Site icon Rojnameya Newroz

UMUDU VE İNANCI DİRİ TUTMAK İÇİN ÇOK NEDENİMİZ VAR!* / TUNCAY ATMACA

Sosyalist, komünist olabilmenin bir koşulu da mücadele ettiğin amaca sarsılmaz güvendir. 2008’in ilk günlerinde böyle bir yazıyı kaleme almaktaki amacım aslında bir bakıma güven tazelemek, doğru amacım birilerini bir şeylere inandırmak, çünkü içerisinden geçmekte olduğumuz bu cinnet kesitinde inanmaya umut etmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bütün bunlara rağmen, bu yazdıklarımın güvenilirliğini ortadan kaldırmaz.

Bilinir, insanlar için çoğunlukla şimdiki zaman vardır; ne olduğu ya da ne olacağından çok neyin olmakta olduğu önemlidir; yaşanmakta olan, yani verili durum mutlaklaştırılır. Bunda mevcut sistemin her gün onlarca görsel ve yazınsal medyayla beynimize pompaladığı propagandanın da payı olmakla birlikte mücadele tarihinin anıları canlı tutulmadığı sürece, sınıf savaşının durgun olduğu dönemlerde umutsuzluk her yanı sarıp sarmalıyor, nasıl sınıf savaşı kızıştığında da umut her yanı sarıp sarmalıyorsa. İşte burada yazmaya çalışacaklarımda yeni bir yılda mücadele tarihinin anılarının en azından bu satırları okuyanlar için canlı tutulmasına mütevazı bir katkı sunma amacında.

“Tarihten ders çıkarmak”; bu çok genel bir doğrudur. Ama bugün öylesine bir süreçten geçiyoruz ki; bırakalım “tarihten ders çıkarma”yı yaşananlar bile unutuluyor, yok sayılıyor. Ya da tarih hafızamız hiç yok. Bu durum sınıf hareketi içinde geçerli. Sınıf mücadelesinin geleceğini öngörebilmek için geçmişine bakmak gerekiyor. Eğer ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki yerli yerinde duruyorsa ve yenilgilerin yanında zaferleri ve atılımları da yaşadıysak yeni zafer ve atılımların bizi beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü sınıf mücadelesi alçalma ve yükselmelerin birbirini takip ettiği bir seyir izler. Bu alçalma ve yükselmelerin dönemselliğini belirleyen kısmen kapitalizmin dönemsel olarak yaşadığı iktisadi bunalımlardır. Bununla beraber dünya ve ülke burjuvazisinin yönelimleri ile sınıf hareketinin kendi iç dinamikleri, yani mücadele geleneği, işçi sınıfı örgütlerinin ve genel anlamda sosyalist, komünist hareketin durumu da sınıf savaşımının seyri üzerinde belirleyici etkiye sahip faktörlerdir. Dün olduğu gibi bugünde umutsuzluğun propagandasını yapanların söyledikleri temelde şunlardır: “Bugün mücadele dibe vurmuş durumda, artık eskisi gibi değil, sistem, devlet çok güçlü, onca mücadeleye rağmen şimdiye kadar bir şey olmadıysa bundan sonra da bir şey olmaz..” Bunların hepsi aslında boş laftan öte bir şey değil; çünkü bizler tarihimizi bu felaket tellallarından çok daha iyi biliyoruz.

  1. Dünya Savaşı’nın başlaması işçi mücadelelerini bıçak gibi kesti

Avrupa’da 1830 Lyon ayaklanmasıyla yükselişe geçip 40’larda Çartist hareketle devam eden ve 1848 devrimini takip eden karşı-devrim ve restorasyon dalgasıyla sona eren güçlü sınıf hareketi on yıllar boyunca suskun kaldı. 1848 yılından 1896’ya kadar koca Avrupa’da tek bir genel grev yaşanmadı. 1871 Paris Komünü’nü saymazsak 1880’lerde işçi sınıfı partilerinin güçlenmesine kadar Avrupa’da sınıf mücadelesi sakindi. Ve biliniyor aslında I. Dünya Savaşı’nın başlaması işçi mücadelelerini bıçak gibi kesti. Savaşa katılan ülkelerde II. Enternasyonale bağlı kimi partiler savaşta kendi hükümetlerini destekleyerek kendi kontrollerinde olan işçi hareketini susturdular. Rusya’da da 1914 yılının ilk yarısında yükselen grev hareketi emperyalist savaş tarafından bastırılıp, susturuldu. Ama bu suskunluk kısa sürdü. Alman işçileri 1916’da devrimci önder Karl Liebknecht’in tutuklanmasına karşı dayanışma grevleri örgütlediler. 1917 yılı ise her bakımdan işçi ve emekçi hareketi için tarihi bir dönüm noktası oldu. Şubat devrimi patlak verdi. Bu kimsenin, aslında Bolşeviklerin bile beklemediği ani bir patlamaydı. Lenin Şubat Devrimi’nden birkaç hafta önce geleceğe ilişkin karamsar bir tablo çiziyordu, “bizim kuşağımız devrimi göremeyecek” diyordu. Oysa ki, Şubat Ekim’le taçlandı ve kısa ömürlü Paris Komünü’nü saymazsak eğer yeryüzünde ilk işçi devleti kurudu. Kuşkusuz, Rus ve Avrupalı devrimcilerin, sosyalist ve komünistlerin  beklediği ve istediği bu devrimin yayılmasıydı ve yayıldı da. 1918 Kasımında devrim bu kez Almanya’da patlak verdi. Berlin bir süreliğine işçilerin eline geçti ve benzer olaylar ülkenin başka bölgelerinde de yaşandı. 1919’da Macaristan’da işçi iktidarı aylar sürdü. Polonya, İtalya, Finlandiya, vs. kısacası neredeyse tüm Avrupa devrimlerin eşiğinden döndü. Sonuçta Rusya’da yalnız kalan devrim dalgası dindi ve dünya da bir gericilik dalgası başladı. 1923 yılında Almanya devrim için eline geçen son fırsatı da kaçırdı. 1928 Çin’i ve 1936 İspanya’sı devrimin son çırpınışları oldu; gerçi İspanya’nın dörtte biri zaten işçilerin kontrolünde bulunuyordu. Ama başaramadı. Ardından faşizmin yükselişi ve II. Dünya Savaşı. 1944 yılında Yunan işçileri devrim istiyordu ve komünist parti ülkenin onda dokuzunu elinde tutuyordu, ancak dünyadaki kimi gelişmeler Yunanistan’da devrime izin vermedi. Ardından bunu uzun bir sessizlik izledi; ta ki 1968 bunu bozana kadar. Tüm dünyada savaş karşıtı hareket doruğa çıktı; Fransa’da  milyonlarca işçi greve çıktı ve öğrencilerle birleşmelerine ramak kalmıştı; sömürgelerdeki devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de cabası. 1970’lerde sınıf mücadelesi düşüşe geçti, ancak krizle birlikte gelişen neo-liberal saldırılara karşı dünyanın birçok yerinde ciddi mücadeleler verildi, mücadele hala devam ediyor.

İlk grevler 1860’larda örgütlenmiştir

Dünyanın her tarafında öyle ya da böyle sınıf mücadelesi cılızda olsa devam ediyor. Son yıllarda Latin Amerika’da da toplumsal muhalefet tekrar yükselişe geçti. 2000’lerde Arjantin şiddetli sokak gösterilerine ve fabrika işgallerine sahne oldu. Bolivyalı emekçiler ayaklandı. Maden işçileri silahlı gösteriler düzenlediler ve sokak çatışmalarında onlarca insanlar öldü. Venezuella’da yükselen hareketin ve emekçilerin umudunun ifadesi olarak Chavez iktidara geldi, Latin Amerika’nın bir çok ülkesinde iktidarlar değişti. Umutsuzluğun edebiyatını yapanlara bu kadarı yetmez.

Biz bu coğrafyada ki sınıf mücadelesinin tarihini de umutsuzluğun edebiyatını yapanlardan daha iyi biliyoruz. Umutsuzluğun propagandacılarını önce biraz tarihle yanıtlayalım. Bu coğrafya da tarihe gecen ilk grevler 1860’larda örgütlenmiştir. 1908 işçi mücadeleleri için bir eşik olmuştur. 24 Haziran’dan yıl sonuna kadarki 5 ayda toplam 111 grev yapılmıştır. Grev hareketi Zonguldak, İzmir, Aydın ve Samsun gibi bölgelere de yayılmış ve grevcilerle kolluk kuvvetleri arasında çatışmalar yaşanmıştır. 1908’den sonra işçi hareketi gerilemiş ve savaş sonunda tekrar canlanmıştır. 1920’de TKP kuruldu. Ekim Devrimi’nin etkisi bu coğrafyayı da sarmıştır.

Kemalist iktidarın ilk döneminden itibaren sınıf mücadelesi bir suskunluk dönemi yaşamıştır. 1940’lar ve 50’lerdeki kıpırdanmalar bu havayı dağıtamamıştır. Ama 1960’larda TİP’in yükselişi ve DİSK’in kurulması yeni bir başlangıç oldu. 1968’de muhalefet bu kez üniversitelerden yükselmiş ve ardından işçi ve emekçi sınıfın tarihinde önemli bir yer tutan 15-16 Haziran işçi yürüyüşü gelmiştir. DİSK’in tasfiye etmeyi amaçlayan sendika yasa tasarısına karşı gelişen kendiliğinden eylemlilik saflarına 150 bin işçiyi katmıştır. Bazı kaynaklara göre eyleme katılan DİSK’li işçilere göre Türk-İş’li işçilerin sayısı daha fazlaydı. Buda gösteriyor ki işçiler saldırının sadece DİSK’e değil sınıfın kendisine yöneldiğini anlamışlardı. Yaşanan çatışmalar sonrasında 1 polisle 3 işçi ölmüş ve yasa tasarısı geri çekilmiştir. 1970’li yıllarda sınıf mücadelesi gelişmeye devam etti ve işçi ve emekçiler eylemleriyle DGM’leri kapattırdılar. (sonradan yeniden acılan DGM’ler AB’nin zoruyla isim değiştirdiler), Tarihe kanlı 1 Mayıs olarak geçen 77 1 Mayıs’ına 500 bin kişi katılmıştı. Ayrıca Kavel, Tariş, Netaş, vb. grev ve direnişleri de unutmamak gerekir. 12 eylül 1980 askeri faşist darbesi toplumsal muhalefeti birkaç yıllığına susturmayı başarabildi. Ama 1989  işçi sınıfının 12 Eylül karanlığını yırttığı yıl oldu. Kendiliğinden gelişen hareket bir çok eylemliliğe damgasını vurdu. Eylemlilik süreci gelişmesini sürdürdü ve Zonguldak maden işçilerinin 1991’deki yürüyüşüyle büyüdü. Kimi verilere göre o yıl grev yapan işçilerin sayısı 165 bine ulaşmıştı. 1990’lar boyunca kamu emekçilerinin mücadelesi sürdü ve bu mücadele sürecinde KESK oluştu, ancak toplumsal muhalefet Kürt ulusal hareketine karşı yükseltilen milliyetçiliğin ve 28 Şubat’ın kurbanı oldu. Hem dünyada hem de bu coğrafyada tarihimizin umutlu olabilmek için bize birçok fırsat sunduğunu görmüş olduk, ama bu kadarı da yetmez.

Tarihten ders çıkarmak!

Müslüman bir ülkede yaşadığımız ve halkın sosyalizm, komünizm deyince ilk aklına gelenin dinsizlik olduğu hep söylenir. Hafızam beni yanıltmıyorsa bugün mollaların yönettiği İran’da mollaları iktidara getiren 1979 devrimi bir işçi devrimi olarak başlamıştı ve komünist parti ülkenin en güçlü siyasi hareketiydi, işçiler Sovyetlerin bir benzeri olan şuraları kurmuşlardı; ancak komünist parti mollalarla anlaşmaya gitti ve mollalar kontrolü ellerine alıp sosyalistleri ezdiler. Bugün bile İran’da sol hareket yeraltında olmasına rağmen ciddi bir güç olmaya devam ediyor. Yine bazlarını şaşırtacak şekilde 50’li yıllarda bizden daha Müslüman Irak’ta ve 70’lerde Endonezya’da çok güçlü komünist partiler vardı. Endonezya’da yaklaşan devrim tehlikesine karşı düzenlenen darbe binlerce insanı katletti. Endonezya Komünist Partisi  milyonlarca insanın desteğine sahipti. Açıkçası, Müslüman bir ülkede yaşamamız bizim için bir dezavantaj değildir. Ancak unutulmamalı ki,  insanların yaşamları ve tercihleri üzerinde etkili olan dinlerinden çok sınıfsal konumlarıdır. Dinin gerici etkisi her ülkede yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bu üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bir özgünlüğü değildir. Bugün kaybettiğimiz çok şey var ancak sahip olduklarımız da çok; “tarihten ders çıkarma”yı becerebilirsek, dersler çıkardığımız ve o derslerle kendimizi eğittiğimiz şanlı bir tarihimiz var. Marx, Engels, Bolşevikler ve daha birçokları herşeye neredeyse sıfırdan başlamışlardı ve çok şeyi başardılar; biz sıfırdan başlamak zorunda değiliz. Deneyimimiz, birikimimiz var. Hepsinden önce umudumuz ve inancımız var.

Evet 2008 yılında mülksüzleri zorlu mücadeleler bekliyor. Özelleştirme ve taş oranlaştırmalar devam edecek. Kayıt dışı çalıştırma bütün söylemlere rağmen devam edecek. Bugünkü verilere göre 23 milyon 361 bin çalışan bulunuyor. Bunun 11milyon 255 bininin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı bulunmuyor. Yani istihdamdaki her iki kişiden biri kayıt dış çalışıyor. İstihdam paketi adı altında aslında var olan kazanımlar budanacak. Eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu kaldırılacak, işyerlerinin kreş açması, işyeri doktoru ve emzirme odası bulundurması zorunluluğu kaldırılacak. Kıdem tazminatı yeni formüllerle kaldırılmaya çalışılacak. İşçilerin hakkı olan işsizlik fonunda biriken paralar sermayenin hizmetine sunulacak, vs. Genel Sağlık Sigortası yasasıyla “paran kadar sağlık” gündeme gelecek. Kısaca 2008 yılı mülksüzler için zorlu geçecek. Son olarak 2008 yılı asgari ücreti belirlenirken Türk – İş kendi araştırmasını bile görmezden gelerek – kendi araştırmasında ki açlık sınırının bile altında olan asgari ücreti – asgari ücreti belirleyen komisyona teşekkür etmiş ve memnunluğunu dile getirmiştir.

Bütün bunlara rağmen “tarihten ders çıkarma”sını becererek umudumuzu ve inancımızı diri tutmalıyız. Çünkü kapitalizmin tarihi proletaryanın devrimci potansiyelini sarsılmaz bir şekilde ispat etmiştir. Aynı zamanda tüm ezilen kesimleri peşinden sürükleyebilecek önderlik yeteneğini de. Bu nedenle tarihteki yenilgilerimizin çoğu önlenebilecek yenilgilerdi. Bu durum sadece, bu yenilgilerin sorumluluğunun işçi sınıfına liderlik etme iddiasında olanlara ait olduğunu gösterir. Yani temel görev varolan mücadeleleri devrimci bir yöne kanalize etmek ve ona uygun önderlik yaratabilmektir.

*Çoban Ateşi Gazetesi, 3 Ocak 2008, Sayı: 38

Exit mobile version