Heybet Akdoğan / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Sosyalist Mezopotamya, Sayı 12, Haziran 2022
İnsanlığın tarih içindeki evrimleşme süreci zorunlu ihtiyaçların giderilmesi için başlatılan emek süreciyle gerçekleşmiştir. Emeğin bir eylem olması, insanlığın hem doğayla hem de kendisiyle olan ilişkilerini belirlemiştir.
İnsanın ve toplumun oluşumu insanlığın birçok üretim biçimiyle iç içe gelişmesiyle meydana gelmiştir. İnsan emek etkinliğinin bir sonucuyken, toplum da insanların emek süreciyle karşılıklı üretim ilişkilerinin sonucudur.
İnsanlaşma sürecinin belirleyicisi olan emek faktöründe, erkeğin ve kadının rolleri eşit ağırlıktadır.
İnsanlık tarihimizi incelediğimizde insanlığımızın ilk çağlarında; toplumun şimdiki toplumlar gibi bireyler kalabalığı olmadığını görürüz. İnsanlık tarihimizin ilk çağlarında birey toplum içinden sivrilmemiş, toplumun bölünmez bir parçasıdır.
Erkek ve kadının ilkel komünal toplumda üretim ilişkilerinin eşit ve paylaşımcı olması, komünal toplumun, tarihin uzun bir döneminde devamlılığını sağlamıştır.
İnsan emek süreciyle insanlaştığı için, üretim ve üretim ilişkileri insan karakterini belirleyen en önemli hatta denilebilir ki tek faktörüdür.
Avcı – toplayıcı toplumlarda erkekler ve kadınlar yaşamak için birlikte mücadele ederlerken, kadının doğurgan olması nedeniyle bir süre sonra, daha çok toplayıcı üretim sürecine girmesi, erkeği acımasız koşullarla uzun süreli ve yalnız bir savaşıma sürüklemiştir. Bu yüzden avcılıkla uğraşan erkeklerin karakterleri de yaşam koşullarına göre şekillenmiştir. İnsanlık tarihimizde bu koşullar erkeği, otoriteye önem veren tüketici bir varlık hâline getirmiştir. Bu durum erkeğin yaşam koşullarına göre karakter edindiğini göstermektedir. Kadının toplayıcı ve düzenleyici bir üretim sürecinde olması kadını her zaman doğa ve toplum içinde uyumlu ve yapıcı kılmıştır.
Tarihsel süreçler içerisinde ilerleyen insanlık, geliştirmiş olduğu sosyo – ekonomik formasyonlara göre karşılıklı ilişkilerini ve sınıfsal konumlarını geliştirmiştir. İnsanın tabiatı ve karakteri kadın – erkek bağlamında, her zaman çelişkilerle gelişmiş ve sınıflı toplumlarla birlikte köleci bir yaşam, kadın – erkek yaşamında somutlaşarak etkisini bütün uygarlık sürecinde göstermiştir.
Köleci bir toplumun açıklayıcısı olan sınıflı toplumlar, özel mülkiyetle birlikte, ataerkil sistemi toplum yaşamında hâkim kılmıştır.
Egemen yönetici güçlerin söz sahibi oldukları sınıflı toplumlarda, erkek ve kadın köle durumunda olmalarına rağmen, sistemin ataerkil bir ayrıcalık sunması; alt sınıflarda olan kadının, erkeğin egemenliği altında yaşamasına neden olmuştur.
Üretim ilişkilerinin insan karakterini belirlemesi, insanlık süreciyle gelişen devletlerin de yapısında geçerli olan toplumsal karakteri sistemleştirmiştir.
Üretimin belli bir toplumsal çerçeve içinde olması; toplumsal yapıyla mülk ilişkisini de belirlemiştir. Mülkiyetin ilk biçimi insanlık tarihimizde kullanım değeri olarak kendisini göstermişse de emek süreci içinde insanlığın artı değeri üretmesi, kullanım değerini metalaştırıp, özel mülkiyet aşamasına getirmiştir. Özel mülkiyetin insanlık tarihimizde belirginleşmesi bizleri, uygarlığın basamaklarından kapitalist topluma adım adım ilerletmiştir.
Üretimin nesneleşmiş bir emek olması; insanların doğasını ve sınırlarını belirleyen kuralları doğurmuştur.
Evrensel dünyamızın özel mülkiyetle birlikte sınırlara bölünüp parçalanması nesnel olan emek olgusunda özne olan insanın eyleminin, üretime ve üretim ilişkilerine nasıl yön verdirdiğini bizlere göstermektedir.
Küreselleşen dünyamızda acı çeken insanın her geçen gün daha da acımasızlaşması, ataerkil sistem içinde kadınların daha çok ezildiğini doğrulamaktadır.
Küreselleşmenin sebebi olan emperyalizm, özel mülkiyetin tekelleşmiş versiyonu olduğu için toplumların yaşamları da aynılaşmıştır.
İşçi sınıfının sömürülmesiyle güçlenen emperyalizm, dünya ölçeğinde kendisini yaşanılır kılabilmek için erkek ve kadını sömürülen yığınlar haline dönüştürmüştür. Yığınlar kelimesi sözlük anlamıyla biraz edebi bir anlam taşısa da kelimeyi sosyolojik boyutuyla incelediğimizde, insanlık onuruna yakışmayan bir içeriğe sahip olduğunu fark ederiz. Emperyalist sistem içinde toplumların yığınlar haline gelmesi, insanı insana karşı duyarsızlaştırmaktadır.
Emeğinin kendine yabancılaşmasını yaşayan emekçi toplumlar, içinde bulundukları toplumsal katmanlaşmayla birbirlerini daha çok ezen ve sömüren ilişkiler yaşarlar.
Toplum içi çatışmaların yığınlar içinde yaşanması, insanları sahip oldukları kültürün her alanında yozlaşmaya itmektedir. Sınıflı toplumlarda yaşanılan bu yozlaşma kitleleri insancıl olan tüm yaklaşımlara mesafeli bırakmaktadır.
Tarihten günümüze ezilen emekçi halkların kadın – erkek çatışması yaşamaları sınıfsal problemlerin bir yansımasıdır. Kapitalist toplumda kadın, feodal topluma göre daha çok sömürülmektedir. Feodalizmde asıl sorun soylu ya da serf olup olmama meselesidir. Feodal toplumda üretim ilişkileri çoğunlukla köy ekonomisinde gerçekleştiği için cinsiyetler arası iş bölümü çok fazla ayrıcalık oluşturmaz. Bu nedenle cinsler arası hiyerarşi durumu gelişemez.
Kapitalist toplumda cinsiyetler arası işbölümü fazlalaştığından kadın – erkek arasındaki hiyerarşi durumu gelişmektedir.
Kapitalist sistem içinde kadınların ve erkeklerin aşk ilişkileri, evlilik ilişkileri ve toplumsal ilişkileri sömürüldükleri burjuvazi sistemi içinde, hem duygusal hem de düşünsel alanda önemli toplumsal bunalımların nedenleri arasındadır.
Bir toplumun sosyo – ekonomik krizini incelediğimizde kapitalist sistemin var etmiş olduğu üretim ilişkilerindeki sınıfsal yapılandırmalarla karşılaşırız. Bu yüzden kapitalist sistemde kadın ve erkeğin sosyo – kültürel açıdan tanımlanması; sistemin doğası gereği kadın ve erkek arasındaki sınıflandırmayı yeterince açığa çıkarmaktadır.
Kadın ve erkeğin yaşam içinde belirli bir sınıfsal statüye sahip olması, modern dünyanın toplumsal şekli olan; toplumsal cinsiyetçiliği ortaya çıkarmıştır. Toplumsal cinsiyet sosyo – ekonomik kültürün ürünüdür. Bu nedenle toplumsal cinsiyet zamana ve kültüre göre değişkenlik göstermektedir. Toplumsal cinsiyetçiliğe sebep olan erkek egemen yapı, erkeği sınıflı toplum içerisinde yaratımdan uzak fakat otorite anlamında güçlü kılmıştır. Otorite anlamında ezilen cins olan kadın her ne kadar yaratıcı olsa da yaşadığı benlik aşağılanmışlığından dolayı, erkeği taklit etmeye çalışarak, kendi üretici doğasına yabancılaşarak kendi yaratıcılığını farkında olmadan tüketmeye çalışan bir insan olmuştur.
Marksizm’in “her çeşit toplumsal baskının ve yozlaşmanın nedeninin sınıfsal bölünme ve baskı olduğunu” söylemesi konumuzu daha anlaşılır kılmaktadır.
Modern dünyada ağırlığını daha çok hissettiren sınıfsal baskılar, toplumlarda proletarya bilincinin zayıflığından dolayı, burjuvazinin demokrasi politikasını toplumlara aşılamasını kolaylaştırmıştır.
Burjuvazinin kadın sorunu konusunda bir çözüm yöntemi olarak kadınlara sunduğu Feminizm görüşü; kapitalist sistem içinde daha çok ezilen kadınlar tarafından ilgi görmektedir.
Özünde kadın eşitliğinin olmadığı Feminizm görüşü, burjuvazi sınıfına mensup kadınlara hitap etmektedir.
Modern dünyanın olanaklarından derece derece faydalanan burjuvazi kadınlarının daha lüks bir yaşam istemelerinden dolayı kendi aralarında verdikleri bir yarışın süreci olan Feminizm’in gerçekte, emekçi kadınlarla hiçbir alakası olmadığını içeriği itibariyle anlayabiliyoruz.
Feminizm’e göre kadının ezilmesi erkeğin doğasından kaynaklanmaktadır. Feminizm bu gerçeği sınıfsal bir sorun olarak değil, biyolojik bir olgu olarak kabul görmektedir. Feminizm’in bu tutarsız görüşü; bilimsel ve diyalektik olmayan statik bir görüştür. Feminizm bu yaklaşımıyla aynı zamanda burjuvazinin statükosunu korumaktadır. Kadınların bu gerçekleri bilmediğinden feministlere itibar etmeleri, kapitalist sistem içinde sınıfsal mücadeleyi başlatamamalarına sebep olmaktadır.
Sınıflı toplumumuzda yaşanılan burjuvazi aile sisteminin ortadan kaldırılması için, toplumun sınıf bilincine sahip olarak proletarya kültürünü geliştirmesi gerekmektedir. Ancak proletarya kültürünün toplumsal sahada etkin olmasıyla toplumun maddi temelleri değişir. Maddi değerlerin değişip, sosyalist bir içerik kazanması ise burjuvazi aile sisteminin çökmesi demektir.
Yaşadığımız çağda burjuvazi her ne kadar kadınlara söz hakkı ve seçme- seçilme hakkı tanısa da; burjuva demokrasisinin en gelişkin ve eşitlikçi hâlinde dahi görmekteyiz ki bu haklardan yaralanan kadınlar yine egemen mülk sahiplerinin ve egemen mülk sahibi topluluklarının kadınlarıdır. Emekçi sınıfını oluşturan kadınlar her zaman içinde olduğu sömürüye ve erkek egemen baskısı altında yaşamaya devam etmektedirler.
Erkek egemen baskının özellikle sanayi devrimlerinden sonra ağırlığını artırması, toplumsal cinsiyetçilik ayrımında ırksal ayrışmaları da doğurmuştur. Böylelikle cinsiyet ve ırk ayrımcılığı gibi problemler, toplumsal ilişkiler bazında hiyerarşik yapıyı geliştirerek, iktidar sahiplerinin güçlenmesini sağlamıştır.
Burjuva demokratik devrimlerinin ulus devletleri yaratması; ulusu ulus yapan temel öğelerden birisi olan vatan kavramının tarihsel kökeninin sorgulanmasını bizlere gerekli kılmıştır. Birçok dilde vatan kelimesi “dişi” bir yapıya sahiptir. Tarihte yerleşik yaşamı sağlayan, aile ve kabile düzenini toprakla birlikte oluşturan kadının, vatan kelimesiyle aynı cinsi çağrıştırması tesadüfi değildir.
“Vatan namustur” atasözünün anlamı, kadının tarihsel gerçekliğinde yatmaktadır.
Emperyalizmin ilerlemesiyle birlikte, modernleşen dünyamızda kadın sorunun ataerkil yapıyı aştığı, hukuksal ve toplumsal bir gerçektir. Bu sorun emperyalizmin gelişimini materyalist yöntemlerle tahlil ettirmeyi bilimsel alanda bir kez daha gereklileştirdi.
Feminizm’in sınıfsal bir amacının olmamasından dolayı her geçen gün artan sömürü karşısında metafiziksel çaresizlikleri yansıtması yaşanılan bir hakikattir.
Kadının konumunun her geçen gün toplumda erk sistemi tarafından değersizleştirilmesi, kadınları yaşamın pasif öğeleri haline dönüştürmektedir. Devletlerin toplumsal cinsiyetçilikle kadının konumunu aşağılara çekmesi, emperyalist sistem içinde şiddet araçlarıyla sağlanmaktadır. Bu şiddet fiziksel olmanın yanında, psikolojik bir gelişimde göstermiştir.
Toplumsal cinsiyetçiliğin kapitalizmle geliştiğini daha önce belirtmiştim. Kapitalistleşmenin zirvesi olan emperyalist dünyada, kadınların vermiş olduğu hukuksal mücadeleler burjuvazi kanunlarıyla bir netice sağlamamaktadır. Çünkü devletlerin oluşumunda ve hukuksal yapılanmalarında özel mülkiyetle maddeleşmiş sınıflı toplumların kanunları yürürlüktedir. Böylelikle kadınların liberal hak arayışlarıyla mücadelelerini sürdürmeleri; hukuksal alanda kadınları kapitalist devletlerin ikiyüzlülüğüyle karşı karşıya getirmektedir.
Devletli yaşam içinde üretim ilişkilerinin niteliğinde görülen değişiklikler sınıflı toplumların yapısını daha fazla kötüleştirmektedir. Bu yüzden sınıflı toplumlarda artan sınıfsal sorunlar kadınları, her geçen gün yaşadıkları her türlü sömürü karşısında çaresiz bırakmaktadır.
Kadınların kurtuluşu sınıfsal mücadeleyle, proleter halk savaşıyla mümkündür. Kadının hem kendi cinsini kurtarma konusunda hem de halkların kurtuluşu olan devrimci savaşta olmazsa olmaz bir öneme sahip olması; Marksizm’in bilimsel devrimci yöntemleriyle ispatlanmıştır.
Kadının özne olmadığı ve öncüleşmediği halk savaşında devrimin olması imkânsızdır. Bununla birlikte emek konusunda ezilen erkeklerin kurtuluşu da imkânsızlaşmaktadır.
Kadınların yaşadıkları tecavüzleri, ötekileştirmeyi ve şiddeti; sınıf olgusundan ve egemen zihniyetin erk olgusundan bağımsız düşünemeyiz. Asırlardır egemenliğini sürdüren erk devletler, yeryüzünde kadını yok sayarak iktidarlaşmıştır.
Sonuç olarak, sınıflı toplumların son bulması ve kadınların kurtuluşu Marksizm öğretilerini anlayıp, savaşmakla gerçekleşebilir.