AKP hükümeti, birden fazla iç ve bölgesel gelişmeler nedeniyle yeni bir “iç güvenlik yasası” çıkarmak istiyor. Kendine dönük algıladığı tehdit üzerinden günü birlik yasalar çıkartıyor da denilebilir.
Bilindiği gibi bakan, bakan çocukları hatta başbakan ile çocuklarının 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 soruşturmalarıyla ev ve işyerlerinin arandığı, gözaltına alındıkları günlerde, Erdoğan başkanlığındaki hükümet üzerlerindeki basıncı hafifletmek, ev, işyeri aramalarını ve gözaltına alınmaları zorlaştırarak soruşturmayı savuşturmak amacıyla yeni yasa çıkarmak istedi. Eski yasada bulunan “makul şüphe” ifadesini yetersiz bularak “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” ifadesini içeren yasa Meclise sunulmuş ve teklif 21 Şubat 2014’te kabul edilmişti. Böylece ev ile işyerlerini arama, gözaltı ve telefon dinlemeleri daha zor yapılır hale getirilmişti.
Yasa üzerinden 7-8 ay gibi kısa bir süre geçmeden yeni bir “iç güvenlik yasası” Meclise getirildi. Yeni yasa teklifiyle; molotof kokteylinin ateşli silah sayıldığı, polise, şüphelendiği herkesin iş ve evini keyfi arama ve hatta 24 saat gözaltına alma yetkisinin verildiği, avukatın soruşturma dosyasına ulaşım hakkının kısıtlandığı, polisin dinlenme ve teknik takip yetkisinin genişletildiği, gösteride maske takmanın suç sayıldığı, kısacası polis yargıdan habersiz “şüphelendim” diyerek istediği kişiyi istediği yerde arayabilecek hatta isterse 48 saat gözaltına alabilecek! Yeni tasarı ile ifade, haberleşme özgürlüğü, “kişi, konut ve işyeri dokunulmazlığı, kişisel verilerin korunması ve savunma hakkından geriye çark edildiği” görülüyor. Neden?
Birincisi; gerek 21 Şubat düzenlemesinde gerekse şimdi sunulan düzenlemede; AKP, toplum ve rejimin geleceğini değil kendi geleceğini esas alıyor. Her iki durumda da AKP ve hükümeti korkuyor, kendini güvenceye almaya çalışıyor ki 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının takipsizlikle sonuçlanmasının hemen ardından bu değişikliğe gitmesi de dikkat çekicidir.
AKP, Aralık 2013 soruşturmalarını şimdilik savuşturdu ancak iç ve bölgesel sıcak politik gelişmeler nedeniyle geleceğine dönük risklerin potansiyel olarak büyüdüğünü görüyor. Görüyor ama temel hak ve özgürlükler ile Kürdistan meselesinde yeni adımlar atmak yerine daha fazla sopa siyasetini tercih ediyor.
İkincisi; sokakların ısınması üzerinden Hükümet yeni bir Gezi direnişi tehdidini algılıyor. Hak ve özgürlükleri merkezine alan Gezi benzeri yeni bir direnişten ürküyor. Türk siyasal sistemi, dünyada eşine ender rastlanan %10 barajının da etkisiyle son yıllarda AKP dışında iktidar alternatifi üretememesi, arayış içerisindeki dinamikleri Gezi benzeri sokak eylemliliği arayışlarına yönlendiriyor.
AKP ve özelde de Erdoğan’ın doğrudan kendilerine dönük algıladıkları bu ve benzer tehditler üzerinden daha fazla sopaya sarılmaları yani hak ve özgürlükler alanını daraltan yönelimleri ise, halkları daha fazla geriyor, sokakları ısındırıyor. Cemaatin “paralel yapısı” ve Kürtlerin “bölücülüğü” üzerinden toplumun belli bir kesimini iktidara bağlama (konsolide etme) durumu da artık eskisi kadar etkili olmayacak gibi.
Erdoğan’ın anayasal değişiklik olmadan fiilen ve herkesin gözünün içine baka baka “ben yaptım oldubitti” misali başkanlık sistemini yürürlüğe koyması da Doğu Despotizmin tipik bir uygulaması olarak toplumu, sokakları geren bir diğer gelişme.
AKP hükümetinin en tepe yöneticilerine varana kadar kutu kutu açığa çıkan kamu mülkiyeti hırsızlığı ve diz boyu yolsuzluklar ortalığa saçıldığı halde devlet imkanları kullanılarak bunların üstünün örtülmüş olmasının toplumda yarattığı öfke; daha fazla rant hesabıyla her gün bir bölgede emekçi köylünün bağına, bahçesine, tarlasına dozerlerin sürülmesi, tam bir zorbalıkla ve televizyon ekranlarında milyonların izlediği zeytin ağacı katliamları… İşte öfkeyi katman katman genişleten hükümet icraatları ve işte hükümeti ürküten tablo!
Üçüncüsü; “Kürt sorunu benim sorunumdur”, “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”, “Milli Birlik ve Kardeşlik Süreci”, “Çözüm süreci”, “görüşme-müzakere” vb. adlandırmalara rağmen somut adımların atılmamasının Kürtlerde yarattığı tepkiden de tehdit algılıyor. Hükümetin, Kürdistan bir yana Kürt meselesinde bile izlediği ve artık Mısır’daki sağır sultanın da farkına vardığı oyalama-aldatma siyasetinin Kürt halkında yarattığı hayal kırıklığı ile sarmaşık öfkenin yeni bir 6-7 Ekim kalkışmasını potansiyel olarak besliyor olmasının da hükümet üzerinde yarattığı korkuyu ekleyelim.
HDP’nin Haziran 2015 seçimlerine “parti olarak gireceğim” beyanları gerçeğe dönerse ve tartışılan % 10 seçim barajı kaldırılmazsa, baraj altında ve dolaysıyla HDP üzerinden Kürtlerin Meclis dışında kalacak olmasının Kürtlerde meclis dışı sokak muhalefetini olağan üstü büyütecek olmasından da ciddi olarak ürküyor hükümet. Kürtlerin Meclis dışı arayışlarından ürken hükümet şimdiden “önleyici tedbir alma” arayışında olduğu görülüyor.
Dördüncüsü; Alevi meselesi çözümsüzlüğünü korurken AKP’nin, muhafazakârlaşmanın da ötesinde Sünni Hanefi mezhebi inancını devletin ve toplumun tüm dokularına nüfuz edecek şeklinde enjekte etmede kararlı davranması, bunu 19. Milli Eğitim Şurasında da açıkça sergilemesi, toplumdaki laik-dindar kutuplaşmasını derinleştirecek olması, gerilimin bir diğer boyutu. Hükümet eliyle dinin topluma taşınması yeni değil, yeni olan böylesine pervasızca yapılıyor olmasıdır.
AKP hükümeti çözüm geliştirmediği Alevi meselesinin gerek kendisinden gerek yukarıdaki şıklarla geçişli karakterinden de ciddi ürküyor. “Ya Alevi potansiyeli Kürt muhalefetiyle ortaklaşırsa ya Ortadoğu’daki gelişmeler içerde Alevi muhalefetini tetiklerse ve Alevi muhalefeti genel hak ve özürlükler muhalefetiyle bütünleşirse..!
Beşincisi; siyasal ortamın, muhtemel bir ekonomik kriz ile yukarıda belirttiğimiz tüm dinamikleri hareketlendirebilecek kırılganlıkta olması, son dönemde “ekonominin patinaj yaptığı” beyanları ile de örtüştüğünü ekleyelim.
Altıncısı; Ortadoğu’nun ve özelde de Kürdistan’ın savaş alanı olma halinin daha yıllarca devam edecek olmasının yanı sıra, Kürdistan’ın hareketlenen jeopolitiği yani coğrafyanın hızla siyasallaşması ile paralel önce Güney sonra Batı Kürdistan’ın siyasi statü kazanmaları üzerinden Kürdistan bağımsızlığının gittikçe reel içerik kazanmasının Türk rejimi üzerinde yarattığı tehdit algısını da unutmayalım.
Kürdistan meselesinde yaşanan çözümsüzlüğe, Alevi meselesinin de eklenmesi ve her ikisinin ısınan sokakların hem güçlü dinamikleri olması hem de dışındaki dinamikleri de harekete geçirecek potansiyeli barındırması gibi politik gelişmelere; giderek iç siyasal girdiye dönüşmeye başlayan bölgesel gelişmelerin de eklenmesi; tüm bunların muhtemel bir ekonomik krizle örtüşmesinin yarattığı büyük korku! İşte Hükümeti “iç güvenlik yasası”nı çıkartmaya yönelten nedenlerin özeti.
Hükümet aynı süreçte iki şeyi hedefliyor
I – Sokağı zapturapt altına almak istiyor.
Rusya, İran, Türkiye gibi Doğu despotik devletlerde, yasa/hukuk ile sopa (güvenlik) dengesinde sopa gücü kamu düzeninin sağlanmasında daima belirleyici olduğu genel doğrudur ki Osmanlı İmparatorluğu da Doğu despotizmin tipik uygulayıcısı olmuştu. Onun devamında kurulan Kemalist TC devleti ise, cumhuriyet ve demokrasi söylemleri altında katı doğu despotik rejim uyguladı. Cumhuriyet rejimi, Batılı söylemlere karşı rejim Doğu despotizm karakterini korudu.
AKP’nin son 12 yıllık iktidarında rejimi yeniden dizayn etme çabalarının Ordu, ulusalcılar ve laik kesimde yarattığı tepkiye, mülkiyet hırsızlığı ve rüşvetin geniş toplum kesimlerini rahatsız etmesi de eklenince, ciddi şekilde ürken hükümet “kamu düzenini” sopa zoruyla sağlamaya yöneliyor. Dahası tipik bir Doğu despotik rejimin vatandaşına bakışıyla; Erdoğan-Davutoğlu hükümeti de vatandaştan devletin (hükümetlerinin) icraatlarına kayıtsız şartsız itaat ve hatta sadakat beklemekteler.
Ayrıca AKP’nin tek başına iktidarını tehlikeye atacak olan her adımı bertaraf etmede de kararlı davrandığı görülüyor. % 10 barajının kaldırılması tartışmasını bile başta Erdoğan olmak üzere AKP kadrolarının öfkeyle karşı çıktıkları, karşı çıkmakla da kalmayıp tehdit etikleri; somutta Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç’ın yüzde 10 barajı ile ilgili başvuruları “değerlendirmeye alacağız” beyanı bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine öfkeyle saldırmasına neden oldu.
II – Öcalan ve HDP üzerinden Kürtleri mutlak eylemsizliğe çekmek istiyor.
Hükümet, “çözüm, görüşme, müzakere” derken Öcalan üzerinden PKK ve HDP’den mutlak eylemsizlik istiyor ve adeta dayatıyor!
HDP’yi de üzerinde şimdiden kurmak istediği kamuoyu baskısı ile eylemsizliğe itmek istiyor. Örneğin, Demirtaş’ın Bugün gazetesine “Güvenlik paketi” hakkında“Hem Meclis’te karşı çıkacağız, kıyameti koparacağız, sokakta mitinglerimizle, yürüyüşlerle engellemeye çalışacağız. Yasa çıkarsa değişmesi için mücadele yürüteceğiz” gibi demokratik tepki vermesini bile, başbakan başta olmak üzere AKP’lilerin “Paralel yapı ile ilişki içinde olduğu” suçlaması dahil şiddetli saldırılarına hedef oldu. Davutoğlu, “Bir daha bu milletin evlatlarına sokağa çıkmak için, şiddet için çağrıda bulunmayın” demekle kalmamış “bundan sonra dökülecek her kandan Demirtaş sorumludur” diyerek işi tehdit boyutuna vardırdı.
Sonuç; Cumhuriyet’te demokrasi-güvenlik dengesi daima güvenlik esas alınarak kurulmuştu, AKP’de öyle yapıyor. AKP, özelde de Erdoğan gelecek korkusuyla despotizme yöneliyor fakat bu yönelim Erdoğan ve iktidarını kurtaramaz. Kurtaramaz ama kendiliğinden iktidarı bırakmayacakları da açık. Halklarımızı, hükümetin anti demokratik politikalarına ve özelde de Kürt meselesinde izlediği çözümsüzlüğe karşı mücadele etmeye, demokratik isyan hakkını sonuna kadar kullanmaya çağırıyoruz. Sadece Kürtler, sadece Aleviler, laikler işin yükünü kaldıramaz. Ankara ve çevresindeki bozkır Sünni Türk kesiminde de önemli bir yarılmanın gerçekleşmesi lazım. 12-12- 2014