Site icon Rojnameya Newroz

Yabancılaşma ve kimlik bunalımı

Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm kitabında, “kişisel kazanç dürtüsüyle hareket etmek, insan için doğal bir davranış değildir” diyor. Ve gene biçimselci yaklaşımın parçasını oluşturan bir önerme ile “insanın emeği karşılığında kazanç sağlamayı beklemesi de doğal değildir.” Doğal olarak, çalışmanın olağan özendiricileri kazanç değil, toplumu oluşturan insanların birbirinden olağan beklentileri ve bunun yanında rekabet, çalışma zevki ve sosyal övgüdür, yani insanlar bir kazanç sağlamak için değil, bir yaşam faaliyeti olarak iş-güç sahibi olması gerekir. İşsizlik ise, toplumsal açıdan kabullenilmez bir olgudur ve insan özgürlüğü ile yakından ilintilidir. İnsanı işsiz bırakmak, insana verilmiş en büyük cezadır ve onu özgürlüğünden mahrum etmektir.

Üretimin birer unsurları olmasına rağmen Polanyi, emek, toprak ve parayı meta saymıyor. Buna göre, EMEK, yalnızca yaşamın yanında yer alan bir insan faaliyetine verilen addır. Satılmak üzere değil, bütünüyle değişik nedenlerle ortaya konulur ve yaşamın diğer yönlerinden ayrılmaz, saklanması veya işletilmesi olanağı yoktur. TOPRAK, yalnızca doğanın bir başka adıdır, insan tarafından üretilmemiştir. PARA, yalnızca satın alma gücünün kural olarak hiçbir zaman üretilmeyen, bankacılık sistemi ve devlet maliyesince düzenlenen bir simgedir. Hiçbiri satılmak üzere üretilmez. Emek, toprak ve paranın meta tanımı bütünüyle hayaldir. (bkz Polanyi Büyük dönüşüm, syf 91) Böyle olmasına rağmen kapitalist sistem emek, toprak ve para piyasaları bu hayal yardımıyla örgütlenmişlerdir; gerçekten de piyasalarda alınıp satılırlar, arz ve talepleri gerçek değerleri oluşturur ve bu tür piyasaların oluşmasını engelleyen bütün önlemler ve politikalar fiilen sistemin kendi kurallarına göre işleyiş açısından tehlikelidir.

Çalışma, zorunlu bir insan faaliyeti alanından çıkıp sadece kâr/kazanç elde etme faaliyetine dönüşünce, devreye hırs ve doyumsuzluk faktörü girer. Böylece daha fazla kazanç, daha çok statü, doyumsuzluğu artırırken, insanı kendi öz değerlerinden de sorgular hale getirir. Artık yeryüzü ve çevre (toprak, su ve hava) insanlığın ortak mülkü değil, bir avuç insanın talan ve sömürü alanıdır. Hâlbuki “insanlığın bugün vardığı aşamada çevre bakımından ortak yaşam da bir gerçektir, insanlar da bu ortaklığın sıradan üyesi ve yurttaşlardırlar. Biz insanlar, söz konusu ortak yaşamda yer alan -hayvanlar, bitkiler, toprak ve su olarak- yoldaşlarımıza saygı duymak zorundayız; ayrıca, bizzat bu ortak yaşam başlı başına saygıya layıktır” (Bkz. Tanilli, insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor syf 20)

Para, emeğin dışında tutularak insanın efendisi durumuna gelmesi, insanın yüzyıllarca yarattığı kendi değerlerinden kopmasını sağlamıştır. Bu da insanın kendi doğal insanlığından kopmasına yol açmıştır. İnsanların, dayanışması ve kardeşliğine ilişkin kültürel değerler ve moral referansları git gide terk edilir. İnsan aklını kaybetmiş ruhsuz robota dönüşür. İnsanın doğal yaşamdan koparak robotlaşmasına (Marksist literatürde “yabancılaşma” denir) neden olur. Yabancılaşmanın temelinde de Polanyi’den gördüğümüz gibi iktisadi yabancılaşma vardır.

İster ekonomik nedenlerle gönüllü olsun, ister siyasi nedenlerle zorunlu göçle olsun, doğal ortamlarından ve kültürlerinden koparılan insanların yaşamında ve değer yargılarında onarılmaz alt-üstler yaşanır. Kendi kültürlerinden, yaşam tarzlarından kopan ama egemen kültürü ve yaşam biçimini içselleştirmeyen bu toplumların imdadına dinler, daha genel bir ifadeyle egemen toplumun, egemen sınıflarının ideolojisi yetişir. Aslında egemen resmi ideoloji yabancılaşmaya hizmet ederek, kimlik bunalımı yaratır.

Türk resmi ideolojisi olan Kemalizm, Kürt halkının varlığı ve inkârı üzerine dizayn edilmiştir. Bu ideolojide, Kürt diye bir halk, Kürtçe bir dil ve Kürdistan diye bir ülke yoktur. Kürtler dağlarda yaşayan ve zamanla dillerini yitiren Öztürklerdir. Bu durum Kızılbaş-Kürtler için daha da vahimdir. Çünkü onların yalnızca etnik kimliklerini değil, inançlarını da yok sayıyor. Kemalizm, kabul ettiği İslam’ı Hanefi mezhebi ile gayri Müslim inançların dışında ki inançları kabul etmiyor, yok sayıyor. Genel kabul gören inançların dışında kalan inançları, asimile ederek, kabul ettiği egemen inanç içinde eritiyor. Eriterek yok etmeye çalıştığı inançların başında da Alevilik/Kızılbaşlık gelmektedir. Kemalist ideolojiye göre, Alevilik/Kızılbaşlık inancı, Türklerin eski inancı olan Şamanizm’in devamıdır ve Türkler tarafından Orta-Asya’dan ya da Horasan’dan getirilmiştir. Dolayısıyla Alevilik/Kızılbaşlık Öztürk inancıdır aynı zamanda Ahmet Yesevi tarafından geliştirildiği içinde Öz Müslümanlıktır. Kürt Aleviler de sonradan Kürtleşen Öztürklerdir. Kürtler dinlerini değil, dillerini değiştiren Öztürkler iken, Aleviler ne hikmetse Sünni çoğunluk içinde dinlerini değil, dillerini yitirmişlerdir.

1970’li yıllarda Kürt ulusal bilinci yükselip, Kürtler haklı demokratik taleplerde bulununca, bu kez resmi ideolojiye Ecevit tezleri ilave edildi. Buna göre “Türk, bir etnik grubun adı değildir, Cumhuriyetten sonra başlayan uzun süreçte Anadolu’daki tüm etnisiteleri içine alan, yeni oluşumun addır. Tıpkı ABD ve Kanada’da olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti de herkesi kucaklamakta, herkese eşit mesafede durmaktadır” denildi. Gerekçe olarak da Kürtlerin de devlet aygıtında, siyasi partilerde ve iş dünyasında en yüksek düzeylere kadar çıkabildiklerini, bu konuda bir ayrımcılığın olmadığını gösteriyorlardı. Bu tezler elbette ki doğru değildir. Başta Türk bir etnik unsurun adıdır ve diğer etnik unsurları ancak asimile ederek içine almaktadır. Kürtlerde Kürt kimliklerini inkâr ettiklerinde kendilerine tüm kapılar açılmaktadır. Bu da önemli bir yanılgı yaratarak Kürtlerde kimlik bunalımına yol açmaktadır. “Bir Kürt öz kimliğini inkâr ettiğinde ekseri bir ırkçı ve Kürt düşmanı da olmaktadır. Bu ilginç bir psikolojik ruh halidir. Şüphesiz bunun psikolojik, psiko-analitik açıklaması vardır. Kendi kimliğini inkâr eden kişi ortaya çıkan boşluğu ezen ulusun kimliğiyle doldurmak gibi bir açmazla karşılaşıyor ve psikolojik planda bozuk bir kişilik sergiliyor” (bkz. F. Başkaya- Paradigmanın iflası syf.92) “Aslında kimliklerini inkâr ederek devlet aygıtında ve iş dünyasında sömürgeci uygulamalara da önemli bir ideolojik destek sağlıyorlar. Sanki “ayırım” ve “baskı” yapılmıyormuş gibi bir izlenim yaratıyorlar. Dolayısıyla bu adamlar sayesinde baskı yapmak ve yapılan baskıyı meşrulaştırmak kolaylaşıyor. Sonuçta Kürtlerin demokratik talepleri kolaylıkla etkisizleşiyor” (F. Başkaya age)

Kendinden yabancılaşan ve kimlik bunalımı yaşayan bir toplum bunu nasıl aşacaktır. Kimlik bunalımını aşmanın ve yabancılaşmadan kurtulmanın yolu, insanın ve toplumun özgürleşmesinden geçmektedir. Özgürleşmede insanın kendi özüne, öz değerlerine, dönmesiyle sağlanır. İnsanlar çalışmayı kâr/kazanç için değil, toplumsal beklentilere uygun olarak, bir yaşam faaliyeti olarak görmeleri ve zevk için uğraşmaları gerekir. Topluma verilen katkı, ondan alınan övgü, zevki ve hazzı pekiştirir. Bu tıpkı bir Kızılbaş’ın Hak’a ulaşması, Hak’la bütünleşmesi için, Hak’tan korkarak değil, Hak’a aşkla bağlanması gibidir. Hak’a veya Nirvana’ya ulaşmanın yolu korkudan değil, aşktan geçmektedir.

Toplumun ve bireyin özgürleşmesi kendisini bağlayan prangalardan kurtulmasıyla gerçekleşir, bu da radikal bir dönüşümü gerektirir. “Sınıflı bir toplum olarak, kapitalist burjuva düzeninde hüküm süren yabancılaşmanın ortadan kaldırılması ancak devrimle mümkündür. İşçi sınıfının kuracağı komünist toplumda, bireyin, özellikle sınıflı toplumlarda görülen kısıtlı, kusurlu eksik ve sakat yaşamının yerini, tam gelişmiş, toplum yaşamına egemen ve özgür insan yaşamı alacaktır. Marksist düşüncede, bu duruma “Bütünsel insan”a varmak denir. “Yabancılaşma kavramı, Marksist düşüncenin bir hümanizma olmasını sağlayan kavramdır. Bu kavram, köklerini ekonominin ve tarihin saptanmasından alarak “ahlaksal” bir görüşe yönelir; insan yaşamının yetkin ve mutlu bir hale gelişinin koşullarını ve bu koşullara ulaşmak için yapılması gereken eylemi açıklar.” (bkz. Tanilli age. 407-8) İnsan, kapitalist sistemin dayattığı doyumsuz hırslardan kurtuldukça özüne döner, özüne döndükçe de kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla barışık hale gelir. Özgür toplumu, ancak içinde yaşadığı çevreye uyumlu, kendisiyle barışık insanlar tarafından kurulur.

hgrby_34@hotmail.com

Exit mobile version