “Evîn kete seriyê kê, aqil mala xwe bar kir/ Aşk başa gelirse akıl baştan çıkar,” diyen bir Kürt atasözündeki üzere…
Bir İrlanda türküsünde sevenin ağzından şöyle denir: “Sevgilim, şu dünyadan benim payıma düşen sensin.”
Aşkın içeriğini herkes farklı bir şekilde dolduruyor. Nietzsche’ye göre aşk iyinin ve kötünün ötesine geçmektir. Adorno’ya göre aşk farklı olanda benzerlik görme gücüdür.[35]
Orhan Pamuk’un, “Aşk, insan ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir,” zırvasının ötesinde; Gabriel García Márquez’in, “İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır”; Herbert Spencer’in, “Evrenin büyüklüğü ne kadar? Sonsuz… Ama daha kanıtlanmadı… Aşk da öyle…” saptamalarındaki sonsuzlukla kavranması gereken aşk “Yaratan ve yıkandır. Canın tam ortasındadır aşk, kenarlarına oya işlemeleriyle tutturulur, yaşam…”[36]
Aşk ilişkisinde güç ve iktidar mücadelesinden kurtulabilmek için bir tarafın güçsüzlüğünü, yaralarını göstermesi gerekir… Çünkü güçsüzlüğümüzü sakladığımız sürece diğerinin bundan yararlanıp yararlanmayacağını bilemeyiz. Adorno, aşkın sınandığı bu duruma ilişkin en etkili cümleyi kurar. “Sen güçsüzlüğünü gösterdiğinde, diğeri gücünü göstermek için bundan faydalanmıyorsa bil ki seviliyorsun.”
Badio’ya göre hayatı yeniden icat etmeyi amaçlayan Aşk’ın sabırlı ve inatçı olması uygun düşer. Çünkü Aşk’ın yeniden icat etmeyi de yeniden icat etmesi gerekir. Ve gerçek aşkı tanımlar: “Gerçek aşk uzamın, dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı bir biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır.”
Badio, felsefeciyi aşk’ı savunmaya çağırıp, “Güvenliğe ve rahatlığa karşı riski ve serüveni yeniden icat etmeli,” der.[37]
NEDİR (YA DA DEĞİLDİR) AŞK
Burjuva palavraları bir kenara bırakırsak;[38] Zülal Güney’in ifadesiyle, “Egemen ‘normal’lik aşkın önünü keser”.[39] Yani “Aşk aslında içinde yaşanan toplum kadardır. Toplumdan bağımsız değildir. Bizim de toplumsal olarak da bir aydınlanmaya, bilinçlenmeye ihtiyacımız var, dolayısıyla aşkta da aydınlanmaya, bilinçlenmeye ihtiyacımız var. İnsanların içinin ve vicdanların ferah, rahat olduğu bir yere evrilmemiz gerek. Er ya da geç bunun olacağını düşünüyorum. Eğer aşk varsa o aşka kimsenin sözü geçmez, o bir su, akar yatağını bulur, sen istediğin kadar bend koy, istediğin kadar ehlileştirmeye çalış… Zaten aşk ehlileşmez. Aşk, edepli, adaplı, kuralı olan bir duygu değildir. Aşk, anarşist özellikleri çok fazla olan bir duygudur,”[40] diye ekler Özen Yula da!
Aşk/ sevmek buyurulamaz bir şeydir! O hâlde “kutsal kitaplar”ın “sev emri”ni ne yapacağız?
Fransız felsefeci André Comte-Sponville’in ‘Cinsellik, Aşk ve Ölüm’ kitabı[41] çok haklı bir soruyla başlıyor, ‘Aşk’ başlıklı ilk uzun makalesine: “Sevmekten ve sevilmekten daha heyecanlı ne vardır?” Hayatta yapıp ettiğimiz her şey, sevgiyle yaptığımızda bize daha fazla zevk veriyor ve onu yapmak başka şeylerle karşılaştırıldığında çok daha cazip.
“Sevgi bir erdemdir” diyor, Montaigne’i refere ederek Comte-Sponville. Erdem manevi bir niteliktir, diğer bir deyişle bizi daha iyi, Montaigne’in ifadesiyle daha eşsiz ya da sadece daha insani kılan bir eğilimdir. Eski Yunanca’da erdem yetkinlik anlamına gelir ve bu durumda sevme yetisi eksik olan bir kişi belli bir yetkinliğe ulaşamamış kişidir de bir anlamda. Bu iki açıklamayı birleştirerek şu tanıma ulaşıyor Comte-Sponville: “Erdem, bir nitelik, gerekli olduğunda ödevimizi tamamlayarak (‘gerektiği gibi’), insanlığımızı (‘iyi insan olmak’) en iyi şekilde gerçekleştirmemize olanak veren yetkinliktir.”[42]
Aşk, bir cinsel deneyim olmadığı[43] gibi tüketim[44] veya Bahçeşehir Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Kemal Yücesoy’ın, “Aşka kapılmanın süresi 1.5 saniye, ömrü ise 2.5 yıldır,”[45] saptamasındaki matematik de değildir![46]
Üreten aşk[47] herşeye ve herkese “rağmen” yaşanır.[48]
“… ‘Seni seviyorum’ demenin bir anlamı vardır ve bu anlam kuşkusuz ki söyleyene de bir sorumluluk yükler.”[49]
Ve “En heyecan verici yolculuktur…[50] Aşkı aramak için yola çıkmaktan daha heyecan verici bir yolculuk zaten olabilir mi?”[51]
SEVDALI -BAŞKALDIRAN- İNSAN(LIK)
Olamaz elbette!
“Sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz,” diyenler için sevdada sefa umanlar sevdayı bilmeyenlerdir.
“Eğer sevgi üretmiyorsa yüreğiniz, başarılı bir üretici değilsiniz,” vurgusuyla Karl Marx’ın, ‘1844 Elyazmaları’ndaki ifadesiyle: “Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir.”[52]
Hayır, “Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”[53]
Çünkü John Lennon’ın, “Gerçekten sevginin bizi kurtaracağını düşünmüştüm ve hâlâ tek ihtiyacınız olan şey sevgi”; Erich Fromm’ın, “Sevgi, her türlü engele birlikte karşı koyabilmektir”; Theodor W. Adorno’nun, “Sadece sevgiye tutunacak gücü olan yaşar,” notunu düştükleri sevda konusunda “Belki temel hata, sevgiyi bir ‘duygu’ işi olarak görmekte -duygu yanı yok değil; ama bu, bilinçle dengelenmezse- yalnızca duygusal kalırsa- kişinin özgürlüğü pahasına yürür.”[54] Ki bu çok tehlikelidir.
Yaşama bilinçle dokunmayan, paylaşılan sevgiden sayılmazken; “Dil ji kî hez bike, evîn bi wî re xweşe/ Gönül kimi severse, sevgi onunla güzeldir.”
Fyodor Dostoyevski için de, “Cehennem, insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir.” “Sevmek, güzel birinde aşkı aramak değil, o kişide bilmediğin bir zamanın, beklenmedik bir anında kendini bulmaktır.”
Nihayet Özdemir Asaf’ın, “imkânsızlıkları yaşamak mıdır sevmek?” sorusuyla betimlenen sevda, bir insanda bulunabilecek en önemli niteliktir; cesareti, tutkuyu, yiğitlik ve cömertliği besleyen…[55]
Kolay mı? “Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister,” der Jean Paul Sartre…
Stefan Zweig’ın, “Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiç bir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. Duracak, görecek, hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla,” diye betimlediği ve “Homo homini lupus/ İnsan insanın kurdudur,” diye tariflenen sınıflı sömürücü cangılda “Homo faber/ Yaratıcı insan” ancak sevdayla mümkündür.
Kolay mı? İnsan yaşamıyor; hayatını kazanmakla meşgulken; ve sürdürülemez kapitalizmin cangılında akıl sağlığı konusundaki istatistikler dört kişiden birinin ruhsal hastalıktan mustarip olduğunu gösteriyorken; yakın arkadaşlarınıza bakın; onlarda bir sorun yoksa sizde var demektir!
Yani sürdürülemez kapitalizmin ürünü olan yabancılaş(tırıl)mış sevdasız insan; şiddetin kapitalist devlet aygıtının elinde merkezileştirilmesiyle, bireylerin davranışlarında özdenetim kültürünü egemen kıldı. Michel Foucault, Gilles Deleuze ve çokça düşünür de bu konuyu irdelemişlerdi: Kredi kartları, yurttaşlık numaraları, kameralar, çipli kimlikler denetim toplumunun bir parçası. Bu denetim mekanizmaları ve iktidarın işleyiş biçimi, insanı içine kapadı, başarı ve başarısızlık temelinde güvensizliğe ya da narsistik bir yapıya yönlendirdi. Sürekli bir ruhsal gerginlik ve öfke içindedir bireyler. Bu güçsüzlük, kişiyi sürekli kendine ait olmayan bir kimliği aramaya itiyor.
Modern psikoloji, biyo-iktidarla öznelerin kuruluşunu, üretimini ve yeniden üretimini mümkün kıldı. Yaşamda bir eksiklik, huzursuzluk veya mutsuzluk varsa, bunun tek nedeni kendi kişisel eksikliklerimizmiş gibi gösterildi. Güvenli sığınak boyun eğmekti. Kişi devletin, sermayenin ve bir bütün olarak iktidar ilişkilerinin ondan istediğini yapmalıydı. Kendi istekleri yalnızca hayalinde mevcut kalmalıydı. Kendi içine dönen birey bir anlamda toplumdan da koptu. Sorunların siyasal ve toplumsal kökenleri es geçilince psikolojik rehabilite kişiyi ancak teskin eden konumda kaldı.
Oluşabilecek isyan duygusu da böylece bastırılmış oldu. Böylece bireyi, sisteme hiçbir şekilde tehdit oluşturmaz/oluşturamaz, devlet ve sermayeyi gitgide daha çok tanımaya, ona daha geniş bir etkinlik alanı vermeye istekli hâle getirdi. Modernitenin kendine dönük bireyi bir başka refleks daha gösterdi ki bu da narsistik bir yapıydı. Narsist, kinizm üretir ve “günü yakalamak” tek amaçtır. İyi yazardır, mükemmel bir fotoğrafçıdır vs, kısacası diğerlerinden üstündür.
Böyle bir iklimde sanat, iktidar sarhoşluğuyla, lanetlenmiş çağın bütün aygıtları gibi giderek evcilleşip boyun eğdi. Devletler edebiyat çevirileri için fon ayırıyor, resmi bakanlıklar sinemaya destek veriyor, uluslararası organizasyonlar devasa kültür projelerine yatırım yapıyor, firmalar sanat galerileri açıyor ve böylece her yaratıcı eylem kontrol altına alınıyordu. Sanatçı, duymak istenileni söyleyen uzlaşmacı bir role çekildi. Sanat, günümüzde -eskisinden çok daha fazla- tüketim nesnesine dönüştü. “Gizli evcilleşme”, “ehlileşme”, “metalaşma” adına ne dersek diyelim, sistem sanatın toplumla ve toplumsal alanla bağını kopararak tüketim ilişkileri içerisinde tüm itirazlarını yok etti. Sanat eserini destekleyen bir sanat taciri veya koleksiyoner yoksa yapıtınızın ve sizin hiçbir öneminiz yok. Sisteme içkin ve bundan dolayı da işlevi evcilleşti. Oysa biliyoruz ki sanat evcilleşmez, boyun eğmez, zulme ve iktidara sığınmaz, yasalara sığmaz, itaat etmez. Sanat evcil bir nesne değildir.
Ne yapmalı sorusunun yanıtını, yaşamı ve deneyimi hayata geçirmeli, önce ve acilen özgürleşme pratikleriklerinde aramalıdır. V. İ. Lenin’in “Eski ütopik sosyalistler, sosyalizmin yeni tip insanlarla kurulabileceğini hayal ediyorlardı; önce iyi, saf ve çok iyi eğitilmiş insanlar yetiştirilecek, sonra da bunlar sosyalizmi kuracaklardı. Biz buna her zaman gülüp geçtik… Biz kapitalizm altında büyümüş, kapitalizm tarafından yoksun bırakılmış ve bozulmaya uğramış ama kapitalizmle mücadelenin çelikleştirdikleriyle sosyalizmi kurmak istiyoruz…” sözü önemli.[56]
Şimdi soralım kendi kendimize: Evcilleşenlerden miyiz yoksa sürdürülemez kapitalizmle mücadeleyi sevdalı -başkaldıran- insan(lık)dan mı?
TOPLUMSAL İNŞA MESELESİ
Buraya kadar değindiğin yıkıcı-yaratıcı özellikleriyle aşk, toplumsal inşa gücüdür ve sürdürülemez kapitalizm karşısında yolumuzu sevdalı -başkaldıran- insan(lık)ın vazgeçmeyen tutkulu mücadelesi açacaktır.
Sevdasız, tutkusuz toplumsal inşa olmaz. Çünkü George Sand’ın,“Tutku, insanın kendine güvenmesinden doğar”; Bulwer-Lytton’un, “Tutku, dinlenmek bilmez”; Abe Kobo’nun, “Tutku, ateşli bir kendini tüketme arzusudur,”[57] diye betimledikleri meseleye dair eski(meyen) bir gerilla José Mujica da ekler:
“Elbette sadece kazanmak için savaşmıyorsun çocuğum. Ama kazanacağına inanmalısın. Böylelikle ancak hayatına bir anlam katabilir, böylece yol alabilirsin. Yenilebilirsin. Hayat gibi çetrefilli bir düşmanı kim mağlup etmiş ki? Ama hayat macerana bir anlam kazandırmalısın. Maddi gereksinimlerinin çok ötesinde hayatı tutku ile yaşamalısın. Hayatı hevesle yaşamalısın. Hayatla böyle bir anlaşma yapmalısın… Düştüğün zaman kalkmayı bilmelisin. Hayat pek çok kez seni yere serebilir. Önemli olan tekrar ayağa kalkmak ve devam etmek ve yine devam etmektir…”
Arthur Miller’in, “Bir zamanlar insanlar hayatlarından memnun değillerse devrim yaparlardı. Şimdi alışverişe çıkıyorlar”; Aldous Huxley’in, “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler”; Albert Einstein’ın, “Korkarım ki bir gün teknoloji, insan iletişiminin ve yakınlaşmasının önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacak,” biçiminde özetledikleri sürdürülemez kapitalist travma karşısında bu tutkulardan arındırılmış bir toplumsal inşa mümkün değildir.
Çünkü “Hûn bi çendî têkiliya di navbera gerdûna hûn lê dijîn û gerdûna di hûndirê xwe didin jiyîn bextewar dibin/ İçinde yaşadığınız dünya ile içinizde yaşattığınız dünya arasında kurabildiğiniz bağ kadar mutlu olursunuz,” vurgusuyla Anton Çehov, ‘Üç Kız Kardeş’inde şöyle der:
“Hayata atılır atılmaz silik, donuk, renksiz, tembel, kayıtsız, faydasız, mutsuz insanlar olup çıkıyoruz. Niçin? Bu kent yüz binlerce insanı barındırıyor. Ama hepsi birbirine benziyor. Hepsi aynı. Ne geçmişte ne de günümüzde bir tek aziz bile bulamazsınız. Bir tek bilgin, bir tek sanatçı bile yok. Sadece yiyorlar, içiyorlar, uyuyorlar, sonra da ölüyorlar… Başkaları geliyor sonra, onlar da yiyorlar, içiyorlar, sıkıntıdan çıldırmamak için dedikodu yapıyorlar, iskambil oynuyorlar, düzenbazlık ediyorlar. Çocukların sırtına korkunç bir yük biniyor, içlerindeki o kutsal pırıltı sönüp gidiyor. Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…”[58]
Hatırlayın Çehov, Çarlık Rusyası’nın son döneminin, başka deyişle bir geçiş döneminin yazarıydı. O dönemin neredeyse kusursuz çözümlemelerini yaparken – yaşadığı toprakların ve halkının doğasını ve tarihini çok iyi bilen her sanatçı gibi- böyle bir geçiş döneminin hangi dönemece varacağını da doğru saptadı.
“Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum,” sözleriyle Çehov’un bir yandan Andrey’in ağzından döneme egemen olan edilginlik atmosferini en acımasız sözlerle eleştirirken, öte yandan geleceği düşününce rahatladığını, hafiflediğini, uzaklarda bir ışığın parladığını ve özgürlüğü gördüğünü söylemesi kesinlikle çelişki değildi.
Çünkü düşünsel hamuru Tolstoy’ların, Dostoyevski’lerin, Gorki’lerin, Gonçarov’ların mayasıyla yoğrulmuş bir toplumun üyesi olarak böyle bir kültürel zeminin hangi fırtınalara gebe kalabileceğinin de çok iyi bilincindeydi.[59]
O hâlde yerküredeki mevcut “geçiş süreci” televizyonda bağıran insanların oynadığı “üç maymun”la, “kuzuların sessizliği”yle karakterize olan sürdürülemez kapitalizmin toplumsal histerisi, genel olarak depresyon, korku ve mistisizmle yakından ilgiliyken; toplumsal inşanın ilk adımı da yıkmak olmak zorundadır.
Biliyorum: inşa, yapı kurma, yapma, oluşturmadır. Ancak sürdürülemez kapitalizmin zeminindeki her inşa, tutkulu bir yıkımla başlamalıdır işe. Çünkü aşkın en yaşanılası, en yalın hâli olarak tutku kolektif bir yıkım ve yaratmanın kaldıracıdır.
Nihayetinde insanı nisyan ile malûl olmaktan kurtaran isyandır toplumsal inşa…
O hâlde bu uğurda yanıtı verilmesi gerekiyor şu sorunun: “Şimdilerde, bu yozlaşmış dünya, hoşgörüsüzlükleri, dogmaları, insan ve doğa tanımayan acımasızlıklarıyla yaşamlarımıza sızıp bizi tutsak alırken bu dünya üstüne kartal uçuşuyla, albatros kanatlarıyla düşleyip düşünmemiz, tıpkı Don Quijote gibi devlerle dövüşmeyi göze almamız gerekmiyor mu?”[60]
13 Nisan 2016 17:48:33, Ankara.
N O T L A R
[1] Mülkiye Mağara Araştırma ve Dalış Topluluğu ile Mülkiyeliler Birliği’nin 26 Nisan 2016 tarihinde düzenlediği “Aşk, Travma ve Toplumsal İnşa” başlığı ile Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Salonu’nda düzenledikleri etkinlikte yapılan konuşma… İnsancıl, Yıl:26, No:311, Haziran 2016…
[2] Bob Marley.
[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri (Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler), Çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011.
[4] Hilmi Yavuz, Söylen Şiirleri, Arba Yay. 1989.
[5] Ergin Yıldızoğlu, “Teknoloji- ‘Kapitalist Gerçekçilik’-Umut”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2016, s.9.
[6] Abdullah Aysu, “Davosçular Kaybedecek”, Gündem, 22 Ocak 2016, s.4.
[7] “Ortadoğu’da Silah İthalatı Patladı”, Milliyet 23 Şubat 2016, s.16.
[8] Gel de bu tabloda Honoré de Balzac’ın, “Her büyük servetin arkasında, büyük suç yatar,” uyarısını anımsama!
[9] “Vazgeçmek, insana kendini boşlukta hissetmesine dayanan bir gelecek hayali sunuyor.” (Annelies Verbeke, Uyku, Çev: Gül Özlen, Ayrıntı Yay., 2005, s.102.)
[10] “Toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler benim kitabımı okumasınlar; hem ben, ona hiç el sürmemelerini alışkanlıklarına uyarak eserimi yanlış anlamalarına yeğ tutarım.” (Karl Marx.)
[11] Wilhem Reich, Dinle Küçük Adam, Çev: Yezda Erdem, Arya Yay., 2010.
[12] Richard Leakey-Roger Lewin, Göl İnsanları – Evrim Sürecinden Bir Kesit, Çev: Füsun Baytok, TÜBİTAK Yay., 5. Basım, 1999, s.84.
[13] John Fowles, Koleksiyoncu, Çev: Münir H. Göle, Ayrıntı Yay., 3. Basım, 2009, s.120.
[14] Erich Scheurmann, Göğü Delen Adam, Çev: Levent Tayla, Ayrıntı Yay., 1988, s.60.
[15] George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay., 50. baskı, 2015, s.247.
[16] Mihail Yuryeviç Lermontov, Çağımızın Bir Kahramanı, Çev: Nedim Önal, Cem Yayınevi, 2000, s.139.
[17] Tezer Özlü, Kalanlar, Yapı Kredi Yay., 15. Baskı, 2015, s.32.
[18] “Kaygı, uyanır uyanmaz göğsünüzü sıkıştıran ve gün boyu yakanızı bırakmayan, acı bir duygudur. Kaygı, odalara girmek için iğne deliğinden bile süzülür, rüzgârla birlikte yaprakların arasına uçuşur, kuşların şakımalarına tüner, zillerin telleri boyunca bir o yana bir bu yana koşar durur.” (Maurice Druon, Yeşil Parmaklı Çocuk, Çev: Elâ Güntekin, Can Yay., 1984, s.19.)
[19] “Kiraz zamanı şarkısını söylediğimizde/ Neşeli bülbül ve alaycı karatavuk da/ Olacak şölende/ Güzeller/ Güneşin aşıkları/ Çılgına dönecek/
Kiraz zamanı şarkısını söylediğimizde/ Alaycı karatavuk daha güzel çalacak ıslığını/ Ama kısadır kiraz zamanı/ Sevgilimizle düşler kurarak toplamaya gittiğimiz/ Salkım küpeli/ Aynı giysili aşk kirazları/ Yaprakların üstüne bir kan damlası gibi düşer/ Ama kısadır kiraz zamanı/
Düşler kurarak topladığımız mercan küpeler/ Kiraz zamanındaysanız eğer/ Ve korkuyorsanız kederli aşklardan/ Sakının güzellerden/ Dayanılmaz acılardan korkmayan ben/ Yaşayamayacağım bir gün acı çekmeden/ Kiraz zamanındaysanız eğer/ Acılı aşklarınız da olacak/
Seveceğim daima kiraz zamanını/ Kalbimde açık bir yara gibi taşıdığım o zamanı/ Ve talih, bana sunduklarıyla/ Asla dindiremeyecek acımı/ Seveceğim daima kiraz zamanlarını/ Ve kalbimde sakladığım anısını…” (Komüncü şair Jean- Baptiste Clement’in 1866 yılında yazdığı ancak, beş yıl sonra, Komün’ün kahraman kadınlarından (yenilgiden sonra Yeni Kaledonya sürgünü ve 1905’teki ölümüne kadar gezgin anarşist eylemci) biri olacak hemşire Louise Michel’e adadığı ‘Kiraz Zamanı/ Le temps Des Cerises’ başlıklı şiiri, Fransızca’dan çev: Güven Güner.)
[20] “Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin, seni canlandırmayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bi cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun bütün dertlerimize bir isim takma merakı vardır, bunu yapmazsak büsbütün çılgına döneriz.” (Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, YKY, 2001, s.16.)
[21] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, Çev: Necmi Bayram, Agora Yay., 2006, s.16.
[22] “Sana ait olanı bu kadar önemli yapan, onun için harcadığın zamandır.” (Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens, Çev: Cemal Süreya-Tomris Uyar, Can Yay., 2015.)
[23] “Zizek: Aşk Bir Yükselme Hâlidir”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2015, s.17.
[24] Berivan Kaya, “Aşkın Metafiziği mi Aşkın Devrimci Praksisi mi?”, İnsancıl, Yıl:26, No:308, Mart 2016, s.39-42.
[25] Jack London, Martin Eden, Çev: Gülen Fındıklı, Oda Yay., 2. Baskı, 1978.
[26] Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Yapı Kredi Yay., 2015, s.76.
[27] “Aşk ılıdı mı ya ısıtmak gerekir ya da vazgeçmek. Aşk buzdolabında saklanmaz.” (Simone Berteaut, Kaldırım Serçesi Edith Piaf, Çev: Aydın Emeç, Agora Yay., 2010.)
[28] Jules Verne, Çin’de Bir Çinlinin Başına Gelenler, Çev: Ender Bedisel, İthaki Yay., 2010, s.107.
[29] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17. baskı, 2014., s.89.
[30] Peyami Safa, Şimşek, Ötüken Yay., 10. Basım, 1997, s.163.
[31] Mihail Yuryeviç Lermontov, Çağımızın Bir Kahramanı, Çev: Nedim Önal, Cem Yayınevi, 2000, s.139.
[32] Mehmet Y. Yılmaz, “Tilkinin Kuyruğundaki Kızıllık”, Hürriyet, 15 Şubat 2014, s.15.
[33] Zülfü Livaneli, Kardeşimin Hikâyesi, Doğan Kitap, 2013.
[34] “Kâğıt üstünde, aşkın, iki insanın sahip olduğu, en az açıklanabilen, en az toplumsallaşabilen ve toplumun onlara dayattığı kendileriyle ilgili imge ve rollere, kültürel aidiyetlere uymayan şey kapsamında karşılıklı büyülenmesi olduğunu… gösterebilirdim.” (André Gorz, Son Mektup: Bir Aşk Hikâyesi, Çev: Alev Özgüner, Ayrıntı Yay, 2007).
[35] Ümit Kardaş, “‘Aşk’ın Hangi Hâli!”, Taraf, 4 Temmuz 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/askin-hangi-hali/
[36] Mine G. Kırıkkanat, “Aşka Âşıktı, Moustaki…”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2013, s.15.
[37] Ümit Kardaş, “… ‘Aşk’ın Hangi Hâli! (2)”, Taraf, 7 Temmuz 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/askin-hangi-hali-2/
[38] “Kalp gözü açık olan insanın içi sevgi doludur. Şefkati, merhameti boldur. Zihni, ruhu, yolu aydınlıktır. Kavgası, gürültüsü, çekişmesi yoktur. Cömertlik doğal yaşam tarzıdır… Kalp hayatın merkezidir ve sevgi yuvasıdır. Ruhun ışığı ile aydınlanır. Zenginliği ruhsal değerlerin yüceliğinden kaynaklanır. Kalbe öfke, şiddet, kin, korku kıskançlık, hasislik giremez.” (İnal Aydınoğlu, “Kalp Gözü”, Milliyet, 31 Mart 2016, s.24.)
“İnsan sevgiyle doğar, sevgiyle yaşar, sevgiyle var olur, hayata sevgiyle bağlanır. Sevgisiz kaldığını, sevgiden uzaklaştığını hisseden insanın hayatı susuz kalmış topraklar gibi kurur, çölleşir, çöl fırtınaları ile her gün ayrı yöne savrulan kumlar benzeri, tutunacak yer arar durur.” (İnal Aydınoğlu, “Sevgi İnsanın Özüdür”, Milliyet, 13 Mart 2016, s.21.)
[39] Zülal Güney, “Egemen ‘Normal’lik Aşkın Önünü Keserse”, Birgün, 14 Mayıs 2015, s.14.
[40] Ceren Çıplak, “Özen Yula: Devlet Katında Aşkın Adı Yok”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2015, s.16.
[41] André Comte-Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm, Çev: Z. Canan Özatalay,İletişim Yay., 2. baskı, 2015.
[42] Alper Hasanoğlu, “Sevgi ve Ahlâk…”, Radikal, 23 Şubat 2014, s.27.
[43] Avustralya’nın Melbourne kentinde yaşayan 55 yaşındaki Bambi Smyth, “gerçek aşkı yakalayabilmek için” farklı kültürlerden insanlarla bir maceraya atılmaya karar verdi. Görüştüğü erkekler arasında İspanyol bir jigolodan, Vatikan’da bir papaza, Rus oligarktan İtalyan bir prense kadar oldukça farklı karakterler olan Smyth, farklı ülkelerde yaşayan arkadaşlarından kendisi için 25 ila 55 yaşları arasında uygun olabilecek bir adayla görüşme ayarlamalarını istedi. Daha sonra planını hayata geçirmek üzere yola koyuldu. Hepsiyle kendi kültürlerine ait bir yemeğe çıktığı 75 erkek de birçok farklı meslek grubundandı. Özellikle görüştüğü kişilerin sıradan mesleklere sahip olmamasını istediğini anlattı. Başından geçen her şeyi Men on The Menu (Mönüdeki adamlar) kitabında topladı (“Gerçek Aşkın Peşinde 3 Ayda 75 Erkek”, Hürriyet, 2 Ekim 2014… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27316751.asp)
[44] “14 Şubat artık kapitalizme ait. Yani aşka para harcattıran, eğlenceli bir tüketim günü…” (Emre Aköz, “Sevgililer Günü: Dini? Dünyevi?”, Sabah, 14 Şubat 2015, s.14.)
14 Şubat Sevgililer Günü alışverişi perakende ve turizmi canlandırdı. Hazır giyimden eğlenceye, kuyumdan çiçeğe kadar birçok sektörde toplam 2 milyarlık ciro yapılması bekleniyor (Özge Yavuz, “Aşka 2 Milyarlık Yatırım”, Sabah, 12 Şubat 2015, s.8.)
Sevgililer Günü alışverişlerinin üzerine kar yağışları da eklenince perakende bayram etti. Kar yağışı ve soğuktan kaçıp AVM’lere sığınanlar ciroları yüzde 25 arttı. (“Perakendeye Kar Dopingi”, Sabah, 20 Şubat 2015, s.13.)
[45] “Aşka Kapılmak 1.5 Saniye”, Milliyet, 21 Şubat 2016, s.9.
[46] Alın bir zırva daha! Internetin ünlü paylaşım sitesi Twitter, “14 Şubat Sevgililer Günü” nedeniyle 100 farklı dilde “Seni seviyorum” tweet’lerini taradı ve ülkelerin aşk haritasını çıkarttı. Aşk ülkesi olarak bilinen Fransa’nın 14’üncü sırada yer aldığı listede Türkiye 6’ncı oldu. (Gül Kireklo, “Aşk Ülkesi Fransa’dan Daha Âşığız”, Sabah, 14 Şubat 2015, s.4.)
[47] Bu noktada tüketimin önemli argümanlarından olan “arzu” kavramı ile bir sevgi biçimi olan “aşk” kavramı arasında bir ayrıma giden Baumann’a göre, arzu tüketmeyi, aşk ise benliğin hayatta kalmasını amaçlamaktadır ve bu yüzden arzu tükenirken, aşk sürebilmektedir. Öyle ise bireyin aşk ile tükettiği aslında beklenti, saygı ya da heyecanı değil, arzusudur. Zaten biçimi ne olursa olsun tüketimciliğin hedeflediği de budur: Arzu ettirmek sureti ile tüketmek! (Z. Baumann, Akışkan Aşk/İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair, Çev: Işık Ergüden, Versus Yay., 2009, s.18-20.)
[48] Ali Murat İrat, “Aşk Tek Kişilik Yalnızlık İki Kişilik”, Birgün, 12 Ekim 2013, s.8.
[49] Mehmet Y. Yılmaz, “… ‘Seni Seviyorum’ Demenin Bir Sorumluluğu Var”, Hürriyet, 14 Mart 2015, s.19.
[50] Wilhem Schmid, modern koşullarda aşkın “iki kişinin birbirlerinin iyiliğini istemesine muhtaç” olduğunu vurguluyor. (Wilhelm Schmid, Aşk: Neden Bu Kadar Zordur ve Yine de Nasıl Mümkün Olur?, Çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., 2014.)
[51] Mehmet Y. Yılmaz, “En Heyecan Verici Yolculuk Aşktır”, Hürriyet, 30 Kasım 2013, s.23.
[52] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.
[53] Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Yapı Kredi Yay., 2015, s.107.
[54] Oruç Aruoba, İle, Metis Yay., 10. Basım, 2014, s.33.
[55] “Sevgililerini seçimleriyle erkekler de kadınlar da temel yaradılışlarını ortaya koyarlar. Yeğlediğimiz insan tipi, kendi yüreğimizin çizgilerini taşıyan kişidir.” (Jose Ortega y Gasset, Sevgi Üstüne, Çev: Yurdanur Salman, Yapı Kredi Yay., 1995.)
[56] Murat Yaykın, “Evcilleşenlerden misiniz?”, Birgün, 28 Ocak 2016, s.15.
[57] Abe Kobo, Kutu Adam, Çev: Ahmet Gürcan, Remzi Kitabevi, 1993, s.160.
[58] Anton Çehov, Üç Kız Kardeş, Çev: Ergin Altay, Bilge Kültür Sanat Yay., 2012.
[59] Ahmet Cemal, “Uzaklarda Bir Işık Parlıyor mu?”, Cumhuriyet, 28 Mart 2016, s.14.
[60] Celâl Üster, “Eleştirel Düş Gücünün Zaferi”, Cumhuriyet Kitap, No:1356, 11 Şubat 2016, s.6.