Site icon Rojnameya Newroz

AKADEMİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN / SİBEL ÖZBUDUN

AKP iktidarı kendi 1402’sini yaratıyor, bu süreçle. Bu, aynı zamanda toplumun bütününe “gözdağı” verilmesi anlamını da taşıyor. “Yüzlerce profesörü, doçenti gözlerini kırpmadan kapıdışarı ediverdiler,” algısı. Böyle bir durum, bir yandan AKP iktidarını destekçisi kesimler nezdinde muteberleştirir – nihayetinde anti-elitizm, anti-entelektüalizm Türk sağ seçmenin kodlarında önemli bir yer tutuyor.

 AKADEMİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN[1]

 SİBEL ÖZBUDUN

“Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar.”[2]

 

  1. Akademisyenler bugüne kadar imza kampanyalarını çeşitli toplumsal sorunlar tepkilerini göstermek için kullandı. Akademisyenlerin ve araştırmacıların bu tepkisi hiç bu kadar yoğun bir saldırı ile karşılaşmamıştı. Bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bir anımsama… 1980’li yıllarda yayıncılık yapıyorum. “Niçin Değil?” diye bir dizi başlatmıştık; dönemin paradigmalarını, başat kurumlarını, fikirlerini vb. sorgulayan. Toprağı bol olsun, Toktamış (Ateş) Hoca’dan da bir kitapçık istemiştik; dizi için: “Niçin YÖK Değil?” O dönemde böyle bir kitabı yazmaya cesaret edebilecek az sayıda isimden biriydi Toktamış Hoca… Kitabın bir yerinde, öğretim elemanlarının yüksek sesle neden YÖK’e karşı çıkmadıklarını arkadaşlarıyla tartışırken, bir dostunun, “Eee, bilmiyor musun; emir demiri keser,” dediğini aktarıyordu.

Türkiye akademiasında her nasılsa varlığını sürdürebilen bir avuç (çünkü biliyorsunuz, Türkiye’de hâlen öğrenim verilen 193 üniversitede 2016 yılı itibariyle 153 242 öğretim elemanı görev yapıyor. “Bu suça ortak olmayacağız! Başlıklı bildiriyi imzalayan öğretim elemanı sayısı ise, bildiğiniz üzere, 2000’in biraz üzerinde!)

Bu sayı, yukarılarda birine, Cumhurbaşkanına battı. Arkasından, bildiğiniz üzere, imzacı akademisyenlere yönelik bir salvo başlattı.

Cumhurbaşkanı hücuma geçer de, havuz medyası durur mu? Onlar da hemen girdiler topa. İş büyüdükçe büyüdü.

Ve “emir, bir kez daha demiri kesti.” Bizzat cumhurbaşkanından talimat üzerine talimat alan YÖK, üniversite yönetimleri ve yargı, yaratılan basınçla harekete geçti, bir yandan idarî, bir yandan da adlî soruşturmalar için düğmeye basıldı.

Tabii bu arada durumdan vazife çıkartıp “gaza gelen” “devlete yardımcı vigilante’ler”, Ülkü Ocaklılar, Osmanlı Ocaklılar ve bilumum mafya bozuntuları da kendi “özel” linç kampanyalarını başlattılar. Akademisyenlerin odalarına kapı altından atılan imzasız tehdit mektupları; yerel basın ve sosyal medyada arkası kesilmeyen tehdit ve hakaretler; imzacı hocaların resimlerinin ve adlarının kampüste teşhir edilip öğrencilerin “göreve” çağrılması; güvenlik talebiyle emniyete giden akademisyenin görevli polis memurunun “Bunların kafasına sıkacaksın” tehdidine maruz kalması… özellikle büyük kentler dışındaki kampüsleri, hatta bizatihi kentleri, çoğu genç, ve çoğu kadın öğretim elemanları için yaşanılmaz hâle getirdi…

“Suç”a iştirak etmemek üzere yola çıkan akademisyenler, böylece, daha yargılanmadan “suçlu” ilan edilip infaza tabi tutuldular. Bir kısmına ders verilmedi, bir kısmının danışmanlıkları alındı ellerinden. Sözleşme süresi bitenlerin kurumlarıyla ilişiği kesildi, vb. vb.

Yani Cumhurbaşkanı gürültü kopartmasaydı ana akım medyanın bir sütun, birkaç saniye dahi ayırmayacağı bir olay, Tayyip Erdoğan’ın devreye girmesiyle kimsenin altından nasıl kalkacağını kestiremediği bir sansasyona dönüştü…

“Altından nasıl kalkacağını kestiremediği” diyorum; çünkü gerçekte ortada bir “suç” yok. Yani bir grup akademisyen, Kürt bölgesinde yürütülmekte olan savaşa karşı eleştirel bir tutum aldı; savaş suçları işlenmekte olduğu uyarısında bulundu ve sivil halka yönelik katliamın durdurulması, barış masasına dönülmesi çağrısı yaptı – yüzlerce, binlerce kişi, dernek, grup, platform, oluşumun hergün yapmakta olduğu gibi… Bu edimi bırakın cezalandırmayı, bırakın yargılamayı; kovuşturmak dahi, “ben bu ülkede benim görüşlerim dışında başka bir görüşün dillendirilmesine, benim pozisyonumun eleştirilmesine izin vermiyorum,” demektir ve dahi despotizmin, totalitaryanizmin ta kendisidir!

Bu saldırının akademisyenlere yönelik olarak yapılmasının ise, sanırım iktidar partisi ve cumhurbaşkanında yapısal olarak mevcut anti-entelektüel damarın tezahürü bir yandan…Bir yandan da 2 bin küsur çıbanbaşını üniversitelerden “temizleyerek” (biliyorsunuz, devletin üst katlarını bir “temizlik” merakı sardı şu sıralar – emniyet ve yargı “paralel çete”den temizleniyor, Sur ya da Cizre “teröristler”den temizleniyor, vb.) bu alanda da tam hâkimiyeti sağlamak. “Havuz medya” gibi, “sahibinin sesi” bir üniversite yaratmak. 150 küsur bin öğretim elemanından 2000 tanesinden “çatlak ses” çıkmasına dahi tahammül edemedikleri görülüyor… Bana akademisyenler bildirgesini biraz da “üniversitelerde tam AKP denetimi sağlama”nın vesilesi olarak yararlandılar gibi geliyor.

Bir de, şunu vurgulamama izin verin: üzerlerindeki onca baskı ve tehdide karşın, çok az sayıda imzacının geri adım atması, büyük çoğunluğun, özellikle de durumları fazlasıyla kırılgan olan genç akademisyenlerin imzalarına sahip çıkması, emniyet, savcılık ve disiplin heyetleri karşısındaki dik duruşları, bu ülkenin akademia’sının tarihine bir nur belgesi olarak geçmiştir.

 

  1. Metni imzalayan birçok akademisyen tehditlere, üniversite yönetimlerince baskı ve soruşturmalara maruz kaldı. YÖK’ün üniversitelere imzacılar ile ilgili kişi kişi talimatlar verdiği gündemde. Sizce bundan sonraki süreç nereye gider?

 

Ben, sonuna kadar gideceklerini düşünüyorum. Yani imzacı akademisyenlerin büyük bölümünün üniversitelerle ilişkilerinin kesilmesine, öğretim elemanlığından çıkartılmalarına varacağını… AKP iktidarı kendi 1402’sini yaratıyor, bu süreçle. Bu, aynı zamanda toplumun bütününe “gözdağı” verilmesi anlamını da taşıyor. “Yüzlerce profesörü, doçenti gözlerini kırpmadan kapıdışarı ediverdiler,” algısı. Böyle bir durum, bir yandan AKP iktidarını destekçisi kesimler nezdinde muteberleştirir – nihayetinde anti-elitizm, anti-entelektüalizm Türk sağ seçmenin kodlarında önemli bir yer tutuyor. “Okumuş adam” hem bir saygı, hem de gizliden bir “takbih” nesnesidir öteden beri. (Hacivat-Karagöz tiplemelerini hatırlayın.) Üniversite hocasını yakasından tutup atan bir cüret, emin olun ki AKP seçmeninde prim yapar.

Ama sonuç ne olur? Üniversitelerin biraz daha çoraklaşması, biraz daha “ne kokar ne bulaşır”laşması, biraz daha vasatlaşması, bilimsel düşünce ve araştırmaların biraz daha gerilemesi…

Umalım ki üniversite dışına düşecek bu değerli birikim kendini toplumsallaştırabilecek kanalları yaratabilsin; bilimsel emeğini emekçilerle, ezilenlerle buluşturabilecek mecralar bulabilsin…

 

  1. Öte yandan saldırılar sonrası toplumun çeşitli kesimlerinden ve uluslararası kamuoyundan ciddi bir dayanışma desteği buldu. Akademisyenlerin barış talebinin toplum nezdinde bu kadar karşılık bulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Destek ne kadar olduğunda “ciddi” olarak tanımlanmayı hak eder, bilemeyeceğim, ama örneğin içeride bu saldırıyı püskürtecek şiddette, dışarıda ise Türk üniversitelerini belirli uluslararası sistemlerden çıkartılması, üniversiteler arası anlaşmaların iptali, fonların kesilmesi vb. somut yaptırımlar biçimini almadı.

Şunu görmek lazım: bu toplum, bölündü… Hem de birkaç eksende. Bölünmede dış, özellikle de Ortadoğu konjonktürünün payı kadar, iktidar partisinin, hele ki Cumhurbaşkanı çevresinde toplanan kliğin siyasal İslâm projesine mündemiç Başkanlık sistemini dayatma gayretlerinin hatırı sayılır katkıları var. İçinde yer aldığımız bölgenin, yeniden uluslararası paylaşıma konu olması kadar, tepedekinin “başkanlık hırsları”, AKP’nin Osmanlı’yı yeniden ihdas etme hülyaları ya da “neo-Osmanlıcı alt-emperyal düşleri bir araya geldiğinde, herkes, hepimiz için çok tehlikeli bir karışım çıkıyor ortaya…

Bu anlamda barış talebi, olanları görenler, olabilecekleri kestirebilenler için hayatî bir önem kazanıyor. Sorun yalnızca Kürdistan’da “terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen vahşetin -Cizre’de evlerin bodrumlarına sığınmış yüzlerce yaralının katledilmesi, aynı olayın şu sıralar Sur’da tekrar ediyor oluşu, akreplerin arkasında sürüklenen, çıplak bedenleri teşhir edilen gerilla ölüleri, keskin nişancılar tarafından öldürülen yaşlılar, kadınlar, bebeler…- bu ülkede vicdanı ve aklı dumura uğramamış insanlarında yarattığı infial değil. Aynı zamanda, ülkenin “Emevi camiinde şükür namazı kılma”yı düşleyen neo-Enveristlerin elinde sonu belirsiz serüvenlere sürükleniyor oluşu. Düşünsenize, 1878’den bu yana ilk kez, bir “Türk-Rus savaşı” ciddi bir olasılık olarak tartışılır hâle geldi! Buna tepki göstermezsek neye göstereceğiz?

 

  1. Akademisyen ve araştırmacılarla dayanışma bazı toplumsal kesimler tarafından metnin içeriği ön plana konarak, bazı kesimler tarafından ifade özgürlüğü bağlamında karşılık buldu. Barış talebiyle imzalanan metnin açıklanmasının üzerinden geçen bir ay içinde en az 40 kişi daha katledildi. İmzalamış olduğunuz metin savaşın durdurulması konusunda somut talepleri de içeriyordu. Metnin içeriğine dair somutlanmış tartışmalarınız var mı?

 

Bu tür bildiriler, tüm imzacıların tüm görüşlerini yansıtmayabilir; nihayetinde imzacı akademisyenler türdeş bir siyasal kendilik değil. Keza bildirinin kamuoyunda alımlanması da farklı biçimlerde oldu: dediğiniz gibi, bildirinin içeriğine tam olarak katılmasalar da “düşünce ve ifade özgürlüğü” çerçevesinde destek verenler olduğu gibi, metnin içerdiği “çözüm haritası”nı sahiplenenler de…

Ancak, artık korkarım o noktayı geçtik… Yani iktidarın akademisyenlerin, Kürt siyasal hareketinin ve daha pek çok toplum kesiminin “barış masasına dönme” çağrılarını ka’le almaması ve bir çeşit “Sri Lanka” çözümünde ısrar etmesi, gidişatın çığırından çıkmasına yol açtı. Bir bakıma, “barış” taleplerini kadükleştirdiğini söyleyebiliriz… Bu, T.C. açısından militarizmin yükseltilmesine (biliyorsunuz, iktidar partisi, yürürlükten kaldırdığı EMASYA Protokolünü yasalaştırarak geri getirmeye çalışıyor); Kürtler açısından da “Türkiyelileşme” seçeneğinin boşa düşmesi anlamına geliyor… Yani “zor” günler bekliyor hepimizi…

 

25 Şubat 2016 22:32:19, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No:176, Mart 2016…

[2] Theodor Adorno.

 

Exit mobile version