Yeni Kapılı yoldaşlarım, “Sanatın Sınıfı” başlıklı bir sunum istediler benden. Dolayısıyla konuşmamın başlığını onlar koydu. Bana kalsaydı: “Sanat Siyasal ve Sınıfsaldır” derdim…
Evet, benim için “Sanat Siyasal ve Sınıfsaldır”.
SANATIN SINIFI VEYA SANAT SİYASAL VE SINIFSALDIR[*]
TEMEL DEMİRER
“Sanat ve devrim,
dünyayı değiştirmede
-özgürleştirmede- birleşirler.”[1]
Yeni Kapılı yoldaşlarım, “Sanatın Sınıfı” başlıklı bir sunum istediler benden. Dolayısıyla konuşmamın başlığını onlar koydu. Bana kalsaydı: “Sanat Siyasal ve Sınıfsaldır” derdim…
Evet, benim için “Sanat Siyasal ve Sınıfsaldır”.
Biliyorum, bu saptamam kimilerine, özellikle de “sanat sevicileri”ne çok katı ve köşeli gelecek.
Ama ben bu tutumda ısrarlıyım. Çünkü sınıflı bir toplumda, beşeri olan her şeyin -nihai kertede- siyasal ve sınıfsal olduğundan şüphe duymuyorum.
* * * * *
Oscar Wilde’ın, “Sanatın eylem üzerinde etkisi yoktur,”[2] türünden amaçsızlaştırıcı söylemlerini elimin tersiyle iterek; Bertolt Brecht’in ifadesiyle, “Sanat görmeyi, algılamayı, kavramayı, düşünmeyi, eleştirmeyi, yorumlamayı, değerlendirmeyi öğretir insana. Bu değerler hiyerarşisi içinde insan yalnız kendi kişiliğini değil, içinde yaşadığı toplumun da düzeyini geliştirirken, bütün bunların bir yaşam biçimine dönüştüreceğini bilir,” derim ben de.
Bu tanım tamı tamına sanatın, siyasal ve sınıfsal olduğunun en net ifadesidir!
Sadece bu kadar da değil! “Dün nasılsa bugün de öyle,/ öldürülür taşıyanlar ışığı,/ başkaları alır onların yerini,/ ışığa dokunamaz ama kimse,” diye haykıran Louis Aragon’un, “Çığlığı yansıtmayan tek bir dize var mıdır?” sorusundaki çığlık vurgusunun siyaset ve sınıf gerçeği dışında betimlenmesi mümkün müdür?
Örneğin Ahmet Erhan’ın, “Alacakaranlık yok artık bu dünyada/ Yok bulanık bir deniz/ Bir yanda o katiller duruyor çünkü/ Öte yanda biz!”
Ya da Turgut Uyar’ın, “Bu dünyada yediğimiz ekmekler/ içtiğimiz sular/ dizlerimizdeki bu güç/ derimizdeki tat/ karşı koymak içindir/ kaçmak için değil…”
Veya Vladimir Mayakovski’nin, “Ananas ye,/ bıldırcın eti kemir,/ Senin de burjuva,/ bir gün sonun gelir,” dizelerindeki sanat siyasal ve sınıfsal değil de nedir?
Böylesi bir “Sanat, gerçeğin etrafında dönen pervane gibidir: ama kendini yakmamaya kararlı bir pervanedir,” Franz Kafka’nın deyişiyle…
İşte tam da bunun için hep “Zorba gider sanatçı kalır”[3] sınıflar mücadelesinin tercümesi olan tarihte…
* * * * *
Kapitalizmde artı değer sömürüsünün ortaya çıkardığı, gelir düzeyi ile harcanan emeğin ters orantılı olduğu hâlin özeti olan sınıf gerçeği, de facto sınıflandırmadır.[4]
Toplumdaki yerini gösteren kavram olarak sınıf (Alm. klasse; Fr. classe; İng. class) hem Marksist kuram hem de sosyal bilimlerin en önemli kavramlardan biridir.
Marksist kuram için sınıf kavramının özel bir anlamı vardır. Marksizmin siyasal mücadele ile kopmaz bağları olması nedeniyle, sınıf kavramı üzerine yürütülen her tartışma, mevcut koşullardaki siyasal mücadelenin strateji ve taktiklerine yönelik belirgin sonuçlar yaratmıştır. Sınıf, iki ana eksen üzerinde farklılaşan ve sınıfı dar ya da geniş kapsamıyla ve nesnel ya da öznel oluşumuyla tanımlanır.
Birinci tanım, sınıfı fiili olarak sanayi sektöründe istihdam edilen ve artı-ürün üreten mavi yakalı kesimlerle sınırlayan dar yorumdur.
İkinciyse, verili andaki istihdam biçimine bakmaksızın sınıfı üretim araçlarının mülkiyetinden yoksunluk ölçütüyle tanımlayan geniş yorumdur.
Marx’ın eserlerine baktığımızda, sınıfın en önemli özelliğinin üretim araçlarından yoksun bırakılmışlık anlamında mülksüzleşme ve buna bağlı olarak kapitalizm koşullarında piyasaya sürebileceği emek-gücü sahipliği olduğu açıktır. Başka bir deyişle, bir işçi kapitalizm öncesine ait her tür yükümlülük ve bağdan kurtulup sermaye sahibiyle “özgür” bir iş akdi yapabildiği sürece, emek-gücünün hangi sektörde değerlendirildiğinin, emek-gücünün karşılığının ne tür bir ücret rejiminde alındığının, hatta emek-gücünün bir istihdam-ücret zinciriyle fiilen realize edilip edilmediğinin sınıf tanımında belirleyici bir rolü yoktur.
Bu çerçevede Marksist değerlendirmenin, sınıfın geniş yorumuna denk düştüğünü söyleyebiliriz.
Ayrıca Marx’ın özgün katkısının sınıfların ya da sınıf mücadelelerinin varlığını göstermesinde değil, sınıf ayrışması ile üretim ilişkileri arasındaki bağı bilimsel olarak çözümlemesinde yattığının altını çizerken;[5] kapitalizmin sınıflı toplumların en açık ve en son biçimi olduğunu, kapitalizmde temel çelişkinin işçi sınıfı ile burjuvazi arasında olduğunu ve toplumsal yapıyı sınıf eşitsizliklerinden kurtarabilecek tek grubun da işçi sınıfı olduğunu göstermiştir. Marksist kuramda işçi sınıfına tanınan ayrıcalıklı konumun en önemli nedeni budur.
Zira Marx’a göre, sınıflı toplum deyişi, içerisinde sınıfların olduğu toplumdan çok, ancak sınıf ilişkilerinin belirleyici olduğu bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir tarihsel yapıyı ifade eder. Dolayısıyla, tarihsel ve toplumsal bir formasyon olarak kapitalizm, barındırdığı özgün sınıfsal yapının karakterinin ve buradan kaynaklanan sınıf mücadelelerinin çözümlenmesi sayesinde anlaşılabilir. Bu anlamda, sınıf kavramı, kuramsal ve felsefi olduğu kadar, tarihsel, sosyolojik, etik, estetik ve siyasal nitelikler de taşır.
Marksist sınıf yaklaşımında önceliğin, insanların üretim ilişkileri içindeki konumunda olduğu açıkken; üretim araçlarından yoksun bırakılarak mülksüzleştirilmiş ve piyasada emek-gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanlar nesnel olarak aynı sınıfın üyeleridir. Bu nesnel konum, sınıf aidiyetini belirlediği kadar, sınıf çıkarının da üzerinde tanımlanacağı tek gerçek zemindir.
Aslı sorulursa “proletarya” kavramı Marx’ın icat ettiği bir kavram değildir. Marksist edebiyat kuramcısı ve eleştirmen Terry Eagleton, proletaryanın eski çağ toplumlarında alt sınıftan kadınları tanımlamak için kullanıldığından bahseder. Sözcük olarak “proletarya” Latince kökenli bir sözcüktür ve üremenin sonucunda ortaya çıkan “çocuk” kelimesinden türemiştir. Bu anlamda “proletarya” kelimesi, devlete hizmet etmek için rahimlerinden başka sunacak bir şeyleri olmayan çok yoksullar anlamına gelir. İktisadi yaşama hiçbir biçimde katkıda bulunamayacak kadar yoksun ve yoksul olan bu kadınlar işgücü olarak çocuk doğurmaktaydı. Toplumun onlardan talep ettiği üretim değil üremeydi.[6] Şu hâliyle kavramın ilk ortaya çıkışında üretim sürecinin dışında yer alanların rolü büyüktür, diyebiliriz.
Modern işçi sınıfının ortaya çıkışıyla proletarya yeniden tanımlandı. Emek gücünü ücret karşılığında kapitalistin kullanımına sunan her kişi proletaryadır esasen. Engels’in Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce basıma notunda altını çizdiği gibi, proletarya derken “hiçbir üretim aracına sahip olmadıkları için ancak emek güçlerini satarak yaşayabilen modern ücretli emekçiler sınıfı kastedilmektedir.” Tanım bu kadar açıktır. Ayrıca bu tanıma işsizler de dâhil edilmelidir. Çünkü işsizlik, dar anlamda sanayi olmasa bile, bir bütün olarak kapitalist üretim ve dolaşım alanının çeperinde hazır kıta bekleyen bir “yedek ordu” anlamına gelir.[7]
İşçi sınıfının türdeş değil, değişik katmanlar ve bölünmeler içeren tarihsel bir oluşum olarak gördüğü gerçeklik için Marx, kapsayıcı bir kategori olarak kolektif işçi kavramını önermişti.
Üretim ilişkileri bağlamında benzer deneyimleri paylaşan insanlar bütününe denk düşen kolektif işçi sınıfının, sınıf olabilmesi için ortak bir bilinç oluşturmasına gerek yoktur. Sınıf, sınıf bilincinden önce de vardır. Bu durumdaki gruba kendisinden sınıf (class in itself), sınıf bilincini oluşturabilmiş sınıfa ise kendisi için sınıf (class for itself) denebilir.
Üretim sürecine olan katkıları, üretimden aldıkları pay ve üretim ilişkileri ya da üretim araçlarının mülkiyetine sahiplikleri bakımından konumları birbirine benzeyen, bu konumlarının bilincinde olan insanların oluşturduğu toplumsal gruplardan biri olarak işçi sınıfı hakkında V.İ. Lenin de, “Toplumsal üretimin tarihi olarak belirlenmiş bir sistemi içindeki konumuna göre, üretim araçlarıyla (büyük ölçüde yasalarla saptanıp formüle edilmiş) ilişkilerine göre, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine göre ve dolayısıyla toplumsal servetten edindikleri payın kapsamına ve payı elde ediş tarzına göre birbirinden ayrılan büyük insan gruplarına sınıf denir. Sınıflar, toplumsal ekonominin belirli bir durumunda konumlarının farklılığı sayesinde bazılarının emeği diğerleri tarafından gasp edilen insan gruplarıdır,” notunu düşer.
Özetle insanların, ekonomi-politik poziyonlarını kategorize etmede kullanılan bir terim olan sınıf ve sınıflandırmanın sanatını siyasallığını da içermediğini “iddia” etmek mümkün değildir.
* * * * *
“Fransız yazar ve filozof Georges Bataille, sanat ve emek ilişkisini karşılaştırarak incelerken her ikisinin de insanı insan yapan sürecin temel etkinlikleri olduğunu söyler”ken;[8] “Sanat, yazgısına boyun eğmeyen, yaşadığı yaşamdan hoşnut olmayan canları besler. Muhaliftir. Asi ruhludur. Yalnızca siyasal anlamda değil, insanla ilgili bütün alanlarda bir sürekli başkaldırı yoludur.”[9]
Çünkü “Estetik, bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimidir. İktidarın şiddetli şoklarıyla hissizleştirdiği ve neredeyse iptal ettiği bedenlerimizi yeniden duyarlı hâle getirmektir… Çünkü duyumsamak, isyan etmektir.”[10]
İsyan eden sanatın, siyasallığını/ sınıfsallığını tartışmaya kalkışmak “abes”le iştigalken; sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alandır. Bu yüzden barış düşüncesi ve imgesi bir sorunsal olarak sanat ve sanatçının gündeminden hiç eksik olmamıştır. Sanatın geçmişi, sanatçının ve yazarın baskıya zulme ve savaşa karşı tavrını çok net olarak ortaya koyan örneklerle doludur.
- Dostoyevski’ye göre insan, özgür bir varlık olarak kötüden sorumludur. Ona göre, kötü olan her şeyle mücadele edilmelidir.
- Goethe büyük sanatçıların hepsinin insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamada önemli katkılar sağlayacağını söylüyordu.
- Camus’nün sanatçıya yüklediği misyon, savaşa, zorbalığa karşı çıkma işlevi açık seçiktir. O ne susmayı, ne de yansız kalmayı benimsemez. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onlarının yerine konuşması gerektiğini söyler-ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla.
Mihail Şolohov, bir yazarın kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos Tepeleri’ne yükselmiş ve insan ızdıraplarına kayıtsız kalan bir tür ilah olarak değil, kendi halkının evladı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini, bir görevinin de dünyada barış için savaşmak ve barış savaşçılarını sözlerinin ulaşabildiği her yerde yüreklendirmek olduğunu belirtir.[11]
* * * * *
Sanat, kimilerine göre hâlâ “bir muamma” olarak sunulmaya kalkışılsa da; antik Yunan’da sanatı ifade eden ‘tekhne’ kelimesi, Latince karşılığıyla ‘ars’, “doğayı dönüştürmek” anlamına gelirken; Gerçek hayatta olmayan mükemmelliklere ulaşmayı mümkün kılan olgudur sanat; Paul Klee için, “Görüneni yinelemek değil, görünebilirlik sağlamak” ya da Theodor W. Adorno’nun, “Hakikât olma yalanından kurtarılmış sihirdir,”[12] diye betimlediğidir.
Sanatçı düş kuran, tahayyül eden, hayallerini bir şekilde ortaya somut olarak koyan insandır. Hayatı anlamlandırır ve yaşanabilir kılarlarken; siyasal ve sınıfsal bir iş yaparlar.
Sözcükler, biçimler önemini yitirdiğinde; renklerin, seslerin, bütün bu formların ve araçların ardındakine erişilebilindiğinde ortaya çıkabilen gerçek sanat, Ahmet Oktay’a göre, “İnsana insanı ve hayatı ve bunların manasını öğretmekle muvazzaftır.”
Bu özelliğiyle de anlamsızlığa anlam katabilme için hayaller kurmak, hayaller kurulmasını sağlama çabasıdır. Yaratıcısı da insandır. Sanat, insanın diğer aktiviteleri gibi bir yapıp-etmedir.
Sanatın varlık alanı sürekli değişen bir varlık alanıdır, çünkü insan hayatı sürekli olarak bir değişim içerisindedir.
Sanat, insanı günlük işlerin, küçük ve büyük kaygıların, hayatın, realitenin katılığının üzerine çıkarır. İnsanın günlük hayatta göremediği basit şeyler-olaylar için gözünü açar, ele aldığı şeyin içerisindeki “mana”ya ulaştırır.
* * * * *
Ne kadar özgür olursa o kadar yaratıcı olan sanat; işe yaramadıkça sadeleşir, kısalır; özetin özetine, slogana döner.
Susan Sontag’ın, “Gerçek sanat rahatsız etme yeteneği taşır,” diye betimlediği, yaratmaktır; yürekle, beyinle, yetenekle ve çalışmanın verdiği güçle…
Sanatçı, güzel şeylerin yaratıcısıdır; ispatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür; hüküm vermez, hüküm vermeye yol açar.
Cansu Fırıncı’nın ifadesiyle, “Sanat belki insanları topyekûn değiştiremez. Dünyayı da değiştiremez belki. Ama daha iyisini yapar. Tutar bir insanın dünyasını değiştirir. İşte dünyayı yalnızca ve yalnızca, dünyası değişen insanların birlikteliği değiştirebilir.”
Sanat yapıtı sınıflı toplum koşullarında yaratıldığı gibi, sınıflı toplum koşullarında alımlanır ve yeniden üretilir. Sanatı sanat yapan, bizim için vazgeçilmez kılan o sanat eserini üreten sanatçının bile eser üzerinde mutlak iktidara sahip olamamasıdır! Sanat boyunduruğu reddeder!
Geleceği içinde barındıran bir silah olarak sanat vazgeçilebilir bir şey değilken; nihai kertede sınıfsaldır; gerçek bir sanat eseri üretmek bilgi, yetenek, birikim, tecrübe, “sanatçı ruh” ile ait olduğu sınıfın değerlerini “olmazsa olmaz” kılar.
Yaşadığını hissetmek/ hissettirmektir; yoğun emektir; duyguların hayalgücü, yaratıcılık ve estetik ile aktarılması, ifade edilmesidir.
- Freud’a göre, “Uyanık rüya görme hâli”dir; yani köprü yapılarak geçilecek bir yerde uçmayı hayal etmektir; başkaldırıdır. Çünkü sanat insanın özgürlüğe kanat çırpışıdır.
* * * * *
Tristan Tzara’nın, “Sanat ve hayat birdir”…
Kazimir Maleviç’in, “Hayat, sanatın ta kendisidir”…
Jacques Derrida’nın, “Sanat hayatın kendisidir, ama hayata karşıt bir hayatın”…
Friedrich Nietzsche’nin, “Bir tek hayat vardır, o da sanattır…
Fernando Pessoa’nın, “Sanat hayatın ikamesidir”…
Lev Tolstoy’un, “En yüce sanat, hayatın sanatıdır”…
Georg Simmel’in, “Sanat, hayat olmayan, hayatı bir şekilde yıkan, hayata karşı çıkan bir şey üretir”…
Arthur Schopenhauer’ın, “Hayatın çektirdiği azabın yegâne tedavisi sanattır”…
Oscar Wilde’ın, “Sefil ve alçaltıcı olan hayatın tek sırrı sanattır”…
Georges Bataille’in, “Sanat hayata karşı bir öfkedir.” “Hayat sanatın yalanlarından arındırılamaz”…
André Breton’un, “Sanat en basit ifadesi olan aşka çevrilmelidir… Aşk, her insanı hayatla kaynaştıran yegâne düşüncedir,”[13] diye tanımladıkları sanat özgürleşmedir… Sanatsal yaratımın önkoşulu, özgürlüktür.[14]
* * * * *
Sanatın temel amacı öğretmek, eğitmek, eleştirmek veya değiştirmek değildir. Ama sanatın olduğu yerde bütün bunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.
Öğrenmek istemeyen, eğitilmeye yanaşmayan, eleştiriye gelemeyen, değişiklikten korkanlar için sanat her zaman bir tehdit ve tehlike olarak algılanmıştır. Bunun dışa vurumu ya aşağılayıcı bir küçümseme veya alaycı bir kayıtsızlık veyahut yasaklama, kısıtlama, tahrip etme, taciz etme şekline dönüşen bir güç gösterisidir.
Ancak sanat kanatlarıyla bu duvarları yıkarak özgürleşmiştir.
Tam da bunun için sanat, bilinç ve kaygıdır.
Sonra da Andrei Tarkovski’nin, “Dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır”…
Tom Robbins’in, “Sanatın amacı, hayatın vermediğini vermektir”…
Muriel Barbery’in, “Sanat yaşamdır; ama bir başka ritimde”…
Connie Palmen’in, “İyi bir sanat yapıtı, gerçeğe temas eden bir sanat yapıtıdır”…
Kostas Mourselas’ın, “Sanat sadece bir zevk değildir. Sanat bütün kapalı kapıları açan bir anahtardır”…
Günter Grass’ın, “Sanat bir suçlamadır. Bir dışavurum, bir tutkudur,” diye tanımladıklarıdır.
* * * * *
Ve nihayet Bertolt Brecht’in, “-karanlık dönemlerde peki,/ şarkı da söylenecek mi?/ -elbette şarkılar da söylenecek/ belgeleyen karanlık dönemleri,” dizelerindeki bilinç ve kaygıyla yaratılmayan hiç bir şey sanat ya da sanat eseri olamazken; “Muhayyilenin, cazibenin, estetiğin ve ahengin olmadığı yerde sanat yoktur,” diye ekler W. Goethe ‘Faust’unda…
5 Kasım 2015 17:09:09, Ankara.
N O T L A R
[*] 13 Kasım 2015 tarihinde Metin Altıok Kültür ve Sanat Evi’nin İzmir’de düzenlediği “Sanatın Sınıfı” başlıklı konferansta yapılan konuşma… İnsancıl, Yıl:26, No:306, Ocak 2016…
[1] Herbert Marcuse.
[2] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17. baskı, 2014., s.268.
[3] Zeynep Oral, “Zorba Gider Sanatçı Kalır”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2015, s.16.
[4] “Sınırları içinde emek-gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadelesi alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Burada tek sözü geçen, özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek-gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşitlik! Çünkü, bir birleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bunları bir araya getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel çıkarlarıdır. Ve böylece, herkes kendi çıkarını kolladığından ve kimse başkaları için bir şey yapmadığından, şeylerin önceden kurulmuş uyumunun sonucu olarak ya da her şeye gücü yeten bir tanrı inayetinin himayesi altında, herkes, yalnızca, onlara karşılıklı avantaj sağlayan, herkes için yararlı, ortak çıkarlara uygun işler yapar.
Bayağı serbest ticaretçinin sermaye ve ücretli emek toplumu hakkındaki yargılarını oluştururken kullandığı görüşleri, kavramları ve ölçeği ödünç aldığı bu basit dolaşım veya meta mübadelesi alanını terk ederken, görüldüğü kadarıyla, dramatis personae’mizin (oyun kişilerimizin) yüzlerinde daha şimdiden bir şeyler değişiyor. Bir zamanların para sahibi şimdi kapitalist olarak önden gidiyor, emek gücü sahibi de onun işçisi olarak arkasından yürüyor; birinde anlam yüklü bir bıyık altından gülümseme ve iş yapma hevesi, diğerinde, kendi derisini pazara getirip de yüzdürmekten başka bir şey beklemesine imkân olmayan bir kimsenin çekingenlik ve tutukluğu.” (K. Marx, Kapital, Cilt:1, (Emek-Gücünün Satın Alınması ve Satılması) Yordam Kitap, 7. Baskı, Sf. 177-178.)
[5] “Sınıf mücadelesi teorisi Marx tarafından değil, aksine Marx’tan önce burjuvazi tarafından geliştirilmiştir ve genel anlamda konuşacak olursak, bu teori burjuvazi adına kabul edilebilir bir şeydir. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri henüz Marksist değildir, zira henüz burjuva düşünce dünyasının ve burjuva siyasetinin sınırları dışına çıkmamıştır. Marksizmi sınıf mücadelesi teorisiyle sınırlı tutmak Marksizmin kolunu kanadını kırmak, çarpıtmak, burjuvazi açısından kabul edilebilir bir şey derekesine düşürmektir. O yüzden, ancak sınıf mücadelesinin kabulünü ‘proletarya diktatörlüğünün’ kabulüne kadar ilerleten kişi Marksisttir. Bir Marksist ile sıradan bir küçük burjuva arasındaki en büyük ayrım budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp anlaşılmadığını ya da kabul edilip edilmediğini sınama noktasında mihenktaşı budur.” (V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 9. Baskı, 1995.)
[6] Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çev:Oya Köymen, Yordam Kitap., 2011, s.190.
[7] Gencer Çakır, “… ‘Prekarya’ Ne Anlatmaktadır?”, DİSK AR, Yıl:2015, No:4, s.157.
[8] İlham Bakır, “Sanatı Amaçsızlaştırarak Kontrol Etmek”, Gündem, 5 Ağustos 2015, s.15.
[9] Celal Üster, “Gölge Etmesin Yeter…”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2015, s.23.
[10] Rahmi Öğdül, “Duyumsamak, İsyan Etmektir”, Birgün, 7 Ağustos 2015, s.15.
[11] A. Hicri İzgören, “Sanat ve Barış”, Gündem, 3 Eylül 2015, s.15.
[12] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev: Ahmet Doğukan-Orhan Koçak, Metis Yay., 2005
[13] Bir Muamma: Sanat Hayat Aforizmalar, Der: Ali Artun, Çev: Selda Somuncuoğlu-Elçin Gen-Nur Altınyıldız Artun-Ayşe Boren, İletişimYay., 2015.
[14] Onur Bilge Kula, “Sanat Özgürleşmedir”, Cumhuriyet Kitap, No:1338, 8 Ekim 2015, s.18-19.