TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
“Uzağa bakmak,
geçmişe bakmaktır!”[1]
“Servet ve bolluk birçok insanı öyle büyüler ve sarhoş eder ki, sahip olanlar, onlara hükmedeceği yerde, onlar kendilerine sahip olanlara hükmeder,”[2] betimlemesiyle malûl yerküre tablosuna Jorge Luis Borges’in, “Amansız bir çağ başlamakta. Bizler bunun mimarlarıyız, çoktan onun kurbanı olan bizler”; Kemal Tahir’in, “Çöküntü çağındayız. At izi, it izine karışmıştır”; Paul Lafargue’ın, “Çağımız için çalışma asrı deniliyor; oysaki gerçekte acının, sefaletin ve kokuşmuşluğun çağıdır,”[3] yorumları da mutlaka eklenmelidir.
Kolay mı? Sürdürülemez kapitalist yıkımın yarattığı felaketin ortasındayız. Her şey gibi tarım da “payına” düşeni “alıyor”; perişan ediliyor!
Oysa tarım, insanlık için hayati bir öneme sahip olan bir faaliyettir; insan(lık)ın sofrasını kuran anadır.
Ekonomik gücün anahtarıdır; insan(lık)ın ayakta kalmasını, toplumsal ilerlemeyi güvence altına alan yaşam kaynağıdır; “Tarım, insanlığın öğretmenidir; sabır ve emekle eken, hasat zamanında bereketi toplar,” ifadesindeki üzere Cemal Süreya’nın.
Toprak, insanın ilk öğretmenidir; ondan aldığımız her ders, yaşamımızı zenginleştirir; geçmişle geleceği buluşturan bir köprüdür tarım.
Denilebilir ki tarım, doğanın insanla iş birliğidir; hayatın kaynağı, bereketin anahtarıdır.
Tarım tüm endüstrilerin temelidir, en önemlisidir, refah kaynağıdır.
“Doğa, insanlık için bir armağandır; ancak insanlar, bu armağanı hor kullanarak çevresel yıkıma neden olurlar. Tarım alanlarının yok edilmesi, ormanların tahrip edilmesi ve kaynakların sorumsuzca tüketilmesi, doğanın dengesini bozar. İnsanlık, çevresel sorumluluğu benimsemediği sürece, yalnızca kendini değil, doğanın düzenini de yok edecektir…
Sanayi, insanın refahını arttıran bir araçtır; ancak bu refah, tarımsal üretimin sınırlarına bağlıdır. Tarım, insanın temel geçim kaynağıdır ve sanayi, bu temeli desteklemeden refah sağlayamaz. Eğer bir toplum, tarım yerine yalnızca sanayiye odaklanırsa, nüfusun ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız olur ve sonunda sefaletle karşı karşıya kalır. Bu nedenle, sanayi ile tarım arasında bir denge kurulması zorunludur.”[4]
Tarım yanlış giderse, başka hiçbir şeyin doğru gitme şansı olmayacaktır.
“TEORİK ÇERÇEVE”
Sürdürülemez kapitalist yıkım icraatıyla günümüzde yerkürede tarım/gıda sistemini çokuluslu şirketler (ÇUŞ), finans spekülatörleri, tohum, pestisit ve gübre tekelleri ile süpermarket zincirleri kontrol ediyor; oysa dünyayı ÇUŞ’ların güdümündeki endüstriyel gıda sistemi değil, aile çiftçiliğine dayalı yerel gıda ağları doyuruyor.
Evet, sürdürülemez kapitalist sistemin bugün insan(lığ)ın önüne koyduğu paradoks(lardan biri) şudur: yerküredeki tarım arazilerinin sadece yüzde 30’unun sahibi durumundaki aile işletmeleri gıdanın yüzde 80’inden fazlasını üretirken; endüstriyel sistem tarım arazilerinin yüzde 70’ini kullanıp, gıdanın sadece yüzde 20’sini üretiyor.[5]
Yeri geldi, hatırlatalım: Yerkürede başta buğday, mısır ve soya fasulyesi olmak üzere tarımsal ürün ticaretinin yüzde 70’ine dört şirket hâkimdir: Archer Daniels Midland (ADM), Bunge, Cargill ve Louis Dreyfus Company. Bu şirketler birlikte “ABCD grubu” veya kısaca “ABCD” olarak bilinirler. ADM, Bunge ve Cargill ABD firmalarıdır; Louis Dreyfus’un merkezi Hollanda’nın başkenti Amsterdam’dadır. En büyük şirket Cargill olup, onu ADM, Dreyfus ve Bunge izlemektedir.
Kapitalist endüstriyel tarım çiftçileri girdi kullanımına bağımlı kılarken ÇUŞ’lere geniş pazar olanakları yaratıyor. Bir başka deyişle, sistem, tümüyle kâr odaklı. Buna karşılık, endüstriyel tarımın yöntemleri ve beslenme alışkanlıkları doğayı ve insan sağlığını tehdit ediyor; toprağı, havayı, suyu ve tüm canlıları zehirliyor.
1940’larda Meksika’da başlayıp 1960’larda yaygınlaşan “Yeşil Devrim”le birlikte tarımsal üretim biçimi farklı bir evreye girdi. Doğa ile barışık geleneksel tarım tekniklerinin yerini giderek daha yüksek verim ve daha çok kârı amaçlayan endüstriyel (entansif) tarım aldı. Bu süreçte yetiştirildikleri yörelere adapte olmuş yerel tohumlar yerine çiftçileri her yıl yeniden tohum almaya mahkûm edecek şirket tohumları yaygınlaşacaktı. Bu tohumlar hastalık ve zararlılara karşı pestisitlere, verimi artırmak için kimyasal gübrelere ihtiyaç duymaktaydı. Pestisitler (veya tarım ilaçları) tarımsal üretimde kullanılan zehir etkili kimyasal maddeler olup, işlevlerine göre böcek öldürücü (insektisit), ot öldürücü (herbisit), mantar öldürücü (fungisit) gibi sınıflara ayrılırlar.
Endüstriyel tarım bir yandan çiftçileri girdi kullanımına bağımlı hâle getirirken, öte yandan bu girdileri üreten ÇUŞ’lara geniş pazar olanakları yaratmış, hükümetler de girdi kullanımını teşvik için bedava tohum, gübre ve pestisit dağıtımı yapmışlardır. Ancak verim artışıyla elde edilen gelir, girdi kullanımıyla tüketilecekti. Dahası, verimlilik ve üretim artışı açlığı ortadan kaldırmamıştır. Örneğin “Yeşil Devrim” ile Latin Amerika’da gıda üretiminin yüzde 8 oranında artarken, açların oranındaki artış, yüzde 19’u bulacaktı.
Sadece üretimi artırmaya odaklanan endüstriyel tarımda verimlilik, yoğun kimyasal kullanımına bağlıdır. Ancak kimyasallar çevreyi kirletmekte, ekolojik dengeyi bozmakta, tarımın doğal ekosistemlerle bağlantısını koparmakta ve insanların sağlığını tehdit etmektedir. Endüstriyel tarımla tohum, pestisit ve kimyasal gübre alanındaki yoğunlaşma ve tekelleşme biyolojik çeşitliliğin hiçe sayılarak tep tip ürün yetiştirilmesine yol açıyor. Öte yandan büyük ölçekli tarım alanları açmak için ormanlar yok ediliyor, şirketlerin ürettiği tohumluklar yoğun sulama gerektirdiğinden, toprak tuzluluğu artıyor.
Gerekenden çok ve uzun süreli kimyasal gübre kullanımı ile topraklarda tuzlanma, asitlenme, ağır metal birikimi, besin maddeleri dengesizliği, mikroorganizma faaliyetinin bozulması, sularda plankton ve alg varlığının çoğalması, nitrat birikimi, havaya azot ve kükürt içeren gazların salımı, ozon tabakasının incelmesi ve sera etkisi gibi çevre sorunları ortaya çıkıyor.
Bitkilerde oluşan hastalık ve zararlılara karşı yoğun pestisit kullanımı, tarım ürünlerine zarar veren ot ve böceklerin pestisitlere karşı direnç geliştirmesine, dolayısıyla daha fazla pestisit kullanımına bağlı olarak üretim giderlerinin artmasına yol açmaktadır. Yani pestisit kullanımı üretimde yaşanan sorunları çözmek yerine derinleştiriyor. Örneğin 2015-2020 kesitinde tarım alanlarının yüzde 3 oranında azalmasına rağmen, kimyasal gübre kullanımı yüzde 30, pestisit kullanımı ise yüzde 38 oranında artmıştır.
Pestisit kullanımının başka ciddi zararları da var. Pestisitler toprağı zenginleştiren birçok yararlı canlı türüne zarar veriyor, biyolojik çeşitliliği azaltıyor, suları kirletiyor ve gıdalarda kalıntı bırakıyor. Püskürtülen herbisitlerin yüzde 95’i, pestisitlerin ise yüzde 98’den fazlası kullanılan alan dışındaki toprak, su ve havaya dağılıyor ve hedef olmayan canlılara bulaşıyor. Pestisit kalıntısı içeren gıdaların tüketilmesi, alınan zehrin dozuna bağlı olarak akut ya da kronik birçok sağlık sorununa neden olmakta. Ayrıca insanlarda kısırlık, üreme sağlığı bozukluları, hormonal sistemde ve sinir sisteminde bozulmalar ve kanser gibi sağlık sorunlarına yol açıyor.
Endüstriyel tarımın üretim yöntemleri ve yeni beslenme alışkanlıkları doğayı ve insan sağlığını tehdit ediyor; Hintli çevre aktivisti Vandana Shiva, endüstriyel tarımın gıda sisteminin kontrolünü köylülerden, çiftçilerden alıp küresel şirketlere devrettiği için doğal süreçleri yerle bir eden patriyarkal, doğa karşıtı bir tarım model olduğunu söylerken, sonuna dek haklıdır.
Bu modelde bir avuç şirket tarım-gıda sisteminin büyük bir kısmını elinde tutmakta. Gıda sisteminin küresel tarım-gıda şirketlerinin denetimine girmesi 1980’li yıllarda daha da yoğun olarak gerçekleşmiş; İkinci Gıda Rejimi’nde başlayan yeni uluslararası işbölümü Üçüncü Gıda Rejimi’nde (ÜGR) daha belirgin hâle gelmiştir. Şirketlerin gıda rejimi olarak da adlandırılan ÜGR 1995’te DTÖ’nün kurulmasıyla birlikte, küresel piyasalarda ÇUŞ’ların önündeki engellerin kaldırılması çerçevesinde biçimlenmiştir. Böylelikle ÇUŞ’ların girdi (tohum, gübre, pestisit vb.) temininden üretime, işlemeye, dağıtım ve pazarlamaya kadar gıdaya ilişkin tüm meta zincirlerine hâkim olmaları yönündeki engeller kaldırılmıştır.
Küresel tarım şirketleri bu dönemde biyoteknolojiye yönelmişler, genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) tohumları fikri mülkiyet kisvesi altında patentlemişlerdir. Tohumda patent hakkını alan ÇUŞ’lar çiftçileri kendilerine bağımlı hâle getirmektedirler. Bazı şirketler tohum, kimyasal gübre ve pestisit gibi girdilerin üretimini sağlarken, başka ÇUŞ’lar da bunların satışını yapmakta. ÜGR’nin öngördüğü şekilde girdi ve çıktı piyasalarını bir arada kontrol eden küresel şirketlerin yoğunluğu giderek artmaktadır. Söz konusu şirketler birleşme veya satın alma yoluyla tekelci konumlarını güçlendiriyorlar.
2015’de dünyada tohum ve tarım kimyasallarının satışına altı büyük şirket hâkim idi: BASF, Bayer, Dow, DuPont, Monsanto ve Syngenta. “Altı Büyük” olarak bilinen bu şirketler tohum ve pestisit üretip perakendecilere ve/veya doğrudan çiftçilere satıyorlardı. Söz konusu şirketler tohumların genetiğini değiştirerek böceklere karşı direnç ve yabancı ot ilaçlarına (herbisit) tolerans kazandırdılar.
2019’da 62 milyar dolarlık küresel tohum piyasasında söz konusu 4 şirketin payı yüzde 60’ı buldu. Tohum piyasasında söz sahibi olan ÇUŞ’ların önemli bir bölümü aynı zamanda küresel pestisit piyasasının da hâkimidirler. Aynı yıl 60 milyar dolarlık küresel pestisit piyasasının en büyüğü olan Syngenta’nın payı yüzde 23 idi. Onu izleyen şirketlerden Bayer yüzde 17, BASF yüzde 12 ve Corteva yüzde 11 oranında paya sahipti. Söz konusu 4 şirket küresel pestisit piyasasının yüzde 63’ünü kontrol etmekteydi.
2020’de büyüklüğü yaklaşık 128 milyar dolar olan küresel gübre piyasası Nutrien, Mosaic, Uralkali, Belaruskali ve OCP gibi ÇUŞ’larca kontrol edilmektedir. İlk 10 gübre şirketi, küresel gübre piyasasının yüzde 50’sinden fazlasına sahiptir. Gübre endüstrisinde en büyük birleşme 2018’de gerçekleşmişti. Bu tarihte Kanadalı gübre devleri Potash Corp ve Agrium, 36 milyar dolarlık yeni bir şirket oluşturmak için birleşme kararı almışlardı. Yeni şirket Nutrien hâlen potas kapasitesinin üçte ikisini, fosfat üretim kapasitesinin yüzde 30’unu ve azot kapasitesinin yüzde 29’unu kontrol etmektedir.
Gıda sisteminin her önemli aşamasında, 4 şirket tek başına pazarın yüzde 40’ını veya daha fazlasını kontrol ediyor, bu nedenle de fiyatları istedikleri şekilde oluşturabilme gücüne sahiptirler. Örneğin yalnızca 4 şirket dünya tahıl ticaretinin yüzde 70’inden fazlasını kontrol etmekte.[6]
Özetle dünya genelinde gıda ürünlerinin üretimi birkaç ülkenin tekeline geçti. Küresel gıda fiyatları yükselirken gıda tekeli ülkeler bu süreçten güçlenerek çıktı ve üretici sayısı azalırken ithalatçı ülkeler sürekli arttı.
Bir başka deyişle, içinde yaşadığımız, ÜGR denilen dönemde tarım ve gıdada girdi sağlamadan üretime, işlemeye, dağıtıma ve pazarlamaya kadar tüm süreç ÇUŞ’larca kontrol edilmektedir. Bu nedenle çiftçilerin kullandığı her türlü girdinin, ürettiği ürünlerin, gıda maddelerinin fiyatları ÇUŞ ve/veya uluslararası market zincirleri tarafından belirleniyor. Uygulanan tarım politikaları nedeniyle tüm dünyada daha fazla çiftçi üretemez hâle gelerek topraklarını terk ediyor, böylelikle gıda sorunu derinleşiyor. ÇUŞ’lar, ‘Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) dayattığı serbest ticaret anlaşmaları aracılığıyla, küresel pazarlardaki gıda-tarım ürünlerini kontrol etmekte ve yoksulların temel gıdalara erişme hakkına engel olmaktadırlar.
Türkiye, üretimi ve dağıtımı ÇUŞ’larca gerçekleştirilen tohum, gübre, pestisit, mazot, gibi girdiler bakımından dışa bağımlıdır; bunların fiyatları fahiş bir şekilde artmakta; çiftçinin eline geçen fiyatlar çoğu zaman üretim maliyetinin bile altında kalmaktadır. Çiftçiler kazanamaz, hatta zarar ederken tüketiciler gıda ürünlerine fahiş fiyatlar ödemek zorunda kalıyor. Çünkü fiyatlar piyasaya hâkim olan (bir çoğu çokuluslu) market zincirleri tarafından belirlenmekte. Bu nedenle bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de gıda enflasyonunun baş sorumluları, çokuluslu gıda-tarım şirketleri ve onlarla ilişkili market zincirleridir.[7]
Bilindiği üzere, uluslararası işbölümü, 1980’li yılların başında küresel ölçekte neo-liberal politikalarla yeniden organize edildi. Sermaye yoğun ve emek verimliliği yüksek sektörlerin metropol ülkelerde gelişmesi, buna karşılık emek yoğun ve emek verimliliği görece olarak düşük (tekstil ve gıda gibi) sektörlerin azgelişmiş ülkelere kaydırılması öngörüldü. Bir kez daha vurgulayayım: bu işbölümünün yansımalarını tarımda da görmek mümkündür. II. Paylaşım Savaşı’nın ardından dünyada oluşan güç dengelerine göre yeniden tanımlanan uluslararası işbölümünde azgelişmişlerden esas olarak ihracata yönelik tarım ve maden üretimine ağırlık vermeleri istenmişti. Yeni işbölümünde ise metropol ülkelerin sermaye-teknoloji yoğun hububat ve endüstri bitkilerinde, azgelişmiş ülkelerin ise meyve ve sebze gibi emek yoğun üretimde uzmanlaşması öngörülmüştür.
Türkiye’nin meyve ve sebze ihracatı ile hububat, yağlı tohumlar ve pamuk ithalatında gözlenen artışlar bu olguyu desteklemektedir. Tarımdaki işbölümü sonucu sebze ve meyve gibi emek yoğun üretimin Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere bırakıldığını Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) dış ticaret verileri de doğruluyor. Yani coğrafyamızda tarım, uluslararası işbölümünün gereklerine göre yönlendirilmektedir.[8]
Kolay mı? 1980’lerden beri sürdürülen tasfiye politikalarıyla coğrafyamızda IMF aracılığıyla yapısal dönüşümler gerçekleştirilip dışa bağımlılık derinleştirilirken; tarımda da desteklerin budanması 1980’lerde IMF tarafından programlanıp, 5 Nisan 1994 Kararları ile yeniden gündeme getirilmişti; ancak asıl tahripkâr dönüşüm 2000 programı ile gerçekleştirildi.
57. Koalisyon Hükümeti döneminde başlatılıp en sadık uygulayıcısını AKP hükümetlerinde bulan programla tarımsal KİT’ler tasfiye edilecek, tarımsal destekleme önemsizleştirilecek, tarımın ve özellikle tarımsal istihdamın ağırlığı azaltılacaktı.
KİT’lerin özelleştirilmesinin hangi yıkıcı sonuçlara yol açtığı ise, hemen herkesin bilgisi dahilindedir; şekerin şok fiyatı yeterli bir hatırlatmadır.
Özetle çiftçilerin üretim süreçlerindeki kontrolü azalırken sağlıklı ve güvenilir gıdaya ulaşım sorunu tüm toplum kesimlerinin yaşadığı bir sorun hâline geldi.
Emperyalist metropollerin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası, 1980’li yıllara kadar hâkim sınıfların kırsal alandaki kontrolünü arttırmak ve ortaya çıkabilecek muhalefeti düzenin sınırları içerisindeki kanallara yönlendirmek amacıyla küçük üreticiliği destekleyen politikalar oluşturuyorlardı. 1980 sonrasında dünya çapında ortaya çıkan gelişmeler ve özellikle sosyalist sistemin dağılması sonucu kendileri için uygun bir ortam oluştuğunu düşünen emperyalist ülkeler, bu politikalarını terk ederek köylülüğün mülksüzleştirilmesi ve kırsal nüfusun azaltılmasını hedefleyen politikalara döndü. Bu politika çerçevesinde doğrudan her yerde küçük üretimin desteklenmesi yerine endüstriyel tarıma uygun, ihraç edilebilir ürünler desteklendi ve yaygınlaştırıldı.
Coğrafyamızda 1980’li yıllarda uygulanan IMF-Dünya Bankası patentli programlarla kamunun destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonlarından oluşan rolü küçültüldü. Devlet-tarım ilişkisinin yerini sermaye-tarım ilişkisi almaya başladı. Kamu, çiftçilere girdi sağlama ve ürün ticaretini düzenleme alanlarından çekildi, kooperatiflerin devletle olan organik ilişkileri kopartıldı. Kamunun terk ettiği düzenleyici rol “sözleşmeli üreticilik” modeli ile sermaye tarafından dolduruldu. Bu politikalar sonucunda aile çiftçiliğinin çözülme süreci hızlandı, küçük ölçekli çiftçiler üretimden çekilirken, yerini büyük işletmeler ve özellikle hayvancılıkta şirketlere dayalı bir yapı almaya başladı.
2000’li yılların en kapsamlı yapısal dönüştürme programı tarımda uygulanacaktı. Dünya Bankası’nın hazırladığı sözde reform projesi tarımda fiyat, girdi ve kredi desteklerinin kaldırılarak, üretimle bağlantısı olmayan doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesini, tarım satış kooperatiflerinin işlevsizleştirilmesini, bazı ürünlerde kota uygulamasını ve/veya üretim alanlarının daraltılmasını içeriyordu. Projenin uygulamadaki etkileri tarımda hızlı çözülme, mülksüzleşme, işçileşme, kırdan kente göç, dağıtım-pazarlama etkinliklerinin yerli ve yabancı şirketlere devri gibi sonuçlara yol açtı.
Tarımdaki bölüşüm ilişkilerini sermaye lehine biçimlendirmeyi amaçlayan politikalar 2000 sonrası tüm hükümetler tarafından sadakatle uygulandı, çiftçilerin kaderi büyük ölçüde piyasa güçlerine teslim edildi. Aile çiftçiliğinin, büyük ölçekli işletmeler ve şirket tarımıyla ikame edilerek bitirilmesini amaçlayan politikalar izlendi. Tarımı piyasalaştırma ve kırı tasfiye süreci hız kazandı. Özelleştirilen tarımsal KİT’lerin boşalttığı alanlar yerli ve yabancı tekeller tarafından dolduruldu. Özelleştirmeler hem üretici hem de tüketici yığınlar aleyhine sonuçlar üretti. Çiftçi ürününü maliyetine bile satamazken, tüketiciler gıda için daha yüksek bedeller ödemek zorunda kaldılar.
Ayrıca 2000’de çıkarılan 4572 sayılı Kanun’la kooperatiflere kamudan mali destek sağlanmayacağına dair hüküm getirilerek tarım satış kooperatifleri birliklerinin tasfiye süreci hızlandırıldı. Taskobirlik ve Kayısıbirlik tasfiye edildi, Fiskobirlik ürün alamaz hâle getirildi. Birçok birlik sanayi tesislerini kapattı, taşınmazlarını sattı, çalışanlarını işten çıkardı, ortaklarından ürün alımları önemsenmeyecek seviyelere düştü.
2006’da yürürlüğe giren Tarım Kanunu’na göre, milli gelirin en az yüzde 1’inin tarımsal desteklemeye ayrılması gerekirken, bu rakam yüzde 0.4-0.6 civarında gerçekleşti. Kanun gereğince 2007-2021 kesitinde tarıma 394 milyar lira destekleme yapılması gerekiyordu; ancak bu miktar 160 milyar lirada kaldı. Çiftçiler destekleme ödemelerinden dolayı devletten 234 milyar lira alacaklı durumda.
2000 sonrası küçük üreticilerin yoksullaştığı, mülksüzleştiği, işçileştiği yıllar oldu. Ürün/girdi fiyatları paritesi üretici aleyhine seyretti, çiftçiler reel gelir kaybına uğradılar. Ürünlerinden para kazanamayan küçük işletmeler için tarım, geçimlerini sağlayacak bir ekonomik faaliyet olmaktan çıktı. Yoksullaşan çiftçiler tarımdan koptular, tarlalar, meralar boş kaldı. Kayıtlı çiftçi sayısı yüzde 20 oranında düştü, tarımın istihdamdaki payı yüzde 35’ten yüzde 17’ye geriledi, tarım alanları 3 milyon hektar azaldı.
Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem’in belirttiği şekilde; binlerce yıldır sahip oldukları geleneksel bilgileri değersizleştirilen, tohumu elinden alınan ve emeği üzerindeki kontrolünü yitiren çiftçiler böylelikle ürünlerine de yabancılaşıyorlar. Bu durumda ortaya çıkan yeni çiftçi tipi kendi toprağında marabalaşan/işçileşen çiftçidir. Kırda, tarımda tutunamayanlar ise ya mevsimlik tarım işçiliğine yöneliyor veya kentlerin varoşlarına göçerek işsizliğe, marjinal işlere, sosyal yardımlara mahkûm oluyorlar. Kentlere gelen, ancak iş ve aş bulamayan yoksul kitlelerin kontrolü daha kolay hâle geliyor.
II. Paylaşım Savaşı sonrası tarım gibi düşük katma değerli sektörler azgelişmiş ülkelere bırakılmıştı. Ancak 3. Gıda Rejimi’nin getirdiği uluslararası işbölümünde metropol ülkeler temel tarım ürünlerinde ihracatçı, azgelişmişler ise ithalatçı konuma geldiler. Bu rejimde metropol ülkeler buğday, mısır, soya gibi sermaye yoğun ürünlerde, azgelişmişler ise meyve-sebze gibi emek yoğun ürünlerde uzmanlaştılar. Küresel gıda fiyatlarının artmasıyla çokuluslu tarım/gıda şirketlerinin kârları katlanırken, gıda ithalatçısı ülkelerin yoksul halkları daha da yoksullaşarak açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı.
Türkiye, 2000’lerde IMF/Dünya direktifleri doğrultusunda sürdürülen dönüştürme süreciyle 3. Gıda Rejimi’ne dahil olarak uluslararası gıda işbölümüne eklemlendi. Uygulanan politikalarla tarım ürünleri dış ticaretinde net ithalatçı konuma geriledi, gıda güvencesi ve gıda güvenliği konusunda önemli gerilemeler yaşadı. 20 yıldır mısır, pirinç, ayçiçeği ile bazı meyve-sebzeler dışındaki bütün ürünlerde üretim ya düştü ve/veya kendini tekrarladı. Üretmek ithal etmekten daha pahalı hâle getirildi, böylelikle Türkiye tarımda net ithalatçı konuma geldi. 1980’li yıllar öncesinin tarımda kendine yeten ülkesi artık hububatta bile dışa bağımlı ve ürettiğinin yarısı kadar hububat ithal etmek zorunda.[9]
“BÜYÜK DÖNÜŞÜM”
“Şirketleştirilen tarım”[10] ile devreye sokulan “Büyük Dönüşüm” hemen her şeyi başkalaştırdı.
Yani tarımsal üretim, özellikle 1980 sonrası gerileme sürecine girdi ve dışa bağımlılık arttı. Öyle ki coğrafyamız samana ve soğana muhtaç duruma geldi.
Bunun nedeni 1980’ler miladıyla coğrafyamızın IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) öncülüğünde, uluslararası sermayenin taleplerine göre biçimlendirilmesiydi. Bunun somut örneği 24 Ocak 1980 Kararları’dır. Söz konusu kararlar, 1970’lerde öne çıkarılan neo-liberal politikaların IMF ve DB aracılığıyla geri bıraktırılmış coğrafyalara dayattığı istikrar ve yapısal uyum programlarının bir ürünüydü.
Bu coğrafyada neo-liberalizm 12 Eylül darbesinin 24 Ocak Kararları’nı koruması altına almasıyla başladı. Tarıma yönelik politikalar, istikrar programlarına bu süreçte girdi. 1980’lerden beri tarımda uygulanan politikalarla bir dizi değişim ve dönüşüm yaşandı. Devletin 1950-1980 arasındaki kesitte tarımı destekleyen tavrı değişti; destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonlarından oluşan rolü küçültüldü.
2000’lerin en kapsamlı yapısal dönüştürme programı DB aracılığıyla tarımda uygulandı. DB’nin ‘Tarım Reformu Uygulama Projesi’ (ARIP) tarımdaki tüm fiyat, girdi ve kredi desteklerinin kaldırdı. Üretimle bağlantısı olmayan doğrudan gelir desteği (DGD) sistemine geçilmesini, tarım birliklerinin işlevsizleştirilmesini, bazı ürünlerde kota uygulamasını, bazılarında ise üretim alanlarının daraltılmasını devreye soktu. Projenin uygulamadaki etkileri ise, yukarıda da belirttiğim üzere, yıkıcıydı: tarımda hızlı çözülme, mülksüzleşme, işçileşme, kırdan kente göç, tarımdaki dağıtım, pazarlama ve nihayet tarımın yerli ve yabancı tekellere devri…
2000’lerde beri uygulamaya konulan ve bölüşüm ilişkilerini sermaye lehine biçimlendirmeyi hedefleyen politikalar değiştirilmeksizin AKP tarafından da uygulanacaktı. Küçük ve orta ölçekli tarım işletmeleriyle yapılan aile çiftçiliğinin, büyük ölçekli işletmeler ve şirket tarımıyla ikame edilerek bitirilmesini amaçlayan politikalar izlendi. Hayvancılıkta da büyük işletmeleri önceleyen, koruyan ve kollayan bir destekleme sistemi uygulandı. Bu süreçte tarımı piyasalaştırma ve kırı tasfiye süreci hız kazandı.[11]
Bu çerçevede 2000’lerden itibaren tarımda büyük dönüşümler yaşanıyor. Temel taşları yerinden eden büyük dönüşümün en çarpıcı sonuçlarından biri de; tarımın ağırlıklı emek biçimi olan ücretsiz aile üreticiliğinin çözülmesi ve yerini ücretli, güvencesiz çalışma biçimlerine bırakmasıdır.
1970’li yıllar, Türkiye’de aile emeğiyle üretim yapan küçük üreticilerin devletin güçlü kurumsal yapısının sağladığı koruma ve güvencelerle piyasayla başarılı bir şekilde eklemlendiği yıllar olmuştu. Tarımda kapitalizmin gelişimi köylülüğün çözülmesine değil, güçlenmesine yol açmıştı. Gerçekten de 1950-1980 arası tarım verilerine baktığımızda kırdan kente göçün hız kazanmasına rağmen aynı dönemde küçük aile çiftçilerinin sayısında büyük artışlar olduğunu görüyoruz. Muzaffer İlhan Erdost’un ‘Kapitalizm ve Tarım’[12] başlıklı yapıtında aktardığı üzere 1950’de 1.9 milyon olan topraklı çiftçi sayısı 1981’de 3.8 milyona çıkmıştı. Kısacası ticari tarımın gelişiminin yarattığı fırsatlar, devletin güçlü kamu yönetimi sistemi aracılığıyla sürdürdüğü koruma ve güvenceler, orman ve çevre araziden tarla açma fırsatları gibi pek çok nedenle 1970’lerin sonuna kadar olan süre, Türkiye’de aile üreticiliğinin altın yılları olarak kabul edilebilir.
2000’li yıllara gelindiğinde ücretsiz aile emeğine dayalı küçük üreticilik için altın yılların yerini çok boyutlu kriz ve sorunlara bıraktığı yeni bir dönem başladığını söyleyebiliriz. Elbette yeni dönemin en temel özelliklerinden biri devletin iç pazarda koruma ve güvence sağlamak için kurduğu kamu yönetimi sisteminin tasfiyesi ve şirketlerin tarım, gıda sistemi üzerinde artan hâkimiyetidir. Bu süreçte eski koruma ve güvencelerini yitiren çiftçilerin borçlanma, üretimden çekilme, mülksüzleşme ve işçileşme süreçleri hız kazanıyor.[13]
Ve tarımsal üretim gün geçtikçe büyük şirketlerin kontrolüne geçiyor. Tohum, ilaç ve gübrenin gıda tekellerinin eline geçmesiyle başlayan bu süreç artık doğrudan üretimin kendisinin piyasalaşmasıyla devam etmekte… Tohumda, ilaç ve gübrede gıda tekellerinin müşterisi hâline getirilen küçük çiftçiler artık topraklarını terk ederek üretimi de gıda tekellerine bırakmak zorunda kalıyorlar. Tarımsal üretime, halkın gıda hakkı çerçevesinden değil de kapitalist rekabete odaklanarak yaklaşan anlayış ise küçük çiftçiliğin tasfiye edilmesini onaylıyor.
TÜİK verileri de tarımsal üretimdeki tekelleşmeyi gözler önüne seriyorken; kurumun 2016’da yayımladığı ‘Tarımsal İşletme Yapı Araştırması’ başlıklı çalışmaya göre Türkiye’deki her 1000 adet büyükbaş hayvan yetiştiricisi işletmenin sadece 2’sinde 300’den fazla büyükbaş hayvan bulunuyor. Ancak bu en büyük binde 2, toplam büyükbaş hayvanların yüzde 14.4’ünü elinde tutuyor.
Peki küçük çiftçiler? Verilere göre binde 2’lik azınlık tüm küçük çiftçilerin elinde tuttuğu büyükbaş hayvanların 2 katı kadar varlığa sahip. Büyükbaş hayvan sahibi işletmelerin yüzde 44.5’inin elinde 1 ile 4 baş arasında büyükbaş hayvan var.[14]
Devlet ise tarımda büyük şirketlerin küçük üreticileri yerinden ettiği bu düzeni uzaktan izleyerek büyük şirketlerin yanında saf tutuyorken; üretim düştüğünde tarım ürünleri ithalatı devletin sık sık sığındığı liman oluyor. Ancak bu ithalat da yabancı küçük çiftçilerden değil yine gıda tekellerinden yapılıyor.
Özetle, 1980’li yıllar tüm dünyada neo-liberal politikaların hâkim olmaya başladığı yıllardır. Uygulanan neo-liberal tarım politikalarıyla şirketlerin önü daha da açılırken, küçük çiftçiler yok edilmektedir.
Sonuçta küçük aile işletmeleri tasfiye olmaya; buna karşılık büyük işletmelerin ve tarım şirketlerinin ağırlığı artmaya başladı. Tarım/gıda sistemi uluslararası sermayenin çıkarlarına göre şekillendirildi.
Coğrafyamızda bölüşüm ilişkilerini sermaye lehine biçimlendirmeyi amaçlayan politikalar 2000’li yılların başında ivme kazandı. Bu süreçte tarımda küçük çiftçilerin kaderi piyasa güçlerine teslim edildi. Büyük ölçekli işletmeler ve şirket tarımını destekleyen politikalar sonucu küçük aile işletmeleri tasfiye olmaya başladılar.
Çiftçiye yönelik destekler Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) yüzde 0.5’ini bile geçmezken büyük ölçüde ithalata bağımlı olunan tohum, mazot, kimyasal gübre, tarım ilacı gibi tarım girdilerinin fiyatları kontrolsüz bir şekilde arttı. Buna karşılık çiftçiler ürünlerini çoğu zaman maliyetin bile altında kalan fiyatlarla pazarlayabildiler.
Ürettiğinden para kazanamayan, yeterli desteği alamadığı için aldığı borçları ödeyemeyen ve yoksullaşan küçük çiftçiler tarımdan koptular. Büyük miktarlarda arazi varlığı el değiştirdi. Kırda tutunamayanlar ya mevsimlik tarım işçiliğine yöneldiler veya kentlerin varoşlarına göçerek işsizliğe, marjinal işlere, sosyal yardımlara mahkûm kılındılar. Ayrıca tarımda sözleşmeli üretim devlet desteğiyle yaygınlaştırıldı. Tarım/gıda tekelleri ile küçük üreticiler arasında standart ilişki biçimi hâline gelen sözleşmeli üreticilik uygulaması, küçük üreticilerin şirketlere koşulsuz bağımlılığına yol açtı.
Tarımının geldiği noktada, yerküredeki egemen neo-liberal sistemin ve sistemi coğrafyamızda uygulanan politikaların doğrudan payı vardı.
DURUM(UMUZ)
Coğrafyamızda çiftçilerin ve tarımın genel durumu şöyle özetlenebilir…
20 yılda nüfusun yaklaşık 18 milyon kişi artmasına karşın tarımın GSYH’ya, istihdam ve ihracata katkısı giderek azaldı. Tarımın GSYH içindeki payı düşerken; 2010’da yüzde 9’luk pay, 2020’da yüzde 6.5’e düştü. Böylelikle de Türkiye’nin 2010’da tarım hasılası 69.7 milyar dolar iken, 2020’ye gelindiğinde 47.4 milyar dolara geriledi.
Ayrıca tarımın istihdamdaki payı da azaldı. 2010’daki yüzde 23.3’lük istihdam payı Mart 2021 itibariyle yüzde 17.3’e geriledi. Yanısıra, üretim alanları daraldı. TÜİK verilerine göre, 2002’de 26.6 milyon hektarlık ekim alanları 2020’de 23.1 milyon hektara geriledi, yani 3.5 milyon hektarlık bir daralma gerçekleşti. Tarım toprakları cömertçe amaç dışı kullanıma açıldı. Hidroelektrik santrallerle (HES’ler) dereler kurutuldu.
Üretim alanlarının yanı sıra çiftçi sayısı da azaldı. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre, 2003’de Çiftçi Kayıt Sistemi’nde (ÇKS) 2.8 milyon çiftçi varken, 2020’de bu sayı 2.1 milyon kişiye geriledi.
Küçük çiftçiler desteklerden yararlanamıyor; tarıma yönelik transferler GSYH’nin binde 5’ini geçmezken üreticiyi ve üretimi desteklemek, ekim alanlarını artırmak yerine ithalat kolaycılığı seçilir oldu. Enflasyonu düşürmek bahanesiyle gümrük vergilerinin düşürülmesi veya sıfırlanması çiftçinin elindeki ürünün fiyatlarını düşürmekte; ucuz ithal ürünlerle rekabet edemeyen üretici tarımı, toprağı terk ediyor.
Çiftçiler yaşadıkları finansman sorununu banka kredilerine başvurarak çözmeye çalışırken, 2021 Mart’ı itibariyle çiftçinin bankalara borcu 140 milyar liraya ulaştı. Özellikle küçük çiftçiler kredi borçlarını ödeyemediği için ipotek gösterdiği geçim kaynağı tarım arazileri alacaklı bankalar aracılığıyla satılmakta.
Konuyla bağıntılı olarak birkaç çarpıcı örneği aktarmakta yarar var:
i) ‘Tütün Eksperleri Derneği’nin ‘2023 Tütün ve Tütün Mamulleri Sektörü Raporu’na göre, 400.000 civarındaki üretici sayısı 2024’de 40.000 üreticiye kadar geriledi. Aynı şekilde, 2002’de 160 milyon kilogram olan üretim miktarı yine 2024’de yaklaşık 45 milyon kilogramlara kadar indi. İthalat ise hızla artıyor. Öyle ki Türkiye 2011’den itibaren net tütün ithalatçısı. Tablo, dışa bağımlılık artarken üreticilerin piyasa karşısında güçsüzleştiğini gösteriyor. Dahası rapora göre TÜİK’in 2021 tarihli ‘Yabancı Kontrollü Girişim İstatistikleri’ verileri, tütün mamulleri sanayinin yaklaşık yüzde 91.8’inin yabancı şirketlerin kontrolünde olduğunu ortaya koyuyor.[15]
ii) Buğday üretimi 30 yıldır değişmiyor! 2020’de buğday üretimi 2019’a göre yüzde 7.9’luk artışla 20.5 milyon ton olarak gerçekleşti. 1988’de Türkiye’nin nüfusu 53 milyonken buğday üretimi 20.5 milyon tondu. Günümüzde nüfus, 1988’e göre yüzde 58 artarak 84 milyona ulaştı; ancak buğday üretimi yerinde saydı.[16]
iii) TÜİK verilerine göre 2002’de 41.1 milyon hektarlık toplam tarım arazisi büyüklüğü, 18 yıl sonra, 2020’de 37.7 milyon hektara geriledi. Bu süreçte üretim yapılamayan toprak büyüklüğü yaklaşık 3,5 milyon hektar. Bu büyüklük neredeyse Konya’nın yüzölçümüne eşit. 18 yılda üretim yapılan tarım arazileri 3.5 milyon hektar azalırken; iktidar, Afrika ülkeleri Nijer ve Sudan’da 1.78 milyon hektarlık tarım arazisi kiraladı. Oysa, üzerinde üretim yapmaktan vazgeçilen tarım arazileri Sudan ve Nijer’de kiralanan tarım arazilerinin 2 katı.[17]
iv) Tarımsal girdi fiyatları 2022 Eylül’ünde yıllık yüzde 138.15 artışla rekor tazeledi. Gübreye bir yılda yüzde 226.63 zam yapıldı.[18] Ağustos 2021’den Ağustos 2022 döneminde girdi fiyatlarındaki artış kanatlandı: Mazottaki artış yüzde 266; üre gübresinde yüzde 187, DAP gübresinde yüzde 172, 20.20.0 gübresinde yüzde 178, amonyum nitrat gübresinde fiyat artışı yüzde 170 oldu. Ayrıca zirai ilaçlar da yüzde 80- 200, elektrik yüzde 99.7 oranında zamlandı.[19]
v) Tarım ürünleri üretici enflasyonu aylık yüzde 7, yıllık yüzde 170 arttı.[20]
vi) Verimlilik için “olmazsa olmaz” olarak sunulan pestisitlerin kullanımı Türkiye’de dört yılda yüzde 51 arttı ama birim alandan alınan verim bunun çok uzağında kaldı.[21] Ayrıca tarım ilacı kullanımının giderek yaygınlaşması ve tüketiciye ulaştırılan gıdaların denetimsizliği, halk sağlığını tehdit ediyor. TÜİK verilerine göre, tarım ilacı kullanımı beş yılda yüzde 52 arttı. 2013’de 39 bin 440 ton olan tarım ilacı kullanımı 2018’de 60 bin 20 tona çıktı. Denetimsizlik nedeniyle çok sayıda gıda ürünü zehir saçıyor.[22]
vii) “Tarım sektörü küçülüyor”ken;[23] sektöründen kopuşlar hızlandı. 2019’da Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) kayıtlı çiftçi sayısı 2 milyon 83 bin iken, 2020 Ağustos itibarıyla 1 milyon 803 bine geriledi. ‘Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) SGK ile İŞKUR’un Ekim 2020 verilerini değerlendirerek oluşturduğu “İstihdam İzleme Bülteni”, tarımdan kopuşun hızlandığını ortaya koyarken; ülke genelindeki çiftçi sayısı Ekim 2020’de Ekim 2019’a göre yüzde 8.6 azaldı. Bu 1 yılda 54 bin çiftçinin tarımdan kopması anlamına geliyor. Söz konusu azalış aylık bazda ise (Eylül 2020’ye göre) 5 bin kişi oldu.[24]
Hâl buyken; TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanlarından Baki Remzi Suiçmez uyarıyor:
“Türkiye uzun süredir bir gıda krizinin içinde yaşamaktadır. Pandemi ve küresel iklim değişimi koşullarına ek olarak Rusya-Ukrayna Savaşı ortamında ülkemizde tarım ve gıda sektörüne yönelik somut korumacı politikaların yaşama geçirilmemesi, döviz artışı ve yüksek enflasyonla belirginleşen ekonomik kriz ortamında dışarıya bağlı mazot ve gübre dahil girdilerdeki fahiş artışa karşın somut indirimler yapılmaması, tarımsal desteklerin yetersiz olması ve geç ödenmesi, çiftçinin uygun faizli kredi kullanamaması gibi pek çok nedenle üretim alanlarımız ve miktarlarımızın azalması, üreticilerimizin üretimden vazgeçmesi, kendimize yeterlilik sorunumuzun artması, yurtdışından yüksek fiyatlarla ürün alınması, bugün tüketicilerimizi de “gıda enflasyonu” boyutunda olumsuz etkilemektedir.
Tarımsal girdi ve temel ürünlerde yıllardır yaşanan dışa bağımlılığın, deprem illerinde yaşanabilecek gıda arz açığı nedeniyle artmasını beklemekteyiz. 6 Şubat 2023 depremlerinden doğrudan etkilenen 11 ilin nüfusu 2022 verilerine göre yaklaşık 14 milyon olup, kırsal alan tanımının belirsizliğini koruduğu günümüzde Büyükşehir Yasası sonrası deprem bölgesindeki mahalle/kırsal mahalle/köy/belde nüfusu yaklaşık 2.7 milyondur. Deprem illerinin bitkisel üretime katkısı yüzde 20 olup ülke toplam hayvan varlığının yüzde 15’ine sahiptir. Deprem bölgesindeki tarım arazisi miktarı yaklaşık 4 milyon hektar, kayıtlı çiftçi sayısı yaklaşık 300 bindir…
Ülkemizde 6 Şubat 2023 öncesi de tarımda deprem yaşanmaktaydı. TÜİK tarafından Tarımsal girdi fiyat endeksi Aralık 2022 için yıllık yüzde 103.14, Tarım ürünleri üretici fiyat endeksi Ocak 2023 için yıllık yüzde 142.84, Tüketici fiyat endeksi Şubat 2023 için yıllık yüzde 55.18 ve gıda enflasyonu yıllık yüzde 69.33 olarak açıklandı.”[25]
GIDA KRİZİ TEHLİKESİ
Masanobu Fukuoka’nın, “Eğer bir yiyecek krizi yaşarsak bunun nedeni doğanın üretkenliğinin yetersizliği değil, insan arzularının müsrifliği olacaktır,” vurgusuyla müsemma endüstriyel kapitalist tarım demek, gıda krizi demektir.
BM COP 26 (Glasgow) İklim Zirvesi hakkında ‘La Via Campesina’nın işaret ettiği gibi, “(Harare: 25 Ekim 2021) Şirketlere ait birçok sahte çözüm, köylü agroekolojisinin dilini benimserken, hiçbir yerde yerel ve besleyici gıda, insana yaraşır bir geçim kaynağı, toprak ve kendi kaderini tayin hakkı gibi temel haklar ileri sürülmüyor ve güvence altına alınmıyor. Güvence altına alınan ise iklim krizinin kaynağı olan, özellikle John Deere, Bayer-Monsanto, Syngenta, Cargill, Nestlé, Wal-Mart ve diğerleri gibi büyük tarımsal gıda şirketlerine kazanç sağlayan sonsuz birikim döngüleridir.
Bütün dünyanın toprak işçileri ve diğer gıda üreticileri, tarımda iklim bakımdan adil bir geçiş talep ediyor ve bunu yerine getirmeye hazırlar! Onlarca yıldır yerel gıda üreticileri tarımsal gıda şirketleri ve onların müttefikleri tarafından yoğun tarım ve monokültüre itildiler!”[26]
Bundan ötürü gıda fiyatlarındaki artış can yakıcı boyutlara erişti. Tarımsal üretim ise giderek daha pahalı bir hâl alıyor; Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar Uysal, Türkiye’nin gelecekte nüfusunu beslemekte zorlanabileceğini vurgusuyla, “Fiyatlardaki artışı kısa sürede kalıcı bir şekilde düşürmek olası değil. Nüfusu beslemek giderek zorlaşacak,”[27] diyor.
Gerçekten de Ukrayna savaşının, dünyada gıda bunalımını ağırlaştırdığı tabloda BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, dünyanın birçok yerinde kıtlık görüleceğini duyurdu.[28]
Özellikle DTÖ çerçevesinde Nisan 1994’de imzalanıp, 1995’de yürürlüğe giren Tarım Anlaşması ile tarımsal üretim ve ticareti piyasa mekanizmalarına bırakan kapitalist dayatmayla dünyada gıda üretim ve ticaretine hâkim olan ÇUŞ’lar yeni bir sömürü düzeni kurdular.
Dr. Bülent Şık’ın belirttiği gibi gıda güvencesi, bir toplumun beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için yeteri miktarda ve ulaşılabilir gıda üretme yeteneğine ve üretilen gıdalara erişiminin sürekliliğine vurgu yapar. İnsanların sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için gerekli olan gıdayı karşılayabilmek amacıyla yeterli, sağlıklı, güvenilir ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik yönden sürekli erişebilmeleri hâli gıda güvencesi kavramıyla dile getirilir. Bu kavram insanların gıdaya erişimini ilke düzleminde bir hak olarak tanımlar, ancak neo-liberal politikalar bu hakkın nasıl kullanılacağına veya sürekliliğinin nasıl güvence altına alınacağına ilişkin bir şeyler söylemez; neo-liberalizme göre gıda güvencesi parası olanın gıdaya erişiminin güvence altına alınmasıdır.
Gıda egemenliği ise insanların kendi gıda ve tarım sistemlerini belirlemelerinin ve kendine yeterliliklerini sağlama temelinde şirketlere bağımlı olmadan gıdalarını kendilerinin üretmeleri ve sağlıklı gıdaya erişimin bir hak olduğunu dile getirir. Gıda egemenliği, gıda güvenliğinin de güvencesinin de temelini oluşturur.[29]
Buckminster Fuller’in, “Paylaşmak daha fazlasına sahip olmaktır,” uyarısı “es” geçilerek; bu yap(tır)ılmaz ise, yaşanan felaket daha da ağırlaşacaktır…
KÜRESEL İTİRAZ
Çiftçiler ve köylüler artan borçlar, aşırı iş yükü, gelir yetersizliği ve gelecek endişesi gibi nedenlerle Avrupa’da birçok noktada sokakta. Almanya, Fransa, Polonya, Romanya, Belçika başta olmak üzere farklı noktalarda eylemler gerçekleştiriyorlar. İtirazların hedefinde AB’nin on yıllardır izlediği neo-liberal tarım politikaları yer alıyor.
Almanya’da hükümetin tasarruf önlemlerinin sosyal ve siyasal krizi derinleştireceğine dair öngörüler haklı çıktı. Yıllardır milyarlarca avroluk sübvansiyonlarla desteklenen tarım sektörüne yönelik kesintiler, özellikle de vergi muafiyetlerinin ve indirimli mazot alımlarının kaldırılması üzerine çiftçiler ülke çapında direnişe geçti. Hükümeti protesto etmek için yollara dökülen binlerce traktör, sadece otoyolları değil, başta başkent Berlin olmak üzere metropolleri işgal ederek günlük yaşamı felç etti.
Avrupa’yı sarsan çiftçi protestoları sonrası AB, Ukrayna’ya gümrük muafiyetini uzatırken bazı ürünlere kota koyma kararı aldı. AB politikalarından en çok etkilenenlerden Polonyalı çiftçiler ülke çapında protesto düzenledi.
Çekya’nın Opava şehrinde de çiftçiler, AB tarım politikasını ve Çek hükümetinin siyasi kararlarını protesto etti.
Başta Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, Belçika, Polonya, Macaristan ve Yunanistan olmak üzere pek çok AB ülkesindeki çiftçiler, son dönemde uygulanan tarım politikalarına tepki gösterdi.
Avrupa’nın ardından Hindistan’da da çiftçiler ayakta. 1.5 milyar nüfuslu Hindistan’da çiftçiler iki yıl aranın ardından yeniden ayağa kalktı.
Denilebilir ki Avrupa’da gündeme damgasını vuran çiftçi eylemleri kazanımlar getirirken; 2024’e damgasını vuran toplumsal mücadele gündemini Avrupalı çiftçi protestoları oluşturdu. Binlerce traktörün yolları bloke ettiği AB başkenti Brüksel olmak üzere, Paris, Berlin, Lyon gibi birçok kent çiftçi eylemlerine sahne oldu.
Fransız köylüsü neo-liberalizme savaş açtı. Avrupa’da birçok ülkede köylüler ve küçük çiftçiler yollarda, meydanlarda. Eylemler özellikle Fransa’da tüm ülkeye yayıldı. Fransa’nın en az 80 departmanında köylüler protesto saflarındaydı. Bu da Fransız köylüsünün neo-liberalizmi hedef aldığını gösteriyordu.
Yıllardır Fransız çiftçisi sermaye karşısında var olma mücadelesi veriyor. Her 7 tarımsal işletmeden biri yetersiz gelire sahip ve yoksulluk altında yaşıyor. 10 yılda 100 bin tarımsal işletme tasfiye oldu. Bu yok olan işletmelerin üçte ikisi hayvancılık yapıyordu ve bu alanda 80 bin kişi işsiz kaldı. Bu anlamda eylemlerin küçük çiftçinin ve küçük süt hayvanı yetiştiricilerinin yoğun olduğu güney bölgesinde başlaması tesadüf değil.
Keza büyük ölçekli tahıl yetiştiricilerinin eylemlere destek vermemesi de tesadüf değil. Günümüzde her hafta 200 tarım işletmesi kapanıyor. Çiftçi o kadar köşeye sıkışmış durumda ki her 2 günde bir 1 çiftçi intihar ediyor ve bu intihar dalgası yıllardır engellenemiyor. Kelimenin tam anlamıyla Fransa çiftçisi neo-liberalizm altında yaşam savaşı veriyor. Bu yüzden eylemlerdeki sloganlarda “ölmek”, “yok olmak” kelimelerine sıklıkla rastlıyoruz.
Fransız köylüsü “Bizim sonumuz sizin açlığınız olacak” diyerek mücadelelerinin tüm emekçilerin yaşamına ilişkin olduğuna dikkat çekiyor. Köylünün ortadan kalkması devasa çokuluslu tarım-gıda şirketlerinin gıda fiyatlarını tamamen kendilerinin belirlediği bir düzeni hâkim kılacak, emekçilerin gıdaya erişimi daha da zor olacak. Bu sadece köylüler için değil tüm emekçi sınıflar için bir felâket demek.[30]
COĞRAFYAMIZDA İTİRAZ
2024 çiftçinin kâbus yılıydı; en kötüsü yaşandı. Tarımsal üretimde sorunlar hasat zamanını kâbusa çevirdi. Maraşlı çiftçiler de Afşin’de ses yükseltti. Çiftçiler, artan girdi maliyetlerini ve düşük ürün fiyatlarını traktörleri ile konvoy oluşturarak protesto etti.[31]
Çiftçi eylemleri etkinleşiyor. Birçok ilde emeğinin karşılığını alamayan çiftçiler sokaklara çıktı. Esasen hasadı yollara dökme, ürün tarladayken tarlayı sürme, meyve ağaçlarını kesme gibi eylemler birkaç yıldır gerçekleşmekte ve artış göstermekte.
Örneğin yurdun dört bir yanında çiftçiler alım fiyatlarına tepkili. Şirketlerin eline terk edilen çiftçilerin traktör konvoylu eylemleri kez Maraş’taydı. Maraşlı üreticiler, kasa kasa domatesi yola dökerek isyan etti.[32]
Şurası çok net: Tarım işçilerinin, topraksız köylülerin ve küçük çiftçilerin tamamı kölelik koşullarında yaşamını sürdürüyorken; tarımsal üretimlerde çalıştırılan tarım işçilerinin her yıl çok düşük ücretlerle, sağlıksız yaşam koşullarında ve istif hâlinde oradan oraya taşınırken yaşadıkları zorluklar ve kazalarda ortaya çıkan can kayıpları bu durumun böyle sürmemesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Çiftçi, “Sayın bakanım Gemlik Limanı’na mısır gelmiş, bu biz çiftçilerin ayağına kurşun sıkmaktır,” dedi tarım kurultayında ve “Köyler boşalıyor sayın bakanım,” diye feryat etti…[33]
Düzenin köylü ve çiftçilere, tarım arazileri ve doğal alanlara saldırıları şiddetlenip buna karşı direnç de günden güne artıyorken; tepkiler çiftçide bilinçlenme işaretleri midir?
Bunun yanıtı mücadelede, yaşanacak olanda elbette; ancak yaşadıklarımız, tarihimiz yolumuzu aydınlatıyor!
Kolay mı?
Toprak işgalleri, direnişler, komiteler ve komünlerle 1960-1980 aralığında toprak işgallerinden ülkenin en ücra köşelerine yayılan mitinglere, köylü mücadelesini hatırlatıyoruz.
1950’li yıllar toprak ağaları ve tefeci-tüccarların istedikleri her şeyi yapabildikleri, köylü ve küçük çiftçileri boyunduruk altına alıp sömürdükleri yıllardı.
Bu sömürü politikalarına karşı öğrencilerden işçilere, köylülere kadar tüm toplumda yaygın tepkiler ortaya çıkmaya başladı. Köylülerin tepkilerinin örgütlü bir inisiyatife dönüşümünde devrimci hareketin rolüne özellikle dikkat etmek gerekir. 1960’ların ikinci yarısında Dev-Genç’le başlayan bu izlerin, 1970’lerin ortalarından itibaren köy komünlerine kadar varacak bir halk örgütlülüğüne nasıl dönüştüğü üzerine kuşkusuz bugün de düşünmek gerekir.
Bu mücadelelerin gelişiminde Dev-Genç’in özel bir rolü oldu. Kendiliğinden yükselen tepkiler ve toprak işgalleriyle birlikte Dev-Genç, köylü mücadelesinin destekçisi olmanın ötesine geçerek doğrudan bir parçası hâline geldi.
Hüseyin Cevahir Fatsa, Ordu, Giresun fındık üreticileri içinde; Harun Karadeniz Gerze’de tütün mitinginde; Oğuzhan Müftüoğlu, Anamur’da fıstık yürüyüşünün örgütlenmesinde çalışanlardandı. Dev-Genç, 1970 Mayıs-Eylül arasında, ülkenin dört bir yanına ekipler hâlinde yayılarak köylü mücadelelerinin örgütlenmesinde rol üstlendi.
Kars, Çorum, Amasya, Tokat, Malatya, Gaziantep, Anamur, Eşme, Gülşehir, Fatsa Dev-Genç’in köylü mücadelesinin içerisinde yer aldığı bölgelerin bazıları. Bu çalışmalar sonucunda yürüyüşler, mitingiler gerçekleştirilir, köylü örgütlenmelerinin geliştirilmesi için çalışılır. Bu faaliyetler üzerine bir değerlendirme dönemin İleri dergisinde, “Dev-Genç’in Köy Eylemleri ve Köylü Birlikleri” başlıklı yazıda yer almaktadır.
Demokrat Parti döneminde başlayan Amerikancı tarım politikaları ile tarımda toprak sorunu, suya ulaşım, taban fiyatları gibi en temel sorunlar piyasalaşma etkisiyle daha da ağırlaşmıştı. 1960’larda, toplumun her kesiminde filizlenmeye başlayan mücadele dalgası, köylerde de özellikle toprak ve su sorunları üzerinden yükselmeye başladı. Bu dönemde, az topraklı ve topraksız köylülerin gençlik hareketleriyle bir arada hareket edip gerçekleştirdiği toprak işgalleri öne çıkmıştır.
Özellikle 1967-1971 arası Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşan bu toprak işgalleri şeklinde ortaya çıkan bu köylü hareketleri, tefeci ve tüccarlara karşı sömürülen köylülerin devrimcilerle birlikte gerçekleştireceği eylem ve mitinglerle 1980’lere kadar sürdü.
Yoksullaşan, mülksüzleşen kırsal emek sınıflarının isyan bayrağını yükseltmesi ve devrimci potansiyelini ortaya çıkarması için 1960’lı yılların sonunda gelişen anti-emperyalist, devrimci gençlerle temas etmesini beklemek gerekecekti. Sağ iktidarlarla 1950’lerden 1960’ların sonuna kadar ABD’nin yarı-sömürgesi hâline getirilmiş Türkiye’de devrimci gençlik hem kırsaldaki işbirlikçi toprak ağaları, tefeci tüccar sınıfının sömürdüğü köylülerin hem de kentlerde komprador burjuvazinin sömürdüğü işçi sınıfının öfkesini birleştirecek bir siyaset üretti.
1967’den 1970’e kadar 200’e yakın toprak işgali gerçekleştirilmişti. İlk köylü toprak işgali hareketi, 1967’de Antalya’ya bağlı Elmalı köyünde ortaya çıktı. Topraksız köylülerin göl civarındaki toprakları işleyip ektiği ekinlerin bölgedeki toprak ağaları tarafından tahrip edilmesi işgalin fitilini ateşlemişti. Bu köylü isyanına devrimci gençlik örgütlerinden özellikle de ODTÜ SFK ve SBF Öğrenci Derneği’nden grupların desteği vardı. Bu işgal hareketi öyle bir etki yaratacaktır ki bölgeyi ziyaret etmek zorunda kalan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit “toprak işleyenin, su kullananın” cümlesini ilk kez Elmalı’da telaffuz edecektir.
1969’da İzmir’in Torbalı ilçesine bağlı Atalan ve Göllüce köylerindeki toprak işgalleri de toprak ağalarının hazine arazilerini kendi tarlalarına katmasına karşı başlamıştı. Burada toprak ağalarının bürokrasiyle ittifakı da görülmektedir. Çünkü kadastro yapılırken toprak ağalarının kendi arazilerine katıp işledikleri bu Hazine arazileri kadastro ile tescilleniyordu. İşte köylüler de yerel eşrafın toprağı işleyip çitlemesine engel olmak için önce ağaların traktörlerini durdurmak için hamle yapmış ardından da çitlenen bu otlaklarda çitleri yıkarak hayvanlarını sokmuşlar; buraları da fiilen işlemeye başlamışlardır. Bu işgal üç ay sürmüş, sonunda jandarma zoruyla köylülerin bu ekim yaptıkları araziler tekrardan ağaların eline geçmiştir. Ancak bu direniş görece başarıyla sonuçlanmıştır. Araziler devlet tarafından toprak ağalarından satın alınarak 1970 yılında 32 aileye Küçük Menderes kıyısında 10’ar dekarlık tarım arazisi hâlinde verilecektir.[34]
Bunların tümü yolumuzu aydınlatmıyor mu?
18 Ocak 2025 17:05:15, İstanbul.
N O T L A R
[1] Hubert Reeves.
[2] René Descartes, Ahlâk Üzerine Mektuplar, çev: Memet Karasan, Milli Eğitim Basımevi, 1966, s.42.
[3] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çev: Vedat Günyol, 1996.
[4] Thomas Robert Malthus, Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme, çev: Sevil Zengin, Gece Kitaplığı, 2018.
[5] Necdet Oral, “2021 Yılında Tarım: Kuraklık, Yokluk, İthalat”, Birgün, 16 Ocak 2022, s.4.
[6] Necdet Oral-Ali Bülent Erdem, “Endüstriyel Tarım Dünyayı Zehirliyor”, Birgün, 30 Ekim 2021, s.14.
[7] Necdet Oral, “Gübre Zammı Can Yakıyor”, Birgün, 1 Ekim 2021, s.10.
[8] Necdet Oral, “Gıda ve Tarım İthalatı 218 Milyar Lira”, Birgün, 6 Şubat 2022, s.11.
[9] Necdet Oral, “Tarımın ve Çiftçilerin Durumu”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:788, 17 Nisan 2022, s.8.
[10] Ali Bülent Erdem, “Şirketleştirilen Tarım”, Birgün Pazar, 8 Eylül 2024, s.12.
[11] Asrın Kelleş, “Tarım Adım Adım Nasıl Çökertildi?”, Yeni Yaşam, 18 Ocak 2020, s.10.
[12] Muzaffer İlhan Erdost, Kapitalizm ve Tarım, Onur Yay., 1984.
[13] Uygar Dursun Yıldırım, “Küçük Köylülükten Mevsimlik İşçiliğe: Tarımda Emeğin Dönüşümü”, Birgün Pazar, Yıl:20, No:842, 30 Nisan 2023, s.16.
[14] Ozan Gündoğdu, “Çiftçi Kimdir?”, Birgün, 14 Mayıs 2021, s.11.
[15] Özge Güneş, “Kâr Tekellerin, Yük Çiftçinin”, Birgün, 19 Kasım 2024, s.2.
[16] Necdet Oral, “2021’in Başında Tarım ve Gıdaya Bakış”, Birgün, 16 Ocak 2021, s.13.
[17] Ozan Gündoğdu, “Afrika’da Rant Tarlaları”, Birgün, 8 Ocak 2021, s.13.
[18] “Tarımsal Girdi Enflasyonunda Yeni Rekor”, Sözcü, 22 Kasım 2022, s.8.
[19] Abdullah Aysu, “Gıdada Krizlere Kayıtlanmak”, Yeni Yaşam, 14 Eylül 2022, s.4.
[20] Ali Can Polat, “Tarım Fiyatları Çıldırdı”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2022, s.9.
[21] “Verimlilik Değil Zehir Saçıyor”, Birgün, 12 Aralık 2019, s.13.
[22] Mahir Bağış, “Tarım İlaçları Sofraya Zehir Taşıyor”, Birgün, 20 Şubat 2020, s.13.
[23] “Tarım Sektörü Küçülüyor”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2024, s.9.
[24] “Tarımdan Kopuş Hızlandı”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2021, s.11.
[25] Baki Remzi Suiçmez, “Tarımda Depremin Nedeni, Neo-liberal Tarım Politikalarıdır”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:835, 12 Mart 2023, s.13.
[26] “Bütün Tarım İşçileri, Birleşelim!”, Birgün, 30 Ekim 2021, s.14.
[27] Namık Alkan, “Nüfusu Beslemek Giderek Zorlaşacak”, Birgün, 19 Ekim 2021, s.13.
[28] Ukrayna tarım konusunda bereketli topraklara sahip, coğrafi açıdan büyük bir ülke. Normal koşullarda yılda ürettiği tahıl ürünleri, 400 milyon insanı besliyor. Dünya gıda pazarında önemli bir ülke, buğday ihracatında ise beşinci. Birçok ülke, özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri, Ukrayna’dan buğday ithal ediyorlar. Lübnan ihtiyacı olan tahılın yüzde 63’ünü, Somali yarısını, Tunus yüzde 36’sını Ukrayna’dan alıyor. (Yahya Emirhan Karabay, “Küresel Tarım Ürünleri Krizi”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2022, s.2.)
[29] Necdet Oral, “Gıda İçin Mücadeleye”, Birgün, 22 Mart 2021, s.14.
[30] İlkay Öz, “Fransız Köylüsü Neo-Liberalizme Savaş Açtı”, Birgün Pazar, 4 Şubat 2024, s.9.
[31] Melisa Ay, “Çiftçinin Kâbus Yılı: En Kötüsü Yaşanıyor”, Birgün, 21 Ağustos 2024, s.4.
[32] “Çiftçinin İsyanı Kent Kent Büyüyor”, Birgün, 18 Ağustos 2024, s.4.
[33] Veysel Ulusoy, “Çiftçi”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2024, s.9.
[34] “Toprak İşgalleri, Direnişler, Komiteler Ve Komünlerle 1960-80 Arası Köylü Mücadeleleri”, Birgün Pazar, 25 Ağustos 2024, s.9.