Frene basılmadan savaş hazırlığı!

Enver ŞEN / Sosyalist Mezopotamya Dergisi / Sayı: 15 

Alman yazar Wolfgang Borchert (20. 05. 1921-20.11.1947) savaşa alınmak istenenlere şöyle seslenir “Sen köydeki veya şehirdeki adam; yarın sana celp emriyle geleceklere söyleyecek tek şey var: Hayır!” 

Alman militarizmi, gericiliği ve antikomünizmi tarihsel süreçlere güncelliğine göre biri öbüründen biraz daha öne çıkmış ancak her zaman birbirilerini desteklemiştir. Almanya’nın iç ve dış politikasında bu üçlü hep önemli bir rol oynamıştır. Bütün bunlar tabii ki Alman halkının “çıkarları” için yapıldı ve hala yapılıyor. Günümüzde olduğu gibi. NATO’nun Afganistan’a saldırısından sonra 20 Aralık 2002’de Almanya dışişleri bakanı SPD’li (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) Dr. Peter Struck, Almanya parlamentosunda yaptığı konuşmada, Afganistan’da olmanın ne kadar önemli olduğunu belirtmek için “Almanya’nın savunması Hindikuş Dağlarında başlar” diyordu. Şimdi ise demokrasiyi savunmak için koşullar ne olursa olsun Ukrayna’nın yanında olmalıyız denilerek halkın ezici bir çoğunluğunu manipüle etmeyi başardılar. Sadece hükümete ki partiler değil, muhalefet partileri de bu politikayı destekliyorlar. Maalesef Sol Parti’de buna dahil. Sadece Almanya için Alternatif adlı aşırı sağcı-faşist parti baştan beri savaşa karşı çıktı çıkıyor. Şimdi bu sayı ikiye çıktı. Sol partiden ayrılan bir gurubun kurduğu Birlik Sahra Wagenknecht (Akıl Ve Adalet Partisi) de açıkça savaşa karşı çıkıyor. Burada Alman Komünist Partisi-DKP ilk günden itibaren savaşın iki emperyalist güç olan NATO ve Rusya’nın savaşı olduğunu, Avrupa ve dünya halklarına ölüm, fakirlik, düşmanlık ve işsizlik dışında hiçbir şey getirmeyeceğini belirterek, halkı savaşa karşı çıkmaya çağırdı. Almanya Şansölyesi Olaf Scholz Ukrayna savaşından sonra yeni bir çağın, dönemin başladığı ya da sona erdiği anlamına gelen “Zeitenwende” deyimini kulandı, ancak değişen çağ ya da dönüm süreçlerinden (başlangıcı ve sona ermeleri Scholz’un belirttiği gibi öyle bir günde veya bir olayla olmuyor) bahsedersek bunun bugün topluma satılmaya çalışıldığı gibi tek bir dönüm noktası olduğu kanısında değilim. 

Almanya’nın II. Paylaşım Savaşı sonrası tarihinde birkaç tane dönüm noktasından söz edebiliriz. Birincisi 1990 Almanya’nın yeniden birleşmesi. O günden itibaren Almanya Avrupa’da yeniden ekonomik ve askeri güç (zaten ekonomik güçtü, bunu askeri güçle de pekiştirmek istiyordu) sahibi olmayı ilk hedef olarak önüne koydu. İkincisi 1999 Balkan Savaşı, Almanya II. Paylaşım Savaşı sonrası ilk defa bir saldırı savaşına katılıyordu (hükümette Sosyal Demokratlar ve Yeşiller vardı). Barış partisi olduğunu iddia eden Yeşiller Alman ordularını tekrar Balkanlara gönderiyordu. O zamanın dışişleri bakanı Joschka Fischer (Yeşillerden) partisinin 13 Mayıs 1999’da Bielefeld’teki kongresinde “her ne kadar Auschwitz hiçbir şeyle karşılaştırılamasa da ben yine de bir daha asla savaş, bir daha asla Auschwitz diyerek iki prensip üzerinde duruyorum” diyerek Auschwitz’le o günkü Yugoslavya’da işlenen savaş ve insanlık suçlarını aynı kefeye koymaktan çekinmiyordu. Bir daha asla savaş diyerek orduyu savaşa göndermek ne kadar barışçı olmaksa, partisi ve Fischer de o kadar barış taraftarıdırlar. 

Üçüncüsü ise Ukrayna savaşı sonrası SPD, Yeşiller ve Hür Demokratlar’dan oluşan üçlü koalisyonun Şansölyesi Olaf Scholz’un 27 Şubat 2022 Almanya parlamentosunda yaptığı konuşmada kullandığı çağ değişimi “Zeitenwende” dediği deyimi ile maalesef toplumun ezici bir çoğunluğunu inandırdığı günümüz sürecidir. Başta Almanya Hükümeti olmak üzere (3 koalisyon partisi dahil) muhalefet partileri, görsel ve yazılı basın, sosyal medya, sendikalar, sivil toplum kuruluşlarının hemen hemen tümüne yakını Scholz’un bu tespiti etrafında birleşmiş durumdalar. Savaşa karşı çıkanlar Putin yanlısı olmak, demokrasiye ve batının değerlerine karşı olmakla suçlanıyorlar. Scholz’un çağ değişimi deyimini kullanmasının en önemli gerekçesi ise; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa kıtasında ilk savaş ve savaşla var olan sınırların değiştirilmesidir. Şayet Avrupa’da sınırların güçle değiştirilmesi bir çağın kapanması veya yenisinin başlamasıysa bu NATO’nun 24 Mart 1999’da Birleşmiş Milletlerin kararı olmadan Yugoslavya’ya yaptığı saldırı ile başladı. Yugoslavya saldırısının ana savunmacılarından biri de o günkü Sosyal Demokrat ve Yeşillerden oluşan Almanya koalisyon hükümetiydi. Bugün olduğu gibi o günde demokrasiden, batının değerlerinden (batının değerleri mi “kötü” niyetliler şunları da sayabilirler; sömürgecilik, bütün dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin Avrupa’ya zorla taşınması, iki paylaşım savaşı, Avrupa faşizmi, NATO’nun kuruluşundan sora yapılan sayısız saldırı savaşı ve sayılamayacak kadar desteklenen faşist askeri darbeler, diktatörler.) ve insan haklarında çokça bahsediliyordu. 

Günümüz Avrupa’sında hemen hemen hiç kimse Yugoslavya saldırısını konuşmuyor. II. Paylaşım Savaşından sonra Avrupa’daki ilk savaş olarak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı gösteriliyor. Bu çevrelere bakılırsa herhalde Balkanlar, Orta Amerika veya Afrika’da olmalı. Yugoslavya saldırısı Almanya ve NATO’nun intikam alma fırsatı olabilir mi diye sormadan edemiyor insan. Bilindiği gibi Tito’nun kendisi Hırvat olmasına rağmen Balkanlardaki Alman faşizmine direnişin ana ekseni Sırbistan ve Sırplardı. NATO içinse Belgrad ön çalışmaları 1956’lara kadar uzanan Bağlantısızlar Birliğinin 1 Eylül 1961’de kurulduğu şehirdir. Bağlantısızlar Birliğinin ilk genel sekreteri (1961-64) Tito idi. Birlik 120 üye ve 17 gözlemci sıfatı ile toplantılara katılan 137 ülkeyi temsil ediyordu. Bağlantısızlar Birliği 1979 Havana toplantısında birliğin amacını şöyle açıklıyordu: “Üye ülkelerin milli bağımsızlığı, egemenliği, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini, sömürgecilikten, yayılmacılıktan ve her türlü dış baskı, istila, işgal ve dış müdahaleden” korumaktır. Bu açıklama ve içerik batının değerleri ve çıkarlarıyla çelişiyor çünkü herkesin kendi sınırlarına ve zenginliklerine sahip olması sömürüyü ve sömürgeciliği ortadan kaldırır. Yugoslavya ve Afganistan’da insan hakları ve batının değerleri için savaştıklarını dile getirenler aynı şeyleri bugün Ukrayna için söylüyorlar. Tekrar Şansöyle Scholz’un çağ değişimine dönerek sorumluluk taşıyan Alman politikacılarının kimi açıklamalarına bakalım. Almanya dışişleri bakanı Annalena Baerbock 01.09.2022’de Prag’ta “Forum 2000 Konferansın’da katıldığı bir oturumda “biz Ukrayna’ya ihtiyacı olduğu sürece yadım edeceğiz” ve ardından da “Almanya seçmeninin ne düşündüğü beni ilgilendirmiyor” demeyi ihmal etmiyordu. Bununla Alman halkını tümüyle devre dışı bırakmayı da göze alarak savaştan yana tavır koyuyordu. 23.02.2023’te Avrupa Konseyi’de Almanya Ukrayna’ya ne zaman savaş tanklarını gönderecek sorusuna “biz Rusya’ya karşı bir savaş sürdürüyoruz, birbirimize karşı değil” diyerek savaş kışkırtmalarına devam etti. Gelen eleştirilere ise birçok politikacının yaptığı gibi -konuşmamın içinde bir cümle alınarak eleştirilmek isteniliyorum gibi kaçamak cevaplar verdi. Kısa bir süre önce ölen Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) politikacısı Wolfgang Schäuble (Schäuble uzun yıllar CDU’da politika yaptı. Merkel hükümetlerinde maliye bakanlığı görevinde bulundu, son olarak da Almanya Parlamentosu Başkanlığı yaptı.) “kim barışı istiyorsa, savaş için silahlanmalı” demekten çekinmedi. Aynı politikacı “inandırıcı bir caydırıcılık AB’nin nükleer silahlanmasıyla mümkün olur” demeyi de ihmal etmiyordu. (Badische Neuste Nachricht gazetesi 8 Ekim 2022). Almanya’da altı-yapı, sağlık, eğitim, ulaşım, dijitalleşme gibi birçok konuda para bulamayan üçlü koalisyon bir gecede silahlanma ve orduyu “Krigstüchtigkeit” deyimini savunma bakanı kullandı, (savaşkanlık-savaşa hazır hale getirme anlamında kullanmak mümkün) savaşa hazır hale getirmek ya da savaşkanlık özeliği kazandırmak için varlık fonunda 100 milyar Euro’yu özel borç olarak buldu. Gerekçe tabii ki Ukrayna savaşı ancak bu hiç de öyle değil. NATO’nun 1991’deki “yeni stratejik konseptine” göre artık tehlike sadece doğudan değil her taraftan gelebilir, buna hazırlıklı olmalıyız düşüncesi öne çıkıyordu. Buna ilk örnek veya ilk uygulama olarak 1999’daki Yugoslavya saldırısıdır. 2005-2009 yılları arasında savunma bakanı olan Franz Josef Jung (CDU) askeri güç politik etkinliği arttırır prensibinden hareketle Alman ordusu yeraltı zenginliklerine ve ham maddeye giden yoları açmalıdır diyebiliyordu. 2013’te “Yeni Güç Yeni Sorumluluk” adı altında Bilim ve Politika Vakfı (Stiftung Wissenschaft und Politik, 23 Ağustos 1962’de kurulan Vakıf Almanya’nın önemli düşünce merkezlerinden biridir.) yayınladığı bir yazıda yazar “önümüzdeki süreçte sıklıkla ve belirleyici bir şekilde jeostratejik ve ekonomik çıkarlarımızı bütün dünyada korumalıyız” diyordu ve “Almanya’nın önde gelen görevi politik ve ekonomik olarak istikrarlı olmayan Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya’yı göz önünde bulundurmasıdır” tavsiyesinde bulunuyordu. Bundesrechnungshof (Federal Denetim Bürosu-Sayıştay ) 2014 yılında askeri harcamaların %55 artarak 32,4 milyardan 50,3 milyara çıktığını tespit etti. Böylece Almanya askeri harcamalara en çok para ayıran 7. ülke durumuna geldi. 2021 yılında 6 sayfalık bir açıklamada savunma bakanlığı orduya ek 102 milyar Euro istiyordu. (Ekim 2021 Spiegel dergisi) 

Orgeneral Alfons Mais (2020) Alman ordusunu “Savaşa hazır ve kazanmaya muktedir kılmak” gerekir demekte bir sorun görmüyordu. Bilindiği gibi 1945’teki Potsdam konferansında Müttefik Devletler (Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa) Genel Kurmay Başkanlığı da dahil Nazi Almanya’sının tüm askeri gücünü dağıttı ve belli kısıtlamalar getirdi. 12 Kasım 1955’te kurulan Federal Almanya Ordusu (Bundeswehr) kimi askeri ünvanları kullanmıyordu. Örneğin genelkurmay başkanlığı yerine genel denetleyici ya da genel şef anlamına gelen Bundeswehr Isnpekteur kullanılıyor. Elbette yaptığı iş genelkurmay başkanının yaptığından ayrı bir şey değil. Ancak orduda ve halkta Nazi Almanya’sının savaşı kaybettiği hissini canlı tutuyor. O süreçte yaşanan tüm kötülüklerin kaynağının savaş olduğu gerçeğini toplum hafızasından silmek için Sosyal Demokrat Partili savunma bakanı Boris Pistorius silahlanmanın yanında var olan bu psikolojik bariyeri de kaldırmak istiyor. Yapmak istediği “reformlar” arasında genelkurmay başkanlığının yeniden getirilmesinde var. Fakat hükümet ve savaş taraftarları bütün bunları yeterli bulmuyorlar. Halkın büyük bir kesiminde var olan orduya mesafeli durmak, savaş karşıtı olmak, sorunların çözümünde şiddette başvurulmaması gibi yaklaşımları azaltmak için başta okullar olmak üzere, üniversitelerde, işyerlerinde gençlerin bulunduğu her yerde yoğun bir ordunun propagandasını yapmaktan çekinmiyorlar. Açıkçası devlet eliyle toplum militaristleştiriliyor. Bu politika sadece Almanya’da uygulanmıyor, Avrupa Birliği ve NATO üyesi tüm devletlerin ortak bir politikası. Görüldüğü gibi savaşa hazırlık Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile başlamadı. Birleşmeden sonra büyük güç Almanya’nın doğuşu adım adım hazırlandı ve bu hazırlıklar her gün artarak devam ediyor. Avrupa ve Almanya’daki tutuculuk sağa kayış sadece savaş hazırlıkları ile başlamadı onunla da bitmiyor. Covit 19’la başlayan bireysel hakları da içeren, toplu gösteri ve protesto gibi demokratik hakların kullanımına güvenlik bahanesiyle her gün yeni darbeler vuruluyor. Bu gerekçe ile çok sayıda yürüyüş, toplantı veya protesto gösterisi yasaklandı, dağıtıldı. 

Yeni çıkarılan göçmen ve mülteci yasaları ile neredeyse mülteci başvuruları olanaksız hale getirildi. Brüksel’de göçmenlerin geri gönderilmesi planları yapılıyor. Avrupa’ya gelmek isteyen göçmenler Avrupa sınırları dışında (Özellikle Kuzey Afrika ülkeleri düşünülüyor) kurulacak kamplarda toplanmak isteniyor. 

Bu karamsar tabloyu değiştirmek eskiye göre daha zor. Ancak bu gerçeğin farkında olan biz barış savunucularının işi oldukça karmaşık görünüyor olsa da buna seyirci kalma gibi bir durum hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. Savaş ve sömürü taraftarları onların sözcülüğünü yapan geniş kapsamlı görsel ve yazılı basın, sosyal medya ve nihayetinde hükümetler ve hemen hemen muhalefetin tümü bütün bu olan bitenleri; insan hakları, demokrasi, bireysel özgürlük, serbest piyasa için yaptıklarını dile getiriyorlar. Kısıtlı olanaklarla buna karşı koymak elbette kolay değil. Avrupa’daki sol partilerin durumu bir kaç istisna dışında hiç de iyi görünmüyor. Yunanistan’da Syriza ve Almanya’da Sol Parti (Die Linke) bölündüler. Her ikisi de oldukça zor durumdalar. Almanya’da Sol Pariti’nin Haziran 2024’te yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde parlamento dışında kalma ihtimali çok yüksek. İspanya’da Podemos, Sol Cephe Sumar ile arasına mesafe koydu. Ancak olumlu bazı ipuçlarını da görmek lazım. Avrupa solu içerisinde oldukça iyi gelişmeler gösteren Avusturya Komünist Partisi (KPÖ), Belçika İş Partisi (PTB), Slovenya Birleşik Solu (Levica) buna güzel örneklerdir. Avusturya Komünist Partisi 17 Kasım 2021’de yapılan seçimlerde Graz kentinde (Garz Avusturya’nın ikinci büyük şehri) belediye başkanlığını kazandı. 

Mart 2024 Salzburg’ta yapılan yerel seçimlerde KPÖ’nün adayı toplam oyların %37,5’ini alarak büyük bir başarıya imza attı. Almanya’da bu yıl yapılan Paskalya barış yürüyüşlerine geçtiğimiz yıllara oranla çok daha yüksek bir katılım oldu. Barış istemi daha gür bir sesle dile getirildi. Yürüyüşlere çok sayıda genç insanın katılması ayrıca sevindiriciydi. Almanya Makinistler Sendikası GDL başarılı bir toplu sözleşmeye imza attı. 

Toplu sözleşmenin detaylarına girmeden sendikanın en önemli kazanımlardan biri kademeli de olsa ücret kaybı olmadan haftalık çalışma süresinin 35 saate düşürülmesi idi. Son anketlerde Alman halkının büyük bir çoğunluğunun savaşa karşı olduğunu belirtmesi demokrasi güçlerine güç veriyor. Bu büyük potansiyel aktifleştirilebilinirse demokrasi güçlerinin önü açılır kanısındayım. Bunu hiçbir siyasi parti, sivil toplum kuruluşu, sendika ya da göçmen kuruluşu tek başına yapmaz. Bunun için de hepimizin samimi bir şekilde ortaklaşması kendi ayrılıklarımızı bir tarafa bırakması gerekiyor. 

22.04.2024 

Verified by MonsterInsights