Site icon Rojnameya Newroz

VATAN’IN F3’ÜNDE DÖRT GÜN

 Kapıyı açtım. “Ne oluyor?” demeye kalmadan -beni iterek- özel harekât içeri daldı: Çelik yelekleri, yüzlerinde kar maskeleri, ellerinde kalkanları ve üzerimize doğrultulmuş makinelilerle…

Amerikan filmlerindeki gibi evi aradılar! Gayet vazifeşinastılar! Her hâl ve kârda işlerini çok ciddiye aldıklarını (vatanın kurtarırcasına!) ispat ediyorlardı.

VATAN’IN F3’ÜNDE DÖRT GÜN

TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

“O sözler ki kalbimizin üstünde

Dolu bir tabanca gibi

Ölüp ölesiye taşırız

O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan

Uğrunda asılırız…”[1]

25 Ekim 2020 sabahı. Saat 06.00 suları. Mavi ile Tarçın ortalığı yıkarcasına havlıyorlar; “Bir şey var galiba” diye yataktan fırlayıp, pencereden dışarıya baktığımda yine bir sürü özel harekât, polis ile “sivil”ler ve bir de yan komşumuz (onu da kapıyı kırmaya “tanıklık” için uyandırmışlar; neyse kapıyı kurtardık!)…

Kapının önünde farları kapımızı tehditkârca dikilmiş bir akrep, 10’u aşkın “görevli” ile Mavi ile Tarçın’ın kararlı itirazları…

Yine geldiler; şaşırmıyorum! “Olgunlaşmak, hiç bir şeye şaşırmamaktır,” dememiş miydi Fyodor Dostoyevski?!

Franz Kafka’nın ‘Dava’sındaki Josef K.’yı anımsatırcasına:[2] “Bu kaçıncı?!”

* * * * *

Kapıyı açtım. “Ne oluyor?” demeye kalmadan -beni iterek- özel harekât içeri daldı: Çelik yelekleri, yüzlerinde kar maskeleri, ellerinde kalkanları ve üzerimize doğrultulmuş makinelilerle…

Amerikan filmlerindeki gibi evi aradılar! Gayet vazifeşinastılar! Her hâl ve kârda işlerini çok ciddiye aldıklarını (vatanın kurtarırcasına!) ispat ediyorlardı.

Bir süre sonra “Temiz” haykırışı eşliğinde Siber Daire elemanları ile polisler içeri dalıyordu ki, Sibel’in “Ayakkabılarınızı çıkarın ya da galoş giyin” sesini duydum…

“Ne yapmışım” dediğimde, ellerinde kâğıttan okudular: “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Terör Örgütü”… Bu kadar; malum ve standart şeyler!

Ev aranmaya başladı: Kitaplar, dosyalar ve ayakaltında dolaşan Püskül, Kırık, Kepaze, Dombili, Cazgır (Onların da mama saatiydi)…

Bizim evi aramak polisler için bir azaptır; malum dört yan muhtelif dillerde kitap(lar), dergi(ler), fotokopi, not defterleri vs… Yabancı dili olmayanlar kapak fotoğraflarına bakıp sorarlar: “Bu ne kitabı?”

Ancak bu sefer böyle olmadı; Siber Daire elemanları dil bilen, eğitimli gençler ve beni itekleyerek içeri dalan özel harekât “farklı”lar…

Evde (olmayan) bir şeyleri bulamadılar; bigisayar(ım)la, 69 TL’lik -akılsız- Samsung’uma el koydular.

Komşum O.’nun delaletinde tutanaklar tutuldu; evraklar imzalandı; gitme vakti geldi.

Püskül’ü, Dombili’yi öptüm; Sibel’e sıkıca sarılıp, kokusunu derin bir nefesle ciğerime depoladım. Hep böyle yaparım: “Uzun yola çıkarken sevdiklerinin kokla,” derdi dedem Kaleli Niyazi…

Derin bir nefes, bir daha, bir daha! “Haydi” dediler.

Sonra emniyet aracının arka tarafındayım; yumruğunu kaldırmış Sibel’i gördüm aracın ön camından; Kepaze de oralarda dolaşıyor…

* * * * *

Araba Bağdat Caddesi’nde hızla ilerliyor; kocaman dükkânlar kepenklerini açıyor; kimileri jogging yapıyor. Umberto Eco’nun, “Mutlu insanların hikâyesi olmaz,” sözü geliyor. Ben hikâyesi olanlardanım ve asla pişman değilim.

Ne Oğuz Atay gibi, “… ‘Her şey güzel olacak… Bu da geçecek… Sen güçlüsün…’ diye diye yolu yarıladık bak”; ne de Fernando Pessoa gibi, “Her şeyi ertelemekle geçiyor ömrüm.”[3] “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum,”[4] benim de hikâyem var; hem de Sadi Şirazi’nin, “Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan, sana ‘İnsan’ demek yakışık almaz,” diye tarif ettiği türden…

Bunları düşünürken sosyal medyada yayınlanan bir haberde şunlar kayıtlıydı:

“Yazar Temel Demirer, ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla sabah saatlerinde evine gelen polisler tarafından gözaltına alındı. Sibel Özbudun Demirer, ‘Az önce 3. Sulh ceza hâkimliği arama emriyle evimizi basan polisler Temel Demirer’i gözaltına aldılar. Temel’in gözaltı nedeni İsimsizler Hareketi hashtag’inde cumhurbaşkanına hakaret’ ifadelerini kullandı.

Demirer, 2018 yılında da HDP’li bazı yöneticilerle birlikte gözaltına alınmış, daha sonra serbest bırakılmıştı. Demirer’e ‘illegal Kürt kadın örgütünün basın açıklamasına katıldığı’ gerekçesiyle ‘örgüt yöneticisi’ suçlaması yöneltilmişti.”[5]

* * * * *

“Duvardaki fotoğraflardan birisi Paris’te çekilmiş. Bilir misin oraları?” dedi yanımdaki genç Siber Şube elemanı… “1980’lerden, darbeden itibaren, tamı tamına 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saat oralardaydım” yanıtını verdim.

Böyle başladı “sohbet”. O da oraları görmüş. (Anlattıklarına bakılırsa bayağı müdavimi oraların.) İstanbul’la Paris’i mukayese edip, “İstanbul” dedi. Direksiyondaki de aynı kanaatte.

“Hepsinin hikâyesi başka. Mukayese kaldırmaz birisi diğeriyle. Paris, İstanbul, Prag, Diyarbakır, Buenos Aires, Leningrad ya da diğerleri, hepsi” dedim ki, anlaşamadığımızda anlaştık.

Bir süre sessizliğin ardından, “Rahatsız olma, insan hâli” dedi; gülümseyerek, “Sorun değil, ben alışığım. Benim açımdan kalu beladan beri böyle bu. Siz beni gözaltına alan üçüncü ya da dördüncü kuşaksınız,” yanıtını verip; “İki tür acı vardır. Biri sizi güçlendiren acı, diğeri ise sadece ıstırap veren yararsız acı. Hangi acıyı beslediğine dikkat etmeli insan,” diyen Fyodor Dostoyevski ile “Kendini paniğe kaptıran bir insan, kayıp bir insandır,”[6] sözünü anımsadım Pierre Assouline’nin…

* * * * *

“Geldik” dediler. İğne atsan yere düşmeyen Eyüp Hastahanesi’nin Acil Servisi’ndeydik.

Herkes koşuşturuyor, sıra bekliyor, yaşlı bir kadın (şaka yapmıyorum) küfrederek haykırıyordu ki, hemen her şey Edip Cansever’in, “Dağılmış pazar yerlerine benziyor” ifadesindeki üzereydi.

Doktor sordu: “Şikâyetin, sıkıntın, darp var mı?” – “Yok”

Elime bir tüp tutuşturup, gişenin önüne götürdüler ki, orada ilgili eleman yok. Kuyruk da uzun. Görevli aranmaya başladı. Nihayet bulundu. Hem bu işe bakıp, hem de tomografi çekiyormuş. “Hangisine yetişeceğim?” diyerek elindeki çubuğu önce boğazıma, sonrada burnuma öyle bir soktu ki, “Hop” demeden edemedim.

* * * * *

Hastahane’den ayrıldığımızda trafik ağırlaşmıştı. Arkadaki eleman sürücüye “Geç kaldık” deyince, “Benim için sorun değil, güneşi biraz daha görmemde sakınca yok,” cumlesi döküldü ağzımdan. Arkadaki eleman kız çocuğunu bir gündür görmediğinden söz ederken; sürücü ekledi: “Ben de, benim kızım 2.5 aylık…”

Ayda 6.000 TL civarında alıp, günde 13 saati aşkın çalışıyorlarmış. Kaba bir hesapla bunlar da asgari ücretle geçiniyorlar.

Ve çok koşuşturmaktan rahatsızlardı. Ayrıca bugün, hem siber, hem cemaat, hem de “terör” açısından “ekstra yoğunluk varmış”…

Vatan’ın, Neyzen Tevfik tarafından otoparka girdik. Kapının önü kalabalık. Sıra bekliyoruz.

Birden bire bir ses, “Hocam” dedi. Uzun boylu yakışıklı bir delikanlı yabancı değil ama? Birden “Ş.’nin KB’deki yeğeni değil misin?” dedim ki, “Beni 12 yaşımdan tanıyorsunuz C. Ben” yanıtını aldım.

Kalın, davudi bir ses: “Konuşmak yasak” deyince, “Selamlaşıyoruz ne var bunda” dedim.

Vay be! 12 yaşındaki çocuktan bugüne, dağ gibi delikanlı olmuş C. Daha önce de HDP’den mahpustaydı, yazışmıştık; şimdi yine HDP’den burada…

Sıram geldi; içeri alındım. Rutin işler. “F-3” dediler. Elime bir şişe su tutturup, kapıyı açtılar.

O ne GK. ile İŞ. karşımda; kucaklaşıyoruz ki, “Sosyal mesafeye dikkat. Kucaklaşmak yasak” diyor görevli kesf bok kokan mekânda. (İki heladan biri tıkanıktı.)

İŞ. sordu: “HDP’den mi?” – “Hayır sosyal medyadan” diye yanıtladım ki, aksaçlı Hoca araya girip, “Ben de” dedi. Kafamı çevirdim ki, güven veren gözleri ışıl ışıl bana bakıp, elini uzatmıştı: “Hoş geldin”.

Bir “Hoş geldin abi” de uzun boylu, orta yaşlı Koçgiri’liden…

İki eski(meyen) yoldaşım ile iki rafığımlayım F-3’de…

“Hikâye ne?” diye soruyor -7.5 yaşındaki kızını evde bırakıp, buraya getirilen- GK…

Denilene bakılırsa bizim; sosyal medya üzerinden yaptıkları paylaşımlarla “halkı kin ve düşmanlığa sevk”, “devlet büyüklerine hakaret” ettiğimiz ve “hükümeti yıpratmaya çalıştığım”ızdan söz ediliyor.

Hem de “Büyük Operasyon ‘İsimsizler’in İsimleri Belli Oldu”[7] manşetiyle!

“İsimsizler Hareketi, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturma neticesinde avukat Tamer Doğan, Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP) sözcüsü Perihan Koca, yazar Temel Demirer, gazeteciler Zeynep Kuray ve Hakan Gülseven, Özen Kulaçoğlu ve oyuncu Defne Halman hakkında gözaltı kararı olduğunu duyurdu.

Perihan Koca, Hakan Gülseven, Özen Kulaçoğlu ve Temel Demirer evlerine düzenlenen polis operasyonuyla gözaltına alındı.

Gazeteci Zeynep Kuray’ın evine polis baskını yapıldığı ancak, kendisinin evde olmadığı için gözaltı işlemi yapılmadığı öğrenildi. 

Anadolu Ajansı (AA) operasyonu, ‘Sosyal medyada ‘İsimsizler Hareketi’ adı altında provokatif paylaşımlarda bulundukları belirlenen 24 şüpheli gözaltına alındı’ ifadeleriyle duyurdu.

Haberde İsimsizler Hareketi’nin ‘yaptığı provokatif paylaşımlarla halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği’, ‘devlet büyüklerine hakarette bulunduğu’, ‘seçilmiş hükümeti yıpratmaya çalıştığı’ iddia edildi.

TÖP sözcüsü Perihan Koca’nın gözaltına alındığı TÖP twitter hesabından duyuruldu:

‘Battıkça saldırıyorlar. Bu sabah Toplumsal Özgürlük Partisi Sözcüler Kurulu üyesi ve dönem sözcüsü Perihan Koca, ev baskınıyla gözaltına alındı. Gözaltı gerekçesi olarak ‘Sosyal Medya Yoluyla Darbeye Teşebbüs’ gösteriliyor.”[8]

“Sosyal Medya Yoluyla Darbeye Teşebbüs” mü?

Evet bu zırvaya ilişkin olarak bir Anadolu Ajansı klasiği “izahat”(!): “Sosyal medyada ‘İsimsizler Hareketi’ adı altında örgütlenerek halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek, seçilmiş hükümeti yıpratmak ve kamuoyunda yankı uyandırmak amacıyla provokatif paylaşımlar yaptıkları ve devlet büyüklerine hakarette bulundukları belirlenen 24 şüpheli, 6 ilde düzenlenen operasyonla gözaltına alındı.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, internet ortamında 7/24 sanal devriye faaliyetleri yürüten Siber Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ekipleri, sosyal medyada ‘İsimsizler Hareketi’ adı altında örgütlenen grubun, yaptığı provokatif paylaşımlarla halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiklerini, devlet büyüklerine hakarette bulunduklarını ve seçilmiş hükümeti yıpratmaya çalıştıklarını belirledi.”[9]

Bu manşeti atanları, “izahat”ı verenleri, “iddia” sahiplerini betimlercesine, “Karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da sizin içinize bakmaya başlar,” dememiş boşuna Friedrich Nietzsche.

Mideleri alt üst eden, donmuş “TA-DA” patentli yemeklerin başında bunları konuşuyorken; “Bu yemekleri yememek gerek. Kuru ekmek su ile idare etmek daha iyi,” diyorum ki, kapı açıldı: “GK., İŞ. Ankara’ya gidiyorsunuz”! (Daha sonra Ankara’da AB., İŞ., CM. yemeklerden zehirdiler.)

Kucaklaştık. “Hewallere selam söyleyin”…

* * * * *

Yine – ‘Türkçe Mealli’ kırmızı ciltli Kur’an’ın olduğu- hücredeyim. Bu kaçıncı? Hatırlamıyorum.

İlki Ankara Cumhuriyet Lisesi’ndeykendi. Duvarlara “Çin yakındır” yazıyorduk dört kişi. Bahçeli Cami Durağı’ndaydık, Serdar ile ben yakalandık.

Şaplak, tekme, yumruklar eşliğinde karakola getirildik. Nezarethanede titrediğimi anımsıyorum. Başkaları da vardı. Birisi sordu: “Neden?”

“Yazılamadan” diye yanıtladı ki Serdar, şivesinden Kürt olduğunu zannetiğim birisi, “Titremeyin, dik durun” diye uyardı.

O gün bugündür içeri alındığımda, hep o, “Titremeyin, dik durun” sesi yankılanır kulağımda, beynimde, yüreğimde… Ve o gün bugündür hiç ihanet etmedim o sese…

Yine o ses eşliğinde hücremin duvarına “Seni Baharmışsın Gibi Seviyorum” diye yazdım gözlerimle. Bunu da Antep’te Ermeni Kilisesi’nden bozma (eskiden ahır olarak kullanılan!) Kısım Koğuşu’da bir devrimciden öğrenmiştim ki, bunlar da Max Stirner’in, “Hiçbir şey, önünde, kendimi alçatmamı gerektirecek bir yücelikte değildir”; “Cesaretini ve vicdanını yitirmiş bir insan görünümü, bedeni sakatlanmış bir insanın görünümünden berbattır,”[10] diye tarif ettikleriydi.

Ama yine de Ulrike Meinhof’un, “Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum,” diye tarif ettiklerinden ötürü kapatılmış olmaya “alışmak” mümkün olmasa da; “İnsan doğası ne tuhaf dayanılmaz şeylere dayanabiliyor”du![11]

* * * * *

“Dört gün hücrede ne yaptın?” sorusuna yanıtım şu: “Neler, neler… Ne yapmadım ki!”

Bilir misiniz bil(e)mem? Nasıl olursa olsun hücrenin derin (kasavetli ve meçhul) sessizliği anılar resitali eşliğinde eski(meyen)lere götürür insanı…

Ayvalık’tayım. Cunda’ya gidiyoruz. Necla Anamın kuru köfteleri mis gibi kokuyor. Babam Kemal, bir dizine Benel (abimi), diğer dizene beni almış. Yanımızda hep imrendiğim, rol modelim yakışıklı Mehmet Dayım. Motorun müthiş gürültüsü eşliğinde (birazdan boğulma tehlikesi geçireceğim yere) denizi yara yara ilerliyoruz…

Turgutlu’dayım. Karpuz Kaldıran’da kâğıttan gemileri yüzdürürken düşüveriyorum suyun içine. Babam çekip çıkarıyor sudan boğulmadan. Anam sarıp sarmalıyor. Titriyorken gemilerimin hâlâ yüzdüğüne, batmadığına seviniyorum…

Çorum’dayım. Çelik çomak oynuyoruz, aşık atıyoruz sokaklarda itişe kakışa. Fadime Ebem’in verdiği delikli parayla aldığım “Nöbet Şekeri”ni yalıyorum itinayla. Sonra Eti Ortaokulu’nda Güler ve ardından da (Sibel bağışlasın ama) öptüğüm kadınlar geliyor aklıma…

Antep’ten Bilecik’e mahpusluk, 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatlik Paris, vb’leri.

Ve Cenup (Güney) Lübnan’da beni bırakıp giden sevdalandığım Milano’lu Troçkist Patricia dikiliyor karşıma.

Sonrası mı? Turgut Uyar’ın “Herkesin bir gideni vardır./ İçinden bir türlü uğurlayamadığı,” dizelerindeki üzere Louis Aragon’un, “Gülecekler bize, içinde kül olacak denli sevdiğimiz için ateşi,” diye tarif ettiği uzun mu uzun bir serüven…

Bunlar böyleyken “Avukatın geldi Temel” diyor gardiyan…

* * * * *

Ne çok avukat geldi. Ne muhteşem kadınlar, erkeklerdi onlar. Halit Çelenk’in, Gülçin Çaylığil’in, Tahir Elçi’nin, Selçuk Kozağaçlı’nın, Ebru Timtik’in meslekdaşlarıydılar. Hepsine şükran borçluyum. (Sadece gelenler mi? Avusturya’dan FK’ya, Yunanistan’dan EÇ., Ankara’dan, Diyarbakır’dan, Antalya’dan, Dersim’den, Adana’dan, İzmir’den…)

Her gelip gidenle Sibel’e, “Seni seviyorum” haberini ilettim; Ondan da aynı yanıtı getirdi Aysel T., Seher E., Murat Ç., ÇHD’liler ile diğerleri…

* * * * *

Avukatların getirdiği haberleri aynı hücredeki ak saçlı Hoca ile Koçgiri’liye götürürken birden hücrede nüfusumuz iki kişi daha artıyor.

Suriyeli Kürt Agit ile Gülsuyu ciğercisi Muş’lu HD: Her ikisinin de bakışları korkuyla mühürlenmiş sanki. Her ikisi de Kürt.

Agit Afrin’li. 2015’den beri İstanbul’da. Konfeksiyon işçisi. Bir gece önce alınmış (yan hücredeki) kardeşi ile.

Babası iki hafta önce “YPG’li olmak”tan Afrin’de tutuklanmış. O günden beri haber yok. Ardından kardeşleri de almışlar.

Agit’in eşi iki küçük bebesiyle evde. “Ne hâldeler” diye kaygılanıyor.

Durum(un)dan hiç memnun değil. “Çıkarsam Afrin’e döneceğim” deyip, buralarda insan muamelesi görmediğinden söz ediyor.

“Konfeksiyonda Türk işçi haftada 1300 TL alıyor, aynı iş için bize de 900 TL veriyorlar. ‘Niye’ deyince, ‘İşine gelmezse çalışma’ diyorlar”.

“Kaldığım evde hergün ‘Pişirdiğiniz yemeğin kokusu geliyor, gürültü yapıyorsunuz, çocuklar ağlıyor,’ diye komşular tarafından azarlanıp, aşağılanıyoruz.”

“Karımın, iki çocuğumun kaydı yok. Kimlik çıkartmaya gittiğimde, ‘İstanbul kontejanı dolu, kimlik veremeyiz’ diyorlar. Hiçbir haktan faydalanamıyorum. Çocukların hastalanmasından korkuyorum.”

“Bizi sevmiyorlar, ‘Pis’, ‘Dilenci’, ‘Asalak’ diyorlar.”

Vb’leri, vb’leri… (Neredesin ey kardeşlik?!)

Ve eşi ile kapısı kırılarak “Neden” buraya getirildiği konusunda en ufaf bilgisi olmayan Gülsuyu ciğercisi Muş’lu HD…

Bana göre, “topraktan öğrenip, kitapsız bilen”, ilk aşkını hiç unutamamış bir halk bilgesi HD, çok ilginç bir kişilikti.

O daha kundaktayken katledilen anasını hiç görmemiş. “Toprağı her kokladığımda, Anam düşer yadıma” diyor ve ekliyor: “Çok şeyi unuttum, hatırlamıyorum. Ama bir anamı, bir de Varto tarafında çobanlık yaparken aşık olduğum Yeter hiç çıkmadı aklımdan. Müjde Ar’ın biraz uzunu ve zayıfıydı. Türkan Şoray gibi bakardı. Çok güzeldi. Kaçırmaya kalkıştım. Beceremedim. Tüm köy düştü arkama. Korktum İstanbul’a kaçtım. Ama aklım hep onunla kaldı. Sonra çok araştırdım. Kimileri ‘Almanya’ya gitti’, kimileri de ‘Amcası oğluyla evlendi, boşandı’ dedi. Hep aradım, hâlâ da arıyorum. Bir bulsam, ‘Beni affet, seni kaçıramadım, rezil ettim,’ deyip gözlerine bakabilsem ölmeden!”Bana Farid Farjad’ın, “Uçmayı öğrenmeden/ göçmeye mecbur kalmış/ bir kuş gibi kalbimiz,” dizelerini anımsatan yarım kalan şarkıya dair dahası da var; ama Fyodor Dostoyevski’nin, “Cehennem, insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir,” notunu düştüğü bir yerde hücre “sırrı”…

Sadece birkaç ip ucu vereceğim!

Muş’lu HD’de, “Bir hayali öldürmek, bir gerçeği öldürmekten daha zordur,” diyen Virginia Woolf ile Theodor Adorno’nun, “Sadece sevgiye tutunacak gücü olan yaşar” ve “The course of true love never does run smooth/ Gerçek aşkın yolu hiçbir zaman dikensiz değildir,”[12] tespitinin doğrulandığını gördüm.

Bu kadar da değildi. Cesare Pavese’nin, “Ancak bir özveriyi gerektiren sevgiye inan… Bunun dışında her şey, çoğu zaman boş sözlerden başka bir şey değildir”;[13] Hande Altaylı’nın, “Aşk birini unutmamak değil, onu her gördüğünde yeniden hatırlamak. Kaç yıl geçerse geçsin, her karşına çıktığında aynı şekilde hissetmek,”[14] dedikleriydi de…

* * * * *

Avukatların gelip gitmesi devam ediyor. Pazar günü ifadem alınacakmış. Pazartesi de Çağlayan’a çıkartılabilirmişiz.

Adlarımız okunuyor. Ellerimiz kelepçeleniyor. Dışarı çıkarılıyoruz. Güneş gözlerimi kamaştırıyor. (Meğer güneşi nasıl da severmişim)

Parmak izlerimiz alınıyor; sonra da fotoğraflar. Ardından tekrar hücredeyim/z.

İfadeye çıkarılıyorum.

“Özgeçmişinizi kısaca anlatın” sorusuyla başlıyor: 1) “Halkı Kin, Nefret ve Düşmanlığa Tahrik, Aşağılama”, 2) “Cumhurbaşkanına Hakaret”, 3) “Terör Örgütüne Üye Olmak”, 4) “Terör Örgütü Propagandası Yapmak” gibi dört maddeden oluşan sorgum.

Sorularda “üye olduğumdan söz edilen örgüt” belli değil, adı sanı meçhul.

Bu böyle olunca da, adı sanı meçhul “terör örgütü”nün propagandasını yapmanı imkânsız olduğunu ifade ediyorum.

“Halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik”ten hangi kanıtlarla söz edildiğini soruyorum.

“Cumhurbaşkanına Hakaret” meselesinde de, -tutanaklarda kayıtlı olduğu üzere- aynen şunları diyorum: “Ben hayatım kimseye, hatta cumhurbaşkanına da hakaret etmedim. Çünkü beni açımdan hakaret acizliktir. Böyle bir şey yapmam ve yapmam da.”

Sonrasında… Helin ile fotoğrafımı, Sibel’in kim olduğunu, panellerdeki fotoğraflarımı, İHD’nin Cumartesi Anneleri etkinliğinde ve Oktay Etiman Anması’nda ne yaptığımı da sormadan edemiyorlar?!

İfadeyi alanlardan biri, sıkı bir çArşı taraftarı sempatik birisiydi. Birazdan başlayacak Konya Spor-BJK maçını izlemek için acele ediyor.

* * * * *

Tekrar hücredeyim.

Hoca, moralleri bozulan Agit ile HD’ye, “Çıkacaksız, rahat olun,” deyip, dışarıda birlikte yiyeceğimiz yemekten söz ediyor.

Bu kadar değil, “Yeter’i de arar, buluruz” diye umutlandırıyor HD’yi.

Agit’e de çocuklarıyla nasıl kucaklaşacağından söz ediyor.

Sabah oluyor. Beklemedeyiz. Kapı gürültüyle açıldığında “Haydi” komutu eşliğinde “suç ortaklarımız” ile ellerimiz kelepçeleniyor, her zamanki gibi bileklerimize kan oturtmacasına. (İtirazla gevşetiliyor sonradan!)

İki araçla, her birimizin koluna bir polis girerek Eyüp Hastahanesi’ndeki kontrol ardından Çağlayan Adliyesi Nezarethanesi’ndeyiz.

Nezarethaneye çoba yollayan ÇHD’liler, -her zamanki üzere- Hızır gibi imdadımıza yetişiyorlar.

Herkes ne olacağını tartışıyorken; ifadesini savcının doğrudan almak istediği avukat Tamer Doğan, sorgudan dönünce anlatmaya başlıyor. Korkunç bir belirsizlik, gerilim var.

“Suç ortaklarım” ile tanışıyorum. Nezarethaneden çıkarken, “Sizlerle birlikte kelepçelenmekten onur duyorum,” dedirtecek kadar pırlanta gibi insanlar. (Lucius Seneca’nın, “Altın ateşle sınanır, güçlü insanlar zorluklarla,” saptamasındaki üzere!)

28 Ekim 2020’de, saat 06.00 sularında isimlerimiz okunuyor. “Ne oluyor” dediğimizde “Çıkıyorsunuz” diye yanıtlanıyoruz.

– “Nasıl, niye”?

– “Biz bilmiyoruz, bize verilen emir bu”!

– “İyi de nasıl”?

– “Yetkililere sorun”!

– “Kim onlar”?

– “Avukatlarınız bilir, hadi çıkın”!

* * * * *

Adliyeye sevk edilen 18 kişiden 11 kişi savcılık ifadelerinin ardından serbest bırakılırken soruşturması kapsamında gözaltına alınan Şehmus Kavak, Misli Cihan Şenleten ve Özgür Doğuş Erhan tutuklandı. (Özgür ile Şehmus gencecik çocuklar!) Tamer Doğan, Özen Kulaçoğlu, İsmail Keleş ve Tayfun Uçar ise “adli kontrol” şartıyla serbest bırakıldı…

Çağlayan Adliyesi önündeki konuşmasında Sibel’in, “Emniyet güçleri şapkadan ‘sosyal medya terör örgütü’ çıkartmaya çalışıyor,”[15] diye betimlediği tülûat bu işte!

Kapının önündeki kalabalıkta ilk gördüğüm Sibel, sarılıyorum sım sıkı, “Seni Baharmışsın Gibi Seviyorum” dizelerindeki üzere…

Sonrası mı? Adliye önünde bana uzatılan bir mikrofona, “Onlar asılsız dosyalarla, yalanlarla başımıza çorap örmeye kalkıştıkça biz çoğalıyoruz. Çocukluğumdan beri bildiğim bir slogan var. Haklıyız kazanacağız. Haksız olan onlar haklı olan biziz,”[16] deyip, ‘Birgün’ün sorularına da şu yanıtları veriyorum:

“Dört suçlamayla sorgulamaya girdim. Birincisi halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik etmek, ikincisi Cumhurbaşkanı’na hakaret, üçüncüsü terör örgütüne üye olmak, dördüncüsü terör örgütü propagandası yapmaktı.”

“Bu soruşturulduğum terör örgütü hangisi, adı nedir?’ ben bilmek istiyorum ve ‘halkı nasıl kin ve düşmanlığa tahrik ettiğime dair somut kanıt sunar mısınız?’ dedim. Ayrıca sunduğunuz belgelerde zerre hakaret yok dedim. Özellikle ‘Telegram’a üyesi misin?’ sorusunun üzerinde durdular. Ben de üyeliğim olmadığını bir iki kere ziyaret ettiğimi ayrıca da sitelerin yasak olmadığını belirttim.”

‘Birgün’ün ilişkin haberinden, devamla: Gözaltının tamamen gündemi gölgelemek için yapılmış olduğuna dikkat çekip, “Bugün Türkiye’deki rejimin olaya ihtiyacı var. Bu da gayri ciddi gündem saptırma amaçlı Türkiye’nin içine düştüğü durumu manipüle etmek için yapılmış bir olay. Ekonomik, siyasi gündemi manipüle etmek. Beni dört gün evden 5 özel TİM, 4 tane karakoldan polis,1 siber şubeden polis toplamda 13 kişi aldı. Dört gün sonra pardon deyip bıraktılar. Gören de 40 kişi öldürdüm sanacak. Ancak amaç hedef karartma, manipülasyon, itibarsızlaşma gibi şeyler,” dedim.[17]

* * * * *

Cemal Süreya’nın, “Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum./ Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler”; Turgut Uyar’ın, “Eylül toparlandı gitti işte/ Ekim filanda gider bu gidişle/ Tarihe gömülen koca koca atlar/ Tarihe gömülür o kadar,” dizelerinin yoldaşlığında Marmaray ile eve geldim. Yorgunum. Pantolum belimden düşüyor. Dört günde dört kilo vermişim.

Twiter’in başına geçip, şunları yazdım:

“28 Eylül 2020: DÖRT GÜN SONRA, ŞİMDİ YENİDEN SİZİNLEYİM…

DOSTLARIN, KARDEŞLERİN, YOLDAŞLARIN DAYANIŞMASINA MİNNETLE…

NEREDE KALMIŞTIK?”

Evet, evet Cemal Süreyya’dan mülhem: “Biz kırıldık daha da kırılırız./ Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza”…

Karl Marx’ın ifadesiyle, “tarihi kötü yanının ürettiği” hayat devam ediyor.

Kolay mı? “Tarihin en yaratıcı dönemleri en fırtınalı dönemleri olmuştur ve hâlâ da öyledir…”[18]

“İnsanca olan nasıl bir gerçekse insanlık dışı olan da bir gerçektir…”[19]

“Her şey değişir, her şey gelip geçer, yalnızca bütün kalır. Dünya, durmadan başlar ve biter; her an başlangıcında ve sonundadır…”[20]

“Olasının tüm alanını kavrayabilmek için olanaksızı düşünmek gerekir,”[21] Henri Lefebvre’in işaret ettiği gibi…

* * * * *

Kaleme alınması çok güç olan bu yazıyı, ak kâğıda dökmek hiç de kolay olmadı; malûm, insanın kendinden söz etmesi meselesi…

Ancak bir şeyin altını ısrarla çizmeden noktalayamam yazdıklarımı.

Beni içeride yalnız bırakmayan dostlarım, kardeşlerim, yoldaşlarım; hepinize teşekkür ediyorum Can Yücel’in dizeleri yüreğime tercüman olurken:

“Ne kadar çok elimiz varmış meğer!

İlkin, senin elinle tutuşan benimki

Sonra çocuklarınki

Gençlerinki

Tekel İşçilerininki

Sonra, ellerin elleri…

Ne kadar çok elimiz oldu, baksana,

Tutuşa tutuşa

Bir orman yangını gibi.”

7 Ekim 2020 18:17:21, İstanbul’dan.

N O T L A R


[1] Attilâ İlhan, Bir Avuç Kıvılcım, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2006, s.32.

[2] Franz Kafka, Dava, çev: Ahmet Cemal, Can Yay., 1999.

[3] Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, çev: Saadet Özen, Can Yay.,  2006.

[4] Fernando Pessoa, Anlamaktan Yoruldum-Aforizmalar, çev: Gözde Karalök, Zeplin Kitap, 2016.

[5] “Yazar Temel Demirer ‘Cumhurbaşkanına Hakaret’ Suçlamasıyla Gözaltına Alındı”, 25 Eylül 2020… https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yazar-temel-demirer-cumhurbaskanina-hakaret-suclamasiyla-gozaltina-alindi-1768673

[6] Pierre Assouline, Lutetia, çev: Ali Cevat Akkoyunlu, Yapı Kredi Yay., 2007, s.309.

[7] “Büyük Operasyon ‘İsimsizler’in İsimleri Belli Oldu. Sosyal Medyada Provokasyon Yapılanması”, 25 Eylül 2020… https://parantezhaber.com/gundem/sosyal-medyada-provaksyon-yapan-isimsizler-hareketi-isimli-yapiya-buyuk-operasyon-5771h

[8] “Koca, Demirer, Kulaçoğlu ve Gülseven Gözaltında”, 25 Eylül 2020… https://bianet.org/bianet/insan-haklari/231530-demirer-gulseven-dogan-ve-kulacoglu-gozaltinda

[9] Sertaç Bulur, “Sosyal Medyanın Terör Örgütüne Operasyon: 24 Gözaltı”, 25 Eylül 2020… https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/sosyal-medyanin-teror-orgutune-operasyon-24-gozalti/1985107

[10] Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s.58.

[11] Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s.103.

[12] William Sheakspeare, Bir Yaz Gecesi Rüyası, çev: Yeşim Mısırcı, Parola Yay., 2014.

[13] Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı-Günlükler (1935-1950), çev: Cevat Çapan, Can Yay., 2000.

[14] Hande Altaylı, Kahperengi, Doğan Kitap, 2016, s.233.

[15] “Özbudun: Şapkadan ‘Sosyal Medya Terör Örgütü’ Çıkartılmaya Çalışılıyor”, 28 Eylül 2020… https://sonhaber.ch/ozbudun-sapkadan-sosyal-medya-teror-orgutu-cikartilmaya-calisiliyor/

[16] “İsimsizler Hareketi Soruşturmasında Gözaltına Alınan 11 Kişi Serbest Bırakıldı”, 29 Eylül 2020… https://www.gazeteyolculuk.net/isimsizler-hareketi-sorusturmasinda-gozaltina-alinan-11-kisi-serbest-birakildi-uc-kisi-cumhurbaskanina-hakaretten-tutuklandi

[17] Yaren Çolak, “Gözaltıların Nedeni Gündem Değiştirme”, 30 Eylül 2020… https://www.birgun.net/haber/gozaltilarin-nedeni-gundem-degistirme-317412

[18] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2014, s.297.

[19] Henri Lefebvre, Marksizm, çev: Vedat Günyol, Alan Yay., 1990, s.35.

[20] Henri Lefebvre, Sosyalist Dünya Görüşü Marksizm, çev: Doğan Görsev, Yordam Kitap, 2007, s.135.

ş. [21] Henri Lefebvre, Yaşamla Söyleşi, çev: Emirhan Oğuz, Belge Yay., 1995, s.77.

Exit mobile version