Ana SayfaSIYASET1921 TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU, KEMALİZM VE KÜRTLER / SİNAN ÇİFTYÜREK

1921 TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU, KEMALİZM VE KÜRTLER / SİNAN ÇİFTYÜREK

Kürt ulusal özgürlük meselesi üzerinde tartışma ve arayışların yoğunlaştığı şu süreçte, genel olarak 1920-1938 yılları (Atatürklü yıllar), özelde de 1921 Teşkilat- ı Esasiye Kanunu yeniden tartışma konusu olmaktadır. Türk siyaset kadrolarının yanı sıra Kürt siyasetçilerden de “1921 Anayasası referans alınarak çözüm üretilmeli” diyenler var ve bu eğilim son süreçte güçleniyor.

 

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Kemalizm ve Kürtler

(1922’de Kürtlere otonomi verildi mi)

Sinan Çiftyürek

 

GİRİŞ 

Kürt ulusal özgürlük meselesi üzerinde tartışma ve arayışların yoğunlaştığı şu süreçte, genel olarak 1920-1938 yılları (Atatürklü yıllar), özelde de 1921 Teşkilat- ı Esasiye Kanunu yeniden tartışma konusu olmaktadır. Türk siyaset kadrolarının yanı sıra Kürt siyasetçilerden de “1921 Anayasası referans alınarak çözüm üretilmeli” diyenler var ve bu eğilim son süreçte güçleniyor.

  1. yüzyıl başında ve önemlisi mevcut Ortadoğu koşullarında Kürdistan sorununa 1921 Anayasası temelinde çözüm bulunabilir mi? Birincisi, bu sorunun yanıtı üzerinde duracağız. İkincisi, devamında soracağım soruyu baştan sorayım: Bir geçiş sürecinin belgesi olan ve dolayısıyla anayasadan çok birkaç kanun maddesinden ibaret olup 90 yıl öncesine ait bir metin neden bugün esas alınsın ki? Eğer amaç çözüm ise yeni bir yaklaşımla yeni bir anayasal metnin hazırlanması çok mu zor? Yazıda üzerinde duracağım bir diğer konu ise Mustafa Kemal’in siyasal kimliğidir. Mustafa Kemal’le özdeşleşen ve TC Devleti’nin kuruluşunda da belirleyici rol oynayan ideolojik-politik doku nedir, neyi içerir? Burjuva liberal demokrat mı, muhafazakar-milliyetçi mi? Yoksa şoven milliyetçi mi? Öcalan başta olmak üzere bazı siyasetçiler, gerek Kürt sorunu, gerekse diğer bazı sorunlarda “milliyetçiler, ırkçılar Mustafa Kemal’in etrafını kuşattılar, istediklerini yaptırdılar” diyorlar. Bu iddialar mı doğru, yoksa tersine ırkçı, milliyetçi bir çizgide olup etrafının ırkçı, milliyetçi rotasını belirleyen Mustafa Kemal’in kendisi midir? Yazı içerisinde ele alınması gereken bir diğer sorun bu olacaktır.
    Kürt ulusal hareketinin temsilcileri 1900’lü yılların başında siyasal özerklik taleplerini hem Osmanlı’ya hem de Ankara Hükümeti’ne iletmişlerdi ki bu biliniyor. Özellikle Ankara Hükümeti’nin bu talep karşısında pozisyonu nedir? Birinci Meclis gerçekten 10 Şubat 1922’de Kürtler için bir otonomi metnini oylayıp kabul etmiş midir? Etmişse metnin içerisinde ne var? Ayrıca bunları da ele alacağız.

 

Mustafa Kemal, Türk milliyetçisidir!

Mecliste oylatılarak “Atatürk” soyadını almış bir kadronun siyasal kimliğinin ne olduğunu tartışmak belki de abesle iştigal olur. Ne demek “Atatürk”? Bir ulusun, bir halkın “atası” olmayı meclis kararıyla soyadı olarak alan, buna itiraz etmeyen birisi, siyasal kimliğini tartışmasız olarak zaten ortaya koymuştur. Mustafa Kemal, kimilerinin iddia ettiği gibi ırkçıların, milliyetçilerin kendisini kuşatıp yönlendirmesine ihtiyaç duymayacak bir netlikte zaten Türk şoven milliyetçisidir. Söz konusu olan Türk milliyetçiliği ise, Mustafa Kemal yönlendirilen değil, aksine yönlendiren, şekillendiren, hatta öyle ki tam bir diktatörlükle yönlendirendir. Daha ayrıntıda irdelediğimizde şunları görürüz.

A-) M. Kemal, Türk milliyetçisidir ve milliyetçiliğin ocağı İttihat-ı Terakki Cemiyeti’nin aktif bir üyesidir. İttihat ve Terakki’nin 22 Eylül 1909’da yapılan İkinci Kongresi’ne Trablusgarp delegesi olarak katılır. Bu kongrede, saflarında birkaç hizbi barındıran İttihat ı Terakki’de, Mustafa Kemal bu hiziplerden birinin başını çekecek kadar da cemiyette aktiftir. Yeri gelmişken belirteyim: M. Kemal bir süre sonra İttihatçılarla yolunu ayırırken fikirleriyle değil, pratik yönelişleriyle ayrı düştüğünü belirtecektir. Ve TC Devleti’nin kuruluşunda M. Kemal, Osmanlı Devleti’nin askeri ve idari yapısının yanı sıra İttihatçıların başta Teşkilat ı Mahsusa olmak üzere kadro ve geriye kalan teşkilatlarını alır kullanır. Zaten bunlara dayanmadan yol alması da mümkün değildi. Her şey bir yana, salt bu nedenle bile TC Devleti, Osmanlı Devleti’nden kopuşu temsil etmez, tersine askeri, siyasal olarak da (belli yeniliklerle) Osmanlı’nın devamıdır.
M. Kemal, milliyetçi olmanın ötesinde ırkçı Türk milliyetçisidir. Öyle ki bunu “bilimsel” araştırmalar konusu yapacak kadar da ileri götürür. 1930’lu yıllarda, yani TC Devleti’nin artık ayakları üzerinde durmaya başladığı yıllarda, M. Kemal “Türklerin Kökenleri”ni araştırmaya ciddi ciddi yönelerek işi “bilimsel kurumlar” oluşturmaya kadar götürür. Önce “Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi ortaya atıldıktan sonra, bu tezlerdeki görüşlere uygun olarak Türk tarihi ve Türk dili hakkında birçok araştırmalar yapılır.” (1)

Bu araştırmalardan biri “Kayıp Kıta Mu’dan Türklerin kökenini aramak”tır. Bu araştırma ile amaçlanan, tüm uygarlıkların “Türkler tarafından kurulduğunu” ve tüm insanların Türk ırkından türeyip yeryüzüne dağıldığını kanıtlamaktır. Mustafa Kemal’in bu konuda neler yaptığını uzun bir alıntıyla Ayşe Hür’den aktaralım:
“MU VE UYGUR İLİŞKİSİ; neyin nesidir bu esrarengiz kıta? Hindistan’da görevli bir İngiliz albayı olan Lames Churchward tarafından 1926-1933 arasında yazılan dört kitapla ortaya atılan bir iddiaya göre günümüzden 100 bin yıl önce Pasifik Okyanusu’ndaki bir kıtada siyah, esmer, kızıl ve sarı olmak üzere dört ırkın oluşturduğu Mu Uygarlığı egemendi. Bu uygarlığın kıta dışındaki kolonisi ise Orta Asya’da Gobi Çölü’ndeki ‘Uygur İmparatorluğu’ idi. Uygurlar bir ‘Türk’ boyu olduğuna göre, Türkler Mu’dan gelmişlerdi. Kıta, altındaki gaz odakçıklarının patlamasıyla yaklaşık 12 bin yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştü ne yazık ki… Albayın kendine güveni iyicene artmış ve kareler, daireler, spiraller, gamalı haçlar, hayvan figürleri gibi şekillerden oluşan dili ‘Kayıp kıta Mu’da konuşulan Naga-Maya dili’ olarak dünyaya takdim etmişti.
O yıllarda ‘dünyadaki tüm uygarlıkları Türklerin kurduğu’ fikri üzerinde oluşturulan Türk Tarih Tezi üzerinde çalışan Mustafa Kemal, Churchward’ın kitaplarını 60 kadar çevirmene bölüştürerek hızla Türkçeleştirdikten sonra, Türklerin Orta Asya’ya gelmeden önceki yurtlarının Kayıp Kıta Mu olduğuna kanaat getirmişti. Ardından Türklerle Mayalar arasındaki ilişkiyi araştırmak üzere Enver Paşa’nın damadı emekli general ve amatör tarihçi Tahsin Bey’i Meksika’ya büyükelçi olarak atamıştı. Meksika’daki çalışmalarını belge ve fotoğraflarla üç ciltlik bir defter halinde toplayan Tahsin Bey’in en büyük buluşlarından biri Maya dilindeki ‘tepek’ sözcüğünün Türkçedeki ‘tepe’ olduğunu keşfetmek oldu. Ödülü de Mustafa Kemal tarafından verilen ‘Mayatepek’ soyadı.” (2)
Mustafa Kemal’in politik kimliği ve ideolojik çizgisi şoven milliyetçi mi değil mi? Tek başına bu alıntı bile okuyucuya yeterli bir fikir vermektedir. Mu kıtasında Türklerin kökenlerini arayan ve bunun Orta Asya’daki Uygurlarla ilişkisini kurmaya çalışan aynı Mustafa Kemal, Mu kıtasında yeterli dayanak bulamamış olacak ki bu kez Mezopotamya uygarlıkları ile Türklerin ilişkisini kurma arayışına girer ve Mezopotamya’da Türk kökeni arayışını, “Etibank”, “Sümerbank” gibi adlandırmalar üzerinden sürdürür. Ki bu arayış Mustafa Kemal’in Türklerin uygarlıktaki yeri ve kökleri konusunda kendi içerisinde de çelişkili olan serüvenini ortaya koyar.
Mustafa Kemal her söylev ve tutumunda milliyetçiliğin çok ötesinde Türk ırkçılığını yansıtır, dahası bunu açıkça dile getirir. Aynı yıllarda Amed’e giden M. Kemal, burada yaptığı açıklama ile Türk milliyetçiliğinin çok ötesinde ırkçı yaklaşımını bir başka açıdan açıkça dile getirir. Bu konuda, 1921-1938 yılları dönemini inceleyen uzun makalesinde emekli askeri hakim Ümit Kardaş şunları aktarır:
“26 Eylül 1932, yer Bekir-Diyarı, yani Diyarbakır. Mustafa Kemal burada bu diyarın, Oğuz Türkü`nün has kaynağı olduğunu, hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söylemektedir: ‘Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki;Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktürHer yeri dolduran Türk`tür ve her yanı aydınlatan Türk`ün yüzüdür.’ Mustafa Kemal`in bu sözleri, ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan cumhuriyetin Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefiyle yola çıktığını göstermektedir. (3)
Her şey bir yana, “Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür” sözleri siyaset diline tercüme edildiğinde ne anlaşılması gerektiğinin yorumunu okuyucuya bırakarak şunları ekleyeyim: Yukarıda Kardaş’tan aktardığım alıntıdaki sözleri, “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir”, “Yüksel Türk, Yüksekliğin Senin İçin Sınırı Yoktur” vb. vurgularla birlikte ele alınıp değerlendirildiğinde, Mustafa Kemalin şoven milliyetçi ideolojik-politik kimliği hakkında daha net sonuçlara ulaşabilir.

B-) Mustafa Kemal ve ekibi, başından itibaren, Kürt ulusal hareketi adına her dinamik çıkışı, hatta her küçük adımı ezip yok etmeyi ilke edinmiştir. Bu politikayı temel bir çizgi olarak izlerken, şartlar gereği bazen Kürtleri tanımış, sorumlularıyla görüşmüş, hatta varlıklarını ve ulusal taleplerini sözlü beyanlarda kabul etmiştir. Sonra gün yüzüne çıkarılmaması için her şey yapılmış olsa da Kürtlerle kimi anlaşmalar yaptığı da olmuştur. Dahası aşağıda ayrıntılı üzerinde duracağım Kürtlere “Otonomi” hakkı tanıyan anlaşmaların Birinci Meclis’ten geçtiği de yine iddialar arasındadır. Ama bu ve buna benzer icraatların tümü, Kemal ve arkadaşlarınca rejimin kuruluş yıllarındaki darboğazı aşmak için gerek içte Kürtlere dönük gerekse uluslararası güç odaklarına yönelik taktik politikalardan ibarettir.
Mustafa Kemal, Türk ulusal kimlikli ve üniter yapıda bir Türk devletini kurmada yolun başındayken Kürtlere her açıdan ihtiyaç duyar, ama ince bir ayrımla, yani Kürtleri Kürt ulusal özgürlük talep ve hedeflerinden arındırarak kazanmak ister. Bunu izlediği siyasetin her adımında görmek mümkündür. Her şey bir yana, tek başına “Söylev” okunduğunda bile bunu görmek mümkündür.
Diyarbakır Vali Vekili Mustafa, 8.6.1919 tarihli telgrafında, Diyarbakır’da kurulu bulunan Kürt Derneği’nin “bir Kürdistan bağımsızlığı amacını güden propaganda yapması üzerine… bu girişimler Dernekler Yasası’na aykırı olduğundan adı geçen dernek kapatılmış ve vilayette o dernekle ilgili yasal kovuşturmaya geçilmiştir” şeklinde durumu telgrafla rapor ediyor. Buna yanıt “3.Ordu Müfettişi Padişahın Onursal Yaveri Tuğgeneral Mustafa Kemal” imzasıyla 15.6.1919 tarihinde Amasya’dan verilir. Bakın Mustafa Kemal yanıtında neler söylüyor:

“Diyarbakır Vali Vekilliğine 8.6.1919
Bütün ulusun, varlık ve bağımsızlığını kurtarmak için birleştiği şu tarihsel günlerde… ülkeyi kargaşaya düşürecek her türlü derneğin dağıtılması pek vatanseverce ve zorunlu bir ödev olduğundan, Kürt derneğine ilişkin tutum ve davranışınız bence de pek uygun görülmüştür… Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Red-di İlhak Cemiyetleri’ni doğurmuş ve bu derneklere hangi siyasal zümreye bağlı olursa olsun, her Türk her Müslüman katılmış ve ulusal bilincin eylemli olarak böylece açıklanması bütün dünyaya duyurulmakta bulunulmuştur. Şu halde Diyarbakır ve oraya bağlı yerlerde de Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Red-di İlhak Cemiyetleri’nin oluşup kurulmasına yardımcı olmanızı öneririm. Ve özellikle Kürt derneğinin üyeleriyle bu tel yazım çerçevesinde görüşerek uzlaşmak uygun olur efendim.”(4)
Okuyucunun doğrudan kaynağından yorumlayabilmesi için alıntıyı uzun aktardım. Alıntıda iki şey dikkat çekicidir. Mustafa Kemal, ulus olarak sadece Türk ulusunu görür, algılar ve savunur. Bu nedenle “Her Türk, her Müslüman’ın katılmış” olduğu şeklinde tarif ettiği “ulusal bilinci”ni de Türk ulusal bilinci olarak ilan eder. Daha da önemli olan, M. Kemal’in, Müslüman Kürtleri de, oluşturulmasını hedeflediği bu Türk ulusal bilincinin içerisinde tarif etmesidir. Yani daha ilk baştan asıl hedefi, Kürt ulusu ve tüm ulusal azınlıkların asimilasyonu üzerinden bir Türk ulusunun yaratılmasıdır. Zaten dikkat edilirse Mustafa Kemal, Kürt Derneği’nin kapatılmasını sevinçle desteklerken, dernek üyesi Kürtlerle ise “görüşerek uzlaşmayı” ve dolayısıyla kazanılmalarını önerir. Kürt ulusallığından arındırılmış olarak Kürtleri kazanma arayışı elbette geçici “uzlaşma”lar adına yer yer Kürtleri tanıma, sorumluları ile görüşüp anlaşmalar imzalama vb. olmuştur. Bütün bunları yaparken bir Türk milliyetçisi olarak Mustafa Kemal kendi çizgisinde tutarlıdır. Tutarsızlığı, “ırkçılar, milliyetçiler Mustafa Kemal’in etrafını kuşatıp Kürt sorununda adım atmasını engellediler” yönündeki tespit ve beyanları ile Mustafa Kemal’i sahip olduğu siyasal çizgiden farklı yorumlayanlarda aramak gerekiyor.
C-) Verilen sözlere, hatta özerklik vaatlerine karşın pratikte adım atılmadığını yaşayarak gören Kürt ulusal hareketinin bu oyalama taktiğine ilk silahlı karşı tepkisi Koçgiri halk ayaklanmasıdır. Ki Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti bu ayaklanmayla büyük bir gelecek kaygısına kapılırlar ve her türlü yöntemle bastırılmasını hedeflerler. Ankara’nın yani Mustafa Kemal’in doğrudan emri ile Koçgiri ayaklanmasını kanlı katliamlarla bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın bu tutumu TBMM’de görüşmeye açılır. Kürt kökenli vekiller “asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu” belirtince, bu mecliste sert tartışmalara konu olur. Ki pratikte yaşananlar ve Koçgiri ayaklanması üzerindeki bu tartışmalar, Kemalistler ile Kürtler/Kürt ulusal hareketi arasındaki ilk ciddi kırılma olacaktı.
Şimdi Şeyh Said ayaklamasına giden süreçte, sorunla ilgili yine Ümit Kardaş’tan uzun bir alıntı aktaracağım:
“Azadi Cemiyeti`nin üyelerinin büyük bir bölümü orduyu terk etmiş Kürt subaylardan oluşmaktaydı. Diyarbakır`da ki Yedinci Ordu`nun subay ve askerlerinin en az yüzde 50`si Kürttü. Türk subaylarının bir bölümü Kürt hareketine sempati duymaktaydı. Azadi`nin Şeyh Sait İsyanı`na giden yolda Kürtlerin yakınmalarına neden olarak gördükleri hususlar şunlardı:
1. Azınlıklara ilişkin çıkarılan yeni bir kanun şüphe yaratmıştı. Türklerin Kürtleri Batı Türkiye`ye dağıtarak, onların yerine Türkleri doğuya yerleştirecekleri korkusu.
2. Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımının kısıtlanması.
3. Önceleri coğrafi bir terim olarak kullanılan `Kürdistan` kelimesinin tüm coğrafya kitaplarından kaldırılması.
4. Kürdistan`da ki tüm yüksek hükümet görevlileri Türktüler. Sadece daha aşağıdaki kademelere dikkatlice seçilmiş Kürtler atanması.
5. Ödenen vergilere oranla hükümetten yeterli hizmet alınamaması.
6. 1923`teki Büyük Millet Meclisi seçimlerine hükümetin müdahale etmesi.
7. Hükümetin sürekli olarak bir aşireti diğerine karşı kullanma politikası izlemesi.
8. Türk askerleri sık sık Kürt köylerini basarak hayvan götürüyorlardı. Talep edilen erzakın karşılığının ya yetersiz ödenmesi ya da hiç ödenmemesi.
9. Orduda Kürtlerin kademe ve mevkileri Türklerle eşit değildi ve Kürtlerin genellikle zor ve istenmeyen işlere gönderilmeleri.
10. Türk hükümetinin, Alman sermayesinin yardımıyla Kürtlerin yeraltı zenginliklerini sömürme girişimi.
11. Türk ve Kürtleri birbirine bağlayan en son bağ olan halifeliğin kaldırılması.
İngilizlerin o günkü koşullarda böyle bir ayaklanmadan memnunluk duyacakları açık olmakla birlikte, bu ayaklanmaya destek verdikleri konusunda bir kanıt bulunmamaktadır. Burada önemli olan husus dış destek konusu değil, Kürtlerin şikâyet ve taleplerinde ne kadar haklı oldukları ve hükümetin bu taleplere nasıl yaklaştığıdır. Başbakan Fethi Okyar ayaklanmayı sıkıyönetim tedbirleriyle bastırabileceğini düşünmektedir. Ancak çok sert önlemler alınması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Fethi Okyar`ı Başbakanlıktan uzaklaştırıp, İsmet İnönü`ye yeni bir hükümet kurdurur.” (5)
Okuyucu, Kürdistan’da Şeyh Said İsyanı’na giden süreci az çok biliyor. Fakat bir askeri hakimin kaleminden hem bu sürecin böylesine çarpıcı verilerle sunulmasının okuyucu için öğretici olacağından hem de aynı kalemden İngilizlerin Şeyh Said hareketi ve ayaklanmasına “destek verdikleri konusunda bir kanıt bulunmamaktadır” diye yazması da ayrıca önemlidir. Çünkü Türk rejiminin resmi, askeri ve sivil kaynakları, başından beri ellerinde ileri sürebildikleri tek bir belge olmadığı halde, Şeyh Said isyanını “destekleyen, kışkırtan İngilizlerdir” deyip durdular, halen de bu propagandayı sürdürüyorlar.
Ancak herkes bilir ki İngilizler, Şeyh Said hareketine destek vermediler. Çünkü İngilizler, Ekim Devrimi’nin ürünü olarak kurulan SSCB pekişip etki alanı genişledikçe, mevcut sınırlar üzerinde Batı yanlısı bir TC Devleti’nin kurulmasını çıkarlarına daha uygun görüp desteklediler. Dün SSCB’nin, bugün Rusların Kafkaslarda dengelenmesinde, Batı her zaman güçlü bir Türkiye’ye ihtiyaç duymuştur. Kısacası Kürt ulusal sorununda “İngiliz parmağı” koca bir yalandır.

Özetle; İngilizler belirttiğimiz nedenlerle Mustafa Kemal liderliğindeki Ankara Hükümeti’ni desteklemişlerdir, yani bir İngiliz desteği olduğu doğrudur, ama söz konusu destek Kürtlere değil Kemalistlere verilmiştir. Okuyucu hafızasını yokladığında, resmi TC tarihinde bile Kemalistlerin (Ankara Hükümeti’nin) İngilizlerle bir savaşından söz edilmediğini bilir.
Kemalist ekip, TC Devleti’nin ayakları yere bastıkça, Kürtlere verilen sözleri, yapılan sözlü ve yazılı anlaşmaları, hatta TBMM’nin kararlarını bilinçli şekilde unutup hiçbir adım atmaz. Tersine Kürt ulusal hareketine dönük baskılar artırılır. Ümit Kardaş’ın özetlediği baskı ve ayrımların yanı sıra Mustafa Kemal ve ekibi, Kürt ulusal hareketini provokatif eylemlerle yeterince olgunlaşmadan erken isyana zorlarlar. Ve bunda kısmen başarılı da olurlar. Yazının ana konusu Şeyh Said ayaklanmasının değerlendirilmesi olmadığından, burada amaç sadece ayaklanmaya Mustafa Kemal ve TC Hükümeti’nin yaklaşımının ne olduğunun özetlenmesidir. Şeyh Said ayaklanmasının ordu tarafından bastırılmasında Mustafa Kemal ve o zamanki Başbakan Fethi Okyar, Genelkurmay Başkanı Feyzi Çakmak ve benzeri kadrolar arasında temelde bir görüş ayrılığı yok. Ayrılık sadece kullanılacak yöntemlerdedir.
Mustafa Kemal, önerdiği bastırma planının kimi yönlerine itiraz ettiği için Fethi Okyar’ı görevden alarak, yerine İnönü’yü başbakan atar. Bu atamada belirleyici olan, İnönü’nün isyanın her türlü yöntem kullanılarak bastırılmasında Kemal ile daha yakın duruşa sahip olmasıdır. Bugün R. T. Erdoğan’ın, Ahmet Davutoğlu yerine Binali Yıldırım’ı ataması benzeri durum söz konusudur. Burada da çevresi tarafından yönlendirilen değil, tersine yönlendirendir M. Kemal!

Şeyh Said ve arkadaşlarının idam edilmeleriyle sonuçlanan İnönü hükümetinin saldırı, katliam ve kendi yasalarını bile ayaklar altına alan uygulamalarının tamamı Mustafa Kemal’in günü gününe yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Şeyh Said ayaklanmasıyla ilgili değerlendirmesinde İnönü, Mustafa Kemal’le tam bir uyum içindedir. “Vazifemiz Türk vatanı içerisinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip alacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” derken, izlenen ırkçı, milliyetçi siyasette Mustafa Kemal’le nasıl da uyum içinde olduğunu kanıtlar sadece.
Bir örnek daha; Mustafa Kemal, Başbakan Celal Bayar ve Genelkurmay Başkanı birlikte bir askeri tatbikatı izlerken, o günlerde ayaklanma halinde olan Dersim’i konuşmaktalar. Katliamlarla anılan Dersim harekatının emrini kimin nasıl ve nerede verdiğini Celal Bayar’dan dinleyelim: “O sıralar biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarından 3-4 tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik… Atatürk ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersimi’ dedi ve vurduk.” (6) Dersim’de hava bombardımanı dahil yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak gerçekleştirilen katliamın ötesinde soykırımın sorumluluğu tartışmasız yine Mustafa Kemal’in kendisine aittir. Ayrıca aittir demek de gereksiz, çünkü zaten kendisi “sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız” diyor.

D-) Mustafa Kemal’in politik çizgisi ile ilgili farklı kaynaklardan birkaç alıntıyı okuyucuya aktararak noktalayacağız. Ümit Kardaş:
“1921-1938 dönemini en iyi özetleyen ifade `Türkleştirme` olacaktır. Türkleştirme, yukarıda yaşandığı belirtilen olayların ve yapılan düzenlemelerin yanında Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kuruluşu, `Vatandaş Türkçe Konuş` kampanyalarının başlatılması ve Soyadı Kanunu`nun kabulüyle toplumun her alanında uygulanmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Mustafa Kemal `Vatandaş Türkçe Konuş` kampanyasının başlama nedenini şu sözlerle açıklamaktadır: `Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. ‘Türk Milletindenim’ diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse doğru olmaz.` Bu dönemin anlayışında kuşkusuz farklı etnik kimliklere, farklı dillere, farklı dinlere ve mezheplere yer olmamıştır. Dayatılan tek etnik kimlik Türklük ve Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkânsızdı. İşte bu nedenle homojenliği sağlamanın yolu da her türlü şiddeti kullanan ırkçı, asimilasyoncu politikalardan geçiyordu. Yukarıda belirttiğimiz tüm düzenlemeler ve uygulamalar 1921-1938 döneminin anlayış ve pratiğini ortaya koymaktadır.” (7)
M.E. Bozkurt ve Falih Rıfkı Atay’dan alıntılarla Fikret Başkaya şunları aktarır:
“Hitler; o her zaman Atatürk’ten örnek aldığını söyledi, hatta Hitler ‘Mustafa Kemal’in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim’ derken Mustafa Kemal’in şahsi rejimine verdiği önemi ifade ediyordu.” (8)

İsmail Beşikçi:

“Kaldı ki Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncesini ve eylemini sadece ‘milliyetçilik’ kavramı çerçevesinde değerlendirmek mümkün değildir. Kemalizm Türk faşizminin kendisidir. Irkçı, sömürgeci ve emperyalist emelleri olan bir düşünce ve eylemdir.” (9)
Koçgiri ayaklanmasının bastırılmasında Topal Osman gibi çeteleri de kullanan Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa hakkında Meclis’te soruşturma açılır. Bakın, Mustafa Kemal bu soruşturma hakkında neler söylüyor: “Ben Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.” (10)
Aktardığım bu kısa alıntılar, Mustafa Kemal’in siyasetini ve siyasal iktidarını yoruma gerek bırakmayacak çıplaklıkta tarif etmektedirler. Tekrar vurgulayarak belirteyim; Mustafa Kemal ve ekibi ele alındığında, Kemal etrafı kuşatılıp yönlendirilen değil, tersine her konuda yönlendiren ve hatta son sözü söyleyendir.
Fikret Hoca’nın, Hitler’in Mustafa Kemal’e ilişkin görüşlerini yorumlarken “Hitler, Mustafa Kemal’in şahsi rejimine verdiği önemi ifade ediyordu” belirlemesi önemlidir. Zira bu belirleme ile Mustafa Kemal’in, adı Cumhuriyet olan, parlamentosu bulunan ve seçimlerin yapıldığı bir rejimde nasıl bir kişisel diktatörlük rejimi kurduğunu izah eder. Mustafa Kemal’in “tek adam” diktatörlüğünü simgeleyen sayısız örnek vardır. Ve bunlardan sadece birini yukarıda, “Dersim’i vuracağız, sorumluluğu üzerime alıyorum” sözleriyle aktarmıştık. Güya meclis var, hükümet var, ama Mustafa Kemal “vuracağız” dedikten sonra geriye kalan TC Devleti’nin kurum ve sorumlularının işin prosedürlerini yerine getirmesinden ibarettir.
Tek adam rejimini belgeleyen bir diğer ciddi olay ise, TBMM’de saltanatın kaldırılması üzerine yapılan tartışmalarda yaşanır. Saltanatın meclis kararıyla kaldırılması tartışılırken, uzayan ve sonuç vermeyen tartışmalarla ortam ve sinirler iyice gerilmişken, Mustafa Kemal mecliste bir kürsünün üzerine çıkar ve şu açık tehditle yasanın kabulünü ister: “Bu bir emri vakidir. Mevzu-i bahis olan Millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emr-i vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada toplananları meclis ve herkes meseleyi tabi görürse, fikrimce iyi olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesince ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kelleler kesilecektir.” (11) Bu açık tehdidin ardından saltanatı kaldıracak olan yasa meclisten alkışlar arasında geçer!
Sonuç olarak şunu ekleyelim: Mustafa Kemal, Türk milliyetçisi olduğu kadar iyi bir pragmatist siyasetçidir de. Amacına varabilmek için her yolu, ama her yolu denemek M. Kemal için mubahtır. Osmanlı’nın son yıllarında M. Kemal’in de bir üyesi olduğu İttihat-ı Terakki tarafından belirlenmiş amaç, Türk ulusal devletinin kurulmasıdır. Ki Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın 12 Ocak 1920’de toplanıp üzerinde görüştüğü ve 28 Ocak 1920’de kabul ettiği Misak-ı Milli Beyannamesi’nde de hedef olarak, Türk ulus devletini belirlediği görünür. Zaten Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın Misak-ı Milli Beyannamesi; 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi, 23 Temmuz-7 Ağustos Erzurum Kongresi ve 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nde alınan karalarla uyum içinde olup, “ülkenin bütünlüğü ve devletin bağımsızlığı”nı ilan edecekti. Vurgulamak istediğim, Kemalistler ile Halife’nin (İstanbul Hükümeti) Türk ulusal devleti hedefi doğrultusunda nasıl da paralel hareket ettikleridir.
Mustafa Kemal bir Türk Milliyetçisi olarak kendi ulusal devletini kurabilmek için her yolu denemiş ve hedefinde başarılı da olmuştur. O kendi doğruları uğruna kararlı davranmıştır. Yanlış olan, son yıllarda Kürt ulusal hareketi saflarında, Mustafa Kemal’in farklı yorumlanmasıdır. Yanlış olan, ırkçı/milliyetçi bir siyasetçiden farklı ulus ve azınlıkların da kendilerini ifade edebilecekleri federal, demokratik bir yapı beklentisi içerisinde olmalarıdır.

Genel hatlarıyla 1921 Anayasası

20 Ocak 1921 tarihinde basit çoğunlukla TBMM’de kabul edilen ve kısa süre sonra üzerinde ciddi değişiklikler yapılan, çok geçmeden 1924 Anayasası ile tümüyle rafa kaldırılan 1921 Anayasası’nı birkaç temel noktadan ele alıp inceleyeceğiz.

Birincisi: 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu anayasal bir metin olarak görmek yanlıştır. Bir anayasadan çok üzerinde uzlaşılan geçici ya da bir geçiş belgesidir. Neye doğru geçiş? 1924 Anayasası’na, yani üniter ve şoven milliyetçi TC Devleti’nin kuruluşuna doğru bir geçiş belgesidir. Mustafa Kemal’in 18 Eylül 1920 günü meclise sunduğu “Halkçılık Programı” üzerine yürütülen uzun tartışmalardan ortaya çıkan 23 madde ve de “meclisin sürekli toplantı halinde olmasına” değin bir geçici maddeden oluşan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 20 Ocak 1921 tarihindeki oylamada “basit çoğunlukla kabul” edilir. Bu haliyle anayasadan çok birden fazla kanunun toplamından ibaret bir belge olarak görülür. Bülent Tanör bu durumu, “1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kendisinin adi kanunlardan üstün olduğunu ilan eden bir hüküm yoktur. Keza kendi değiştirilişi için bir hüküm de getirmemektedir… Zaten 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da yine adi kanunlar gibi nitelikli bir çoğunluk aranmadan yapılmıştır… Bu nedenle 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, biçimsel anayasa anlayışına göre anayasal niteliğe sahip olmadığı ileri sürülebilir.” (12) şeklinde ifade eder. Bu açıdan bakıldığında 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu bir “kurucu anayasa” olarak görmek de yanlış olur. TC Devleti’nin “kurucu anayasal” belgesi esas 1924 Anayasası’dır. 1921 Anayasası ise geçiş sürecinin geçici kanunlarını içermekten ibarettir.

1 Nisan 1923’te meclis seçimlerinin yenilenmesi kararı alınır; 11 Ağustos 1923’te yenilenen ve “muhalefetsiz açılan” İkinci Meclis’in ilk yaptığı icraatlardan biri, alelacele “Lozan Barış Anlaşması”nı imzalamak, Cumhuriyetin ilanı ve 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kimi maddelerini değiştirmek olmuştur. Konu 1921 Anayasası olduğundan, alelacele hangi maddeler değiştirildi? Öncelikle buna bakalım. Aşağıda değişiklikleri olduğu gibi alıyoruz.
TEŞKİLÂTI ESASİYE KANUNUNUN BAZI MEVADDININ TAVZİHAN TADİLİNE DAİR KANUN

Kanun No: 364
Kabul Tarihi: 29.10.1339 (1923)
Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 5, s.158.
MADDE 1.- Hâkimiyet, bilâ kaydü şart Milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir.
MADDE 2.- Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır. Resmî lisanı Türkçedir.
MADDE 4.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, Hükümetin inkısam ettiği şuabatı idareyi İcra Vekilleri vasıtasiyle idare eder.
MADDE 10.- Türkiye Reisicumhuru, Türkiye Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından ve kendi âzası meyanından bir intihap devresi için intihap olunur. Vazifei Riyaset yeni Reisicumhurun intihabına kadar devam eder. Tekrar intihap olunmak caizdir.
MADDE 11.- Türkiye Reisicumhuru Devletin Reisidir. Bu sıfatla lûzum gördükçe Meclise ve Heyeti Vekileye riyaset eder.
MADDE 12.- Başvekil Reisicumhur tarafından ve Meclis âzası meyanından intihap olunur. Diğer Vekiller Başvekil tarafından gene Meclis âzası arasından intihap olunduktan sonra heyeti umumiyesi Reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine arzolunur. Meclis hali içtimada değil ise keyfiyeti tasvip Meclisin içtimaına talik olunur.”
Yukarıda aktardığım alıntıda, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun gerek değiştirilen kimi maddeleri, gerekse eklenen yeni maddeleri dikkatle incelendiğinde, Mustafa Kemal ve Hükümeti’nin daha ilk fırsatta nasıl da anayasada şoven milliyetçi çizgileri geliştirdiği netçe görülebilir. Zira yeni eklenen “madde 2” ile anayasal hüküm olarak “Devletin dini İslam’dır, Resmi Lisanı Türkçedir” deniliyor. Tek başına bu değişiklik bile, Mustafa Kemal’in kurmak istediği rejimin niteliğini sergilemeye yeter. Çünkü eklenen yeni öğeler olarak “Türkiye Devleti’nin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir” denildikten sonra, Cumhuriyetin Türkçü niteliği de tam bir netlikle belirlenmiş oluyor.
Diğer göze çarpan değişiklik ise, cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılmasına dönüktür. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk şeklinde sadece 9. Madde ile ele alınan “reisicumhur” ve yetkilerine, yapılan yeni değişiklikle üç yeni madde eklenir ki bunların içeriği sadece “reisicumhur”un görev ve yetkilerinin belirlenmesiyle ilgilidir. Bu üç madde üzerinde yapılan değişiklikle, aynı zamanda “kuvvetler birliği” ve “meclis hükümeti” sistemi de iyice pekiştirilir. Kısacası yapılan değişikliklerde iki özellik önem kazanır: Devletin Türkçü ulus kimliğinin belirginleşmesinin yanı sıra tek adam rejiminin pekiştirilmesi.
İkincisi: 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda, üzerinde çokça tartışılan “Türkiye” kavramının kullanılmış olması, ileri, demokratik bir adım değil, tersine Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının barındırdığı birden fazla ulus ve ulusal azınlıkların sadece bir ulusla (Türk ulusuyla) özdeş olarak anılması gibi geri ve şoven milliyetçi bir düzeyi simgeler. Örneğin 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu devletin adını, İran, Irak, Mısır benzeri belli bir ulus kimliğiyle anılmayan bir adlandırma olarak ‘Anadolu Devleti’ koymuş olsaydı, coğrafik olarak Kürdistan anılmasa da yine bu durumda Mustafa Kemal ve ekibi için burjuva demokrat vb. denilebilirdi.
İttihatçılardan başlayarak ırkçı, ulusçu Türk siyasi akımlarının hedeflerinde zaten Osmanlı coğrafyasının Türkleştirilmesi olarak ‘Türkiye devleti’ bulunuyordu. Bundan dolayıdır ki, ne 1924 Anayasası, ne 1961 Anayasası ne de ırkçı milliyetçiliğin zirvesini temsil eden 1982 Anayasası “Türkiye Devleti” adlandırmasına dokunmamışlar.
Üçüncüsü: İster olağanüstü koşullardan “geçiyoruz” adına olsun, ister bir geçiş sürecinin belgesi olması gerekçesiyle olsun, ister “nasıl olsa Osmanlı Anayasası halen yürürlükte, diğer maddeler onda var” (eski anayasa kaldırılmadan yenisinin oluşturulması ayrıca ilginç) gerekçesine dayandırılmış olsun, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda hak ve özgürlüklerin yanı sıra yargı merciinden de tek kelimeyle bile söz edilmemiştir. Ki bu durum, Mustafa Kemal’den hükümete ve yerel hükümet sorumlularına varana kadar yetkililerin tam bir keyfiyetle hareket etmelerine, kendilerini doğrudan yargı mercii yerine koyarak “İstiklal Mahkemeleri” vb. oluşturmalarına, kısacası tam anlamıyla bir dikta rejimine yol açmıştır. Bir anayasal metin düşünün ki yargının yanı sıra hak ve özgürlüklere ilişkin tek bir kelime içermiyor olsun! Bu, söz konusu anayasa ile memleketi yönetenlere klasik diktatörlük kavramını aşan sınırsız yetkiler verir.
Dördüncüsü: 1982, 1961 ve 1924 ile kıyaslandığında 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun “ileri” denilip sahiplenilebilecek bir tek maddesi elimizde kalır. Ünlü “11. Madde” ile bu maddeyi tamamlayan diğer maddeler toplamında adem-i merkeziyetçi yönetim tarzının benimsenmesidir. 23 madde gibi kısa “anayasa” metninin 10’a yakın maddesi yerel yönetime ya da idarenin taşra teşkilatına ayrılmıştır. Vilayet yani illere 11. Madde”de görüldüğü gibi birçok alanda özerk davranma hakkı tanınıyor. Bu haliyle ileri bir adımı temsil eder, ancak gerek çok kısa süre sonra yani 1924’te anayasanın bütünüyle değiştirilmesi, gerekse zihniyet olarak Kemalist kadronun adem-i merkeziyetçi yönetim tarzından uzak oluşları gibi nedenlerle, kısa süreliğine de olsa “11. Madde” fiilen hiç uygulanmamıştır.
Ayrıca, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yerel yönetimle merkezi yönetim ilişkisinde kimi çelişkiler de barındırır. Bir yandan “Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şuralarının salahiyeti dahilindedir” deniliyor. Diğer taraftan böylesine geniş yetkiler verdiği vilayetin başındaki valiyi, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tayin olunup” diyerek, merkezden atamayla görevlendiriyor.
Yine “kaza” denilen idari birime özerklik verilmezken (madde 15), daha küçük birim olan “nahiye”ye “muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir” denilerek (madde16) özerklik tanınması ve üstelik 23 maddelik kısa kanun metninin 16, 17, 18, 19, 20, 21 gibi toplam altı maddesinin nahiyelere ayrılması, metnin çala kalem ya da alelacele hazırlandığı izlenimini de veriyor.
Beşincisi: Bütün bunlara ilaveten, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 11. ve tamamlayan diğer maddelerle adem-i merkeziyetçi bir idare sistemi öngörmesine karşın pratikte uygulanmadığını belirttik. Bu durumda bu adem-i merkeziyetçi yaklaşım neyin ya da hangi gelişmelerin ürünüdür diye sorulması gerekir.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hazırlandığı dönemde Mustafa Kemal ve ekibinin başarılı olup olmayacağı halen belirsizdir. Batılı büyük güçlerce belirlenip Osmanlı’ya dayatılan Sevr Anlaşması halen güncelliğini koruyor. Lozan’da Ankara Hükümeti olarak Batı tarafından tanınmış olmaya daha epey var. Dolayısıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu bir devleti yöneten anayasal belgeden çok bir ulus devlete ulaşabilme hedeflerini ve mücadelesini içeren bir geçici belge olarak görmek gerekiyor.
Kürt ulusal hareketi ise, gerek uluslararası durum, gerekse de kendi iç sorunları nedeniyle halen yol ayrımında duruyor. Ayrı devlet kurma veya Türklerle birlikte federatif bir yapıda yer alma seçeneklerinin güncelliğini koruduğu günlerde hazırlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’yla Kürtler, ileride kapatılması kaydıyla açık kapı bırakılarak umutlandırılmak istenir. İstenir diyoruz, çünkü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hiçbir maddesinde Kürtlerin lafı bile edilmez. Dolayısıyla metin, vilayetlere özerklik tanır, Kürtlere değil! Kürtler bugün olduğu gibi resmi bağlayıcılığı olan metinlerde ret ve inkar edilir. Bunun altını çizerek belirtmekte yarar vardır.
O günkü koşullarda, Güneyi ve Kuzeyi ile Kürt ulusal hareketinin Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti üzerinde ciddi bir basıncı vardır. Bu basınç kimi taktik manevralar ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndaki 11. Madde ile hafifletilmeye çalışılır. Çünkü Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti için Kürt halkının desteği, başka bir ifadeyle birlikte davranmaları hayati önem taşır. Kürt halkının birlikte davranışı olmasaydı ne Ankara Hükümeti, dolayısıyla ne de TC Devleti kurulamazdı.
Ekim Devrimi ve SSCB’nin kuruluşu, giderek dünya ve bölge üzerinde etkisinin dalga dalga yayılması, özellikle de ezilen halkları/ulusları ciddi olarak etkileyip onlar için umut ışığı haline gelmiş olması; SSCB’nin federatif yapısının yanı sıra Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti’ne emperyalizm karşısında ciddi maddi ve politik destek vermesi… Tüm bunların da Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti üzerinde geçici de olsa kimi etkileri olmuştur.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda 11. ve onu tamamlayan maddelerin yer alması, zengin federatif yapısıyla SSCB’nin etkisinin yanı sıra ABD tarafından 1918 yılında yayınlanan “Wilson Prensipleri” nedeniyle Mustafa Kemal ve ekibi ABD’ye, genelde de Batı’ya bir mesaj da vermiş olabilirler. Sıkışırlarsa, “bakın Kürtlere özerklik hakkını tanıyan bir anayasamız var” diyebilmenin de payı olabilir mi? Olabilir.

TBMM, 1922 yılında Kürtlere “Otonomi Yasasını çıkardı” iddiası

TBMM 1922 yılında Kürtlere “Otonomi Yasası”nı çıkardı mı, çıkarmadı mı tartışması da konuyla ilgilidir. Bu konuda önce Mustafa Kemal’in 17 Ocak 1923 günü İzmit’te gazetecilerin sorularını yanıtlarken söylediklerinin üzerinde duralım. Akşam Gazetesi yazarı Falih Rıfkı Atay’ın bir sorusu üzerine Musul ve Kürtler konusunda şu söylediklerine bakalım:
a – “… Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi, Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. (….) İkincisi onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler orada kendilerine bağımlı bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…” (13)
Bu açıklama yapılırken Musul Vilayeti yani Güney Kürdistan fiilen Osmanlı’nın ve de Ankara Hükmeti’nin elinden çıkmış, İngilizlerin denetimindedir. Ama bu durum daha resmiyet kazanmamış, çünkü 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan görüşmeleri daha sonuçlanmamıştır. Dikkat edilirse, tıpkı bugünkü TC rejimi yöneticileri gibi, Kuzeyli Kürtlere özerklik hakkını tanımak bir yana Güney ya da Batı Kürdistan’da Kürtler bağımsız ya da özerklik hakkını kazanırsa, “Bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir” diyen şoven, milliyetçi Mustafa Kemal’i görürüz. Kendi sınırları içindeki Kürtlere herhangi bir hak vermek zaten aklından geçmediği gibi, sınırları dışındaki Kürtlere bu hakkın tanınması ihtimaline karşı Musul’u da sınırları içine almayı hedefler. Ki Musul’u petrol kaynakları nedeniyle İngilizlerden geri alamayan Kemalistlerin, “madem Musul elden gidiyor, bari bunu İngilizlerle ‘Kürtlere hak tanımasınlar diye’ pazarlık konusu yapalım” demiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.
b – Aynı görüşmede Ahmet Emin (Yalman)ın “Kürt meselesine değinmiştiniz. Kürt sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur” sorusuna Mustafa Kemal’in yanıtı şöyledir:
“Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarları için kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede, Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki Kürt adına bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar giden bir sınır çizmek gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir. Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin hem de Türklerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe bütün çıkarını ve bütün kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.” (14)
Ne hikmetse bu açıklama uzun yıllar kamuoyundan gizlenmiştir. Aslında açıklama dikkatli irdelendiğinde, Mustafa Kemal Kürtlere bir özerkliğe gerek olmadığını söyler. Ayrıca bu açıklama yukarıda aktardığım diğer gazeteciye verilen cevapla birlikte değerlendirildiğinde, “Mustafa Kemal, İzmit konuşmasında Kürtlere özerlik hakkı tanımıştır” yönündeki görüş ve iddialar dayanaksız kalır. Zaten “başlı başına bir Kürtlük düşünülmüyor”, yani Kürtlere özgü bir ulusal özerklik düşünülmüyor. Bunun yerine “anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik olacaktır” ifadesinden anlaşılan, İstanbul ile Diyarbakır veya Manisa ile Van gibi vilayetlere tanınan idari özerklik çerçevesinde Kürtler de “kendi kendilerini özerk olarak yönetmiş” olacaklardı! Ki bunun da nasıl bir taktik manevradan ibaret olduğunu yazıda belirtik.

Görülüyor ki İzmit konuşması, Kürt halkına ulusal özerklik hakkını tanıyan bir içeriğe sahip değil. Ama konuşmasında özerklik ve Kürtler kavramları, özerk vilayetler çerçevesinde de olsa kullanılmıştır. Bu haliyle söz konusu yaklaşım, hem Kürtlere bir umut ışığı yakma ve dolayısıyla oyalama taktiği gereğidir hem de Lozan’da uzayan görüşmelerde sıkışmış bulunan İsmet İnönü liderliğindeki Türk heyetini kısmen de olsa rahatlatma amacına da dönük olabilir.
c – 10 Şubat 1922’de Birinci Mecliste Kürtlere özerklik hakkı tanıyan bir yasanın tartışılıp onaylandığı iddia edilir. İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivinde bulunduğu belirtilen otonomi belgesinin tam metni, 25 Eylül 2008 tarihli Çoban Ateşi Gazetesi’nde yayınlanmıştı. Ki söz konusu “Otonomi” metnine google üzerinden de rahatlıkla ulaşılabilinir. Aşağıda 18 maddeden oluştuğu belirtilen “Kürt Otonomi Kanunu” metninden bazı maddeleri kısaltarak aktaracağız:
“ (1) Türkiye Büyük Millet Meclisi, medeni isteklere göre Türk ulusunun ilerlemesinden emin olmak maksadıyla, Kürt ulusu için kendi çıkarları, adap ve duygularıyla uyuşacak otonom bir yönetim kurmayı kendi görevi bilir.
(2) İkamet edenlerin çoğunluğunun Kürt olduğu bölgelerde, bu ulustan olan uygun şahsiyetler tarafından genel bir otoritenin seçilmesi mümkündür. Genel Vali’nin yardımcısıyla beraber, Büyük Millet Meclisi tarafından Türk ya da Kürt olması mümkün olan bir müfettişe karar verilmesi.
(3) Büyük Millet Meclisi’nin, idari işlerde becerikli, toplumda ismi duyulan ve genel olarak Kürt ulusu tarafından saygı gösterilen biri olması şartıyla Genel Vali’yi seçme yetkisi var.
(4) Genel Vali, 3 yıl için seçilir. Bu üç yılın sonunda, ya ölüm ya görevden alınmasıyla Kürt Ulusal Meclisi tarafından yeni bir Genel Vali belirlenir. Eğer Kürtlerin çoğunluğu önceki Genel Vali’nin kalmasını isterse aynı kişi görevinde kalabilir.
(5) Ve yine Büyük Millet Meclisi, Genel Vali Yardımcısı (Türk ya Kürt olabilir) belirler. Bununla beraber bu, doğrudan Kürt Ulusal Meclisi tarafından da seçilebilir. Genel Vali, Genel Vali Yardımcısı ve de müfettişin onayı için Ankara hükümetine verilmesi gerekiyor.
(6) Ulusal Kürt Meclisi, Doğu Vilayetleri’nde genel seçimle oluşturulur. Meclis, üç yıllık bir süre için görevde olacak. Her yıl 1 Mart’ta açılacak ve toplantıları 4 ay boyunca devam edecek. Eğer Meclis, bu süre içinde işlerini tamamlayamazsa, bu süre üyelerin çoğunluğu ve Genel Vali’nin isteği üzerine uzatılır.
(8) Genel Vali ile Kürt Ulusal Meclisi arasındaki anlaşmazlık ve farklılıkta, Büyük Millet Meclisi son kararını verir ve her iki taraf bunu uygulamalı.
(9) Sınırlara, ortak bir komisyon tarafından karar verilecek. Kürdistan Bölge Yönetimi Van, Bitlis, Diyarbakır vilayetleri, Dersim Sancağı ve kaç tane daha kaza ve nahiyeden oluşacak.
(10) Kürdistan İdaresi için, bölgelerin adap ve örf özellikleriyle uygunluk gösterecek bir adalet sistemi kurulacak. Bu sistem şimdiden resmi uzmanlardan oluşacak. Bunun yarısı Türk yarısı Kürt olacak. Türklerden birinin emekliliği durumunda bir Kürt bunun yerini alabilir.
(15) Türk dili, Kürt Ulusal Meclisi, Genel Valilik ve hükümetin idaresinde kullanılacak tek dil olacak. Her halükarda, Kürt dilinin okullarda kullanılması mümkün. Genel Vali, gelecekte Kürt idaresinin resmi dili olarak tanınması konusunda bunun bir temel olmasını talep etmemeleri şartıyla Kürt dilinin kullanılmasını teşvik edebilir.
(17) Kürt Ulusal Meclisi, Genel Vali’nin onayı olmadan hiçbir vergi şeklini uygulayamaz.
(18) Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne danışılmadan ve oranın onayı olmadan önce hiçbir kanun çıkarılamaz ve hiçbir karar verilemez.
Bu özetle, Kürt temsilcilerin kanun projesini niye olağan dışı bir şekilde geriye attıklarını ve bu projenin karşısında durduklarını anlıyoruz.
Saygılarımla…
Horace Rumbold

Yüksek Temsilci

Kaynak: Dışişleri’nin İngiliz Belgeleri: Dışişleri Bakanlığı’ndan Rapor ve Evraklar, Gizli Matbua: Bölüm 2, Sıra B, Cilt 3, Türk Dirilişi 1921-1923, Editör Robin Bidwell. S.62-64
M. Emin Adıyaman, “1918-1923 Arası Kürt- Türk İttifakı Ve Kürt Otonomisi Kanun Metni – 4” başlıklı yazısında, kanunun TBMM’den geçerek yasallaştığını belirtiyor ve hatta “Otonomi Metni” mecliste “373 kabul, 64 karşı oyla kabul edildi” diyecek kadar da iddialı konuşur.
Kendi adıma, üzerinde bunca tartışma yapılmasına ve İngiliz arşivleri kaynaklı “Kürt Otonomi” metni belirttiğim kaynaklarca yayınlanmış olmasına rağmen, böyle bir yasanın TBMM’de oylanıp kabul edildiğine inanmıyorum. “Kürt Otonomi Kanunu” başlığı altındaki 18 maddeden oluşan belge eğer gerçekten varsa, o zaman Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kendi aralarında kaleme alıp Batılı merkezlere ilettikleri bir belge olabilir. Yine diyelim ki TBMM bu yasayı tartışıp kabul etti, ama ardından TC rejimi bunu yürürlüğe koymadı, ya da yeni bir yasayla geçersiz ilan etti. Peki, ama olup bitenleri o zaman ve daha sonraki uzun yıllar boyunca kamuoyuna açıklayacak hiç mi dürüst, vicdan sahibi bir milletvekili çıkmadı? Dört yüzü aşkın sayıda milletvekilinden bu uzun zaman dilimi içerisinde, “böyle bir yasa çıktı ama uygulanmadı” diyecek bir tane bile çıkmaz mı? Tarih dikkate alındığında, iddia edilen “Kürt Otonomi” yasa tasarısı Birinci Meclis tarafından çıkarılmış. Çünkü Birinci Meclis’in görev süresi, 15 Nisan 1923’te sona eriyor. Birinci Meclis’in, İkinci Meclis’ten farkı, başta Kürtler olmak üzere Meclis’te Mustafa Kemal ve ekibine birçok konuda muhalefet eden ciddi sayıda milletvekilinin olmasıdır. Haydi diyelim ki hiçbiri bu sırrı açıklamadı; yüz civarında Kürt vekilin bulunduğu dikkate alınırsa, bunlardan biri eğer kanun yasallaşmasına rağmen uygulanmamışsa, bu durumu açıklamaz mıydı? Gerek Seyit Abdulkadir ve diğer Kürt Teali Cemiyeti kadroları, gerekse Azadi Cemiyeti kadroları başta olmak üzere Kürt siyaset damarından hiç mi biri bu yasayı ifşa etmezdi? Böyle bir yasa Birinci Meclis’ten geçmiş olsaydı, hatta Meclis’te ciddi tartışılmış bile olsaydı ifşa ederlerdi inancındayım. Gerek bu kadroların gerekse Birinci Meclis’te bulunan Kürt vekillerin bir kısmının sonradan sürgün edildiklerini biliyoruz. Sait Çetinoğlu’nun da sorun hakkında e-posta ile bana ilettiği görüşlerinde belirttiği gibi; “Kemalist iktidarın kuruluş döneminde (1920’lerde) her ne kadar M. Kemal Kürtlere yazdığı özel mektuplarında Kürtlerden söz ederse de devletin resmi yazışmalarında (iç işleri, msb, riyaset-i cumhur) Kürt sözü hiç geçmemekte, Kürt yerine aşiret terimi özellikle kullanılmaktadır. Bu zihniyetin Kürt otonomisini dillendirmesi bana göre söz konusu değildir.” (15)
Yukarıda da belirtim, böyle bir yasanın çıktığına inanmıyorum, ancak bir anlık iddia edilen “Kürt Otonomi Kanunu”nun çıktığını varsayalım, bu durumda çıkan kanun irdelendiğinde, kendi içerisinde ciddi çelişkiler barındırdığı görülür. Bunlardan sadece bir-iki tanesine değineceğiz. Dördüncü şıkta, “Genel Vali, 3 yıl için seçilir” deniliyor ve devamla kim tarafından seçilir sorusuna da şöyle açıklık getiriliyor: “Kürt Ulusal Meclisi tarafından yeni bir Genel Vali belirlenir”! Genel Vali olgusunun burada bir sömürge-sömürgeci ilişkisi içerisinde anıldığını belirteyim. Eğer böyle bir yasa kabul edilmişse (ki inanmadığımı belirtim) demek ki Ankara Hükümeti önlenemez bir Kürt özerklik gerçeği ile yüzleşirse Kürdistan ile sömürge-sömürgeci ilişkisine zemin hazırlıyor demektir. Dikkat çekici bir diğer nokta: 17. şıkta Genel Vali’yi güya Kürt Ulusal Meclisi seçiyor, ama nasıl oluyorsa kendi seçtiği Vali’nin onayı olmadan “hiçbir vergi şeklini uygulayamaz”mış! Burada da yine bir sömürge-sömürgeci zihniyetinin etkileri görülür.
Yine güya TBMM Kürtlere otonomi hakkını yasayla tanımış, hatta öyle ki 1. şıkta “Türk ulusu”nun yanı sıra “Kürt Ulusu” tabirleri kullanılmış. Ama 15. şıkta “Türk dili, Kürt Ulusal Meclisi, Genel Valilik ve hükümetin idaresinde kullanılacak tek dil olacak” deniliyor. Yani güya otonom olan Kürtlere kendi meclislerinde bile resmi dil olarak Türkçe kullanma zorunluluğu dayatılıyor!
Sonuç olarak;

Kürt/Kürdistan meselesine 21. Yy başında ve mevcut siyasal iklimde çözüm aranırken, 100 yıl öncesine ait ve anayasadan çok bazı kanun maddeleri toplamından ibaret olan bir belge referans alınamaz. Kemal Atatürk ve Kemalizm, “etrafındaki gerici ekip bırakmadı yoksa meseleyi çözecekti” benzeri bir yaklaşım asla savunulamaz. Çözümün şekli genel hatlarıyla Güney Kürdistan ve Rojava’da az çok ortaya çıkmıştır. TBMM meseleyi çözmek istiyorsa öncelikle yeni anayasa yapımında Kürtleri temsilen mecliste bulunan partiyi dışlamamakla işe başlamalıdır. Eylül 2016

ç[email protected]

KAYNAKÇA
(1) İsmail Beşikçi, Türk Tarih Tezi-Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Yurt Yay. Sy,177
(2) Ayşe Hür, 11-05-2008 Taraf Gazetesi
(3) Ümit Kardaş, 29-11-2009 Taraf Gazetesi
(4) Söylev, aktaran Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, cilt III, sy. 8,9, Çağdaş Yayınları
(5) Ümit Kardaş, agy
(6) Ayşe Hür, 23-11-2008 Taraf Gazetesi
(7) Ümit Kardaş, agy
(8) Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Doz Yay, sy; 92,113
(9) İsmail Beşikçi, Kürt Aydını Üzerine Düşünceler, Yurt Yay. Sy. 93
(10) Aktaran Fatin Öznur, Atatürk’ün Kürtleri, Vaad Edilmiş Toprakların Hikâyesi, sy. 25, Karakutu Yay.
(11) Söylev, aktaran Ord. Prof. DR. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, cilt I, II, sy. 373
(12) Bülent Tanör, 1921 Anayasası Üzerine Makalesinden
(13) Hayata Geçirilemeyen Anlaşmalar, Çoban Ateşi Gazetesi, 25-Eylül-2008
(14) Çoban Ateşi Gazetesi, agy
(15) Sait Çetinoğlu, e-posta mektuptan

—————0———

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights